Emirdağ Lahikası 2. Kitap 66. Mektup
Aziz, sıddık kardeşlerim!
Evvela: Mevlid-i Şerifinizi ruh u canımızla tebrik ediyoruz ve muvaffakiyetinizi ve Nurların fevkalâde tesirli intişarlarını sizlere müjde ediyoruz ve Nurcuları tebrik ediyoruz.
Sâniyen: Bu mübarek gecede pek şiddetli bir ihtar kalbime geldi ki: İstanbul’daki üniversiteciler Eski Said ile Yeni Said’in tarihçe-i hayatındaki hârikaları yazmaları münasebetiyle iki fikir meydana gelmiş:
Birisi: Dostlarda benim haddimden pek ziyade, fevkalâde bir nevi velayet gibi bir hüsn-ü zan hasıl olmuş. Ve muarızlarda ve ehl-i felsefede de pek hârika bir deha zannı ve hattâ bazılarında da kuvvetli bir sihir tevehhümüyle haddimden bin derece ziyade bir tevehhüm hasıl olmuş. Ve bu manaya dair çok yerlerde “Bunun hakikati nedir?” diye maddî ve manevî izahı benden istenilmişti. Ben de bu geceki şiddetli ihtar için çok mukaddimatlı bir hakikati beyan etmeye mecbur oldum.
Birinci Mukaddime:
Nasıl ki bir çam ağacının buğday tanesi kadar bir çekirdeği, koca çam ağacına bir mebde oluyor. Kudret-i İlahî o acib ağacı o çekirdekten halk ediyor. Milyondan ancak bir hisse o çekirdekte bulunurken, o çekirdek kader kalemiyle yazılan manevî bir fihriste olmuş. Yoksa bir köy kadar fabrikalar lâzımdır ki o acib ağaç, dal ve budaklarıyla teşkil edilsin. İşte azamet ve kudret-i İlahînin bir delili de budur ki bir zerreden dağ gibi şeyleri halk eder.
İşte aynen bunun gibi, hiçbir mahviyet ve tevazu niyetiyle olmayarak, bütün kanaatimle ilan ediyorum ki: Benim hizmetim ve sergüzeşte-i hayatım, bir nevi çekirdek hükmüne geçmiş. İnayet-i İlahiye ile bu zamanda ehemmiyetli bir hizmet-i imaniyeye mebde olmak için Kur’an’dan gelen ve meyvedar bir şecere-i âliye olan Nur risalelerini ihsan etmiş. Ben bunu kasemle temin ediyorum ki bütün hayatımda geçen o hârikalardan dolayı ben kendimde kat’iyen bir kabiliyet ve bir meziyet ve o fevkalâdeliğe bir liyakat görmüyordum. Hayret hayret içinde kalıyordum. Değil fevkalâde bir deha veyahut fevkalâde bir velayet, belki kendi kendimi idare edecek ve hayat-ı içtimaiye ile münasebettar olacak bir kabiliyet görmüyordum. Gerçi zâhiren hodfüruşluk gibi bazı hâlât hayatımda görünmüştü. O da ihtiyarım haricinde halkların hüsn-ü zannını tekzip etmemek için bir nevi hodfüruşluk gibi oluyordu. Fakat halkların hüsn-ü zannı gibi hakikatte olmadığını ve dünyaya yaramadığımı, böyle bin derece haddimden fazla bir teveccühe mazhar olduğumu bütün bütün hilaf-ı hakikat telakki ediyordum.
Fakat Cenab-ı Hakk’a yüz bin şükür olsun ki yetmiş seksen senelik hayatımın sonlarında onun hikmetini ihsan-ı İlahiye ile bir derece bildik ve kısaca bir kısmına işaret edeceğim. Ve çok numunelerinden bir kısım numunelerini beyan ediyorum:
Birinci Numune: Medrese usûlünce hiç olmazsa on beş sene tahsil-i ilim lâzım geliyor ki hakaik-i diniye ve ulûm-u İslâmiye tam elde edilsin. O zamanda Said’de, değil hârika bir zekâ veya bir manevî kuvvet; belki bütün istidat ve kabiliyetinin haricinde bir acib tarz ile bir iki sene sarf ve nahiv mebâdisini gördükten sonra üç ayda acib bir tarzda kırk elli kitabı güya okumuş ve icazet almış gibi bir halet göründü.
Bu hal altmış sene sonra doğrudan doğruya gösterdi ki o vaziyet ulûm-u imaniyeyi üç dört ayda, kısa bir zamanda ellere verebilecek bir tefsir-i Kur’anî çıkacak ve o bîçare Said de onun hizmetinde bulunacak işaretiyle hem bir zaman gelecek ki değil on beş sene belki bir sene de ulûm-u imaniyeyi ders alacak medreseler ele geçmeyecek ve azalacak bir zamana bir nevi işaret-i gaybiye gibi manalar hatıra geliyor.
İkinci Numune: O eski zamanda, Said’in o çocukluk zamanında büyük âlimlerle münazarasını ve o âlimlerin suallerine cevap vermesini hattâ kendisi hiç sual etmeden âlimlerin en müşkül suallerine doğru cevap vermesini, ben kat’iyen itiraf ediyorum ve itikad ediyorum ki: O hal ne hârika zekâvetimden ve ne de acib istidadımdan neş’et etmiş değildir. Ben de bîçare, müptedi, sersem, gürültücü bir çocuk iken hiç böyle değil büyük âlimlere cevap vermek belki küçük hocalara, hattâ küçük talebelere de mağlup olur bir halde iken doğru cevap vermekliğim, kat’iyen istidadımdan ve zekâvetimden gelmemiş olduğuna kanaat-i kat’iyem var. Yetmiş senedir de hayret ediyordum.
Şimdi ihsan-ı İlahî ile bir hikmetini anladım ki: Çekirdek gibi medrese ilimlerine bir ağaç ihsan edilecek ve o ağacın hizmetinde bulunana karşı pek çok rakipleri ve muarızları bulunacak. İşte bu zamanda İslâmlar içinde muhtelif meşrepler ve meslekler sahipleri birbirisini tenkit etmek ve eserine mukabil eserler neşretmek; Mutezile ve Ehl-i Sünnet gibi birbirini kırmak âdetiyle bu zamanda o Nur ağacının hizmetkârının başına vuracak ve rekabet veya meşrep muhalefetiyle en tesirlisi ve en müthişi medrese hocaları olmak lâzım gelirken, Cenab-ı Hakk’a yüz bin şükür olsun ki eskiden beri devam etmekte olan o âdete muhalif olarak Risale-i Nur en ziyade ulemanın damarlarına dokundurduğu halde hocaların Nurlara karşı tenkitkârane eserler yazamadıklarının sebebi: O zamanda o çocuk Said’in, ulemanın suallerine karşı doğru cevap vermesi, ulemanın cesaretini kırmış ki hiçbir yerde kıskanç hocalardan hem meşrepçe Said’e çok muhalif oldukları halde Nur risalelerine karşı mukabil çıkmamaları; bu halin bir hikmeti olduğuna kanaatim gelmiş.
Yoksa böyle acib bir zamanda ehl-i medresenin itirazı başlasaydı, dinsizlik taraftarları olan gizli düşmanlarımız hem Nurları hem ulemayı çürütmek için ehemmiyetli bir vesile yapacaklardı. Cenab-ı Hakk’a hadsiz şükrolsun ki en ziyade Nurların dokunduğu resmî ulema, aleyhinde bulunamadılar.
Üçüncü Numune: Eski Said’in çocukluk zamanından beri hem kendisi hem babası fakir oldukları halde, başkalarının sadaka ve hediyelerini almadığının ve alamadığının ve şiddetli muhtaç olduğu halde hediyeleri mukabilsiz kabul etmediğinin ve Kürdistan âdeti talebelerin tayinatı, ahalinin evlerinden verildiği ve zekâtla masrafları yapıldığı halde, Said hiçbir vakit tayin almaya gitmediğinin ve zekâtı dahi bilerek almadığının bir hikmeti, şimdi kat’î kanaatimle şudur ki:
Âhir ömrümde Risale-i Nur gibi sırf imanî ve uhrevî bir hizmet-i kudsiyeyi dünyaya âlet etmemek ve menafi-i şahsiyeye vesile yapmamak için o makbul âdete ve o zararsız seciyeye karşı bana bir nefret ve bir kaçınmak ve şiddet-i fakr u zarureti kabul edip elini insanlara açmamak haleti verilmişti ki Risale-i Nur’un hakiki bir kuvveti olan hakiki ihlas kırılmasın. Ve bunda bir işaret-i manevî hissediyordum ki: Gelecek zamanda maişet derdiyle ehl-i ilmin mağlubiyeti, bu ihtiyaçtan gelecektir.
Dördüncü Numune: Yeni Said ihtiyarlığında bütün bütün siyasetten ve dünyadan kendini çekmeye çalıştığı halde, ehl-i dünyanın bütün bütün kanuna ve insafa ve vicdana hattâ insanlığa muhalif bir tarzda eşedd-i zulüm ile yirmi sekiz sene işkencelerle ezdiklerine ve bir sineğin ısırmasına tahammül etmeyen o bîçare Said’in baltalarla başına vurduklarına ve ihanetin en şenîlerini yaptıklarına karşı, emsalsiz bir sabır ve tahammül ona ihsan olunması ve gayet asabî ve sinirli olduğu gibi fıtraten korkak olmadığı halde “Ecel birdir, tagayyür etmez.” hakikatine imanından gelen büyük bir cesaretle beraber en korkak, en miskin bir vaziyette sükût edip sabretmesi; hattâ bir miktar sonra o işkenceler sonunda ruhuna bir ferah verilmesinin bir hikmeti, kanaat-i kat’iyemle budur ki:
Kur’an-ı Hakîm’in hakaik-i imaniyesini tefsir eden Risale-i Nur’u hiçbir şeye ve şahsî menfaatlerine ve manevî kemalâtlarına âlet yapmamak ve hakiki ihlası kırmamak için ehl-i siyaset Said hakkında “dini siyasete âlet yapmak” vehmini verip tâ Said işkencelerle, hapislerle dini siyasete âlet etmesin diye ehl-i siyasetin zalimane hükümleri altında kader-i İlahî Nur’daki hakiki ihlası kırmamak için Said’e şefkatli tokatlar vurup “Sakın sakın, hakaik-i imaniyenin tefsiri olan Risale-i Nur’u kendi şahsî menfaatlerine ve hattâ manevî kemalâtlarına ve belalardan ve muzır şeylerden kurtulmaklığına âlet yapma. Tâ ki Nur’un en büyük kuvveti olan ihlas-ı hakiki zedelenmesin!” diye kader-i İlahînin şefkatli tokatları olduğuna kat’î kanaat ediyorum.
Hattâ her ne vakit sırf âhiretime şahsî ibadetle ziyade meşguliyetim sebebiyle Nur’un hizmetini bıraktığım aynı zamanda ehl-i dünya bana musallat olup bana azap verdiğine kat’î kanaat getirmişim.
Bu dördüncü numunenin izahını en son yazılan mektuplardan, ehl-i siyaset, Said’i dini siyasete âlet yapar diye hapislere atması ve sonra Said onun hikmetini yani kaderin şefkat tokatları olduğunu anlamasıyla onları helâl etmesi ve kendi tahammülünün hikmetini anlamasına dair olan o mektuba havale ediyoruz.
Beşinci Numune: Bu bîçare Said’in gayet muhtaç olduğu ve yetmiş seneden beri o sanatla meşgul olması ve bazı gün iki yüz sahife kadar tashihe mecbur olmasıyla beraber on yaşındaki zeki bir çocuğun on günde muvaffak olduğu yazı kadar bir yazıya mâlik olamadığına hayret ediliyordu. Halbuki Said bütün bütün istidatsız değildir. Hem de nesebî kardeşlerinin hepsinin de güzel yazıları olduğu halde, bu kadar yazıya muhtaç iken böyle yarım ümmi vaziyetinin hikmeti, kanaat-i kat’iyemle şudur ki:
Bir zaman gelecek ki cüz’î ve şahsî iktidarlar, kuvvetler mukabele edemeyecek dehşetli ve manevî düşmanların hücumu zamanında güzel yazı sahiplerini ruh u canıyla aramak ve hizmetine şerik etmek ve o çekirdeğin etrafında su, hava, nur gibi o manevî ağaca hizmet etmek için o şahsî ve cüz’î hizmeti, küllî ve umumî ve kuvvetli ve bir kaleme mukabil binler kalemi bulmak hikmetiyle ve buz parçası gibi benliğini o mübarek havuz içinde eritmesiyle hakiki ihlası elde etmek ve bu suretle imana hizmet etmek hikmetiyle olmuş.
اَل۟بَاقٖى هُوَ ال۟بَاقٖى