Barla Lahikası 144. Mektup

    Risale-i Nur Tercümeleri sitesinden
    Diğer diller:

    Ehl-i iman –bilhassa şimdiki Risale-i Nur’un zâkir ve muvahhid şakirdleri– öyle bir cadde ve minhaca girmişler ki o cadde gayet müstakim, gayet nurlu, gayet sevimli. Bütün iki tarafı elmas, inci dükkânı. Bunların başında nass-ı Kur’an’dan gelen ve Kur’an-ı Kerîm’in ve Furkan-ı Hakîm’in âyât-ı beyyinatından intişar eden Risale-i Nur’un yüz yirmi parçasından beher parçası birer mürşid-i a’zam, birer mürşid-i ekmel, birer kale-i hasîn, birer elmas kılınç olarak sabittir.

    Öyle ise ey Lütfü! Risale-i Nur’a sıkı yapış ki bir mürşid-i ekmel bulasın. Lisanına tevhidi ver ki şu muhkem kaleye giresin; Feyyaz-ı Mutlak’ın kelâmı olan Kur’an-ı Mu’cizü’l-Beyan’a hâdim ol ki o elmas kılıncı elinde tutasın.

    İşte o kılınçla, hiç havfsız, başlarını sarhoşlukla o bataklığa sokan dinsizlerin kafalarına vurarak atla. Ondan sonra فَاس۟تَقِم۟ كَمَٓا اُمِر۟تَ gibi kat’î delilleri Peygamberimiz sallallahu teâlâ aleyhi vesellem Efendimizden müteselsilen, bütün Risale-i Nur’un müellifi Üstadımız Said Nursî’nin yetiştiği ve serbest gezdiği şeriat-ı garra-yı Muhammediye (asm) olan hatt-ı müstakimi bari bir parça da sen takip et ki başın felâh bulsun.

    Şu geçen cuma günü ruhumda bir sıkıntı devam ederek, Üstadım için بِس۟مِ اللّٰهِ الرَّح۟مٰنِ الرَّحٖيمِ sırrını istinsah ediyordum. Maal­esef emraz-ı asabiyemin hadsiz istilası, o mühim risaleyi pek âni olarak akîm bıraktırdı. Tekrar yine başladım, bir parça yazdım; baktım ki yine satır geçmişim, evvelki yazdığım yere mürekkep dökülmüş. Kendimde o sıkıntı hâlâ duruyor. Tekrar olarak abdest üstüne abdest aldım, bütün seyyiatımı itiraf ederek ortaya döktüm. İstiğfar ettim. Mübarek dua olan salavat-ı şerifeye başladım. Sonra kalbime geldi ki Üstadımdan himmet isteyeyim. Üstadımın üstadına dediği gibi ben de derim ve dedim…

    O hal, o vaziyet el-ân devam ediyordu. Hattâ intihar derecesine kadar gelmişti. Dedim: “Aman yâ Rabbî! Bundaki hikmet nedir?” ve o risaleyi ertesi güne ta’lik ettim.

    O akşam yani cumartesi gecesi, âlem-i menamda: Üstadım Atabey’in Zergendere Mescidi’nde imiş. Sabah namazına gidiyormuşum, tesadüfî bir karakol kumandanı bana dedi ki: “Nereye gidiyorsun?” Camiye, dedim. Beni takiben camiye o da girdi. Gördüm ki Üstadım bir karyola üzerindedir. Evvelki cemaatimizden hariç, içeride beş altı daha jandarma bulunuyor. Cemaat لَۤا اِلٰهَ اِلَّا اللّٰهُ وَح۟دَهُ لَا شَرٖيكَ لَهُ ... الخ devam ediyorlar. O beraber girdiğimiz kumandan ise cemaatimize karşı “Aman siz ne yapıyorsunuz?” diyerek kendisinin leîmliğini ispat edip mağruriyetinden içeriye tükürdü. O anda Üstadım o dinsizin yüzüne tükürüp “Git yanımızdan pis!” dedi, tard etti. Hemen o zaman elimi sağ taraftaki deliğe uzattığımda bir kasatura geldi. Hiç meslek ve meşrebimize uymayan, her cihetle muhalif hareket eden Hasan isminde bir adam o kasaturayı alıp ve ucuyla o dinsizi göstererek “Aman efendim, aman hocam siz yalnız emir buyurunuz, bu dinsizin imhasına sebep ben olacağım.” dedi ve aynı zamanda bir sağ omuzuna, bir de sol omuzuna vurdu ve gitti. Bütün bu dinsizler bunu görünce tevehhüme düşüp “Başımıza bela bulduk, bizden hocanın yanına kimse gitmez. Ancak Edhem Çavuş (Hâşiye-1[1]) var, onu gönderelim, bizim için yalvarsın, yakarsın; aman biz hepsinden vazgeçtik.” dediler.

    O sabah bu garib rüyayı Zühdü Efendi ve Hâfız Ahmed ağabeylerime söyledim. Hattâ o gün Hâfız Ahmed, Üstadımı ziyaret için iki bardak su ile beraber Isparta’ya gitmek istedi. Fakir de gittiğine memnun oldu. Rüyayı tenbih ettim çünkü o gece gördüm. Nitekim söylemiş. Fakat çok acıklı haberden o kadar müteessir oldum ki o zaman anladım, ruhumdaki sıkıntı bu imiş. (Hâşiye-2[2])

    Lütfü



    Barla Lahikası 143. Mektup ⇐ | Barla Lahikası | ⇒ Barla Lahikası 145. Mektup

    1. Hâşiye-1: Cây-ı hayrettir ki o gecede Keçiborlu’da bulunan Edhem Çavuş herkesten evvel o hâdiseden müteessir olarak imdada gelmişti.
    2. Hâşiye-2: Garib ve latîf bir tevafuktur ki Isparta’da cumartesi gecesinde başıma gelen gayet sıkıntılı bir hâdiseyi sekiz sene kemal-i sadakatle, hiç gücendirmeden bana hizmet eden Sıddık Süleyman aynı zamanda, benim gibi aynı sıkıntı çektiğinden ve sebebini de bilmediğinden Isparta’ya pazardan evvel geldi. Sıkıntısının manevî sebebini de anladı. Süleyman’ın ne kadar selim bir kalbi bulunduğu malûmdur. Hem aynı gecede, has talebelerin içinde letafet-i kalbiyle mümtaz Küçük Lütfü, bu fıkrada mezkûr rüyayı ve sıkıntıyı görüp aynı sıkıntıma iştirak ve az bir tabir ile aynı vaziyetimi müşahede ediyor.
      Elhasıl: Süleyman’ın selim kalbi, Lütfü’nün latîf ruhu imdadıma koşmak istemişler. Demek ki Risale-i Nur’un şakirdlerinin ruhları birbiriyle alâkadardır. Cesetleri müteaddiddir, ruhları müttehid hükmündedir. هٰذَا مِن۟ فَض۟لِ رَبّٖى
      Süleyman Rüşdü namındaki kardeşimiz, bu hâdise gecesinden evvel –sabahleyin– bana ve Bekir Bey’e dedi ki: “Ben bu gece bir rüya gördüm. Bu rüyada siz Üstadımı valinin makamında vali olarak gördüm. Etrafınızda hükûmet adamları bulunuyordu. Elinizde bulunan küçük bir kâğıda not yapmışsınız, nutuk söyleyecekmişsiniz. Sonra bir daha gördüm ki: Üstadım siz, Bekir Bey ve Hüsrev bir faytona binmişsiniz, hükûmetten eve geliyordunuz.” dedi. O sabahın akşamı, hükûmet dairesinde aynı hal vuku bulmuş, faytonda aynı adamlar bulunup selâmetle eve dönülmüştür. İsticvab makamında söylenen sözler tam yerinde olduğu için nutuk suretinde ona görünmüş. Hem Hâfız Ali –aynı gecede– bana olan hücumu ve suikastı kendine karşı görmüş. Sabahleyin başındaki kasketinin siperliğini dikmiş tâ hücumdan kurtulsun.
      Elhasıl: Risale-i Nur’un şakirdlerinin şahs-ı manevîsi kerametkârane bir hassasiyet gösteriyor ki Hâfız Ali ulvi sadakatiyle, birinci Süleyman selim kalbiyle, ikinci Süleyman Rüşdü müstakim aklıyla, Küçük Lütfü latîf nuruyla üstadlarının imdadına manen koşmuşlar, sıkıntısına iştirak ile tahfifine çalışmışlar.
      Said