Yirmi İkinci Mektup/mk
بِاس۟مِهٖ وَ اِن۟ مِن۟ شَى۟ءٍ اِلَّا يُسَبِّحُ بِحَم۟دِهٖ
Şu Mektup, iki mebhastır. Birinci Mebhas, ehl-i imanı uhuvvete ve muhabbete davet eder.
BİRİNCİ MEBHAS
بِسْمِ اللّٰهِ الرَّحْمٰنِ الرَّح۪يمِ
اِنَّمَا ال۟مُؤ۟مِنُونَ اِخ۟وَةٌ فَاَص۟لِحُوا بَي۟نَ اَخَوَي۟كُم۟ اِد۟فَع۟ بِالَّتٖى هِىَ اَح۟سَنُ فَاِذَا الَّذٖى بَي۟نَكَ وَبَي۟نَهُ عَدَاوَةٌ كَاَنَّهُ وَلِىٌّ حَمٖيمٌ وَال۟كَاظِمٖينَ ال۟غَي۟ظَ وَال۟عَافٖينَ عَنِ النَّاسِ وَاللّٰهُ يُحِبُّ ال۟مُح۟سِنٖينَ
Mü’minlerde nifak ve şikak, kin ve adâvete sebebiyet veren tarafgirlik ve inat ve hased; hakikatçe ve hikmetçe ve insaniyet-i kübra olan İslâmiyetçe ve hayat-ı şahsiyece ve hayat-ı içtimaiyece ve hayat-ı maneviyece çirkin ve merduddur, muzır ve zulümdür ve hayat-ı beşeriye için zehirdir. Şu hakikatin gayet çok vücuhundan altı vechini beyan ederiz:
BİRİNCİ VECİH
Hakikat nazarında zulümdür.
Ey mü’mine kin ve adâvet besleyen insafsız adam! Nasıl ki sen bir gemide veya bir hanede bulunsan, seninle beraber dokuz masum ile bir cani var. O gemiyi gark ve o haneyi ihrak etmeye çalışan bir adamın ne derece zulmettiğini bilirsin. Ve zalimliğini, semavata işittirecek derecede bağıracaksın. Hattâ bir tek masum, dokuz cani olsa yine o gemi hiçbir kanun-u adaletle batırılmaz.
Aynen öyle de sen, bir hane-i Rabbaniye ve bir sefine-i İlahiye olan bir mü’minin vücudunda iman ve İslâmiyet ve komşuluk gibi dokuz değil belki yirmi sıfât-ı masume varken; sana muzır olan ve hoşuna gitmeyen bir cani sıfatı yüzünden ona kin ve adâvet bağlamakla, o hane-i maneviye-i vücudun manen gark ve ihrakına, tahrip ve batmasına teşebbüs veya arzu etmen, onun gibi şenî ve gaddar bir zulümdür.
İKİNCİ VECİH
Hem hikmet nazarında dahi zulümdür.
Zira malûmdur ki adâvet ve muhabbet, nur ve zulmet gibi zıttırlar. İkisi, mana-yı hakikisinde olarak beraber cem’olamazlar.
Eğer muhabbet, kendi esbabının rüçhaniyetine göre bir kalpte hakiki bulunsa o vakit adâvet mecazî olur; acımak suretine inkılab eder. Evet mü’min, kardeşini sever ve sevmeli. Fakat fenalığı için yalnız acır. Tahakkümle değil belki lütufla ıslahına çalışır. Onun için nass-ı hadîs ile: “Üç günden fazla mü’min, mü’mine küsüp kat’-ı mükâleme etmeyecek.”
Eğer esbab-ı adâvet galebe çalıp adâvet hakikatiyle bir kalpte bulunsa o vakit muhabbet mecazî olur, tasannu ve temelluk suretine girer.
Ey insafsız adam! Şimdi bak ki mü’min kardeşine kin ve adâvet ne kadar zulümdür. Çünkü nasıl ki sen âdi küçük taşları, Kâbe’den daha ehemmiyetli ve Cebel-i Uhud’dan daha büyük desen çirkin bir akılsızlık edersin. Aynen öyle de Kâbe hürmetinde olan iman ve Cebel-i Uhud azametinde olan İslâmiyet gibi çok evsaf-ı İslâmiye; muhabbeti ve ittifakı istediği halde, mü’mine karşı adâvete sebebiyet veren ve âdi taşlar hükmünde olan bazı kusuratı, iman ve İslâmiyet’e tercih etmek, o derece insafsızlık ve akılsızlık ve pek büyük bir zulüm olduğunu aklın varsa anlarsın!
Evet tevhid-i imanî, elbette tevhid-i kulûbü ister. Ve vahdet-i itikad dahi vahdet-i içtimaiyeyi iktiza eder. Evet, inkâr edemezsin ki sen bir adamla beraber bir taburda bulunmakla, o adama karşı dostane bir rabıta anlarsın ve bir kumandanın emri altında beraber bulunduğunuzdan arkadaşane bir alâka telakki edersin. Ve bir memlekette beraber bulunmakla uhuvvetkârane bir münasebet hissedersin. Halbuki imanın verdiği nur ve şuur ile ve sana gösterdiği ve bildirdiği esma-i İlahiye adedince vahdet alâkaları ve ittifak rabıtaları ve uhuvvet münasebetleri var.
Mesela, her ikinizin Hâlık’ınız bir, Mâlik’iniz bir, Mabud’unuz bir, Râzık’ınız bir, bir bir bine kadar bir bir... Hem Peygamberiniz bir, dininiz bir, kıbleniz bir, bir bir yüze kadar bir bir... Sonra köyünüz bir, devletiniz bir, memleketiniz bir, ona kadar bir bir...
Bu kadar bir birler vahdet ve tevhidi, vifak ve ittifakı, muhabbet ve uhuvveti iktiza ettiği ve kâinatı ve küreleri birbirine bağlayacak manevî zincirler bulundukları halde; şikak ve nifaka, kin ve adâvete sebebiyet veren örümcek ağı gibi ehemmiyetsiz ve sebatsız şeyleri tercih edip mü’mine karşı hakiki adâvet etmek ve kin bağlamak; ne kadar o rabıta-i vahdete bir hürmetsizlik ve o esbab-ı muhabbete karşı bir istihfaf ve o münasebat-ı uhuvvete karşı ne derece bir zulüm ve i’tisaf olduğunu; kalbin ölmemiş ise aklın sönmemiş ise anlarsın!
ÜÇÜNCÜ VECİH
Adalet-i mahzayı ifade eden وَلَا تَزِرُ وَازِرَةٌ وِز۟رَ اُخ۟رٰى sırrına göre; bir mü’minde bulunan cani bir sıfat yüzünden sair masum sıfatlarını mahkûm etmek hükmünde olan adâvet ve kin bağlamak, ne derece hadsiz bir zulüm olduğunu ve bâhusus bir mü’minin fena bir sıfatından darılıp, küsüp o mü’minin akrabasına adâvetini teşmil etmek اِنَّ ال۟اِن۟سَانَ لَظَلُومٌ sîga-i mübalağa ile gayet azîm bir zulmettiğini, hakikat ve şeriat ve hikmet-i İslâmiye sana ihtar ettiği halde; nasıl kendini haklı bulursun “Benim hakkım var.” dersin?
Hakikat nazarında sebeb-i adâvet ve şer olan fenalıklar, şer ve toprak gibi kesiftir; başkasına sirayet ve in’ikas etmemek gerektir. Başkası ondan ders alıp şer işlese o başka meseledir. Muhabbetin esbabı olan iyilikler, muhabbet gibi nurdur; sirayet ve in’ikas etmek, şe’nidir. Ve ondandır ki “Dostun dostu dosttur.” sözü, durub-u emsal sırasına geçmiştir. Hem onun içindir ki “Bir göz hatırı için çok gözler sevilir.” sözü umumun lisanında gezer.
İşte ey insafsız adam! Hakikat böyle gördüğü halde, sevmediğin bir adamın sevimli, masum bir kardeşine ve taallukatına adâvet etmek; ne kadar hilaf-ı hakikat olduğunu hakikatbîn isen anlarsın.
DÖRDÜNCÜ VECİH
Hayat-ı şahsiye nazarında dahi zulümdür.
Şu dördüncü vechin esası olarak birkaç düsturu dinle:
Birincisi:
Sen, mesleğini ve efkârını hak bildiğin vakit “Mesleğim haktır veya daha güzeldir.” demeye hakkın var. Fakat “Yalnız hak benim mesleğimdir.” demeye hakkın yoktur.
وَعَي۟نُ الرِّضَا عَن۟ كُلِّ عَي۟بٍ كَلٖيلَةٌ
وَلٰكِنَّ عَي۟نَ السُّخ۟طِ تُب۟دِى ال۟مَسَاوِيَا
sırrınca, insafsız nazarın ve düşkün fikrin hakem olamaz. Başkasının mesleğini butlan ile mahkûm edemez.
İkinci Düstur:
Senin üzerine haktır ki: Her söylediğin hak olsun. Fakat her hakkı söylemeye senin hakkın yoktur. Her dediğin doğru olmalı. Fakat her doğruyu demek doğru değildir. Zira senin gibi niyeti hâlis olmayan bir adam, nasihati bazen damara dokundurur, aksü’l-amel yapar.
Üçüncü Düstur:
Adâvet etmek istersen kalbindeki adâvete adâvet et, onun ref’ine çalış. Hem en ziyade sana zarar veren nefs-i emmarene ve heva-i nefsine adâvet et, ıslahına çalış. O muzır nefsin hatırı için mü’minlere adâvet etme. Eğer düşmanlık etmek istersen kâfirler, zındıklar çoktur; onlara adâvet et. Evet, nasıl ki muhabbet sıfatı, muhabbete lâyıktır; öyle de adâvet hasleti, her şeyden evvel kendisi adâvete lâyıktır.
Eğer hasmını mağlup etmek istersen fenalığına karşı iyilikle mukabele et. Çünkü eğer fenalıkla mukabele edersen husumet tezayüd eder. Zâhiren mağlup bile olsa kalben kin bağlar, adâveti idame eder.
Eğer iyilikle mukabele etsen nedamet eder, sana dost olur.
اِذَا اَن۟تَ اَك۟رَم۟تَ ال۟كَرٖيمَ مَلَك۟تَهُ وَ اِن۟ اَن۟تَ اَك۟رَم۟تَ اللَّئٖيمَ تَمَرَّدًا hükmünce mü’minin şe’ni, kerîm olmaktır. Senin ikramınla sana musahhar olur. Zâhiren leîm bile olsa iman cihetinde kerîmdir.
Evet, fena bir adama “İyisin iyisin.” desen iyileşmesi ve iyi adama “Fenasın fenasın.” desen fenalaşması çok vuku bulur. Öyle ise وَاِذَا مَرُّوا بِاللَّغ۟وِ مَرُّوا كِرَامًا وَاِن۟ تَع۟فُوا وَتَص۟فَحُوا وَتَغ۟فِرُوا فَاِنَّ اللّٰهَ غَفُورٌ رَحٖيمٌ gibi desatir-i kudsiye-i Kur’aniyeye kulak ver, saadet ve selâmet ondadır.
Dördüncü Düstur:
Ehl-i kin ve adâvet hem nefsine hem mü’min kardeşine hem rahmet-i İlahiyeye zulmeder, tecavüz eder. Çünkü kin ve adâvet ile nefsini bir azab-ı elîmde bırakır. Hasmına gelen nimetlerden azabı ve korkusundan gelen elemi nefsine çektirir, nefsine zulmeder. Eğer adâvet hasedden gelse o bütün bütün azaptır. Çünkü hased evvela hâsidi ezer, mahveder, yandırır. Mahsud hakkında zararı ya azdır veya yoktur.
Hasedin çaresi: Hâsid adam, hased ettiği şeylerin âkıbetini düşünsün. Tâ anlasın ki rakibinde olan dünyevî hüsün ve kuvvet ve mertebe ve servet; fânidir, muvakkattır. Faydası az, zahmeti çoktur. Eğer uhrevî meziyetler ise zaten onlarda hased olamaz. Eğer onlarda dahi hased yapsa ya kendisi riyakârdır, âhiret malını dünyada mahvetmek ister veyahut mahsudu riyakâr zanneder, haksızlık eder, zulmeder.
Hem ona gelen musibetlerden memnun ve nimetlerden mahzun olup kader ve rahmet-i İlahiyeye, onun hakkında ettiği iyiliklerden küsüyor. Âdeta kaderi tenkit ve rahmete itiraz ediyor. Kaderi tenkit eden başını örse vurur, kırar. Rahmete itiraz eden, rahmetten mahrum kalır.
Acaba, bir gün adâvete değmeyen bir şeye, bir sene kin ve adâvetle mukabele etmeyi hangi insaf kabul eder, bozulmamış hangi vicdana sığar? Halbuki mü’min kardeşinden sana gelen bir fenalığı, bütün bütün ona verip onu mahkûm edemezsin.
Çünkü evvela, kaderin onda bir hissesi var. Onu çıkarıp o kader ve kaza hissesine karşı rıza ile mukabele etmek gerektir.
Sâniyen, nefis ve şeytanın hissesini de ayırıp o adama adâvet değil belki nefsine mağlup olduğundan acımak ve nedamet edeceğini beklemek.
Sâlisen, sen kendi nefsinde görmediğin veya görmek istemediğin kusurunu gör; bir hisse de ona ver.
Sonra bâki kalan küçük bir hisseye karşı en selâmetli ve en çabuk hasmını mağlup edecek af ve safh ile ve ulüvv-ü cenablıkla mukabele etsen, zulümden ve zarardan kurtulursun.
Yoksa sarhoş ve divane olan ve şişeleri ve buz parçalarını elmas fiyatıyla alan cevherci bir Yahudi gibi beş paraya değmeyen fâni, zâil, muvakkat, ehemmiyetsiz umûr-u dünyeviyeye; güya ebedî dünyada durup ebedî beraber kalacak gibi şedit bir hırs ile ve daimî bir kin ile mütemadiyen bir adâvetle mukabele etmek, sîga-i mübalağa ile bir zalûmiyettir veya bir sarhoşluktur ve bir nevi divaneliktir.
İşte hayat-ı şahsiyece bu derece muzır olan adâvete ve fikr-i intikama –eğer şahsını seversen– yol verme ki kalbine girsin. Eğer kalbine girmiş ise onun sözünü dinleme. Bak, hakikatbîn olan Hâfız-ı Şirazî’yi dinle:
دُن۟يَا نَه مَتَاعٖيس۟تٖى كِه اَر۟زَد۟ بَنِزَاعٖى
Yani “Dünya öyle bir meta değil ki bir nizâya değsin.” Çünkü fâni ve geçici olduğundan kıymetsizdir. Koca dünya böyle ise dünyanın cüz’î işleri ne kadar ehemmiyetsiz olduğunu anlarsın!
Hem demiş:
اٰسَايِشِ دُو گٖيتٖى تَف۟سٖيرِ اٖين۟ دُو حَر۟فَس۟ت۟
بَادُوسِتَان۟ مُرُوَّت۟ بَادُش۟مَنَان۟ مُدَارَا
Yani “İki cihanın rahat ve selâmetini iki harf tefsir eder, kazandırır: Dostlarına karşı mürüvvetkârane muaşeret ve düşmanlarına sulhkârane muamele etmektir.”
Eğer dersen: “İhtiyar benim elimde değil, fıtratımda adâvet var. Hem damarıma dokundurmuşlar, vazgeçemiyorum.”
Elcevap: Sû-i hulk ve fena haslet eseri gösterilmezse ve gıybet gibi şeylerle ve muktezasıyla amel edilmezse, kusurunu da anlasa zarar vermez. Madem ihtiyar senin elinde değil, vazgeçemiyorsun. Senin manevî bir nedamet, gizli bir tövbe ve zımnî bir istiğfar hükmünde olan kusurunu bilmen ve o haslette haksız olduğunu anlaman, onun şerrinden seni kurtarır. Zaten bu mektubun bu mebhasını yazdık tâ bu manevî istiğfarı temin etsin; haksızlığı hak bilmesin, haklı hasmını haksızlıkla teşhir etmesin.
Cây-ı dikkat bir hâdise:
Bir zaman, bu garazkârane tarafgirlik neticesi olarak gördüm ki: Mütedeyyin bir ehl-i ilim, fikr-i siyasîsine muhalif bir âlim-i salihi, tekfir derecesinde tezyif etti. Ve kendi fikrinde olan bir münafığı, hürmetkârane medhetti. İşte siyasetin bu fena neticelerinden ürktüm اَعُوذُ بِاللّٰهِ مِنَ الشَّي۟طَانِ وَ السِّيَاسَةِ dedim, o zamandan beri hayat-ı siyasiyeden çekildim.
BEŞİNCİ VECİH
Hayat-ı içtimaiyece, inat ve tarafgirlik, gayet muzır olduğunu beyan eder.
Eğer denilse: Hadîste اِخ۟تِلَافُ اُمَّتٖى رَح۟مَةٌ denilmiş. İhtilaf ise tarafgirliği iktiza ediyor. Hem tarafgirlik marazı; mazlum avamı, zalim havassın şerrinden kurtarıyor. Çünkü bir kasabanın ve bir köyün havassı ittifak etseler mazlum avamı ezerler. Tarafgirlik olsa mazlum bir tarafa iltica eder, kendisini kurtarır. Hem tesadüm-ü efkârdan ve tehalüf-ü ukûlden hakikat tamamıyla tezahür eder.
Elcevap:
Birinci suale deriz ki: Hadîsteki ihtilaf ise müsbet ihtilaftır. Yani her biri kendi mesleğinin tamir ve revacına sa’y eder. Başkasının tahrip ve iptaline değil belki tekmil ve ıslahına çalışır. Amma menfî ihtilaf ise ki: Garazkârane, adâvetkârane birbirinin tahribine çalışmaktır; hadîsin nazarında merduddur. Çünkü birbiriyle boğuşanlar, müsbet hareket edemezler.
İkinci suale deriz ki: Tarafgirlik eğer hak namına olsa haklılara melce olabilir. Fakat şimdiki gibi garazkârane, nefis hesabına olan tarafgirlik, haksızlara melcedir ki onlara nokta-i istinad teşkil eder. Çünkü garazkârane tarafgirlik eden bir adama şeytan gelse onun fikrine yardım edip taraftarlık gösterse o adam o şeytana rahmet okuyacak. Eğer mukabil tarafa melek gibi bir adam gelse ona –hâşâ– lanet okuyacak derecede bir haksızlık gösterecek.
Üçüncü suale deriz ki: Hak namına, hakikat hesabına olan tesadüm-ü efkâr ise maksatta ve esasta ittifak ile beraber, vesailde ihtilaf eder. Hakikatin her köşesini izhar edip hakka ve hakikate hizmet eder. Fakat tarafgirane ve garazkârane, firavunlaşmış nefs-i emmare hesabına hodfüruşluk, şöhret-perverane bir tarzdaki tesadüm-ü efkârdan bârika-i hakikat değil belki fitne ateşleri çıkıyor. Çünkü maksatta ittifak lâzım gelirken, öylelerin efkârının küre-i arzda dahi nokta-i telakisi bulunmaz. Hak namına olmadığı için nihayetsiz müfritane gider. Kabil-i iltiyam olmayan inşikaklara sebebiyet verir. Hal-i âlem buna şahittir.
Elhasıl:
اَل۟حُبُّ لِلّٰهِ وَال۟بُغ۟ضُ فِى اللّٰهِ وَال۟حُك۟مُ لِلّٰهِ olan desatir-i âliye düstur-u harekât olmazsa nifak ve şikak meydan alır. Evet اَل۟بُغ۟ضُ فِى اللّٰهِ وَال۟حُك۟مُ لِلّٰهِ demezse, o düsturları nazara almazsa adalet etmek isterken zulmeder.
Cây-ı ibret bir hâdise:
Bir vakit, İmam-ı Ali radıyallahu anh, bir kâfiri yere atmış. Kılıncını çekip keseceği zaman, o kâfir ona tükürmüş. O kâfiri bırakmış, kesmemiş. O kâfir, ona demiş ki: “Neden beni kesmedin?” Dedi: “Seni Allah için kesecektim. Fakat bana tükürdün, hiddete geldim. Nefsimin hissesi karıştığı için ihlasım zedelendi. Onun için seni kesmedim.” O kâfir ona dedi: “Beni çabuk kesmen için seni hiddete getirmekti. Madem dininiz bu derece safi ve hâlistir, o din haktır.” dedi.
Hem medar-ı dikkat bir vakıa:
Bir zaman bir hâkim, bir hırsızın elini kestiği vakit eser-i hiddet gösterdiği için ona dikkat eden âdil âmiri onu o vazifeden azletmiş. Çünkü şeriat namına, kanun-u İlahî hesabına kesse idi, nefsi ona acıyacak idi. Ve kalbi hiddet etmeyip fakat merhamet de etmeyecek bir tarzda kesecekti. Demek nefsine o hükümden bir hisse çıkardığı için adaletle iş görmemiştir.
Cây-ı teessüf bir halet-i içtimaiye ve kalb-i İslâm’ı ağlatacak müthiş bir maraz-ı hayat-ı içtimaî:
“Haricî düşmanların zuhur ve tehacümünde dâhilî adâvetleri unutmak ve bırakmak” olan bir maslahat-ı içtimaiyeyi en bedevî kavimler dahi takdir edip yaptıkları halde, şu cemaat-i İslâmiyeye hizmet dava edenlere ne olmuş ki birbiri arkasında tehacüm vaziyetini alan hadsiz düşmanlar varken, cüz’î adâvetleri unutmayıp düşmanların hücumuna zemin hazır ediyorlar. Şu hal bir sukuttur, bir vahşettir. Hayat-ı içtimaiye-i İslâmiyeye bir hıyanettir.
Medar-ı ibret bir hikâye:
Bedevî aşiretlerinden Hasenan aşiretinin birbirine düşman iki kabilesi varmış. Birbirinden belki elli adamdan fazla öldürdükleri halde, Sipkan veya Hayderan aşireti gibi bir kabile karşılarına çıktığı vakit; o iki düşman taife, eski adâveti unutup, omuz omuza verip o haricî aşireti def’edinceye kadar, dâhilî adâveti hatırlarına getirmezlerdi.
İşte ey mü’minler! Ehl-i iman aşiretine karşı tecavüz vaziyetini almış ne kadar aşiret hükmünde düşmanlar olduğunu bilir misiniz? Birbiri içindeki daireler gibi yüz daireden fazla vardır. Her birisine karşı tesanüd ederek, el ele verip müdafaa vaziyeti almaya mecbur iken onların hücumunu teshil etmek, onların harîm-i İslâm’a girmeleri için kapıları açmak hükmünde olan garazkârane tarafgirlik ve adâvetkârane inat; hiçbir cihetle ehl-i imana yakışır mı?
O düşman daireler ehl-i dalalet ve ilhaddan tut tâ ehl-i küfrün âlemine, tâ dünyanın ehval ve mesaibine kadar birbiri içinde size karşı zararlı bir vaziyet alan, birbiri arkasında size hiddet ve hırs ile bakan, belki yetmiş nevi düşmanlar var. Bütün bunlara karşı kuvvetli silahın ve siperin ve kalen uhuvvet-i İslâmiyedir. Bu kale-i İslâmiyeyi, küçük adâvetlerle ve bahanelerle sarsmak; ne kadar hilaf-ı vicdan ve ne kadar hilaf-ı maslahat-ı İslâmiye olduğunu bil, ayıl!
Ehadîs-i şerifede gelmiş ki: Âhir zamanın Süfyan ve Deccal gibi nifak ve zındıka başına geçecek eşhas-ı müthişe-i muzırraları, İslâm’ın ve beşerin hırs ve şikakından istifade ederek az bir kuvvetle nev-i beşeri herc ü merc eder ve koca âlem-i İslâm’ı esaret altına alır.
Ey ehl-i iman! Zillet içinde esaret altına girmemek isterseniz aklınızı başınıza alınız! İhtilafınızdan istifade eden zalimlere karşı اِنَّمَا ال۟مُؤ۟مِنُونَ اِخ۟وَةٌ kale-i kudsiyesi içine giriniz; tahassun ediniz. Yoksa ne hayatınızı muhafaza ve ne de hukukunuzu müdafaa edebilirsiniz. Malûmdur ki iki kahraman birbiriyle boğuşurken bir çocuk, ikisini de dövebilir. Bir mizanda iki dağ birbirine karşı muvazenede bulunsa bir küçük taş, muvazenelerini bozup onlarla oynayabilir; birini yukarı, birini aşağı indirir.
İşte ey ehl-i iman! İhtiraslarınızdan ve husumetkârane tarafgirliklerinizden kuvvetiniz hiçe iner, az bir kuvvetle ezilebilirsiniz. Hayat-ı içtimaiyenizle alâkanız varsa اَل۟مُؤ۟مِنُ لِل۟مُؤ۟مِنِ كَال۟بُن۟يَانِ ال۟مَر۟صُوصِ يَشُدُّ بَع۟ضُهُ بَع۟ضًا düstur-u âliyeyi düstur-u hayat yapınız, sefalet-i dünyeviyeden ve şakavet-i uhreviyeden kurtulunuz!
ALTINCI VECİH
Hayat-ı maneviye ve sıhhat-i ubudiyet, adâvet ve inat ile sarsılır. Çünkü vasıta-i halâs ve vesile-i necat olan “ihlas” zayi olur. Zira tarafgir bir muannid, kendi a’mal-i hayriyesinde hasmına tefevvuk ister. Hâlisen livechillah amele pek de muvaffak olamaz. Hem hüküm ve muamelatında tarafgirini tercih eder, adalet edemez. İşte ef’al ve a’mal-i hayriyenin esasları olan “ihlas” ve “adalet” husumet ve adâvetle kaybolur. Şu Altıncı Vecih çok uzundur. Fakat kabiliyet-i makam kısa olduğundan kısa kesiyoruz.
Втора тема
بِسْمِ اللّٰهِ الرَّحْمٰنِ الرَّح۪يمِ
اِنَّ اللّٰهَ هُوَ الرَّزَّاقُ ذُو ال۟قُوَّةِ ال۟مَتٖينُ وَكَاَيِّن۟ مِن۟ دَٓابَّةٍ لَا تَح۟مِلُ رِز۟قَهَا اَللّٰهُ يَر۟زُقُهَا وَاِيَّاكُم۟ وَ هُوَ السَّمٖيعُ ال۟عَلٖيمُ
Еј, човеку верник, од досегашното искуство сигурно веќе си разбрал колку огромни штети и порази нанесуваат непријателството и омразата. Знај дека и алчноста е болест, слична на непријателството и дури е поштетна од неа и попогубна за исламскиот живот! Да, самата алчност е причина за разочарување и пораз, таа e тешка болест, понижување и срам, и носи скудост и пропаст.
Непобитен доказ што го потврдува овој заклучок за алчноста се понижувањето, мизе-ријата, презрената положба и паѓањето на Евреите поради нивната лакомост за нетрајните земни добра, повеќе од кој било народ во светот.
Да, алчноста го манифестира лошото вли-јание почнувајќи од најуниверзалниот вид во светот на живите суштества и стигнувајќи до најситниот организам и обратно, напорите во наоѓањето благосостојба, крунисано со довербата во Аллах, се извори на спокојство и увереност и неговото корисно влијание се манифестира насекаде.
Еве пример за тоа. Плодните растенија и дрвјата имаат потреба од исхрана и вода и може да се сметаат за еднакви со живите созданија. Тие претставуваат довербата во Аллах и се одликуваат со непретенциозност, без трага од алчност и благосостојбата им достигнува брзо и покрај тоа што не се помрднуваат од своите места. И згора на сè, тие раѓаат во поголемо количество и ги надминуваат по својата плодоносност животните, коишто се здобиваат со оскудна и недоволна храна и покрај многуте заложби и тешкотии.
А тоа е така затоа што алчно и со подизваден јазик трчаат по својата благосостојба и го бараат брзо и бурно, а гледаме како во истиот тој животински свет храната великодушно се прелива за малите рожби, коишто си ја изразуваат довербата кон Аллах со јазикот на својата слаба и беспомошна состојба. Тие си ја добиваат законската, преубава и совршена благосостојба од хранилиштето на Божјото милосрдие, додека дивите ѕверови, коишто со полудена алчност се нафрлуваат на своите жртви, си го добиваат оброкот само со напрегнување и труд, со огромен напор и по тешкото гонење. Овие две состојби јасно покажуваат дека алчноста е причина за скудност, додека довербата во Аллах и задоволувањето со малку, се средства што дозволуваат да се црпи од милосрдието и добротворството.
Истата состојба ја гледаме и во човековото опстојување. Евреите, на пример, се најлакоми луѓе за живот и повеќе го сакаат земниот отколку другиот свет. Тие дури се неразумно вљубени во него и по ова прашање ги надминуваат сите народи, но врз нив е ставен отисокот на понижувањето и срамот и другите народи ги гонат и ги убиваат. Во замена на сето ова, по долг и тежок труд, Евреите добиваат забрането и противречно богатство од коешто трошат само ништожен дел и чиниш немаат друга функција освен да штедат и трупат. Оваа состојба ни разоткрива дека алчноста е извор на нискост, подлост и загуба во светот на човечноста.
Многу факти и безброј случки покажуваат дека алчноста секогаш е изложена на опасност да падне во вртлогот на загубата. Пословично распространета е мудроста дека اَل۟حَرٖيصُ خَائِبٌ خَاسِرٌ и луѓето тоа го прифатиле како општа вистина. Штом работите стојат вака – ако многу го сакаш богатството, барај го скромно, а не алчно, за да ти дојде во изобилство!
Скромниот и алчниот можат да бидат споредени со двајца луѓе што влегуваат во раскошен дворец – сопственост на некоја личност со висока поставеност. Едниот од сè срце си посакува: „Ако господарот на домов само ме засолни за да се избавам од студот надвор, тоа ќе ми биде сосема доволно и ништо повеќе нема да ми треба. Ако ми дозволи да се свијам на некој крај, тоа ќе биде благодат и великодушност од негова страна.“ А другиот се однесува како да има права над другите и небаре нужно се должни да му укажуваат почит и внимание, па затоа и вели надмено: “Сопстве-никот треба да ми го даде најубавото и највисоко столче.” И така, влегува тој во просторијата со својата алчност и го насочува погледот кон предните и достоинствени места, а господарот го враќа и му го дава најнеугледното столче одзади. Човекот се лути, негодува, срцето му се полни со гнев кон домаќинот и наместо да искаже благодарност, задолжителна во случајов, постапува токму обратно – започнува да го обвинува стопанот, а кај стопанот се јавува навреденост и огорченост кон него и своето внимание го насочува кон другиот посетител што зрачи со скромност барајќи да се смести на најобичното и незначително место. Господарот на дворецот го поздравува и му посакува топло добредојде затоа што се радува на неговата непретенциозност, којашто му создава задоволство и одобрение во душата и постепено започнува да го издигнува и да му одредува сѐ повисока положба, а тој за возврат упатува сѐ поголема благодарност и задоволството му расте при секое ново издигнување.
Така и земниот живот личи на гостилница изградена од Семилостивиот, а земјината површина е опширна трпеза на милосрдието и маса за гоштавки создадена од Семилостивиот.
Степенот на благосостојбата и нивото на благодат соодветствуваат на различни места на масата.
Лошото влијание на алчноста и нејзините погубни последици може да бидат почувст-вувани од сите, дури и во најмалите и незна-чителни нешта.
Еве пример за тоа. Секој човек може да почувствува огорченост и здодевност во својата душа ако некој упорен просјак е безобразен и се лакоми, може дури и да го одбие. Истовремено тој чувствува сочувство и жал кон друг просјак што седи молчаливо и смирено и му дава милостина според своите можности.
И друг пример. Ако сакаш да заспиеш во ноќта кога имаш несоница, полека- полека се занесуваш штом си ја игнорираш состојбата и не ѝ обрнуваш внимание. Но, ако пројавиш амбиција да заспиеш, се тревожиш и си мрмориш: “Кога ќе заспијам?! Нема ли да заспијам?!” – сонот нема да дојде и целосно ќе исчезне.
И трет пример. Чекаш некого со нетрпение и пројавуваш желба да се најдеш со него за некое важно прашање. Чувствуваш итност и си велиш: “Зошто не доаѓа?! Како може да доцни?!” На крајот, силната желба ти го исцрпува трпението и те принудува да го напуштиш очаен местото за средба. И ете, за кратко време пристигнува човекот што го очекуваш, но напразно – резултатот е целосен неуспех.
Во слични случки е вклучена следнава тајна и мудрост. Како што и лебот се појавува како готов откако зрното е посеано, жнеено, мелено и испечено, така и останатите работи се јавуваат во врска со мудроста на бавното и постепено созревање. Но поради својата амбициозност, алчниот не се придржува до овој принцип и не се согласува со фазите и нивоата на развојот на работите. Тој или подрипнува и паѓа, или пропушта да стигне до крајот на некоја фаза и на крајот не стигнува до посакуваната цел.
Браќа, зачудени и занемени од земните грижи и опијанети од лакомоста на овој свет, како го прифаќате беспоговорно своето понижување и срам по патот на алчноста и покрај штетата и бедата што таа ги носи и како се согласувате на секаков вид богатство без да ве интересира дали е дозволено или забрането? И како жртвувате значајни и вредни работи неопходни за задгробниот живот? Заради алчноста изоставате еден од најважните столбови на исламот – давањето на милостината зеќат, а таа, како што знаеме, е голема врата преку која се лее благодат и богатство за секоја индивидуа и се истеруваат надвор бедата и несреќите. Кој не дава зеќат за својот имот, неизбежно ќе ја загуби довербата за милостина или ќе го уништи и потроши на ситни и бескорисни работи, или човекот ќе го снајде беда, којашто ќе му изнуди соодветен удел за милостина.
Во неверојатен реален сон, пет години пред почетокот на Првата светска војна, ми беше поставено следново прашање:
“Каква тајна има во бедата и мизеријата што ѝ се случила на исламската заедница? И каква тајна има во загубите што ги уништуваат исламските богатства, и во физичките страдања и тегоби на муслиманите?”
Во сон си го одговорив ова прашање на следниов начин:
“Аллах Севишниот ни вовел да одвоиме од имотот, кој Тој ни го дарил, по една десеттина([1]) за определен вид сопственост и по една четириесеттина за друг вид([2]) со цел да нѐ исполни со восхит за искрените молитви упатени од бедните и да нѐ избави од злобата и зависта што понекогаш нѐ обземаат.” Но нам ни се допаѓаше да доделуваме средства од алчност за она што го поседувавме, и не го плаќавме задолжителниот зеќат. Тогаш Аллах Севиш-ниот и Семоќниот си ја зеде назад оваа милостина собрана во нас во сооднос триесет од четириесет и осум од десет.
Понатаму, Севишниот бара од нас во еден од месеците од годината да постиме и да бидеме подложени на глад, којшто содржи барем седумдесет мудрости и придобивки. Но сопствените души ни беа драги и мили и нѐ обзема незаслужена жал кон нив и одбивме да го поднесеме пријатниот привремен глад. На Севишниот не му остануваше ништо друго освен да нѐ подложи на тест со глад и скудност заедно со седумдесет несреќи и нѐ натера да ги трпиме пет последователни години.
Потоа Севишниот бара од нас еден час во текот на деноноќието да применуваме определен вид исполнување на светлите, возвишени, благословени и пријатни Господови заповеди и правила. Но ние се однесувавме рамнодушно, го игнориравме и го изоставивме отслужувањето на молитвите, на повикот (дуа) и на споменувањето на Аллах (зикир) и го изгубивме определениот час за нив заедно со останатите часови на деноноќието. Тогаш Севишниот требаше да ги искупи злата и допуштената неодговорност извршени од нас и затоа нѐ задолжи во период од пет последователни години да практикуваме форма на богослужение и молитва откако ќе бидеме обучени да ги извршиме инструкциите, да тренираме напад и повлекување, бегање итн.“ Да, така си кажав во сонот, а потоа се разбудив, долго мислев и расудував и стигнав до многу важна вистина содржана во ноќното привидение.
A имено: два заклучока се изворот на целосното пропаѓање на темпераментот и рушење на вредностите до коешто човештвото стигнало во својот социјален живот, и тие се изворот на сите грижи и неспокојства. Веќе ги разјаснивме и ги докажавме споменатите заклучоци во Дваесет и петтото Слово, кога направивме паралела меѓу современата цивилизација и правила на Светиот Куран. Овие заклучоци се:
Прво – откако јас сум се нахранил, што ме интересира мене што другите умираат од глад;
Второ – ти работи, јас ќе јадам.
Овие два заклучока се одржуваат и потхрануваат од каматата и од запирањето на милостината зеќат.
Единственото решение и единствениот лек за овие две социјални болести e примена на правилата за зеќат и неговото припишување како општа должност, како и целосната забрана на каматата.
Значењето на милостината не се ограничува во рамките на определени личности и групи, туку е важен столб за изградување среќен човечки живот и за благосостојбата на сите луѓе, и дури е потпорен столб, којшто го крепи вистинското суштествување на човечкиот живот. А тоа е така затоа што човештвото се дели на две класи: висок сталеж и обични луѓе. Милостината зеќат го осигурува сочувствувањето и добротворството кон обичните луѓе од страна на аристократијата, како и ја гарантира нивната почит и потчинување пред неа. Во спротивно, врз главата на толпата ќе се истоварат чеканите на угнетувањето и самовластието од страна на високиот сталеж и ќе се зголемат бунтот и омразата што горат во срцата на обичните луѓе спрема богаташите. Овие две класи се во постојана борба и се пуштаат во виорот на пожарот од различности и противречности, додека постепено се стигне до вистински судир и конфронтација меѓу трудот и капиталот, слично на настаните во Русија.
Еј, луѓе на благородништвото и совеста...
еј, луѓе на великодушноста и добротворството – ако со добрините што ги правите, не целите и не ја планирате милостината зеќат и не ги правите во нејзино име, тие ќе ви донесат три штети, дури ќе исчезнат напразно, без полза. А тоа е така затоа што, ако не сте го дале овој дар и не сте правеле добротворства со него по патот на Аллах и во името на Аллах, вие несомнено ќе сте стореле подобрување, но ќе го осудите клетиот бедник да остане плен на оваа добрина и ќе го оковете во нејзините окови. Затоа ќе останете лишени од чистата и прифатена молитва на бедникот од страна на Аллах, и згора на сè, со своето правило дека сте вистинските носители на својата сопственост, ќе го одречете одозгора дадениот Божји дар.
Во реалноста вие сте само потчинети намесници на коишто им е заповедано да го распределат богатството на Аллах во името на милостината зеќат, ќе добиете голема награда и ќе стекнете огромен восхит, имено, затоа што сте го направиле по патот на Аллах. Да, со вашето дело вие Му се заблагодарувате на Аллах за даровите што великодушно ве опсипал. Тогаш ќе ви припадне и молитвата на бедникот во потреба, прифатена од Аллах, затоа што нема да биде принуден да ви угодува и да се плаши од вас, туку ќе ја запази својата чест и достоинство, така што повикот на благодарност ќе му биде искрен во ваша полза.
Колку голема е разликата меѓу тоа да се доделуваат средства со размерот на милостината зеќат, и дури во уште поголемо количество, да се извршат добротворни дела од секаква разновидност и да се обезбеди милостина, но истовремено и да се здобијат и со значителна штета како лицемерието и славата, заедно со задолжувањето и омаловажувањето на другите луѓе од една страна, и да се исплаќа милостината зеќат, да се извршуваат доброт-ворства со намера за неа по патот на Аллах, човек да извлече корист од предноста да изврши едно од своите обврски кон Аллах, да добие награда од Севишниот и да добие искреност и молитва на коишто Аллах надоместува, од друга страна.
سُب۟حَانَكَ لَا عِل۟مَ لَنَٓا اِلَّا مَا عَلَّم۟تَنَٓا اِنَّكَ اَن۟تَ ال۟عَلٖيمُ ال۟حَكٖيمُ
اَللّٰهُمَّ صَلِّ وَ سَلِّم۟ عَلٰى سَيِّدِنَا مُحَمَّدٍ نِ الَّذٖى قَالَ «اَل۟مُؤ۟مِنُ لِل۟مُؤ۟مِنِ كَال۟بُن۟يَانِ ال۟مَر۟صُوصِ يَشُدُّ بَع۟ضُهُ بَع۟ضًا» وَ قَالَ «اَل۟قَنَاعَةُ كَن۟زٌ لَا يَف۟نٰى»
وَعَلٰى اٰلِهٖ وَصَح۟بِهٖ اَج۟مَعٖينَ اٰمٖينَ وَال۟حَم۟دُ لِلّٰهِ رَبِّ ال۟عَالَمٖينَ
HÂTİME
Gıybet hakkındadır
بِاس۟مِهٖ
وَ اِن۟ مِن۟ شَى۟ءٍ اِلَّا يُسَبِّحُ بِحَم۟دِهٖ
Yirmi Beşinci Söz’ün Birinci Şule’sinin Birinci Şuâ’ının Beşinci Noktası’nın makam-ı zem ve zecrin misallerinden olan bir tek âyetin, mu’cizane altı tarzda gıybetten tenfir etmesi; Kur’an’ın nazarında gıybet ne kadar şenî bir şey olduğunu tamamıyla gösterdiğinden, başka beyana ihtiyaç bırakmamış. Evet, Kur’an’ın beyanından sonra beyan olamaz, ihtiyaç da yoktur.
İşte اَيُحِبُّ اَحَدُكُم۟ اَن۟ يَا۟كُلَ لَح۟مَ اَخٖيهِ مَي۟تًا âyetinde altı derece zemmi, zemmeder. Gıybetten altı mertebe şiddetle zecreder. Şu âyet bilfiil gıybet edenlere müteveccih olduğu vakit, manası gelecek tarzda oluyor. Şöyle ki:
Malûmdur: Âyetin başındaki hemze, sormak (âyâ) manasındadır. O sormak manası, su gibi âyetin bütün kelimelerine girer. Her kelimede bir hükm-ü zımnî var.
İşte birincisi, hemze ile der: Âyâ, sual ve cevap mahalli olan aklınız yok mu ki bu derece çirkin bir şeyi anlamıyor?
İkincisi يُحِبُّ lafzıyla der: Âyâ, sevmek ve nefret etmek mahalli olan kalbiniz bozulmuş mu ki en menfur bir işi sever?
Üçüncüsü اَحَدُكُم۟ kelimesiyle der: Cemaatten hayatını alan hayat-ı içtimaiye ve medeniyetiniz ne olmuş ki böyle hayatınızı zehirleyen bir ameli kabul eder?
Dördüncüsü اَن۟ يَا۟كُلَ لَح۟مَ kelâmıyla der: İnsaniyetiniz ne olmuş ki böyle canavarcasına arkadaşınızı diş ile parçalamayı yapıyorsunuz?
Beşincisi اَخٖيهِ kelimesiyle der: Hiç rikkat-i cinsiyeniz, hiç sıla-i rahminiz yok mu ki böyle çok cihetlerle kardeşiniz olan bir mazlumun şahs-ı manevîsini insafsızca dişliyorsunuz? Ve hiç aklınız yok mu ki kendi azanızı kendi dişinizle divane gibi ısırıyorsunuz?
Altıncısı مَي۟تًا kelâmıyla der: Vicdanınız nerede? Fıtratınız bozulmuş mu ki en muhterem bir halde bir kardeşinize karşı, etini yemek gibi en müstekreh bir işi yapıyorsunuz?
Demek şu âyetin ifadesiyle ve kelimelerin ayrı ayrı delâletiyle zem ve gıybet, aklen ve kalben ve insaniyeten ve vicdanen ve fıtraten ve milliyeten mezmumdur. İşte bak nasıl şu âyet, îcazkârane altı mertebe zemmi zemmetmekle, i’cazkârane altı derece o cürümden zecreder.
Gıybet, ehl-i adâvet ve hased ve inadın en çok istimal ettikleri alçak bir silahtır. İzzet-i nefis sahibi, bu pis silaha tenezzül edip istimal etmez. Nasıl meşhur bir zat demiş:
اُكَبِّرُ نَف۟سٖى عَن۟ جَزَاءٍ بِغِي۟بَةٍ فَكُلُّ اِغ۟تِيَابٍ جَه۟دُ مَن۟ لَا لَهُ جَه۟دٌ
Yani “Düşmanıma gıybetle ceza vermekten nefsimi yüksek tutuyorum ve tenezzül etmiyorum. Çünkü gıybet, zayıf ve zelil ve aşağıların silahıdır.”
Gıybet odur ki: Gıybet edilen adam hazır olsa idi ve işitse idi, kerahet edip darılacaktı. Eğer doğru dese zaten gıybettir. Eğer yalan dese hem gıybet hem iftiradır. İki katlı çirkin bir günahtır.
Gıybet, mahsus birkaç maddede caiz olabilir:
Birisi: Şekva suretinde bir vazifedar adama der, tâ yardım edip o münkeri, o kabahati ondan izale etsin ve hakkını ondan alsın.
Birisi de: Bir adam onunla teşrik-i mesai etmek ister. Senin ile meşveret eder. Sen de sırf maslahat için garazsız olarak, meşveretin hakkını eda etmek için desen: “Onun ile teşrik-i mesai etme. Çünkü zarar göreceksin.”
Birisi de: Maksadı, tahkir ve teşhir değil; belki maksadı, tarif ve tanıttırmak için dese: “O topal ve serseri adam filan yere gitti.”
Birisi de: O gıybet edilen adam fâsık-ı mütecahirdir. Yani fenalıktan sıkılmıyor, belki işlediği seyyiatla iftihar ediyor; zulmü ile telezzüz ediyor, sıkılmayarak aşikâre bir surette işliyor.
İşte bu mahsus maddelerde garazsız ve sırf hak ve maslahat için gıybet caiz olabilir. Yoksa gıybet, nasıl ateş odunu yer bitirir; gıybet dahi a’mal-i salihayı yer bitirir.
Eğer gıybet etti veyahut isteyerek dinledi; o vakit اَللّٰهُمَّ اغ۟فِر۟لَنَا وَ لِمَنِ اغ۟تَب۟نَاهُ demeli, sonra gıybet edilen adama ne vakit rast gelse “Beni helâl et.” demeli.
اَل۟بَاقٖى هُوَ ال۟بَاقٖى
Said Nursî