İçeriğe atla
Kenar çubuğunu aç/kapat
Risale-i Nur Tercümeleri
Ara
Türkçe
Oturum aç
Kişisel araçlar
Oturum aç
Gezinti
Anasayfa
Son değişiklikler
Rastgele sayfa
MediaWiki hakkında yardım
Araçlar
Özel sayfalar
Yazdırılabilir sürüm
Translate
Diğer dillerde
Çevirileri dışa aktar
Çevir
Türkçe
Dil istatistikleri
ileti grubu istatistikleri
Dışa aktar
Daha fazla
Dil istatistikleri
ileti grubu istatistikleri
Dışa aktar
Ayarlar
Grup
Afyon Hayatı
Altıncı Lem'a
Altıncı Mektup
Altıncı Söz
Altıncı Şuâ
Ankara Üniversitesi Nur Talebelerinin Mektubu
Asa-yı Musa
Asa-yı Musa Dua
Ayet-ül Kübra
Bakara Sûresi
Barla Hayatı
Barla Lahikası
Barla Lahikası 1. Mektup
Barla Lahikası 10. Mektup
Barla Lahikası 100. Mektup
Barla Lahikası 101. Mektup
Barla Lahikası 102. Mektup
Barla Lahikası 103. Mektup
Barla Lahikası 104. Mektup
Barla Lahikası 105. Mektup
Barla Lahikası 106. Mektup
Barla Lahikası 107. Mektup
Barla Lahikası 108. Mektup
Barla Lahikası 109. Mektup
Barla Lahikası 11. Mektup
Barla Lahikası 110. Mektup
Barla Lahikası 111. Mektup
Barla Lahikası 112. Mektup
Barla Lahikası 113. Mektup
Barla Lahikası 114. Mektup
Barla Lahikası 115. Mektup
Barla Lahikası 116. Mektup
Barla Lahikası 117. Mektup
Barla Lahikası 118. Mektup
Barla Lahikası 119. Mektup
Barla Lahikası 12. Mektup
Barla Lahikası 120. Mektup
Barla Lahikası 121. Mektup
Barla Lahikası 122. Mektup
Barla Lahikası 123. Mektup
Barla Lahikası 124. Mektup
Barla Lahikası 125. Mektup
Barla Lahikası 126. Mektup
Barla Lahikası 127. Mektup
Barla Lahikası 128. Mektup
Barla Lahikası 129. Mektup
Barla Lahikası 13. Mektup
Barla Lahikası 130. Mektup
Barla Lahikası 131. Mektup
Barla Lahikası 132. Mektup
Barla Lahikası 133. Mektup
Barla Lahikası 134. Mektup
Barla Lahikası 135. Mektup
Barla Lahikası 136. Mektup
Barla Lahikası 137. Mektup
Barla Lahikası 138. Mektup
Barla Lahikası 139. Mektup
Barla Lahikası 14. Mektup
Barla Lahikası 140. Mektup
Barla Lahikası 141. Mektup
Barla Lahikası 142. Mektup
Barla Lahikası 143. Mektup
Barla Lahikası 144. Mektup
Barla Lahikası 145. Mektup
Barla Lahikası 146. Mektup
Barla Lahikası 147. Mektup
Barla Lahikası 148. Mektup
Barla Lahikası 149. Mektup
Barla Lahikası 15. Mektup
Barla Lahikası 150. Mektup
Barla Lahikası 151. Mektup
Barla Lahikası 152. Mektup
Barla Lahikası 153. Mektup
Barla Lahikası 154. Mektup
Barla Lahikası 155. Mektup
Barla Lahikası 156. Mektup
Barla Lahikası 157. Mektup
Barla Lahikası 158. Mektup
Barla Lahikası 159. Mektup
Barla Lahikası 16. Mektup
Barla Lahikası 160. Mektup
Barla Lahikası 161. Mektup
Barla Lahikası 162. Mektup
Barla Lahikası 163. Mektup
Barla Lahikası 164. Mektup
Barla Lahikası 165. Mektup
Barla Lahikası 166. Mektup
Barla Lahikası 167. Mektup
Barla Lahikası 168. Mektup
Barla Lahikası 169. Mektup
Barla Lahikası 17. Mektup
Barla Lahikası 170. Mektup
Barla Lahikası 171. Mektup
Barla Lahikası 172. Mektup
Barla Lahikası 173. Mektup
Barla Lahikası 174. Mektup
Barla Lahikası 175. Mektup
Barla Lahikası 176. Mektup
Barla Lahikası 177. Mektup
Barla Lahikası 178. Mektup
Barla Lahikası 179. Mektup
Barla Lahikası 18. Mektup
Barla Lahikası 180. Mektup
Barla Lahikası 181. Mektup
Barla Lahikası 182. Mektup
Barla Lahikası 183. Mektup
Barla Lahikası 184. Mektup
Barla Lahikası 185. Mektup
Barla Lahikası 186. Mektup
Barla Lahikası 187. Mektup
Barla Lahikası 188. Mektup
Barla Lahikası 189. Mektup
Barla Lahikası 19. Mektup
Barla Lahikası 190. Mektup
Barla Lahikası 191. Mektup
Barla Lahikası 192. Mektup
Barla Lahikası 193. Mektup
Barla Lahikası 194. Mektup
Barla Lahikası 195. Mektup
Barla Lahikası 196. Mektup
Barla Lahikası 197. Mektup
Barla Lahikası 198. Mektup
Barla Lahikası 199. Mektup
Barla Lahikası 2. Mektup
Barla Lahikası 20. Mektup
Barla Lahikası 200. Mektup
Barla Lahikası 201. Mektup
Barla Lahikası 202. Mektup
Barla Lahikası 203. Mektup
Barla Lahikası 204. Mektup
Barla Lahikası 205. Mektup
Barla Lahikası 206. Mektup
Barla Lahikası 207. Mektup
Barla Lahikası 208. Mektup
Barla Lahikası 209. Mektup
Barla Lahikası 21. Mektup
Barla Lahikası 210. Mektup
Barla Lahikası 211. Mektup
Barla Lahikası 212. Mektup
Barla Lahikası 213. Mektup
Barla Lahikası 214. Mektup
Barla Lahikası 215. Mektup
Barla Lahikası 216. Mektup
Barla Lahikası 217. Mektup
Barla Lahikası 218. Mektup
Barla Lahikası 219. Mektup
Barla Lahikası 22. Mektup
Barla Lahikası 220. Mektup
Barla Lahikası 221. Mektup
Barla Lahikası 222. Mektup
Barla Lahikası 223. Mektup
Barla Lahikası 224. Mektup
Barla Lahikası 225. Mektup
Barla Lahikası 226. Mektup
Barla Lahikası 227. Mektup
Barla Lahikası 228. Mektup
Barla Lahikası 229. Mektup
Barla Lahikası 23. Mektup
Barla Lahikası 230. Mektup
Barla Lahikası 231. Mektup
Barla Lahikası 232. Mektup
Barla Lahikası 233. Mektup
Barla Lahikası 234. Mektup
Barla Lahikası 235. Mektup
Barla Lahikası 236. Mektup
Barla Lahikası 237. Mektup
Barla Lahikası 238. Mektup
Barla Lahikası 239. Mektup
Barla Lahikası 24. Mektup
Barla Lahikası 240. Mektup
Barla Lahikası 241. Mektup
Barla Lahikası 242. Mektup
Barla Lahikası 243. Mektup
Barla Lahikası 244. Mektup
Barla Lahikası 245. Mektup
Barla Lahikası 246. Mektup
Barla Lahikası 247. Mektup
Barla Lahikası 248. Mektup
Barla Lahikası 249. Mektup
Barla Lahikası 25. Mektup
Barla Lahikası 250. Mektup
Barla Lahikası 251. Mektup
Barla Lahikası 252. Mektup
Barla Lahikası 253. Mektup
Barla Lahikası 254. Mektup
Barla Lahikası 255. Mektup
Barla Lahikası 256. Mektup
Barla Lahikası 257. Mektup
Barla Lahikası 258. Mektup
Barla Lahikası 259. Mektup
Barla Lahikası 26. Mektup
Barla Lahikası 260. Mektup
Barla Lahikası 261. Mektup
Barla Lahikası 262. Mektup
Barla Lahikası 263. Mektup
Barla Lahikası 264. Mektup
Barla Lahikası 265. Mektup
Barla Lahikası 266. Mektup
Barla Lahikası 267. Mektup
Barla Lahikası 268. Mektup
Barla Lahikası 269. Mektup
Barla Lahikası 27. Mektup
Barla Lahikası 270. Mektup
Barla Lahikası 271. Mektup
Barla Lahikası 272. Mektup
Barla Lahikası 273. Mektup
Barla Lahikası 274. Mektup
Barla Lahikası 275. Mektup
Barla Lahikası 276. Mektup
Barla Lahikası 277. Mektup
Barla Lahikası 278. Mektup
Barla Lahikası 279. Mektup
Barla Lahikası 28. Mektup
Barla Lahikası 280. Mektup
Barla Lahikası 281. Mektup
Barla Lahikası 282. Mektup
Barla Lahikası 283. Mektup
Barla Lahikası 284. Mektup
Barla Lahikası 285. Mektup
Barla Lahikası 286. Mektup
Barla Lahikası 287. Mektup
Barla Lahikası 288. Mektup
Barla Lahikası 289. Mektup
Barla Lahikası 29. Mektup
Barla Lahikası 290. Mektup
Barla Lahikası 291. Mektup
Barla Lahikası 292. Mektup
Barla Lahikası 293. Mektup
Barla Lahikası 3. Mektup
Barla Lahikası 30. Mektup
Barla Lahikası 31. Mektup
Barla Lahikası 32. Mektup
Barla Lahikası 33. Mektup
Barla Lahikası 34. Mektup
Barla Lahikası 35. Mektup
Barla Lahikası 36. Mektup
Barla Lahikası 37. Mektup
Barla Lahikası 38. Mektup
Barla Lahikası 39. Mektup
Barla Lahikası 4. Mektup
Barla Lahikası 40. Mektup
Barla Lahikası 41. Mektup
Barla Lahikası 42. Mektup
Barla Lahikası 43. Mektup
Barla Lahikası 44. Mektup
Barla Lahikası 45. Mektup
Barla Lahikası 46. Mektup
Barla Lahikası 47. Mektup
Barla Lahikası 48. Mektup
Barla Lahikası 49. Mektup
Barla Lahikası 5. Mektup
Barla Lahikası 50. Mektup
Barla Lahikası 51. Mektup
Barla Lahikası 52. Mektup
Barla Lahikası 53. Mektup
Barla Lahikası 54. Mektup
Barla Lahikası 55. Mektup
Barla Lahikası 56. Mektup
Barla Lahikası 57. Mektup
Barla Lahikası 58. Mektup
Barla Lahikası 59. Mektup
Barla Lahikası 6. Mektup
Barla Lahikası 60. Mektup
Barla Lahikası 61. Mektup
Barla Lahikası 62. Mektup
Barla Lahikası 63. Mektup
Barla Lahikası 64. Mektup
Barla Lahikası 65. Mektup
Barla Lahikası 66. Mektup
Barla Lahikası 67. Mektup
Barla Lahikası 68. Mektup
Barla Lahikası 69. Mektup
Barla Lahikası 7. Mektup
Barla Lahikası 70. Mektup
Barla Lahikası 71. Mektup
Barla Lahikası 72. Mektup
Barla Lahikası 73. Mektup
Barla Lahikası 74. Mektup
Barla Lahikası 75. Mektup
Barla Lahikası 76. Mektup
Barla Lahikası 77. Mektup
Barla Lahikası 78. Mektup
Barla Lahikası 79. Mektup
Barla Lahikası 8. Mektup
Barla Lahikası 80. Mektup
Barla Lahikası 81. Mektup
Barla Lahikası 82. Mektup
Barla Lahikası 83. Mektup
Barla Lahikası 84. Mektup
Barla Lahikası 85. Mektup
Barla Lahikası 86. Mektup
Barla Lahikası 87. Mektup
Barla Lahikası 88. Mektup
Barla Lahikası 89. Mektup
Barla Lahikası 9. Mektup
Barla Lahikası 90. Mektup
Barla Lahikası 91. Mektup
Barla Lahikası 92. Mektup
Barla Lahikası 93. Mektup
Barla Lahikası 94. Mektup
Barla Lahikası 95. Mektup
Barla Lahikası 96. Mektup
Barla Lahikası 97. Mektup
Barla Lahikası 98. Mektup
Barla Lahikası 99. Mektup
Barla Lahikası Mukaddime
Bediüzzaman ve Risale-i Nur
Beşinci Lem'a
Beşinci Mektup
Beşinci Söz
Beşinci Şuâ
Bir Müdafaa (Takriz)
Birinci Lem'a
Birinci Mektup
Birinci Söz
Birinci Şuâ
Bu parça çok kıymetlidir
BİRİNCİ MAKALE
Deneme
Denizli Hayatı
Divan-ı Harb-i Örfi
Dokuzuncu Lem'a
Dokuzuncu Mektup
Dokuzuncu Söz
Dokuzuncu Şuâ
Dördüncü Hakikat olan Otuzüçüncü Mertebe
Dördüncü Lem'a
Dördüncü Mektup
Dördüncü Söz
Dördüncü Şuâ
Ecnebî Filozofların Kur'ân'ı Tasdiklerine Dair Şehadetleri
Eddâî
Emirdağ Hayatı
Emirdağ Lahikası 1. Kitap 1. Mektup
Emirdağ Lahikası 1. Kitap 10. Mektup
Emirdağ Lahikası 1. Kitap 100. Mektup
Emirdağ Lahikası 1. Kitap 101. Mektup
Emirdağ Lahikası 1. Kitap 102. Mektup
Emirdağ Lahikası 1. Kitap 103. Mektup
Emirdağ Lahikası 1. Kitap 104. Mektup
Emirdağ Lahikası 1. Kitap 105. Mektup
Emirdağ Lahikası 1. Kitap 106. Mektup
Emirdağ Lahikası 1. Kitap 107. Mektup
Emirdağ Lahikası 1. Kitap 108. Mektup
Emirdağ Lahikası 1. Kitap 109. Mektup
Emirdağ Lahikası 1. Kitap 11. Mektup
Emirdağ Lahikası 1. Kitap 110. Mektup
Emirdağ Lahikası 1. Kitap 111. Mektup
Emirdağ Lahikası 1. Kitap 112. Mektup
Emirdağ Lahikası 1. Kitap 113. Mektup
Emirdağ Lahikası 1. Kitap 114. Mektup
Emirdağ Lahikası 1. Kitap 115. Mektup
Emirdağ Lahikası 1. Kitap 116. Mektup
Emirdağ Lahikası 1. Kitap 117. Mektup
Emirdağ Lahikası 1. Kitap 118. Mektup
Emirdağ Lahikası 1. Kitap 119. Mektup
Emirdağ Lahikası 1. Kitap 12. Mektup
Emirdağ Lahikası 1. Kitap 120. Mektup
Emirdağ Lahikası 1. Kitap 121. Mektup
Emirdağ Lahikası 1. Kitap 122. Mektup
Emirdağ Lahikası 1. Kitap 123. Mektup
Emirdağ Lahikası 1. Kitap 124. Mektup
Emirdağ Lahikası 1. Kitap 125. Mektup
Emirdağ Lahikası 1. Kitap 126. Mektup
Emirdağ Lahikası 1. Kitap 127. Mektup
Emirdağ Lahikası 1. Kitap 128. Mektup
Emirdağ Lahikası 1. Kitap 129. Mektup
Emirdağ Lahikası 1. Kitap 13. Mektup
Emirdağ Lahikası 1. Kitap 130. Mektup
Emirdağ Lahikası 1. Kitap 131. Mektup
Emirdağ Lahikası 1. Kitap 132. Mektup
Emirdağ Lahikası 1. Kitap 133. Mektup
Emirdağ Lahikası 1. Kitap 134. Mektup
Emirdağ Lahikası 1. Kitap 135. Mektup
Emirdağ Lahikası 1. Kitap 136. Mektup
Emirdağ Lahikası 1. Kitap 137. Mektup
Emirdağ Lahikası 1. Kitap 138. Mektup
Emirdağ Lahikası 1. Kitap 139. Mektup
Emirdağ Lahikası 1. Kitap 14. Mektup
Emirdağ Lahikası 1. Kitap 140. Mektup
Emirdağ Lahikası 1. Kitap 141. Mektup
Emirdağ Lahikası 1. Kitap 142. Mektup
Emirdağ Lahikası 1. Kitap 143. Mektup
Emirdağ Lahikası 1. Kitap 144. Mektup
Emirdağ Lahikası 1. Kitap 145. Mektup
Emirdağ Lahikası 1. Kitap 146. Mektup
Emirdağ Lahikası 1. Kitap 147. Mektup
Emirdağ Lahikası 1. Kitap 148. Mektup
Emirdağ Lahikası 1. Kitap 149. Mektup
Emirdağ Lahikası 1. Kitap 15. Mektup
Emirdağ Lahikası 1. Kitap 150. Mektup
Emirdağ Lahikası 1. Kitap 151. Mektup
Emirdağ Lahikası 1. Kitap 152. Mektup
Emirdağ Lahikası 1. Kitap 153. Mektup
Emirdağ Lahikası 1. Kitap 154. Mektup
Emirdağ Lahikası 1. Kitap 155. Mektup
Emirdağ Lahikası 1. Kitap 156. Mektup
Emirdağ Lahikası 1. Kitap 157. Mektup
Emirdağ Lahikası 1. Kitap 158. Mektup
Emirdağ Lahikası 1. Kitap 159. Mektup
Emirdağ Lahikası 1. Kitap 16. Mektup
Emirdağ Lahikası 1. Kitap 160. Mektup
Emirdağ Lahikası 1. Kitap 161. Mektup
Emirdağ Lahikası 1. Kitap 162. Mektup
Emirdağ Lahikası 1. Kitap 163. Mektup
Emirdağ Lahikası 1. Kitap 164. Mektup
Emirdağ Lahikası 1. Kitap 165. Mektup
Emirdağ Lahikası 1. Kitap 166. Mektup
Emirdağ Lahikası 1. Kitap 167. Mektup
Emirdağ Lahikası 1. Kitap 168. Mektup
Emirdağ Lahikası 1. Kitap 169. Mektup
Emirdağ Lahikası 1. Kitap 17. Mektup
Emirdağ Lahikası 1. Kitap 170. Mektup
Emirdağ Lahikası 1. Kitap 171. Mektup
Emirdağ Lahikası 1. Kitap 172. Mektup
Emirdağ Lahikası 1. Kitap 173. Mektup
Emirdağ Lahikası 1. Kitap 174. Mektup
Emirdağ Lahikası 1. Kitap 175. Mektup
Emirdağ Lahikası 1. Kitap 176. Mektup
Emirdağ Lahikası 1. Kitap 177. Mektup
Emirdağ Lahikası 1. Kitap 178. Mektup
Emirdağ Lahikası 1. Kitap 179. Mektup
Emirdağ Lahikası 1. Kitap 18. Mektup
Emirdağ Lahikası 1. Kitap 180. Mektup
Emirdağ Lahikası 1. Kitap 181. Mektup
Emirdağ Lahikası 1. Kitap 182. Mektup
Emirdağ Lahikası 1. Kitap 183. Mektup
Emirdağ Lahikası 1. Kitap 184. Mektup
Emirdağ Lahikası 1. Kitap 185. Mektup
Emirdağ Lahikası 1. Kitap 186. Mektup
Emirdağ Lahikası 1. Kitap 187. Mektup
Emirdağ Lahikası 1. Kitap 188. Mektup
Emirdağ Lahikası 1. Kitap 189. Mektup
Emirdağ Lahikası 1. Kitap 19. Mektup
Emirdağ Lahikası 1. Kitap 190. Mektup
Emirdağ Lahikası 1. Kitap 191. Mektup
Emirdağ Lahikası 1. Kitap 192. Mektup
Emirdağ Lahikası 1. Kitap 193. Mektup
Emirdağ Lahikası 1. Kitap 194. Mektup
Emirdağ Lahikası 1. Kitap 195. Mektup
Emirdağ Lahikası 1. Kitap 196. Mektup
Emirdağ Lahikası 1. Kitap 197. Mektup
Emirdağ Lahikası 1. Kitap 198. Mektup
Emirdağ Lahikası 1. Kitap 199. Mektup
Emirdağ Lahikası 1. Kitap 2. Mektup
Emirdağ Lahikası 1. Kitap 20. Mektup
Emirdağ Lahikası 1. Kitap 200. Mektup
Emirdağ Lahikası 1. Kitap 201. Mektup
Emirdağ Lahikası 1. Kitap 202. Mektup
Emirdağ Lahikası 1. Kitap 203. Mektup
Emirdağ Lahikası 1. Kitap 204. Mektup
Emirdağ Lahikası 1. Kitap 205. Mektup
Emirdağ Lahikası 1. Kitap 206. Mektup
Emirdağ Lahikası 1. Kitap 207. Mektup
Emirdağ Lahikası 1. Kitap 208. Mektup
Emirdağ Lahikası 1. Kitap 209. Mektup
Emirdağ Lahikası 1. Kitap 21. Mektup
Emirdağ Lahikası 1. Kitap 210. Mektup
Emirdağ Lahikası 1. Kitap 211. Mektup
Emirdağ Lahikası 1. Kitap 212. Mektup
Emirdağ Lahikası 1. Kitap 213. Mektup
Emirdağ Lahikası 1. Kitap 214. Mektup
Emirdağ Lahikası 1. Kitap 215. Mektup
Emirdağ Lahikası 1. Kitap 216. Mektup
Emirdağ Lahikası 1. Kitap 217. Mektup
Emirdağ Lahikası 1. Kitap 218. Mektup
Emirdağ Lahikası 1. Kitap 219. Mektup
Emirdağ Lahikası 1. Kitap 22. Mektup
Emirdağ Lahikası 1. Kitap 220. Mektup
Emirdağ Lahikası 1. Kitap 23. Mektup
Emirdağ Lahikası 1. Kitap 24. Mektup
Emirdağ Lahikası 1. Kitap 25. Mektup
Emirdağ Lahikası 1. Kitap 26. Mektup
Emirdağ Lahikası 1. Kitap 27. Mektup
Emirdağ Lahikası 1. Kitap 28. Mektup
Emirdağ Lahikası 1. Kitap 29. Mektup
Emirdağ Lahikası 1. Kitap 3. Mektup
Emirdağ Lahikası 1. Kitap 30. Mektup
Emirdağ Lahikası 1. Kitap 31. Mektup
Emirdağ Lahikası 1. Kitap 32. Mektup
Emirdağ Lahikası 1. Kitap 33. Mektup
Emirdağ Lahikası 1. Kitap 34. Mektup
Emirdağ Lahikası 1. Kitap 35. Mektup
Emirdağ Lahikası 1. Kitap 36. Mektup
Emirdağ Lahikası 1. Kitap 37. Mektup
Emirdağ Lahikası 1. Kitap 38. Mektup
Emirdağ Lahikası 1. Kitap 39. Mektup
Emirdağ Lahikası 1. Kitap 4. Mektup
Emirdağ Lahikası 1. Kitap 40. Mektup
Emirdağ Lahikası 1. Kitap 41. Mektup
Emirdağ Lahikası 1. Kitap 42. Mektup
Emirdağ Lahikası 1. Kitap 43. Mektup
Emirdağ Lahikası 1. Kitap 44. Mektup
Emirdağ Lahikası 1. Kitap 45. Mektup
Emirdağ Lahikası 1. Kitap 46. Mektup
Emirdağ Lahikası 1. Kitap 47. Mektup
Emirdağ Lahikası 1. Kitap 48. Mektup
Emirdağ Lahikası 1. Kitap 49. Mektup
Emirdağ Lahikası 1. Kitap 5. Mektup
Emirdağ Lahikası 1. Kitap 50. Mektup
Emirdağ Lahikası 1. Kitap 51. Mektup
Emirdağ Lahikası 1. Kitap 52. Mektup
Emirdağ Lahikası 1. Kitap 53. Mektup
Emirdağ Lahikası 1. Kitap 54. Mektup
Emirdağ Lahikası 1. Kitap 55. Mektup
Emirdağ Lahikası 1. Kitap 56. Mektup
Emirdağ Lahikası 1. Kitap 57. Mektup
Emirdağ Lahikası 1. Kitap 58. Mektup
Emirdağ Lahikası 1. Kitap 59. Mektup
Emirdağ Lahikası 1. Kitap 6. Mektup
Emirdağ Lahikası 1. Kitap 60. Mektup
Emirdağ Lahikası 1. Kitap 61. Mektup
Emirdağ Lahikası 1. Kitap 62. Mektup
Emirdağ Lahikası 1. Kitap 63. Mektup
Emirdağ Lahikası 1. Kitap 64. Mektup
Emirdağ Lahikası 1. Kitap 65. Mektup
Emirdağ Lahikası 1. Kitap 66. Mektup
Emirdağ Lahikası 1. Kitap 67. Mektup
Emirdağ Lahikası 1. Kitap 68. Mektup
Emirdağ Lahikası 1. Kitap 69. Mektup
Emirdağ Lahikası 1. Kitap 7. Mektup
Emirdağ Lahikası 1. Kitap 70. Mektup
Emirdağ Lahikası 1. Kitap 71. Mektup
Emirdağ Lahikası 1. Kitap 72. Mektup
Emirdağ Lahikası 1. Kitap 73. Mektup
Emirdağ Lahikası 1. Kitap 74. Mektup
Emirdağ Lahikası 1. Kitap 75. Mektup
Emirdağ Lahikası 1. Kitap 76. Mektup
Emirdağ Lahikası 1. Kitap 77. Mektup
Emirdağ Lahikası 1. Kitap 78. Mektup
Emirdağ Lahikası 1. Kitap 79. Mektup
Emirdağ Lahikası 1. Kitap 8. Mektup
Emirdağ Lahikası 1. Kitap 80. Mektup
Emirdağ Lahikası 1. Kitap 81. Mektup
Emirdağ Lahikası 1. Kitap 82. Mektup
Emirdağ Lahikası 1. Kitap 83. Mektup
Emirdağ Lahikası 1. Kitap 84. Mektup
Emirdağ Lahikası 1. Kitap 85. Mektup
Emirdağ Lahikası 1. Kitap 86. Mektup
Emirdağ Lahikası 1. Kitap 87. Mektup
Emirdağ Lahikası 1. Kitap 88. Mektup
Emirdağ Lahikası 1. Kitap 89. Mektup
Emirdağ Lahikası 1. Kitap 9. Mektup
Emirdağ Lahikası 1. Kitap 90. Mektup
Emirdağ Lahikası 1. Kitap 91. Mektup
Emirdağ Lahikası 1. Kitap 92. Mektup
Emirdağ Lahikası 1. Kitap 93. Mektup
Emirdağ Lahikası 1. Kitap 94. Mektup
Emirdağ Lahikası 1. Kitap 95. Mektup
Emirdağ Lahikası 1. Kitap 96. Mektup
Emirdağ Lahikası 1. Kitap 97. Mektup
Emirdağ Lahikası 1. Kitap 98. Mektup
Emirdağ Lahikası 1. Kitap 99. Mektup
Emirdağ Lahikası 2. Kitap 1. Mektup
Emirdağ Lahikası 2. Kitap 10. Mektup
Emirdağ Lahikası 2. Kitap 100. Mektup
Emirdağ Lahikası 2. Kitap 101. Mektup
Emirdağ Lahikası 2. Kitap 102. Mektup
Emirdağ Lahikası 2. Kitap 103. Mektup
Emirdağ Lahikası 2. Kitap 104. Mektup
Emirdağ Lahikası 2. Kitap 105. Mektup
Emirdağ Lahikası 2. Kitap 106. Mektup
Emirdağ Lahikası 2. Kitap 107. Mektup
Emirdağ Lahikası 2. Kitap 108. Mektup
Emirdağ Lahikası 2. Kitap 109. Mektup
Emirdağ Lahikası 2. Kitap 11. Mektup
Emirdağ Lahikası 2. Kitap 110. Mektup
Emirdağ Lahikası 2. Kitap 111. Mektup
Emirdağ Lahikası 2. Kitap 112. Mektup
Emirdağ Lahikası 2. Kitap 113. Mektup
Emirdağ Lahikası 2. Kitap 114. Mektup
Emirdağ Lahikası 2. Kitap 115. Mektup
Emirdağ Lahikası 2. Kitap 116. Mektup
Emirdağ Lahikası 2. Kitap 117. Mektup
Emirdağ Lahikası 2. Kitap 118. Mektup
Emirdağ Lahikası 2. Kitap 119. Mektup
Emirdağ Lahikası 2. Kitap 12. Mektup
Emirdağ Lahikası 2. Kitap 120. Mektup
Emirdağ Lahikası 2. Kitap 121. Mektup
Emirdağ Lahikası 2. Kitap 122. Mektup
Emirdağ Lahikası 2. Kitap 123. Mektup
Emirdağ Lahikası 2. Kitap 124. Mektup
Emirdağ Lahikası 2. Kitap 125. Mektup
Emirdağ Lahikası 2. Kitap 126. Mektup
Emirdağ Lahikası 2. Kitap 127. Mektup
Emirdağ Lahikası 2. Kitap 128. Mektup
Emirdağ Lahikası 2. Kitap 129. Mektup
Emirdağ Lahikası 2. Kitap 13. Mektup
Emirdağ Lahikası 2. Kitap 130. Mektup
Emirdağ Lahikası 2. Kitap 131. Mektup
Emirdağ Lahikası 2. Kitap 132. Mektup
Emirdağ Lahikası 2. Kitap 133. Mektup
Emirdağ Lahikası 2. Kitap 134. Mektup
Emirdağ Lahikası 2. Kitap 135. Mektup
Emirdağ Lahikası 2. Kitap 136. Mektup
Emirdağ Lahikası 2. Kitap 137. Mektup
Emirdağ Lahikası 2. Kitap 138. Mektup
Emirdağ Lahikası 2. Kitap 139. Mektup
Emirdağ Lahikası 2. Kitap 14. Mektup
Emirdağ Lahikası 2. Kitap 140. Mektup
Emirdağ Lahikası 2. Kitap 141. Mektup
Emirdağ Lahikası 2. Kitap 142. Mektup
Emirdağ Lahikası 2. Kitap 143. Mektup
Emirdağ Lahikası 2. Kitap 144. Mektup
Emirdağ Lahikası 2. Kitap 145. Mektup
Emirdağ Lahikası 2. Kitap 146. Mektup
Emirdağ Lahikası 2. Kitap 147. Mektup
Emirdağ Lahikası 2. Kitap 148. Mektup
Emirdağ Lahikası 2. Kitap 149. Mektup
Emirdağ Lahikası 2. Kitap 15. Mektup
Emirdağ Lahikası 2. Kitap 150. Mektup
Emirdağ Lahikası 2. Kitap 151. Mektup
Emirdağ Lahikası 2. Kitap 16. Mektup
Emirdağ Lahikası 2. Kitap 17. Mektup
Emirdağ Lahikası 2. Kitap 18. Mektup
Emirdağ Lahikası 2. Kitap 19. Mektup
Emirdağ Lahikası 2. Kitap 2. Mektup
Emirdağ Lahikası 2. Kitap 20. Mektup
Emirdağ Lahikası 2. Kitap 21. Mektup
Emirdağ Lahikası 2. Kitap 22. Mektup
Emirdağ Lahikası 2. Kitap 23. Mektup
Emirdağ Lahikası 2. Kitap 24. Mektup
Emirdağ Lahikası 2. Kitap 25. Mektup
Emirdağ Lahikası 2. Kitap 26. Mektup
Emirdağ Lahikası 2. Kitap 27. Mektup
Emirdağ Lahikası 2. Kitap 28. Mektup
Emirdağ Lahikası 2. Kitap 29. Mektup
Emirdağ Lahikası 2. Kitap 3. Mektup
Emirdağ Lahikası 2. Kitap 30. Mektup
Emirdağ Lahikası 2. Kitap 31. Mektup
Emirdağ Lahikası 2. Kitap 32. Mektup
Emirdağ Lahikası 2. Kitap 33. Mektup
Emirdağ Lahikası 2. Kitap 34. Mektup
Emirdağ Lahikası 2. Kitap 35. Mektup
Emirdağ Lahikası 2. Kitap 36. Mektup
Emirdağ Lahikası 2. Kitap 37. Mektup
Emirdağ Lahikası 2. Kitap 38. Mektup
Emirdağ Lahikası 2. Kitap 39. Mektup
Emirdağ Lahikası 2. Kitap 4. Mektup
Emirdağ Lahikası 2. Kitap 40. Mektup
Emirdağ Lahikası 2. Kitap 41. Mektup
Emirdağ Lahikası 2. Kitap 42. Mektup
Emirdağ Lahikası 2. Kitap 43. Mektup
Emirdağ Lahikası 2. Kitap 44. Mektup
Emirdağ Lahikası 2. Kitap 45. Mektup
Emirdağ Lahikası 2. Kitap 46. Mektup
Emirdağ Lahikası 2. Kitap 47. Mektup
Emirdağ Lahikası 2. Kitap 48. Mektup
Emirdağ Lahikası 2. Kitap 49. Mektup
Emirdağ Lahikası 2. Kitap 5. Mektup
Emirdağ Lahikası 2. Kitap 50. Mektup
Emirdağ Lahikası 2. Kitap 51. Mektup
Emirdağ Lahikası 2. Kitap 52. Mektup
Emirdağ Lahikası 2. Kitap 53. Mektup
Emirdağ Lahikası 2. Kitap 54. Mektup
Emirdağ Lahikası 2. Kitap 55. Mektup
Emirdağ Lahikası 2. Kitap 56. Mektup
Emirdağ Lahikası 2. Kitap 57. Mektup
Emirdağ Lahikası 2. Kitap 58. Mektup
Emirdağ Lahikası 2. Kitap 59. Mektup
Emirdağ Lahikası 2. Kitap 6. Mektup
Emirdağ Lahikası 2. Kitap 60. Mektup
Emirdağ Lahikası 2. Kitap 61. Mektup
Emirdağ Lahikası 2. Kitap 62. Mektup
Emirdağ Lahikası 2. Kitap 63. Mektup
Emirdağ Lahikası 2. Kitap 64. Mektup
Emirdağ Lahikası 2. Kitap 65. Mektup
Emirdağ Lahikası 2. Kitap 66. Mektup
Emirdağ Lahikası 2. Kitap 67. Mektup
Emirdağ Lahikası 2. Kitap 68. Mektup
Emirdağ Lahikası 2. Kitap 69. Mektup
Emirdağ Lahikası 2. Kitap 7. Mektup
Emirdağ Lahikası 2. Kitap 70. Mektup
Emirdağ Lahikası 2. Kitap 71. Mektup
Emirdağ Lahikası 2. Kitap 72. Mektup
Emirdağ Lahikası 2. Kitap 73. Mektup
Emirdağ Lahikası 2. Kitap 74. Mektup
Emirdağ Lahikası 2. Kitap 75. Mektup
Emirdağ Lahikası 2. Kitap 76. Mektup
Emirdağ Lahikası 2. Kitap 77. Mektup
Emirdağ Lahikası 2. Kitap 78. Mektup
Emirdağ Lahikası 2. Kitap 79. Mektup
Emirdağ Lahikası 2. Kitap 8. Mektup
Emirdağ Lahikası 2. Kitap 80. Mektup
Emirdağ Lahikası 2. Kitap 81. Mektup
Emirdağ Lahikası 2. Kitap 82. Mektup
Emirdağ Lahikası 2. Kitap 83. Mektup
Emirdağ Lahikası 2. Kitap 84. Mektup
Emirdağ Lahikası 2. Kitap 85. Mektup
Emirdağ Lahikası 2. Kitap 86. Mektup
Emirdağ Lahikası 2. Kitap 87. Mektup
Emirdağ Lahikası 2. Kitap 88. Mektup
Emirdağ Lahikası 2. Kitap 89. Mektup
Emirdağ Lahikası 2. Kitap 9. Mektup
Emirdağ Lahikası 2. Kitap 90. Mektup
Emirdağ Lahikası 2. Kitap 91. Mektup
Emirdağ Lahikası 2. Kitap 92. Mektup
Emirdağ Lahikası 2. Kitap 93. Mektup
Emirdağ Lahikası 2. Kitap 94. Mektup
Emirdağ Lahikası 2. Kitap 95. Mektup
Emirdağ Lahikası 2. Kitap 96. Mektup
Emirdağ Lahikası 2. Kitap 97. Mektup
Emirdağ Lahikası 2. Kitap 98. Mektup
Emirdağ Lahikası 2. Kitap 99. Mektup
Eskişehir Hayatı
Fatiha Sûresi
Fihriste-i Mektubat
Giriş
Gönüller Fatihi Büyük Üstada
Habbe
Hakikat Işıkları
Hakikat Çekirdekleri
Hastalar Risalesi
Hubâb
Hutbe-i Şamiye
Hutuvat-ı Sitte
Hz. Üstadın Nâşirlere Duası İşarat'ül İ'caz
Isparta Hayatı
Kardeşi Abdülmecid’in Takrizi
Kardeşlerimden rica ederim ki
Kastamonu Hayatı
Kastamonu Lahikası 1. Mektup
Kastamonu Lahikası 10. Mektup
Kastamonu Lahikası 100. Mektup
Kastamonu Lahikası 101. Mektup
Kastamonu Lahikası 102. Mektup
Kastamonu Lahikası 103. Mektup
Kastamonu Lahikası 104. Mektup
Kastamonu Lahikası 105. Mektup
Kastamonu Lahikası 106. Mektup
Kastamonu Lahikası 107. Mektup
Kastamonu Lahikası 108. Mektup
Kastamonu Lahikası 109. Mektup
Kastamonu Lahikası 11. Mektup
Kastamonu Lahikası 110. Mektup
Kastamonu Lahikası 111. Mektup
Kastamonu Lahikası 112. Mektup
Kastamonu Lahikası 113. Mektup
Kastamonu Lahikası 114. Mektup
Kastamonu Lahikası 115. Mektup
Kastamonu Lahikası 116. Mektup
Kastamonu Lahikası 117. Mektup
Kastamonu Lahikası 118. Mektup
Kastamonu Lahikası 119. Mektup
Kastamonu Lahikası 12. Mektup
Kastamonu Lahikası 120. Mektup
Kastamonu Lahikası 121. Mektup
Kastamonu Lahikası 122. Mektup
Kastamonu Lahikası 123. Mektup
Kastamonu Lahikası 124. Mektup
Kastamonu Lahikası 125. Mektup
Kastamonu Lahikası 126. Mektup
Kastamonu Lahikası 127. Mektup
Kastamonu Lahikası 128. Mektup
Kastamonu Lahikası 129. Mektup
Kastamonu Lahikası 13. Mektup
Kastamonu Lahikası 130. Mektup
Kastamonu Lahikası 131. Mektup
Kastamonu Lahikası 132. Mektup
Kastamonu Lahikası 133. Mektup
Kastamonu Lahikası 134. Mektup
Kastamonu Lahikası 135. Mektup
Kastamonu Lahikası 136. Mektup
Kastamonu Lahikası 137. Mektup
Kastamonu Lahikası 138. Mektup
Kastamonu Lahikası 139. Mektup
Kastamonu Lahikası 14. Mektup
Kastamonu Lahikası 140. Mektup
Kastamonu Lahikası 141. Mektup
Kastamonu Lahikası 142. Mektup
Kastamonu Lahikası 143. Mektup
Kastamonu Lahikası 144. Mektup
Kastamonu Lahikası 145. Mektup
Kastamonu Lahikası 146. Mektup
Kastamonu Lahikası 147. Mektup
Kastamonu Lahikası 148. Mektup
Kastamonu Lahikası 149. Mektup
Kastamonu Lahikası 15. Mektup
Kastamonu Lahikası 150. Mektup
Kastamonu Lahikası 151. Mektup
Kastamonu Lahikası 152. Mektup
Kastamonu Lahikası 153. Mektup
Kastamonu Lahikası 154. Mektup
Kastamonu Lahikası 155. Mektup
Kastamonu Lahikası 156. Mektup
Kastamonu Lahikası 157. Mektup
Kastamonu Lahikası 158. Mektup
Kastamonu Lahikası 159. Mektup
Kastamonu Lahikası 16. Mektup
Kastamonu Lahikası 160. Mektup
Kastamonu Lahikası 161. Mektup
Kastamonu Lahikası 162. Mektup
Kastamonu Lahikası 163. Mektup
Kastamonu Lahikası 164. Mektup
Kastamonu Lahikası 165. Mektup
Kastamonu Lahikası 166. Mektup
Kastamonu Lahikası 17. Mektup
Kastamonu Lahikası 18. Mektup
Kastamonu Lahikası 19. Mektup
Kastamonu Lahikası 2. Mektup
Kastamonu Lahikası 20. Mektup
Kastamonu Lahikası 21. Mektup
Kastamonu Lahikası 22. Mektup
Kastamonu Lahikası 23. Mektup
Kastamonu Lahikası 24. Mektup
Kastamonu Lahikası 25. Mektup
Kastamonu Lahikası 26. Mektup
Kastamonu Lahikası 27. Mektup
Kastamonu Lahikası 28. Mektup
Kastamonu Lahikası 29. Mektup
Kastamonu Lahikası 3. Mektup
Kastamonu Lahikası 30. Mektup
Kastamonu Lahikası 31. Mektup
Kastamonu Lahikası 32. Mektup
Kastamonu Lahikası 33. Mektup
Kastamonu Lahikası 34. Mektup
Kastamonu Lahikası 35. Mektup
Kastamonu Lahikası 36. Mektup
Kastamonu Lahikası 37. Mektup
Kastamonu Lahikası 38. Mektup
Kastamonu Lahikası 39. Mektup
Kastamonu Lahikası 4. Mektup
Kastamonu Lahikası 40. Mektup
Kastamonu Lahikası 41. Mektup
Kastamonu Lahikası 42. Mektup
Kastamonu Lahikası 43. Mektup
Kastamonu Lahikası 44. Mektup
Kastamonu Lahikası 45. Mektup
Kastamonu Lahikası 46. Mektup
Kastamonu Lahikası 47. Mektup
Kastamonu Lahikası 48. Mektup
Kastamonu Lahikası 49. Mektup
Kastamonu Lahikası 5. Mektup
Kastamonu Lahikası 50. Mektup
Kastamonu Lahikası 51. Mektup
Kastamonu Lahikası 52. Mektup
Kastamonu Lahikası 53. Mektup
Kastamonu Lahikası 54. Mektup
Kastamonu Lahikası 55. Mektup
Kastamonu Lahikası 56. Mektup
Kastamonu Lahikası 57. Mektup
Kastamonu Lahikası 58. Mektup
Kastamonu Lahikası 59. Mektup
Kastamonu Lahikası 6. Mektup
Kastamonu Lahikası 60. Mektup
Kastamonu Lahikası 61. Mektup
Kastamonu Lahikası 62. Mektup
Kastamonu Lahikası 63. Mektup
Kastamonu Lahikası 64. Mektup
Kastamonu Lahikası 65. Mektup
Kastamonu Lahikası 66. Mektup
Kastamonu Lahikası 67. Mektup
Kastamonu Lahikası 68. Mektup
Kastamonu Lahikası 69. Mektup
Kastamonu Lahikası 7. Mektup
Kastamonu Lahikası 70. Mektup
Kastamonu Lahikası 71. Mektup
Kastamonu Lahikası 72. Mektup
Kastamonu Lahikası 73. Mektup
Kastamonu Lahikası 74. Mektup
Kastamonu Lahikası 75. Mektup
Kastamonu Lahikası 76. Mektup
Kastamonu Lahikası 77. Mektup
Kastamonu Lahikası 78. Mektup
Kastamonu Lahikası 79. Mektup
Kastamonu Lahikası 8. Mektup
Kastamonu Lahikası 80. Mektup
Kastamonu Lahikası 81. Mektup
Kastamonu Lahikası 82. Mektup
Kastamonu Lahikası 83. Mektup
Kastamonu Lahikası 84. Mektup
Kastamonu Lahikası 85. Mektup
Kastamonu Lahikası 86. Mektup
Kastamonu Lahikası 87. Mektup
Kastamonu Lahikası 88. Mektup
Kastamonu Lahikası 89. Mektup
Kastamonu Lahikası 9. Mektup
Kastamonu Lahikası 90. Mektup
Kastamonu Lahikası 91. Mektup
Kastamonu Lahikası 92. Mektup
Kastamonu Lahikası 93. Mektup
Kastamonu Lahikası 94. Mektup
Kastamonu Lahikası 95. Mektup
Kastamonu Lahikası 96. Mektup
Kastamonu Lahikası 97. Mektup
Kastamonu Lahikası 98. Mektup
Kastamonu Lahikası 99. Mektup
Katre
Katrenin Zeyli
Kitap Sonundaki İ'lemler
Konferans
Kur’ân nedir, tarifi nasıldır?
Küçük Sözler
Latif Nükteler
Lem'alar
Lem'alar Fihrist
Lem'alar/Hz. Üstadın Nâşirlere Duası
Lemaat
Lemalar MN
Lâsiyyemalar
Mektubat
Mektubat/Hz. Üstadın Nâşirlere Duası
Mesnevi-i Nuriye
Mesnevi-i Nuriye Fihrist
Meyve Risalesi
Muhakemat
Muhakemat/Mukaddime
Muhsin'in Mektubu
Mukaddime
Mustafa Hilmi'nin Mektubu
Münazarat
Münderecât Hakkında
Münâcat
Nokta
Nur Talebelerinin Bir Takrizi
On Altıncı Lem'a
On Altıncı Mektup
On Altıncı Söz
On Beşinci Lem'a
On Beşinci Mektup
On Beşinci Söz
On Beşinci Şuâ
On Birinci Lem'a
On Birinci Mektup
On Birinci Söz
On Birinci Şuâ
On Dokuzuncu Lem'a
On Dokuzuncu Mektup
On Dokuzuncu Söz
On Dördüncü Lem'a
On Dördüncü Mektup
On Dördüncü Reşha
On Dördüncü Söz
On Dördüncü Şuâ
On Sekizinci Lem'a
On Sekizinci Mektup
On Sekizinci Söz
On Yedinci Lem'a
On Yedinci Mektup
On Yedinci Söz
On Üçüncü Lem'a
On Üçüncü Mektup
On Üçüncü Söz
On Üçüncü Şuâ
On İkinci Lem'a
On İkinci Mektup
On İkinci Söz
On İkinci Şuâ
Onuncu Lem'a
Onuncu Mektup
Onuncu Risale
Onuncu Söz
Otuz Birinci Lem'a
Otuz Birinci Mektup
Otuz Birinci Söz
Otuz Üçüncü Lem'a
Otuz Üçüncü Mektup
Otuz Üçüncü Söz
Otuz İkinci Lem'a
Otuz İkinci Mektup
Otuz İkinci Söz
Otuzuncu Lem'a
Otuzuncu Mektup
Otuzuncu Söz
Ramazân, İktisâd ve Şükür Risaleleri
Reşhalar
Risale-i Nur ve Hariç Memleketler
Risale-i Nur, her ateşi ve her yangını söndürür
Saykal-ül İslam
Sekizinci Lem'a
Sekizinci Mektup
Sekizinci Söz
Sekizinci Şuâ
Sikke-i Tasdik-i Gaybi'den Bir Mektup
Sözler
Sözler Fihrist
Sünuhat
Takdim
Takdim Haşiye
Tarihçe-i Hayat
Tarihçe-i Hayat/Hz. Üstadın Nâşirlere Duası
Tenbih
Tenvir
Tuluat
Uhuvvet Risalesi
Yedinci Lem'a
Yedinci Mektup
Yedinci Söz
Yedinci Şuâ
Yirmi Altıncı Lem'a
Yirmi Altıncı Mektup
Yirmi Altıncı Söz
Yirmi Beşinci Lem'a
Yirmi Beşinci Mektup
Yirmi Beşinci Söz
Yirmi Birinci Lem'a
Yirmi Birinci Mektup
Yirmi Birinci Söz
Yirmi Dokuzuncu Lem'a
Yirmi Dokuzuncu Mektup
Yirmi Dokuzuncu Söz
Yirmi Dördüncü Lem'a
Yirmi Dördüncü Mektup
Yirmi Dördüncü Söz
Yirmi Sekizinci Lem'a
Yirmi Sekizinci Mektup
Yirmi Sekizinci Söz
Yirmi Yedinci Lem'a
Yirmi Yedinci Mektup
Yirmi Yedinci Söz
Yirmi Üçüncü Lem'a
Yirmi Üçüncü Mektup
Yirmi Üçüncü Söz
Yirmi İkinci Lem'a
Yirmi İkinci Mektup
Yirmi İkinci Söz
Yirmidokuzuncu Lem'adan İkinci Bâb
Yirminci Lem'a
Yirminci Mektup
Yirminci Söz
Zerre
Zeylû'l-Hubâb
Zeylü'l-Habbe
Zeylü'z-Zeyl
Zühre
Önsöz
ÜÇÜNCÜ MAKALE
Üçüncü Lem'a
Üçüncü Mektup
Üçüncü Söz
Üçüncü Şuâ
İ'tizar
İfadetü'l-Meram
İhlas Risalesi
İkinci Lem'a
İkinci Mektup
İkinci Söz
İkinci Şuâ
İktisad, Kanaat, İsraf Mevzuunda Bir Mektup
İKİNCİ MAKALE
İlk Hayatı
İman ve İnsan
İtizar
İşarat
İşarat'ül İ'caz
İşarat'ül İ'caz Fihrist
İşarat-ı Gaybiyye Hakkında Bir Takriz
Şemme
Şualar
Şule
Şulenin Zeyli
Şuâlar İçindekiler
Dil
aa - Qafár af
ab - аԥсшәа
abs - bahasa ambon
ace - Acèh
ady - адыгабзэ
ady-cyrl - адыгабзэ
aeb - تونسي / Tûnsî
aeb-arab - تونسي
aeb-latn - Tûnsî
af - Afrikaans
ak - Akan
aln - Gegë
alt - алтай тил
am - አማርኛ
ami - Pangcah
an - aragonés
ang - Ænglisc
ann - Obolo
anp - अंगिका
ar - العربية
arc - ܐܪܡܝܐ
arn - mapudungun
arq - جازايرية
ary - الدارجة
arz - مصرى
as - অসমীয়া
ase - American sign language
ast - asturianu
atj - Atikamekw
av - авар
avk - Kotava
awa - अवधी
ay - Aymar aru
az - azərbaycanca
azb - تۆرکجه
ba - башҡортса
ban - Basa Bali
ban-bali - ᬩᬲᬩᬮᬶ
bar - Boarisch
bbc - Batak Toba
bbc-latn - Batak Toba
bcc - جهلسری بلوچی
bci - wawle
bcl - Bikol Central
be - беларуская
be-tarask - беларуская (тарашкевіца)
bg - български
bgn - روچ کپتین بلوچی
bh - भोजपुरी
bho - भोजपुरी
bi - Bislama
bjn - Banjar
blk - ပအိုဝ်ႏဘာႏသာႏ
bm - bamanankan
bn - বাংলা
bo - བོད་ཡིག
bpy - বিষ্ণুপ্রিয়া মণিপুরী
bqi - بختیاری
br - brezhoneg
brh - Bráhuí
bs - bosanski
btm - Batak Mandailing
bto - Iriga Bicolano
bug - ᨅᨔ ᨕᨘᨁᨗ
bxr - буряад
ca - català
cbk-zam - Chavacano de Zamboanga
cdo - 閩東語 / Mìng-dĕ̤ng-ngṳ̄
ce - нохчийн
ceb - Cebuano
ch - Chamoru
cho - Chahta Anumpa
chr - ᏣᎳᎩ
chy - Tsetsêhestâhese
ckb - کوردی
co - corsu
cps - Capiceño
cr - Nēhiyawēwin / ᓀᐦᐃᔭᐍᐏᐣ
crh - qırımtatarca
crh-cyrl - къырымтатарджа (Кирилл)
crh-latn - qırımtatarca (Latin)
cs - čeština
csb - kaszëbsczi
cu - словѣньскъ / ⰔⰎⰑⰂⰡⰐⰠⰔⰍⰟ
cv - чӑвашла
cy - Cymraeg
da - dansk
dag - dagbanli
de - Deutsch
de-at - Österreichisches Deutsch
de-ch - Schweizer Hochdeutsch
de-formal - Deutsch (Sie-Form)
dga - Dagaare
din - Thuɔŋjäŋ
diq - Zazaki
dsb - dolnoserbski
dtp - Dusun Bundu-liwan
dty - डोटेली
dv - ދިވެހިބަސް
dz - ཇོང་ཁ
ee - eʋegbe
egl - Emiliàn
el - Ελληνικά
eml - emiliàn e rumagnòl
en - English
en-ca - Canadian English
en-gb - British English
eo - Esperanto
es - español
es-419 - español de América Latina
es-formal - español (formal)
et - eesti
eu - euskara
ext - estremeñu
fa - فارسی
fat - mfantse
ff - Fulfulde
fi - suomi
fit - meänkieli
fj - Na Vosa Vakaviti
fo - føroyskt
fon - fɔ̀ngbè
fr - français
frc - français cadien
frp - arpetan
frr - Nordfriisk
fur - furlan
fy - Frysk
ga - Gaeilge
gaa - Ga
gag - Gagauz
gan - 贛語
gan-hans - 赣语(简体)
gan-hant - 贛語(繁體)
gcr - kriyòl gwiyannen
gd - Gàidhlig
gl - galego
gld - на̄ни
glk - گیلکی
gn - Avañe'ẽ
gom - गोंयची कोंकणी / Gõychi Konknni
gom-deva - गोंयची कोंकणी
gom-latn - Gõychi Konknni
gor - Bahasa Hulontalo
got - 𐌲𐌿𐍄𐌹𐍃𐌺
gpe - Ghanaian Pidgin
grc - Ἀρχαία ἑλληνικὴ
gsw - Alemannisch
gu - ગુજરાતી
guc - wayuunaiki
gur - farefare
guw - gungbe
gv - Gaelg
ha - Hausa
hak - 客家語/Hak-kâ-ngî
haw - Hawaiʻi
he - עברית
hi - हिन्दी
hif - Fiji Hindi
hif-latn - Fiji Hindi
hil - Ilonggo
ho - Hiri Motu
hr - hrvatski
hrx - Hunsrik
hsb - hornjoserbsce
hsn - 湘语
ht - Kreyòl ayisyen
hu - magyar
hu-formal - magyar (formal)
hy - հայերեն
hyw - Արեւմտահայերէն
hz - Otsiherero
ia - interlingua
id - Bahasa Indonesia
ie - Interlingue
ig - Igbo
igl - Igala
ii - ꆇꉙ
ik - Iñupiatun
ike-cans - ᐃᓄᒃᑎᑐᑦ
ike-latn - inuktitut
ilo - Ilokano
inh - гӀалгӀай
io - Ido
is - íslenska
it - italiano
iu - ᐃᓄᒃᑎᑐᑦ / inuktitut
ja - 日本語
jam - Patois
jbo - la .lojban.
jut - jysk
jv - Jawa
ka - ქართული
kaa - Qaraqalpaqsha
kab - Taqbaylit
kbd - адыгэбзэ
kbd-cyrl - адыгэбзэ
kbp - Kabɩyɛ
kcg - Tyap
kea - kabuverdianu
kg - Kongo
khw - کھوار
ki - Gĩkũyũ
kiu - Kırmancki
kj - Kwanyama
kjh - хакас
kjp - ဖၠုံလိက်
kk - қазақша
kk-arab - قازاقشا (تٴوتە)
kk-cn - قازاقشا (جۇنگو)
kk-cyrl - қазақша (кирил)
kk-kz - қазақша (Қазақстан)
kk-latn - qazaqşa (latın)
kk-tr - qazaqşa (Türkïya)
kl - kalaallisut
km - ភាសាខ្មែរ
kn - ಕನ್ನಡ
ko - 한국어
ko-kp - 조선말
koi - перем коми
kr - kanuri
krc - къарачай-малкъар
kri - Krio
krj - Kinaray-a
krl - karjal
ks - कॉशुर / کٲشُر
ks-arab - کٲشُر
ks-deva - कॉशुर
ksh - Ripoarisch
ksw - စှီၤ
ku - kurdî
ku-arab - كوردي (عەرەبی)
ku-latn - kurdî (latînî)
kum - къумукъ
kus - Kʋsaal
kv - коми
kw - kernowek
ky - кыргызча
la - Latina
lad - Ladino
lb - Lëtzebuergesch
lbe - лакку
lez - лезги
lfn - Lingua Franca Nova
lg - Luganda
li - Limburgs
lij - Ligure
liv - Līvõ kēļ
lki - لەکی
lld - Ladin
lmo - lombard
ln - lingála
lo - ລາວ
loz - Silozi
lrc - لۊری شومالی
lt - lietuvių
ltg - latgaļu
lus - Mizo ţawng
luz - لئری دوٙمینی
lv - latviešu
lzh - 文言
lzz - Lazuri
mad - Madhurâ
mag - मगही
mai - मैथिली
map-bms - Basa Banyumasan
mdf - мокшень
mg - Malagasy
mh - Ebon
mhr - олык марий
mi - Māori
min - Minangkabau
mk - македонски
ml - മലയാളം
mn - монгол
mni - ꯃꯤꯇꯩ ꯂꯣꯟ
mnw - ဘာသာ မန်
mo - молдовеняскэ
mos - moore
mr - मराठी
mrh - Mara
mrj - кырык мары
ms - Bahasa Melayu
ms-arab - بهاس ملايو
mt - Malti
mus - Mvskoke
mwl - Mirandés
my - မြန်မာဘာသာ
myv - эрзянь
mzn - مازِرونی
na - Dorerin Naoero
nah - Nāhuatl
nan - Bân-lâm-gú
nap - Napulitano
nb - norsk bokmål
nds - Plattdüütsch
nds-nl - Nedersaksies
ne - नेपाली
new - नेपाल भाषा
ng - Oshiwambo
nia - Li Niha
niu - Niuē
nl - Nederlands
nl-informal - Nederlands (informeel)
nmz - nawdm
nn - norsk nynorsk
no - norsk
nod - ᨣᩤᩴᨾᩮᩬᩥᨦ
nog - ногайша
nov - Novial
nqo - ߒߞߏ
nrm - Nouormand
nso - Sesotho sa Leboa
nv - Diné bizaad
ny - Chi-Chewa
nyn - runyankore
nys - Nyunga
oc - occitan
ojb - Ojibwemowin
olo - livvinkarjala
om - Oromoo
or - ଓଡ଼ିଆ
os - ирон
pa - ਪੰਜਾਬੀ
pag - Pangasinan
pam - Kapampangan
pap - Papiamentu
pcd - Picard
pcm - Naijá
pdc - Deitsch
pdt - Plautdietsch
pfl - Pälzisch
pi - पालि
pih - Norfuk / Pitkern
pl - polski
pms - Piemontèis
pnb - پنجابی
pnt - Ποντιακά
prg - prūsiskan
ps - پښتو
pt - português
pt-br - português do Brasil
pwn - pinayuanan
qqq - Message documentation
qu - Runa Simi
qug - Runa shimi
rgn - Rumagnôl
rif - Tarifit
rki - ရခိုင်
rm - rumantsch
rmc - romaňi čhib
rmy - romani čhib
rn - ikirundi
ro - română
roa-tara - tarandíne
rsk - руски
ru - русский
rue - русиньскый
rup - armãneashti
ruq - Vlăheşte
ruq-cyrl - Влахесте
ruq-latn - Vlăheşte
rw - Ikinyarwanda
ryu - うちなーぐち
sa - संस्कृतम्
sah - саха тыла
sat - ᱥᱟᱱᱛᱟᱲᱤ
sc - sardu
scn - sicilianu
sco - Scots
sd - سنڌي
sdc - Sassaresu
sdh - کوردی خوارگ
se - davvisámegiella
se-fi - davvisámegiella (Suoma bealde)
se-no - davvisámegiella (Norgga bealde)
se-se - davvisámegiella (Ruoŧa bealde)
sei - Cmique Itom
ses - Koyraboro Senni
sg - Sängö
sgs - žemaitėška
sh - srpskohrvatski / српскохрватски
sh-cyrl - српскохрватски (ћирилица)
sh-latn - srpskohrvatski (latinica)
shi - Taclḥit
shi-latn - Taclḥit
shi-tfng - ⵜⴰⵛⵍⵃⵉⵜ
shn - ၽႃႇသႃႇတႆး
shy - tacawit
shy-latn - tacawit
si - සිංහල
simple - Simple English
sjd - кӣллт са̄мь кӣлл
sje - bidumsámegiella
sk - slovenčina
skr - سرائیکی
skr-arab - سرائیکی
sl - slovenščina
sli - Schläsch
sm - Gagana Samoa
sma - åarjelsaemien
smn - anarâškielâ
sms - nuõrttsääʹmǩiõll
sn - chiShona
so - Soomaaliga
sq - shqip
sr - српски / srpski
sr-ec - српски (ћирилица)
sr-el - srpski (latinica)
srn - Sranantongo
sro - sardu campidanesu
ss - SiSwati
st - Sesotho
stq - Seeltersk
sty - себертатар
su - Sunda
sv - svenska
sw - Kiswahili
syl - ꠍꠤꠟꠐꠤ
szl - ślůnski
szy - Sakizaya
ta - தமிழ்
tay - Tayal
tcy - ತುಳು
tdd - ᥖᥭᥰᥖᥬᥳᥑᥨᥒᥰ
te - తెలుగు
tet - tetun
tg - тоҷикӣ
tg-cyrl - тоҷикӣ
tg-latn - tojikī
th - ไทย
ti - ትግርኛ
tk - Türkmençe
tl - Tagalog
tly - tolışi
tly-cyrl - толыши
tn - Setswana
to - lea faka-Tonga
tok - toki pona
tpi - Tok Pisin
tr - Türkçe
tru - Ṫuroyo
trv - Seediq
ts - Xitsonga
tt - татарча / tatarça
tt-cyrl - татарча
tt-latn - tatarça
tum - chiTumbuka
tw - Twi
ty - reo tahiti
tyv - тыва дыл
tzm - ⵜⴰⵎⴰⵣⵉⵖⵜ
udm - удмурт
ug - ئۇيغۇرچە / Uyghurche
ug-arab - ئۇيغۇرچە
ug-latn - Uyghurche
uk - українська
ur - اردو
uz - oʻzbekcha / ўзбекча
uz-cyrl - ўзбекча
uz-latn - oʻzbekcha
ve - Tshivenda
vec - vèneto
vep - vepsän kel’
vi - Tiếng Việt
vls - West-Vlams
vmf - Mainfränkisch
vmw - emakhuwa
vo - Volapük
vot - Vaďďa
vro - võro
wa - walon
wal - wolaytta
war - Winaray
wls - Fakaʻuvea
wo - Wolof
wuu - 吴语
xal - хальмг
xh - isiXhosa
xmf - მარგალური
xsy - saisiyat
yi - ייִדיש
yo - Yorùbá
yrl - Nhẽẽgatú
yue - 粵語
za - Vahcuengh
zea - Zeêuws
zgh - ⵜⴰⵎⴰⵣⵉⵖⵜ ⵜⴰⵏⴰⵡⴰⵢⵜ
zh - 中文
zh-cn - 中文(中国大陆)
zh-hans - 中文(简体)
zh-hant - 中文(繁體)
zh-hk - 中文(香港)
zh-mo - 中文(澳門)
zh-my - 中文(马来西亚)
zh-sg - 中文(新加坡)
zh-tw - 中文(臺灣)
zu - isiZulu
Biçim
Çevrimdışı çeviri aktar
Yerel biçimde aktar
CSV biçiminde dışa aktar
Getir
{{DISPLAYTITLE:Το Τριακοστής Αναλαμπής}}<languages/> <div lang="tr" dir="ltr" class="mw-content-ltr"> '''Otuz Birinci Mektup’un Otuzuncu Lem’a’sı''' '''ve Eskişehir Hapishanesinin bir meyvesi''' </div> <div lang="tr" dir="ltr" class="mw-content-ltr"> '''Altı nüktedir.''' </div> <div lang="tr" dir="ltr" class="mw-content-ltr"> Denizli Medrese-i Yusufiyesinin bir ders-i a’zamı Meyve Risalesi olduğu ve Afyon Medrese-i Yusufiyesinin kıymettar bir ders-i ekmeli El-Hüccetü’z-Zehra olması gibi Eskişehir Medrese-i Yusufiyesinin gayet kuvvetli bir ders-i a’zamı da ism-i a’zamı taşıyan altı ismin '''altı nükte'''sini beyan eden bu Otuzuncu Lem’a’dır. </div> <div lang="tr" dir="ltr" class="mw-content-ltr"> İsm-i a’zamdan Hayy-ı Kayyum’a dair parçada pek derin ve geniş meseleleri herkes birden bilemez ve zevk etmez, fakat hissesiz de kalmaz. </div> <div lang="tr" dir="ltr" class="mw-content-ltr"> == Birinci Nükte == </div> <div lang="tr" dir="ltr" class="mw-content-ltr"> '''İsm-i Kuddüs’ün bir nüktesine dairdir.''' </div> <div lang="tr" dir="ltr" class="mw-content-ltr"> (Bu Kuddüs Nüktesi, Otuzuncu Söz’ün Zeylinin Zeyli olması münasiptir.) </div> <div lang="tr" dir="ltr" class="mw-content-ltr"> بِسْمِ اللّٰهِ الرَّحْمٰنِ الرَّح۪يمِ وَال۟اَر۟ضَ فَرَش۟نَاهَا فَنِع۟مَ ال۟مَاهِدُونَ âyetinin bir nüktesi ve bir ism-i a’zam veyahut ism-i a’zamın altı nurundan bir nuru olan '''Kuddüs''' isminin bir cilvesi şaban-ı şerifin âhirinde, Eskişehir Hapishanesinde bana göründü. Hem mevcudiyet-i İlahiyeyi kemal-i zuhurla hem vahdet-i Rabbaniyeyi kemal-i vuzuhla gösterdi. Şöyle ki gördüm: </div> <div lang="tr" dir="ltr" class="mw-content-ltr"> Bu kâinat ve bu küre-i arz, daim işler bir büyük fabrika ve her vakit dolar boşalır bir han, bir misafirhanedir. Halbuki böyle işlek fabrikalar, hanlar ve misafirhaneler; muzahrefatla, enkazlarla, süprüntülerle çok kirleniyorlar, bulaşık oluyorlar ve ufunetli maddeler her tarafında teraküm ediyorlar. Eğer pek çok dikkatle bakılmazsa ve tanzif edilmezse ve süpürülüp temizlenmezse içinde durulmaz, insan onda boğulur. Halbuki bu fabrika-i kâinat ve misafirhane-i arz o derece pâk, temiz ve naziftir ve o kadar kirsiz ve bulaşıksızdır ve ufunetsizdir ki bir lüzumsuz şey ve bir menfaatsiz madde ve tesadüfî bir kir bulunmaz. Zâhirî bulunsa da çabuk bir istihale makinesine atılır, temizlenir. Demek bu fabrikaya bakan zat, çok iyi bakıyor. </div> <div lang="tr" dir="ltr" class="mw-content-ltr"> Ve bu fabrikanın öyle tanzifçi bir sahibi var ki o koca fabrikayı ve o büyük sarayı küçük bir oda gibi süpürtür, temizler, tanzim ve tanzif eder. Ve o pek büyük fabrikanın büyüklüğü nisbetinde muzahrefatı ve enkazından kalma kirli maddeleri, süprüntüleri bulunmuyor. Belki büyüklüğü nisbetinde, temizliğine ve nezafetine dikkat ediliyor. Bir insan, bir ayda yıkanmazsa ve küçük odasını süpürmezse çok kirlenir, pislenir. Demek bu saray-ı âlemdeki pâklık, safilik, nuranilik, temizlik; mütemadiyen hikmetli bir tanziften, bir dikkatli tathirden ileri geliyor. </div> <div lang="tr" dir="ltr" class="mw-content-ltr"> Ve eğer o daimî tathir ve süpürmek ve dikkat ile bakmak olmasaydı, bir senede bütün hayvanların yüz bin milletleri arzın yüzünde boğulacaklardı. Ve semavatın fezasında, tahribe ve mevte mazhar olan kürelerin ve peyklerin, belki yıldızların enkazları, başımızı ve diğer hayvanatın başlarını, belki küre-i arzın başını, belki dünyamızın başını kıracaklardı. Dağlar büyüklüğündeki taşları başımıza yağdıracaklardı ve bizi bu vatan-ı dünyevîmizden kaçıracaklardı. Halbuki eskiden beri o yukarı âlemlerdeki tahrip ve tamirden, medar-ı ibret olarak yalnız birkaç semavî taşlar düşmüş ise de hiç kimsenin başını kırmamış. </div> <div lang="tr" dir="ltr" class="mw-content-ltr"> Hem zeminin yüzünde her sene mevt ve hayatın değişmeleri ve dövüşmeleri yüzünden yüz binler hayvanat milletlerinin cenazeleri ve iki yüz bin nebatatın taifelerinin enkazları, berr ve bahrin yüzlerini fevkalâde öyle kirleteceklerdi ki zîşuur, o yüzleri değil sevmek, âşık olmak belki öyle çirkinlikten nefret edip mevte ve ademe kaçacaklardı. Bir kuş kolayca kanatlarını ve bir kâtip rahatça sahifelerini temizlediği gibi, bu tayyare-i arzın ve bu tuyûr-u semaviyenin kanatları ve bu kitab-ı kâinatın sahifeleri de öylece temizleniyor, güzelleşiyor ki âhiretin hadsiz güzelliğini görmeyen ve imanla düşünmeyen insanlar, dünyanın bu temizliğine, bu güzelliğine âşık olurlar, perestiş ederler. </div> <div lang="tr" dir="ltr" class="mw-content-ltr"> Demek bu saray-ı âlem ve bu fabrika-i kâinat, ism-i Kuddüs’ün bir cilve-i a’zamına mazhardır ki o tanzif-i kudsîden gelen emirleri, değil yalnız denizlerin âkilü’l-lahm tanzifatçıları ve karaların kartalları, belki kurtlar ve karıncalar gibi cenazeleri toplayan sıhhiye memurları dahi dinliyorlar. Belki o kudsî evamir-i tanzifiyeyi, bedende cereyan eden kandaki küreyvat-ı hamra ve beyza dahi dinleyip bedenin hüceyratında tanzifat yaptıkları gibi nefes dahi o kanı tasfiye eder, temizler. </div> <div lang="tr" dir="ltr" class="mw-content-ltr"> Ve o emri; göz kapakları, gözleri temizlemek ve sinekler, kanatlarını süpürmek için dinledikleri gibi koca hava ve bulut dahi dinler. Hava zeminin sathına, yüzüne konan toz toprak gibi süprüntülere üfler, tanzif eder. Bulut süngeri, zemin bahçesine su serper, toz toprağı yatıştırır. Sonra gökyüzünü çok zaman kirletmemek için çabuk süprüntülerini toplayıp kemal-i intizamla çekilir, gizlenir. Göğün güzel yüzünü ve gözünü, silinmiş ve süpürülmüş, parıl parıl parlar gösteriyor. </div> <div lang="tr" dir="ltr" class="mw-content-ltr"> Ve o evamir-i tanzifiyeyi yıldızlar, unsurlar, madenler, nebatlar dinledikleri gibi bütün zerreler dahi dinliyorlar ki hayret-engiz tahavvülat fırtınaları içinde o zerreler nezafete dikkat ediyorlar. Bir yerde lüzumsuz toplanmıyorlar, kalabalık etmiyorlar. Mülevves olsalar çabuk temizleniyorlar. En temiz ve en nazif ve en parlak ve en pâk vaziyetleri; en güzel, en saf, en latîf suretleri almak için bir dest-i hikmet tarafından sevk olunuyorlar. </div> <div lang="tr" dir="ltr" class="mw-content-ltr"> İşte bu tek fiil, yani bir tek hakikat olan tanzif; ism-i Kuddüs gibi bir ism-i a’zamdan, kâinatın daire-i a’zamında görünen bir cilve-i a’zamdır ki doğrudan doğruya mevcudiyet-i Rabbaniyeyi ve vahdaniyet-i İlahiyeyi esma-i hüsnasıyla beraber, güneş gibi geniş ve dürbün gibi olan gözlere gösterir. </div> <div lang="tr" dir="ltr" class="mw-content-ltr"> Evet, Risale-i Nur’un çok cüzlerinde kat’î bürhanlarla ispat edilmiş ki: İsm-i Hakem ve ism-i Hakîm’in bir cilvesi olan fiil-i tanzim ve nizam ve ism-i Adl ve Âdil’in bir cilvesi olan fiil-i tevzin ve mizan ve ism-i Cemil ve Kerîm’in bir cilvesi olan fiil-i tezyin ve ihsan ve ism-i Rab ve Rahîm’in bir cilvesi olan fiil-i terbiye ve in’am; bu daire-i a’zam-ı âlemde, her biri bir tek hakikat ve bir tek fiil olduklarından bir tek zatın vücub-u vücudunu ve vahdetini gösteriyorlar. Aynen öyle de ism-i Kuddüs’ün bir mazharı ve bir cilvesi olan fiil-i tanzif ve tathir dahi o Zat-ı Vâcibü’l-vücud’un hem güneş gibi mevcudiyetini hem gündüz gibi vahdaniyetini gösteriyorlar. Ve mezkûr tanzim, tevzin, tezyin, tanzif misillü o ef’al-i hakîmane, a’zamî dairede vahdet-i neviyeleri noktasında bir tek Sâni’-i Vâhid’i gösterdikleri gibi esma-i hüsnanın ekserisinin, belki bin bir esmanın her birinin böyle birer cilve-i a’zamı, bu daire-i a’zamda vardır. Ve o cilveden gelen fiil, büyüklüğü nisbetinde vuzuh ve kat’iyetle Vâhid-i Ehad’i gösterir. </div> <div lang="tr" dir="ltr" class="mw-content-ltr"> Evet, her şeyi kanun ve nizamına itaat ettiren hikmet-i âmme ve her şeyi süslendirip yüzünü güldüren inayet-i şâmile ve her şeyi sevindirip memnun eden rahmet-i vâsia ve zîhayat her şeyi beslendirip lezzetlendiren rızk-ı umumî-i iaşe ve her şeyi umum eşyaya münasebettar ve müstefid ve bir derece mâlik eden hayat ve ihya gibi kâinatın yüzünü güldüren, ışıklandıran bedihî hakikatler ve vahdanî fiiller; ziya güneşi gösterdiği gibi bir tek Zat-ı Hakîm, Kerîm, Rahîm, Rezzak, Hay ve Muhyî’yi bilbedahe gösteriyorlar. </div> <div lang="tr" dir="ltr" class="mw-content-ltr"> Eğer her biri birer bürhan-ı bâhir-i vahdaniyet olan o yüzer geniş fiillerden tek birisi Vâhid-i Ehad’e verilmezse yüzer vecihte muhaller lâzım gelir. Mesela, onlardan değil hikmet, inayet, rahmet, iaşe, ihya gibi bedihî hakikatler ve vahdanî deliller, belki yalnız tanzif fiili kâinat Hâlık’ına verilmezse o vakit ehl-i dalaletin o meslek-i küfrîsinde lâzım gelir ki: Ya tanzif ile alâkadar zerreden, sinekten tut tâ unsurlara, yıldızlara kadar bütün mahlukatın her biri koca kâinatın tezyinini ve tevzinini ve tanzimini ve tanzifini bilecek, düşünecek ve ona göre davranacak bir kabiliyette olacak veyahut Hâlık-ı âlem’in sıfât-ı kudsiyesi kendisinde bulunacak veyahut bu kâinatın tezyinat ve tanzifatı ve vâridat ve masarifinin muvazenelerini tanzim etmek için kâinat büyüklüğünde bir meclis-i meşveret bulundurulacak ve hadsiz zerreler, sinekler, yıldızlar o meclisin azaları olacak ve hâkeza... Bunlar gibi hurafeli, safsatalı yüzer muhaller bulunacak. Tâ ki her tarafta görünen ve müşahede olunan umumî ve ihatalı, ulvi tezyin ve tathir ve tanzif vücud bulabilsin. Bu ise bir muhal değil, belki yüz bin muhal ortaya girer. </div> <div lang="tr" dir="ltr" class="mw-content-ltr"> Evet, eğer gündüzün ziyası ve zemindeki umum parlak şeylerde temessül eden hayalî güneşçikler güneşe verilmezse ve bir tek güneşin cilve-i in’ikasıdır denilmezse o vakit zemin yüzünde parlayan bütün cam parçalarında ve su katrelerinde ve karın şişeciklerinde, belki havanın zerrelerinde birer hakiki güneş bulunmak lâzım gelir. Tâ ki o umumî ziya vücud bulabilsin. </div> <div lang="tr" dir="ltr" class="mw-content-ltr"> İşte hikmet dahi bir ziyadır. Rahmet-i muhita bir ziyadır. Tezyin, tevzin, tanzim, tanzif muhit birer ziyadırlar ki o Şems-i Ezelî’nin şuâlarıdırlar. </div> <div lang="tr" dir="ltr" class="mw-content-ltr"> İşte gel, bak; dalalet ve küfür nasıl hiç çıkılmaz bataklığa girer. Ve dalaletteki cehalet, ne derece ahmakane olduğunu gör, اَل۟حَم۟دُ لِلّٰهِ عَلٰى دٖينِ ال۟اِس۟لَامِ وَ كَمَالِ ال۟اٖيمَانِ de. </div> <div lang="tr" dir="ltr" class="mw-content-ltr"> Evet, kâinat sarayını tertemiz tutan bu ulvi, umumî tanzif elbette ism-i Kuddüs’ün cilvesi ve muktezasıdır. Evet nasıl ki bütün mahlukatın tesbihatları ism-i Kuddüs’e bakar, öyle de bütün nezafetlerini de Kuddüs ismi ister. (Hâşiye<ref>'''Hâşiye:''' Kötü hasletler, bâtıl itikadlar, günahlar, bid’alar manevî kirlerden olduklarını unutmamalıyız.</ref>) Nezafetin bu kudsî intisabındandır ki اَلنَّظَافَةُ مِنَ ال۟اٖيمَانِ hadîsi, nezafeti imanın nurundan saymış. </div> <div lang="tr" dir="ltr" class="mw-content-ltr"> اِنَّ اللّٰهَ يُحِبُّ التَّوَّابٖينَ وَيُحِبُّ ال۟مُتَطَهِّرٖينَ âyeti dahi tahareti, muhabbet-i İlahiyenin bir medarı göstermiş. </div> <span id="Otuzuncu_Lem’a’nın_İkinci_Nüktesi"></span> == Το Δεύτερο Ευφυολόγημα της Τριακοστής Αναλαμπής == وَ اِنْ مِنْ شَىْءٍ اِلَّا عِنْدَنَاخَزَٓائِنُهُ وَمَا نُنَزِّلُهُٓ اِلَّا بِقَدَرٍمَعْلُومٍ (Δεν υπάρχει τίποτα που να μην πηγάζουν από τους Δικούς μας θησαυρούς. Και εμείς κατεβάζουμε τα πάντα βάση ενός καθορισμένου μέτρου. Κουράν, Ελ-Χιτζρ, 15:21) Είναι ένα χάρισμα αυτού του εδαφίου, και το Ύψιστο Όνομα(İsm-i Âzam), ή ένα φως από τα έξι φώτα του Ύψιστου Ονόματος(İsm-i Âzam), και μια λάμψη του φωτός του ονόματος Ο Δίκαιος(El-Αdl), και όπως και στο πρώτο ευφυολόγημα, έτσι και αυτό, μου φανερώθηκε από αρκετά μακριά όταν ήμουν στις φυλακές της πόλης Εσκίσεχιρ. Για να το προσεγγίσουμε, με τρόπο παραβολικό θα πούμε ως ακολούθως: Αυτό το σύμπαν λοιπόν, είναι ένα τέτοιο παλάτι, μέσα στο οποίο υφίσταται μια πόλη η οποία αναστατώνεται με τις αδιάλειπτες κατεδαφίσεις και επισκευές… και υπάρχει μια χώρα μέσα σε αυτήν την πόλη η οποία αναβράζει συνέχεια σε μια κατάσταση πολέμου και μετανάστευσης… και υπάρχει ένας κόσμος μέσα σε αυτήν τη χώρα ο οποίος κατρακυλάει πάντα ανάμεσα στο θάνατο και τη ζωή. Ωστόσο, κυριαρχεί μια τέτοια εκπληκτική ευταξία, ισορροπία και ένα μέτρο σε αυτό το παλάτι, σε αυτή τη πόλη, σε αυτή τη χώρα και σε αυτόν τον κόσμο, τα οποία προφανώς μας αποδεικνύουν ότι αυτές οι ατέλειωτες μεταβολές και τα έσοδα και έξοδα αυτών των αμέτρητων υπάρξεων, μπορούν να καταμετρηθούν και να ζυγιστούν μόνο με το μέτρο ενός τέτοιου Προσώπου, που παρατηρεί και εποπτεύει όλο το σύμπαν ταυτόχρονα, κάθε στιγμή. Ειδάλλως, εάν οι αιτίες -οι οποίες διαθέτουν μια τάση εισβολής και καταστροφής απέναντι σε αυτήν την ισορροπία- όπως για παράδειγμα με τα χιλιάδες αυγά που γεννά ένα ψάρι μέσα σε όλα τα ψάρια, με τους είκοσι χιλιάδες σπόρους μίας μόνο παπαρούνας, και με τα στοιχεία που ρέουν χειμαρρώδης και με τις επιθέσεις των μεταβολών, ήταν αδέσποτες, ή αποδίδονταν στην άσκοπη και πλανόδια σύμπτωση, στην ανισόρροπη και τυφλή δύναμη και στην ασυνείδητη και σκοτεινή φύση, τότε αυτή η ισορροπία των πραγμάτων και η ισορροπία του σύμπαντος θα καταστρεφόταν, και μέσα σε ένα χρόνο ή και μία μέρα θα καταντούσε χαοτική. Με άλλα λόγια, η θάλασσα θα γέμιζε με μπερδεμένα πράγματα και θα αλλοίωνε. Ο αέρας θα δηλητηριαζόταν με βλαβερά αέρια. Το έδαφος θα μετατρεπόταν σε έναν σκουπιδότοπο, σε ένα σφαγείο και σε έναν βάλτο. Η Γη θα πνιγόταν… Ιδού λοιπόν δες ότι, από τα κύτταρα των ζωικών σωμάτων, από τα ερυθρά και λευκά αιμοσφαίρια του αίματος, από τις μεταβολές των σωματιδίων, από την απόλυτη αναλογία των οργάνων με τα σώματα, μέχρι και τα έσοδα και έξοδα των θαλασσών, τα εισερχόμενα και εξερχόμενα των κρηνών που βρίσκονται κάτω από το έδαφος, τις αναπαραγωγές και τους θανάτους των φυτών και ζώων, την κατεδάφιση στο φθινόπωρο και την ανοικοδόμηση στην άνοιξη, και μέχρι τις υπηρεσίες και τις κινήσεις των στοιχείων και των άστρων, τις εναλλαγές, τις μάχες και τις αναμετρήσεις των θανάτων με τη ζωή, και ακόμη του φωτός με το σκότος, της θέρμης με το κρύο… όλα αυτά υπολογίζονται και διαμορφώνονται με μια τόσο λεπτή μέτρηση και τόσο ευαίσθητη ζύγιση, έτσι ώστε ο νους του ανθρώπου δε βλέπει την παραμικρή σπατάλη αληθινά, και ούτε την παραμικρή ατοπία, όπως και η σοφία και γνώση του ανθρώπου διαπιστώνει αλλά και επαληθεύει ταυτοχρόνως την πιο τέλεια τάξη και την πιο υπέροχη αρμονία. Ίσως η σοφία και η γνώση αυτή και η ίδια είναι μια εξωτερίκευση και διατύπωση της προκείμενης τάξης και αρμονίας. Έλα λοιπόν και απλά δες την ισορροπία που επικρατεί ανάμεσα στον Ήλιο με τους υπόλοιπους δώδεκα πλανήτες. Μήπως αυτή η ισορροπία δεν μας παρουσιάζει σαν τον ήλιο, τον Κάτοχο Μεγαλείου Δύναμης και Δόξας (Αλλάχ)(Zât-ı Zülcelâl) που είναι και Ο Παντοδύναμος (Kadîr) και Ο Απόλυτα Δίκαιος(Adl); Και ειδικά, το σκάφος μας το οποίο είναι ένα από αυτούς τους πλανήτες, δηλαδή η Γη μας, ταξιδεύει και κάνει έναν κύκλο είκοσι τεσσάρων χιλιάδων χρόνων μέσα σε ένα χρόνο. Και παρά την απίστευτη ταχύτητα που κινείται, δε σκορπά τα αντικείμενα που είναι διευθετημένα, στοιβαγμένα στην επιφάνεια της γης, και δεν τα ταράσσει τινάζοντάς τα στο διάστημα. Εάν η ταχύτητά της αυξανόταν ή μειωνόταν έστω και λίγο, τότε θα τίναζε τους κατοίκους της στον αέρα και θα τους σκορπούσε στο διάστημα. Και εάν έχανε την ισορροπία της έστω και για ένα λεπτό ίσως και ένα δευτερόλεπτο, η Γη μας θα καταστρεφόταν συγκρουόμενο με κάποιο άλλο περιοδεύον σώμα, θα έφερνε το τέλος του κόσμου. Και ειδικά αυτή η τόσο στοργική ισορροπία των γεννήσεων και θανάτων, της σίτισης και συντήρησης των τετρακοσίων χιλιάδων διαφορετικών ειδών φυτών και ζώων στην επιφάνεια της γης, μας δείχνει Έναν Απόλυτα Δίκαιο(Adl) και Οικτίρμων (Rahîm) Αλλάχ, όπως το φως που μας δείχνει τον ήλιο. Και ειδικά, τα μέλη, τα όργανα και οι αισθήσεις μίας μόνο οντότητας, από τα άπειρα μέλη των άπειρων διαφορετικών ειδών, βρίσκονται σε μια τέτοια ισορροπία, συσχετισμό και αρμονία μεταξύ τους, που αυτή η ακεραιότητα και η ισορροπία σε καταφανέστατο βαθμό μας δείχνουν έναν Πλάστη Ακριβοδίκαιο και Πάνσοφο(Sâni-iAdl, Hakîm). Και ειδικά, τα κύτταρα στο σώμα του κάθε ζώου, τα αιμοφόρα αγγεία και τα αιμοσφαίρια στο αίμα, και τα σωματίδια στα αιμοσφαίρια, κατέχουν μια τόσο λεπτή, ευαίσθητη και άψογη ισορροπία, η οποία αναμφισβήτητα μας αποδεικνύει ότι, όλα αυτά συγκροτούνται, διαρθρώνονται και διοικούνται παρά μόνο με την τάξη, το διάταγμα και την πειθαρχεία ενός Απόλυτα Δίκαιου και Πάνσοφου Δημιουργού(Hâlık-ιAdlve Hakîm), ο Οποίος κρατάει στο χέρι Του τα νήματα των πάντων, και διαθέτει τα κλειδιά για τα πάντα, και διαχειρίζεται τα πάντα με έναν απόλυτα εύκολο τρόπο που ουδεμία ενέργεια δεν εμποδίζει κάποια άλλη. Συνεπώς αυτοί που δεν πιστεύουν στο Μέγα Δικαστήριο της Ανάστασης όπου θα απονεμηθεί η ύψιστη δικαιοσύνη, θεωρώντας παράλογο και απίθανο την ζύγιση των πράξεων των τζιν και των ανθρώπων μέσω του υπέρτατου ζυγού, εάν αναλογιστούν προσεκτικά τη μέγιστη ισορροπία και τάξη που διαπιστώνουν με τα ίδια τους τα μάτια σε αυτόν τον κόσμο, είναι σίγουρο ότι θα απαλλαγούν από μια τέτοια αυταπάτη και δεν θα τους μείνει καμία αμφιβολία. Ω εσύ, σπάταλε, άσωτε, ω τύραννε, άδικε, ω βρομερέ, ακάθαρτε, κακόμοιρε άνθρωπε! Επειδή δεν ενεργείς με βάση τη λιτότητα, την καθαριότητα και τη δικαιοσύνη, τα οποία είναι οι ουσιώδεις αρχές όλων των πράξεων που διεξάγουν όλα τα όντα… ναι, με αυτήν λοιπόν την αντιστράτευση σου προς όλη την ύπαρξη, πνευματικά λαμβάνεις το μίσος και την οργή τους. Σε τί στηρίζεσαι και οργίζεις ολάκερη την ύπαρξη με την τυραννία σου, την αταξία σου, την σπατάλη και ακαθαρσία σου; Ναι, η ολότητα της γνώσης και της σωφροσύνης που εμφανίζεται σε όλο το σύμπαν και είναι μια από τις μεγαλύτερες εκδηλώσεις του θείου ονόματος Ο Πάνσοφος(Hakîm), διέπονται από την αρχή της οικονομίας, και υπαγορεύουν την οικονομία. Επίσης, η καθολική δικαιοκρατία που υφίσταται σε όλο το σύμπαν και είναι μια από τις μεγαλύτερες εκδηλώσεις του θείου ονόματος Ο Απόλυτα Δίκαιος(Adl), διαχειρίζεται την ισορροπία όλων των υπάρξεων. Διατάσσει τη δικαιοσύνη στην ανθρωπότητα. Τα τέσσερα επίπεδα τα οποία υποδεικνύουν τα τέσσερα είδη μέτρου και δικαιοσύνης και επαναλαμβάνουν τη λέξη «ζυγός» (mizan), τέσσερις φορές στη Σούρα Ερ-Ραχμάν, του Κουράν, وَالسَّمَٓاءَ رَفَعَهَا وَوَضَعَ ال۟مٖيزَانَ اَلَّا تَط۟غَو۟ا فِى ال۟مٖيزَانِ وَاَقٖيمُوا ال۟وَز۟نَ بِال۟قِس۟طِ وَلَا تُخ۟سِرُوا ال۟مٖيزَانَ (Ο Αλλάχ) ύψωσε τον ουρανό και καθόρισε την ισοζυγία με μέτρο. Για να μην παραβιάζετε το ζύγισμα. Να πραγματοποιείτε με δικαιοσύνη το ζύγι και το μέτρο και μη βλάπτετε το δικό σας ζύγι στο υπερπέραν κόσμο. 55:7-9 μας δείχνει την βαρύνουσα σημασία και την ουσιαστικότητα αυτής της ισορροπίας. Ναι, όπως δεν υπάρχει σπατάλη σε τίποτα, ούτε και υπάρχει η παραμικρή αδικία και η οποιαδήποτε πραγματική ανισορροπία. Και μάλιστα ακόμη η καθαρότητα και η αγνότητα που είναι μια από τις μεγαλύτερες εκδηλώσεις του θείου ονόματος Ο Υπεράγαθος(Kuddûs), καθαρίζει και ομορφαίνει όλες τις υπάρξεις του σύμπαντος, έτσι ώστε δεν παρατηρείται η παραμικρή πραγματική ρύπανση και ασχήμια σε απολύτως τίποτα με την προϋπόθεση να μην επέμβει το βρόμικο χέρι του ανθρώπου. Ως εκ τούτου, κατάλαβε και εσύ πόσο κρίσιμες είναι οι αρχές της δικαιοσύνης, οικονομίας, και καθαριότητας για την ανθρώπινη ζωή, τα οποία διέπουν οι αλήθειες του Κουράν, και οι αρχές του Ισλάμ. Αναλογίσου επίσης, πόσο ενδελεχής και ουσιώδης είναι ο συσχετισμός των διαταγμάτων του Κουράν με όλο το σύμπαν και πόσο έχει απλώσει τις ρίζες του μέσα στο σύμπαν ενσωματώνοντας με αυτό, και πόσο η ανατροπή αυτών των διαταγμάτων είναι αδύνατη διότι σημαίνει την καταστροφή και αναδιαμόρφωση ολόκληρου του σύμπαντος. Μαζί με αυτά τα τρία υπέρτατα φώτα, έτσι και εκατοντάδες ευρύτατες αλήθειες όπως η ευσπλαχνία, η στήριξη και η πρόνοια καθιστούν αναγκαία και απαραίτητη την ανάσταση και το υπερπέραν. Άρα είναι λοιπόν ποτέ δυνατόν, αυτές οι τόσο δυνατές, απρόσβλητες και ευρύτατες πραγματικότητες, η ευσπλαχνία, η πρόνοια, η δικαιοσύνη, η σοφία, η οικονομία και η καθαριότητα, οι οποίες δεσπόζουν στο σύμπαν και στους απαξάπαντες, με την ανάκληση της ανάστασης και την κατάργηση του υπερπέραν, να μετατραπούν σε μια άκρως ανελέητη ασπλαχνία και τυραννία, παράνοια, σπατάλη, ασυναρτησία, σε μια μέγιστη ακαθαρσία και μίανση και ασχήμια; Επ’ ουδενί! Εκατοντάδες χιλιάδες φορές επ’ ουδενί! Είναι ποτέ πιθανόν η ευσπλαχνία και η σοφία που με στοργή προστατεύουν το δικαίωμα ζωής μιας μύγας, να καταπατήσουν τα άπειρα δικαιώματα όλων των ενσυνείδητων όντων, και τα άπειρα δικαιώματα των αναρίθμητων υπάρξεων, αναιρώντας την πραγμάτωση της ανάστασης; Και είναι δυνατόν να λογίζεται ένας Κάτοχος μιας τέτοιας δοξασμένης Κυριότητας(Rubûbiyyet) που παρουσιάζει μια απόλυτη ευαισθησία και ακεραιότητα στην ευσπλαχνία, στοργή, δικαιοσύνη και σοφία, και μια τέτοια επιβλητική βασιλεία Θεότητας(Ulûhiyet), που πλουμίζει με τα αγαθά και τις απέραντες και απίστευτες τέχνες τους κόσμους προκειμένου να γνωστοποιήσει την πληρότητα Του και να καταστήσει εγνωσμένο τον Εαυτό Του, να επιτρέψει στην «ανυπαρξία ανάστασης» η οποία θα απαξιώνει όλες τις αρετές Του και θα υποτιμά και την καθολική εντέλεια του σύμπαντος Του και θα στοιχειοθετεί την απάρνηση των αξιών απάντων των οντοτήτων; Επ’ ουδενί! Ένα τέτοιο απόλυτο κάλλος αναμφισβήτητα δε συνάδει και ουδόλως και θα επέτρεπε μια τέτοια απόλυτη ασχήμια! Ναι, κάποιος που θέλει να αρνηθεί το υπερπέραν, πρώτα πρέπει να απαρνηθεί όλο τον κόσμο με όλες του τις πραγματικότητες. Ειδάλλως, ο κόσμος με όλες του τις αλήθειες, και με εκατοντάδες χιλιάδες γλώσσες θα τον διαψεύσουν και θα διασύρουν το ψέμα του εκατό χιλιάδες φορές. Με ακράδαντα στοιχεία ο Δέκατος Λόγος έχει αποδείξει ότι η ύπαρξη του υπερπέραν κόσμου είναι γεγονός και αδιαμφισβήτητη όσο και η ύπαρξη του κόσμου αυτού. '''Που Αναφέρεται στο Τρίτο Φως Από Τα Έξι Φώτα Του Ύψιστου Ονόματος(İsm-i Azam)''' <span id="Üçüncü_Nükte"></span> == Το Τρίτο Ευφυολόγημα == اُدْعُاِلٰى سَبٖيلِرَبِّكَبِالْحِكْمَةِ (Κάλεσε με σοφία στο δρόμο του Κυρίου Επιμορφωτή σου. Κουράν, Εν-Ναχλ, 16:25) Αυτό το στοιχείο περί της πίστης αποτελεί ένα χαριτωμένο απαύγασμα του παραπάνω εδαφίου και ένα Ύψιστο Όνομα(İsm-i A’zam), ή ένα από τα έξι φώτα του Ύψιστου Ονόματος και είναι μία λάμψη του ονόματος Ο Κυβερνών(El-Hakem) και μου έχει φανερωθεί στον ένδοξο μήνα του Ραμαδάν. Έχει συνταχθεί με βιασύνη και περιέχει τα ακόλουθα Πέντε Σημεία αναφορικά με αυτό το όνομα, και έχει μείνει ως πρόχειρο. <span id="Üçüncü_Nükte’nin_Birinci_Noktası"></span> === Το Πρώτο Σημείο: === Όπως έχει γίνει αναφορά και στο Δέκατο Λόγο, η ύψιστη επιρροή του ονόματος Ο Μοναδικός Κυβερνήτης(El-Hakem) καθιστά αυτό το σύμπαν ένα βιβλίο, μέσα στο οποίο έχουν γραφτεί εκατοντάδες βιβλία στην κάθε του σελίδα, και εξίσου στον κάθε του στίχο έχουν καταχωρηθεί εκατοντάδες σελίδες και στην κάθε του λέξη υπάρχουν εκατοντάδες στίχοι και στο κάθε του γράμμα εμπεριέχονται εκατοντάδες λέξεις, και ακόμη στην κάθε του τελεία υπάρχει ένα μικρό, συνοπτικό ευρετήριο του ίδιου βιβλίου. Αυτές λοιπόν οι σελίδες, οι στίχοι, μέχρι και οι τελείες αυτού του βιβλίου, μας παρουσιάζουν από εκατό πτυχές τον καλλιτέχνη και συγγραφέα τους με έναν τόσο διαυγές τρόπο που έστω και ένα βλέμμα σε αυτήν την βίβλο του σύμπαντος, μας υποδεικνύει και νουθετεί την υπόσταση του ενός και μοναδικού συγγραφέα του και μάλιστα εκατό φορές περισσότερο από ότι την ίδια της την υπόσταση. Διότι, καθώς ένα γράμμα επιδεικνύει μεν την ίδια του την υπόσταση όσο ένα γράμμα, υποδεικνύει και επαληθεύει δε όσο ένας στίχος τον συντάκτη του. Πράγματι, μία από τις σελίδες αυτής της μέγα βίβλου του σύμπαντος, είναι η επιφάνεια της γης. Και στην εποχή της άνοιξης παρακολουθούμε εν όψει να καταγράφονται σε αυτή τη σελίδα με έναν απόλυτα ενδελεχή τρόπο, τόσα βιβλία όσα είναι και οι ομάδες των φυτών και ζώων, ενσωματωμένα, μαζικά, ταυτοχρόνως και χωρίς το παραμικρό σφάλμα. Και όντως ένας στίχος της προκείμενης σελίδας είναι ένας κήπος. Όπου παρατηρούμε ομοίως να συνθέτονται ομαδικά ωδές και έπαινοι όσα και τα λουλούδια, τα δέντρα και τα φυτά που βρίσκονται μέσα σε αυτόν τον κήπο, η μία μέσα στην άλλη, χωρίς τη παραμικρή ανακρίβεια. Και προφανώς μία λέξη αυτού του στίχου είναι ένα μεμονωμένο δέντρο ανθισμένο και έτοιμο να δώσει τον καρπό του. Αυτή η μία λέξη λοιπόν, αποτελείται από τόσα άρθρα όσα είναι και τα τέλεια, ταξινομημένα και στολισμένα φύλλα, τα άνθη και οι καρποί του δέντρου τα οποία με γλαφυρότητα αφηγούνται τον Κάτοχο Μεγαλείου Δύναμης και τον Μοναδικό Κυβερνήτη Αλλάχ(Hakem-iZülcelâl). Λες και αυτό το δέντρο όπως και όλα τα άλλα ανθισμένα δέντρα, είναι ένα έμμετρο ζωντανό υμνολόγιο που ψέλνει την εύφημη μνεία προς το διακοσμητή και συντηρητή του. Και είναι σαν να επιθυμεί να αγναντεύει με χιλιάδες μάτια τα ανεκτίμητης αξίας και μοναδικά αριστουργήματα που προβάλλει σε αυτόν τον επίγειο τόπο έκθεσης αυτός ο Μεγαλοπρεπής Κυβερνήτης(Hakem-iZülcelâl). Επίσης σαν να επιδιώκει να παρουσιάσει στον βασιλιά του, στα εορταστικά εγκαίνια της άνοιξης, τα πολύτιμα δώρα και τα παράσημα και τις στολές που έχει χορηγήσει ο Άναρχος Σουλτάνος (Sultan-ı Ezelî) σε αυτό το δέντρο, έχει ενδυθεί με μια τόσο καλλωπισμένη άπταιστη, γλαφυρή και βαρυσήμαντη μορφή και φέροντας ένα τόσο αποφθεγματικό ύφος, που προσμαρτυρεί με το έκαστο άνθος, με τον έκαστο του καρπό με ποικίλα τεκμήρια και γλώσσες την ύπαρξη και τους ιδιαίτερους τίτλους του Σχεδιαστή και Διακοσμητή(Nakkaş) του. Για παράδειγμα, το γεγονός ότι υφίσταται ένα μέτρο σε κάθε άνθος και σε κάθε καρπό, και αυτό το μέτρο εντίθεται μέσα σε μια τάξη, και αυτή η τάξη εντίθεται σε μια αδιάπαυστη αναδιοργάνωση και ισορρόπηση, και αυτή η οργάνωση εντίθεται σε μια διακόσμηση και καλλιτεχνία, και αυτή η καλλιτεχνία εντίθεται μέσα σε εκφραστικά αρώματα και εμβριθείς γεύσεις, δείχνει πως το έκαστο άνθος φέρει και εκθέτει τις αμέτρητες ενδείξεις -όσα αριθμούν τα άνθη αυτού του δέντρου- του Μεγαλοπρεπούς και Μοναδικού Κυβερνήτη Αλλάχ(Hakem-iZülcelâl). Και ο σπόρος, δηλαδή η τελεία αυτού του καρπού που είναι ένα γράμμα της λέξης εκείνου του δέντρου, είναι μια μικρή κιβωτός που εσωκλείει όλο το πρόγραμμα και το ευρετήριο του δέντρου. Και ούτω καθ’ εξής… Κατά τον ίδιο ακριβώς τρόπο αντιπαράθεσης, όλοι οι στίχοι και οι σελίδες της βίβλου του σύμπαντος, μέσω της επιρροής των ονομάτων Μοναδικός Κυβερνήτης και Πάνσοφος Αλλάχ(İsm i Hakem ve Hakîm) -όχι μόνο μια σελίδα του, αλλά ίσως και ο κάθε στίχος, η κάθε λέξη, το κάθε γράμμα και ακόμη η κάθε τελεία αυτής της βίβλου- έχουν αναδειχτεί σε ισχύ θαύματος ώστε, ακόμα και όλες οι αιτίες να συμμαχούσαν θα αδυνατούσαν να προσκομίσουν ένα παρόμοιο μίας και μόνο εκείνης της τελείας, και ούτε και θα μπορούσαν να ανταγωνιστούν. Ναι εφόσον το κάθε ένυλο εδάφιο του Ύψιστου Κουράν του Σύμπαντος, εκδηλώνουν τόσα θαύματα όσα είναι και οι τελείες και τα γράμματα του κάθε εδαφίου, ασφαλώς και με κανέναν τρόπο δεν μπορεί η αδέσποτη τύχη, η τυφλή δύναμη, η άσκοπη, απρόοπτη και ασυνείδητη φύση να επέμβει σε αυτήν την τόσο σοφή, προνοητική, αποκλειστική, σταθεροποιημένη και απόλυτα λεπτή ευταξία. Εάν μπορούσαν να επέμβουν, τα παράλογα και χαοτικά αποτελέσματά τους αναπόφευκτα θα ήταν εμφανή. Μολονότι δεν παρατηρείται από οποιαδήποτε άποψη η παραμικρή αστάθεια. <span id="Üçüncü_Nükte’nin_İkinci_Noktası"></span> === Το Δεύτερο Σημείο: === Αποτελείται από Δύο Θέματα. <span id="Birinci_Mesele:"></span> ==== Το Πρώτο Θέμα: ==== Όπως έχει περιγραφεί και στο Δέκατο Λόγο, το να επιθυμεί μια απέραντα τέλεια ομορφιά και μια απέραντα όμορφη τελειότητα να θεάται η ιδία αυτά τα χαρακτηριστικά αλλά παράλληλα να εκτίθεται στη θέαση και εκτίμηση άλλων, βεβαίως και είναι μια από τις βασικές αρχές. Είναι με βάση αυτής της γενικής αρχής λοιπόν ότι, Ο Άναρχος Σχεδιαστής και Διακοσμητής Αλλάχ (Nakkaş-ı Ezelî) αυτής της μέγα βίβλου του σύμπαντος, για να καθιστά τον Εαυτό Του εγνωσμένο, για να αναγγείλει την τελειότητα Του, να παρουσιάσει την ομορφιά Του και να κάνει αγαπητό τον Εαυτό Του -μέσω αυτού του σύμπαντος και εξίσου μέσω της κάθε του σελίδας, μέσω του κάθε στοίχου του, ακόμα και μέσω του κάθε γράμματος της τελείας του- ανακοινώνει και κάνει αξιαγάπητη την πανέμορφη τελειότητα και την τέλεια ομορφιά Του με πολυάριθμες γλώσσες της κάθε ύπαρξης, από τη μικρότερη μέχρι και τη γενικότερη. Να λοιπόν απερίσκεπτε άνθρωπε! Σύνελθε και συνειδητοποίησε πώς Αυτός ο Κάτοχος Δόξης και Άπειρου Κάλλους, Πάνσοφος, Μοναδικός Κυβερνήτης και Διοικητής Αλλάχ (Hâkim-i Hakem-i Hakîm-i Zülcelâli Velcemâl) επιθυμεί να γνωστοποιήσει τον Εαυτό Του σε σένα και διαμέσου απειράριθμων και λαμπερών μεθόδων να κάνει εσένα να Τον αγαπήσεις στο κάθε Του δημιούργημα… και παρόλα αυτά εάν εσύ δεν ανταποκριθείς σε αυτό το κάλεσμα Του αναγνωρίζοντάς Τον με πίστη, και στην αγάπη Του κάνοντας αγαπητό τον εαυτό σου μέσω των προσευχών σου, αναλογίσου σε τί βαθμό απέραντης άγνοιας και ζημίας θα καταπέσεις. <span id="İkinci_Noktanın_İkinci_Meselesi:"></span> ==== Το Δεύτερο Θέμα: ==== Δεν υπάρχει ουδεμία σύμπραξη στην επικράτεια του Παντοδύναμου και Πάνσοφου Πλάστη(Sâni-i Kadîr, Hakîm) αυτού του σύμπαντος. Διότι η απόλυτη ευταξία που επικρατεί στα πάντα δε σηκώνει ουδόλως τον εταιρισμό. Και επειδή όταν εμπλέκονται διαφορετικά χέρια σε μια δουλειά, η δουλειά εκείνη περιπλέκεται. Όπως εάν σε μια χώρα υφίσταντο δύο βασιλιάδες ή σε έναν νομό δύο νομάρχες ή σε ένα χωριό δύο πρόεδροι, θα ήτανε αναπόφευκτη η αναταραχή και η αστάθεια σε όλες τις εργασίες εκείνης της χώρας ή νομού ή χωριού, έτσι και δεδομένου ότι ακόμη και ένας κοινός υπάλληλος θα απέρριπτε την παραμικρή παρεμβολή στο καθήκον του, μας δείχνει ότι η ουσιαστικότερη ιδιότητα μιας ηγεμονίας ασφαλώς και είναι η ανεξαρτησία και η αυτονομία. Άρα λοιπόν η ευταξία απαιτεί την ενάδα και η ηγεμονία την αυτονομία. Εφόσον λοιπόν μέσα στους ανήμπορους ανθρώπους οι οποίοι είναι εξαρτημένοι από ενίσχυση και αλληλεγγύη, μια αδιόρατη σκιά της εν λόγω ηγεμονικής ιδιότητας, δεν καταδέχεται την οιαδήποτε παρέμβαση τόσο κατηγορηματικά, τότε ασφαλώς και ανυπερθέτως η οποιαδήποτε ανεπαίσθητη ετερογενής παρεμβολή σε μια Κυριότητα(Rubûbiyyet) του κύρους απόλυτης ηγεμονίας και απόλυτης Δύναμης (Kadîr-i Mutlak), απαιτεί τη δεινότατη απόρριψη. Εάν υποθετικά υπήρχε η απειροελάχιστη παρέμβαση στην ηγεμονία Του, θα σήμαινε την κατάρρευση όλης της ευταξίας. Ωστόσο, αυτό το σύμπαν είναι δημιουργημένο με έναν τέτοιο τρόπο που για τη δημιουργία ενός σπόρου, χρειάζεται μια ισχύς η οποία δύναται να δημιουργήσει ένα δέντρο. Και για τη δημιουργία ενός δέντρου είναι απαραίτητη μια ισχύς η οποία δύναται να δημιουργήσει ολόκληρο το σύμπαν. Και εάν υπήρχε κάποιος εταίρος που ανακατεύει το δάχτυλο του μέσα στο σύμπαν, θα έπρεπε να συνεταιρίζεται και στο παραμικρό σπόρο. Διότι ο σπόρος είναι ένα πρότυπο του σύμπαντος. Συνεπώς, δύο κυρίαρχοι οι οποίοι δεν χωράνε στο μέγα σύμπαν, θα πρέπει να χωρέσουν σε έναν σπόρο ή ακόμη και σε ένα σωματίδιο. Κι όμως αυτό είναι εκ των αδυνάτων αδύνατον, και η πιο αδιανόητη παρανοϊκή φαντασιοκοπία των εσχάτων δεισιδαιμονιών! Επομένως συλλογίσου πόσο μεγάλο ψέμα είναι, πόσο μεγάλο λάθος είναι και σε πόσο άφραστη και πολυδιάστατη αντίθεση βρίσκεται η άπιστη αντίληψη και η απόδοση συνεταίρου (shirk) στον Απόλυτο Παντοδύναμο Αλλάχ (Kadîr-i Mutlak) -κατά την οποία υποτιμάται η επιρροή Εκείνου ακόμη και σε σένα σπόρο- Ο Οποίος διακυβερνά κρατώντας όλο το τρανό σύμπαν με όλες του τις δραστηριότητες και τις ιδιαιτερότητες ευλόγως στα όρια του δικαίου Του και στην ευταξία της σοφίας Του. Και συνειδητοποίησε σε τί απειροπλάσιο βαθμό δίκαιη, αληθής, πραγματική και ορθή είναι η ενάδα και μοναδικότητα (tawhid), και πες: اَلْحَمْدُلِلّٰهِعَلَىالْاٖيمَانِ ( Η δόξα και ευχαριστίες ανήκουν μόνο στον Αλλάχ για την πίστη που μας έχει δώσει!) <span id="Üçüncü_Nokta"></span> === Το Τρίτο Σημείο: === Ο Παντοδύναμος Πλάστης ο Αλλάχ (Sâni-i Kadîr) με τα ονόματα του Ο Μοναδικός Κυβερνών(Hakem) και Ο Πάνσοφος(Hakîm) έχει ενθέσει χιλιάδες τακτικούς κόσμους μέσα σε αυτόν τον κόσμο. Και έχει δημιουργήσει τον άνθρωπο σαν ένα κέντρο και μια βάση ο οποίος λαμβάνει και δέχεται τις περισσότερες σοφίες και εμβρίθειες όλων εκείνων των κόσμων. Και οι πιο βαρυσήμαντες σοφίες και τα οφέλη στη σφαίρα του σύμπαντος, συσχετίζονται με τον άνθρωπο. Και στο κέντρο της σφαίρας του ανθρώπου επίσης, έχει τοποθετήσει το αγαθό δηλαδή τον επιούσιο άρτο. Οι περισσότερες σοφίες και εμβρίθειες του ανθρώπινου κόσμου συσχετίζονται με το αγαθό και εκδηλώνονται μέσω αυτού. Και διαμέσου της επίγνωσης και της απόλαυσης που προσελκύεται ο άνθρωπος προς το αγαθό, μια αντανάκλαση του ονόματος Ο Πάνσοφος(Hakîm) φανερώνεται με έναν λαμπρότατο τρόπο. Η κάθε μια επιστήμη από τις εκατοντάδες επιστήμες που έχουν αναδειχτεί μέσω της επίγνωσης του ανθρώπου, περιγράφει μία αντανάκλαση πάνω στο συγκεκριμένο είδος του ονόματος Μοναδικός Κυβερνών Αλλάχ(Hakem). Για παράδειγμα, εάν η επιστήμη της ιατρικής ερωτούνταν: «Τι είναι αυτό το σύμπαν;» Βεβαίως και θα έλεγε: «Είναι ένα απόλυτα εύτακτο και τέλειο μέγα φαρμακείο. Και μέσα του, το έκαστο από τα γιατρικά έχει προετοιμαστεί και ταξινομηθεί με έναν πανέμορφο τρόπο.» Εάν η επιστήμη της χημείας ερωτούνταν: «Τι είναι αυτή η Γη;» Θα πει: «Είναι ένα απόλυτα εύτακτο και τέλειο χημείο.» Η επιστήμη της μηχανολογίας θα πει: «Είναι ένα άψογο εργοστάσιο που δεν έχει το παραμικρό ελάττωμα.» Η επιστήμη της γεωργίας θα πει: «Είναι ένας τέλειος κήπος και ένα εύτακτο αδιάπαυστα παραγωγικό και πρόσφορο χωράφι που αναπτύσσει το κάθε είδους δημητριακό στον κατάλληλο χρόνο.» Η επιστήμη του εμπορείου θα πει: «Είναι μια υπέροχη έκθεση, ένα υπερπεριεκτικό παζάρι, ένα κατάστημα με τα πιο καλλιτεχνικά προϊόντα.» Η επιστήμη των τροφίμων θα πει: «Είναι μια απόλυτα τακτοποιημένη αποθήκη που περιέχει όλα τα είδη τροφίμων.» Η επιστήμη της σίτισης θα πει: «Είναι ένα μαγειρείο ενός Κυρίου, Επιμορφωτή και Συντηρητή(Rab), και ένα καζάνι ενός απόλυτα ευσπλαχνικού Κυρίου(Rahman), όπου χιλιάδες γευστικά εδέσματα μαγειρεύονται μαζί, την ίδια στιγμή με έναν απόλυτο ταξινομημένο τρόπο.» Η επιστήμη του στρατού θα πει: «Η Γη είναι ένα στρατόπεδο. Και παρόλο που υπάρχουν τετρακόσιες χιλιάδες διαφορετικά έθνη μέσα σε αυτό το στρατό, κάθε άνοιξη στήνονται οι σκηνές των νεοσύλλεκτων πανταχού πάνω στη γη και με το διάταγμα, την ισχύ, την ευσπλαχνία, την περιουσία ενός και μόνου Ύψιστου Στρατάρχη, διοικούνται και ταχτοποιούνται όλα τα μεταλλασσόμενα εφόδια του έκαστου έθνους, οι διαφορετικές στολές τους, ο αποκλειστικός οπλισμός τους, οι ιδιαίτερες εξασκήσεις και οι απολύσεις τους με έναν άψογο και αλάνθαστο τρόπο.» Και εάν η επιστήμη του ηλεκτρισμού ερωτούνταν, βεβαίως και θα πει: «Η οροφή αυτού του θαυμάσιου παλατιού του σύμπαντος είναι διακοσμημένη με έναν απόλυτα εύτακτο και ισορροπημένο τρόπο, με απειράριθμες ηλεκτρικές λάμπες. Ωστόσο αυτή η ευταξία και ισορροπία συντηρείται με έναν τέτοιο θαυμάσιο τρόπο που εκείνες οι ουράνιες λάμπες οι οποίες είναι χίλιες φορές μεγαλύτερες από την Υδρόγειο, και πρωτίστως ο Ήλιος, παρόλο που καίνε συνέχεια, η ισορροπία τους δεν φθείρεται, δεν εκρήγνυνται με αποτέλεσμα να βγάλουν πυρκαγιές. Από τη στιγμή που η κατανάλωση τους είναι ακατάπαυστη, από που προέρχονται τα απαιτούμενα, τα καύσιμα και πετρέλαια; Γιατί δεν τελειώνουν; Γιατί η ισορροπία τους δεν φθείρεται καθώς καίνε; Ακόμα και μια μικρή λάμπα εάν δεν την προσέξουμε τακτικά, σβήνει. Πρόσεξε λοιπόν τη δύναμη και σοφία του Πανένδοξου Πάνσοφου Αλλάχ(Hakîm-i Zülcelâl), Ο Οποίος καίει τον Ήλιο (<ref> Υποσημείωση: Ας υπολογιστεί, άραγε το τί ποσότητα ξύλου, άνθρακα και καύσιμα χρειάζεται στη σόμπα ή λάμπα του Ηλίου για να ζεστάνει το παλάτι της υδρογείου. Με βάση τα δεδομένα της κοσμογραφίας, για να μπορέσει ο Ήλιος να καίει, η καθημερινή του κατανάλωση πρέπει να είναι, ένα εκατομμύριο στοίβες από ξύλα όσο η γη, και χιλιάδες θάλασσες από καύσιμα. Τώρα σκέψου, τη Μεγαλειότητα, τη Σοφία και τη Δύναμη του Παντοδύναμου και Πανίσχυρου Κάτοχου Μεγαλείου Δύναμης Αλλάχ(Kadîr-i Zülcelâl) Ο Οποίος αιωνίως φωτίζει και καίει τον Ήλιο χωρίς ξύλα και χωρίς καύσιμα, και επαναλάμβανε όσες φορές είναι και τα σωματίδια του Ηλίου «Σουμπχάναλλαχ!», «Μασαλλάχ!» και «Μπαρακαλλάχ!» (Ώ Αλλάχ! Εσύ είσαι ο Υπερτέλειος!), (Ο Αλλάχ! Τι ωραία η πλάση Σου!) (Τι Ευλογημένη η δημιουργία Σου!). </ref>)-που σύμφωνα με την επιστήμη της κοσμογραφίας είναι ένα εκατομμύριο φόρες μεγαλύτερος από την Υδρόγειο και υπάρχει για περισσότερο από ένα εκατομμύρια χρονιά- χωρίς άνθρακα, χωρίς καύσιμα και χωρίς ποτέ να τον σβήσει, και πες «Σουμπχάναλλαχ!» (Ώ Αλλάχ! Εσύ είσαι ο Υπερτέλειος!). Και απήγγειλε «Μασαλλάχ! Μπαρακαλλάχ! Λα ιλάχε ίλλα χου!» (Ο Αλλάχ! Τι ωραία η πλάση Σου! Τι Ευλογημένη η δημιουργία Σου! Δεν υπάρχει άλλος θεός παρά μόνο Αυτός (Αλλάχ)!) τόσες φορές όσες αριθμούν και τα δευτερόλεπτα της υπόστασης του Ηλίου! Άρα λοιπόν υπάρχει μια απίστευτη και θαυμάσια ευταξία στις λάμπες των ουρανών. Και βρίσκονται υπό μια αδιάκοπη και ανελλιπή υπερτέλεια διατήρηση. Λες και ο λέβητας ατμού αυτών των τεράστιων και αμέτρητων εστιών φωτιάς και καντηλιών είναι μια Κόλαση, της οποίας η θέρμη είναι ατελείωτη και η οποία παρέχει μια θέρμη χωρίς φως. Και η γεννήτρια και το εργοστάσιο αυτών των ηλεκτρικών λαμπών σαν να είναι ένας άπαυτος Παράδεισος, ο οποίος παρέχει σε αυτά το φως και τη λάμψη. Και εξακολουθούν να καίνε ασταμάτητα κατά μια καθορισμένη αρχή, ως μια ύψιστη εκδήλωση των ονομάτων Ο Μοναδικός Κυβερνών(Hakem) και Ο Πάνσοφος(Hakîm). Και ούτω καθ’ εξής… Αντίστοιχα λοιπόν με αυτά, με την οριστική μαρτυρία και κατάθεση της κάθε επιστήμης ξεχωριστά, μέσα από τις εκατοντάδες, αυτό το σύμπαν έχει διακοσμηθεί με άπειρους σκοπούς και οφέλη, μέσα σε μια απόλυτα τέλεια και ανεπίληπτη ευταξία. Και μέσω αυτής της θαυμάσιας και πλήρης σοφίας έχει τοποθετήσει εξολοκλήρου την ευταξία και τις εμβρίθειες που υπάρχουν σε όλο το σύμπαν όμως σε πολύ μικρότερες διαστάσεις, ακόμα και στο μικρότερο έμβιο ον όπως σε ένα σπόρο. Είναι επίσης γνωστό και καταφανές ότι, η συστηματική διενέργεια ακολουθώντας συγκεκριμένους σκοπούς και συγκεκριμένα οφέλη και συγκεκριμένες εμβρίθειες, μπορεί να είναι εφικτή μόνο με την κατοχή προαίρεσης, θέλησης, σκοπιμότητας και επίγνωση, αλλιώς δε γίνεται. Ενώ μια φύση χωρίς προαίρεση, χωρίς θέληση, χωρίς σκοπό και χωρίς συνείδηση δε δύναται να το πραγματοποιήσει, ούτε και να επέμβει. Άρα λοιπόν η αγνωσία ή η άρνηση Του Αυτενεργού Πράτων Αλλάχ(Fâil-iMuhtar), Του Πάνσοφου Πλάστη(Sâni-i Hakîm) -Τον Οποίον παρουσιάζουν και καθιστούν απαραίτητο όλες οι υπάρξεις του σύμπαντος με τις άπειρες ταξινομημένες καταστάσεις και εμβρίθειες τους- είναι μια τόση παράδοξη άγνοια και παράνοια που δεν περιγράφεται. Πράγματι, το μόνο αδιανόητο και δεινό παράδοξο που υπάρχει σε αυτό τον κόσμο, είναι αυτή η άρνηση. Διότι, παρόλο που υπάρχουν μάρτυρες που μαρτυρούν με τις άπειρες γλώσσες των τελειοποιημένων καταστάσεων και τις εμβρίθειες που εκδηλώνουν όλες οι υπάρξεις του σύμπαντος, την υπόσταση και την μοναδικότητα Του, το να μην Τον βλέπει και να μην Τον αναγνωρίζει κανείς είναι μια τύφλωση και άγνοια σε έναν τέτοιο βαθμό που, ακόμα και ο πιο τυφλός ανίδεος θα το καταλάβαινε. Μπορώ ακόμα να πω ότι, οι σοφιστές οι οποίοι κατατάσσονται στον κόσμο των απαρνητών και θεωρούνται άφρονες για το λόγο ότι έχουν απαρνηθεί την ύπαρξη του σύμπαντος, είναι οι πιο έξυπνοι ανάμεσα τους. Καθότι, με την αποδοχή της ύπαρξης του σύμπαντος, η απιστία και η απάρνηση του Αλλάχ του Δημιουργού του σύμπαντος, αποβαίνει να είναι αδύνατη. Εν συνεπεία άρχισαν να αρνούνται την ύπαρξη του ίδιου του σύμπαντος. Ώσπου αρνήθηκαν ακόμα και τη δικιά τους ύπαρξη. Λέγοντας «Δεν υπάρχει τίποτα!» εγκατέλειψαν τη διάνοια και το νου, αποφεύγοντας έτσι τις άπειρες παράνοιες των υπόλοιπων αρνησίθεων που λειτουργούν δήθεν υπό την αιγίδα της λογικής και του νου, και κατά κάποιο τρόπο πλησίασαν προς τη λογική. <span id="Dördüncü_Nokta"></span> === Το Τέταρτο Σημείο: === Καθώς έχει δηλωθεί και στο Δέκατο Λόγο, όπως κανένα συνετό ον δε θα δεχόταν ότι ένας Πάνσοφος Πλάστης(Sâni-i Hakîm) και ορθόφρων μάστορας να χτίσει ένα παλάτι από την κάθε πέτρα της οποίας να αποσκοπεί με ακρίβεια εκατοντάδες εμβριθείς συνέπειες και έπειτα να μη χτίσει την οροφή του επιτρέποντας να καταστραφεί το παλάτι ολοσχερώς για ένα τίποτα, και να χαθούν τα απειράριθμα επιδιωκόμενα κατασταλάγματα και τα τόσο σοφά έργα του… ή όπως δεν θα ήταν σε καμία περίπτωση δυνατόν, ένας Απόλυτα Πάνσοφος(Hakîm-i Mutlak) από τη μια να ακολουθεί με πιστότητα μέσω της απόλυτης σοφίας Του, εκατοντάδες τόνους οφέλη, σκοπούς και απαυγάσματα από ένα τόσο δα μικρούτσικο σπόρο, και από την άλλη να κάνει τόσα έξοδα για ένα τεράστιο δέντρο σαν βουνό για να του δώσει μονάχα ένα τόσο δα μικρούτσικο όφελος, έναν μονάχα σκοπό και έναν μόνο καρπό, και κατά συνέπεια πράττοντας έτσι να ξεπέσουν όλες εκείνες οι τετελεσμένες ενέργειές Του σε σπατάλη, ασωτία και εξαθλίωση τα οποία είναι παντελώς αντίθετα και ενάντια στις ευεργετικές και προνοητικές Του σοφίες. Έτσι ακριβώς λοιπόν, ένας Πλάστης και Πάνσοφος Αλλάχ(Sâni-i Hakîm), Ο Οποίος έχει ευθετίσει στην κάθε μια ύπαρξη αυτού του παλατιού του σύμπαντος εκατοντάδες σοφίες, τις έχει εφοδιάσει με εκατοντάδες σκοπούς όπως για παράδειγμα, έχει δώσει εμβρίθειες σε ένα δέντρο όσα είναι και οι καρποί του, και σκοπούς όσα είναι και τα άνθη του… εντούτοις το να μην πραγματοποιήσει αυτός ο Πάνσοφος Πλάστης Αλλάχ(Sâni-i Hakîm) την συντέλεια του κόσμου και την ανάσταση με συνέπεια να καταστρέψει σπαταλώντας χωρίς νόημα, με έναν άσχημο τρόπο, άσκοπα και ανώφελα όλες αυτές τις ανυπολόγιστες εμβρίθειες και άπειρους σκοπούς και αποστάγματα… που αυτό σημαίνει να αποδώσει με αυτό τον τρόπο μια πλήρη αδεξιότητα στην απόλυτη δύναμη ενός Απόλυτα Παντοδύναμου(Kadîr-i Mutlak), και έναν άπειρο παραλογισμό και ματαιοπονία στην απόλυτη σοφία ενός Απόλυτα Πάνσοφου(Hakîm-i Mutlak), και εξίσου μια άπειρη αστοργία στη χάρη της ευσπλαχνίας ενός Απόλυτα Πολυεύσπλαχνου(Rahîm-iMutlak), και να μολύνει με μια ανείπωτη τυραννία την απόλυτη δικαιοσύνη ενός Απόλυτα Δικαιοκρίτη(Âdil-i Mutlak). Σημαίνει δηλαδή τη διάψευση της δικαιοσύνης, της ευσπλαχνίας και της σοφία που είναι έκδηλη απανταχού μέσα στο σύμπαν. Ωστόσο, αυτό πράγματι είναι μια έσχατη αλλόκοτη παράνοια που μέσα της έγκεινται αμέτρητες δεισιδαιμονίες. Ας έρθουν όλοι οι άπιστοι και πλανημένοι και ας διαπιστώσουν: πόσο ζοφερή και τρομερή είναι η πλάνη τους που είναι ένας λάκκος του σκότους και πόσα φοβερά φίδια και σκορπιοί φωλεύουν μέσα της σαν τον τάφο τους τον οποίο έτσι φαντάζονται και αναπόφευκτα θα μπουν! Και κάθε άλλο η πίστη στο υπερπέραν είναι ένας φωτισμένος δρόμος, όμορφος σαν του Παραδείσου, και ας ενταχθούνε σε αυτήν. <span id="Beşinci_Nokta"></span> === Το Πέμπτο Σημείο: === Αποτελείται από δύο Ζητήματα. <span id="Birinci_Mesele:"></span> ==== Πρώτο Ζήτημα: ==== Το ότι αυτός ο Πλάστης και Κάτοχος Μεγαλείου Δύναμης (Sâni-i Zülcelâl), δεόντως του ονόματός του Πάνσοφος(Hakîm), ακολουθεί με πιστότητα την πιο ελαφριά μορφή, τον πιο σύντομο δρόμο, το πιο εύκολο ύφος και τον πιο ωφέλιμο τρόπο στα πάντα, μας δείχνει ότι, στην εγγενή κατάσταση των υπάρξεων δε τίθεται η ύπαρξη της σπατάλης, της ασχήμιας και ματαιοπονίας. Καθώς η σπατάλη είναι ουσιαστικά το αντίθετο του ονόματος Πάνσοφος(Hakîm), και η φειδώ είναι το πρέπων και η κύρια αρχή του. Τώρα ω εσύ, σπάταλε και άσωτε άνθρωπε! Συλλογίσου το πόσο αντίθετα προς την πραγματικότητα φέρεσαι, χωρίς να ενεργείς με βάση την οικονομία και φειδώ η οποία είναι θεμελιώδης αρχή όλου του σύμπαντος. Προσπάθησε να καταλάβεις το πόσο ουσιαστική και ευρύτατης εμβέλειας αρχή είναι το μάθημα που διδάσκει το εδάφιο, كُلُواوَاشْرَبُواوَلَا تُسْرِفُوا (Τρώτε και πίνετε, αλλά μη σπαταλάτε! Κουράν, Ελ-Άραφ, 7:31) <span id="İkinci_Mesele:"></span> ==== Το Δεύτερο Ζήτημα: ==== Μπορεί να ειπωθεί ότι, τα ονόματα ο Κυβερνών(Hakem) και ο Πάνσοφος(Hakîm) προϋποθέτουν και τεκμηριώνουν σε ξεκάθαρο βαθμό την Αποστολή (risalet) του Ένδοξου Απόστολου Σάλλαλλάχου Αλεïχί Ουεσελλέμ, (Είθε η ειρήνη και οι ευλογίες του Αλλάχ να είναι μαζί Του). Ναι, εφόσον ένα βαρυσήμαντο εξαίσιο βιβλίο απαιτεί τη διδασκαλία ενός δασκάλου. Και ένα πλέριο κάλλος χρίζει την ύπαρξη ενός καθρέπτη ώστε να το θεάται αλλά και να θεαθεί από άλλους. Και μια ιδανική καλλιτεχνία θέλει έναν διαλαλητή ώστε να την παρουσιάσει. Τότε βεβαίως και θα υφίσταται ένας ανώτατος δάσκαλος, ένας ιδανικός και καθολικός οδηγός ανάμεσα στο γένος της ανθρωπότητας -τα μέλη της οποίας είναι οι παρατηρητές και συνομιλητές που αποτείνεται η βίβλος του μέγα σύμπαντος διαφυλάσσοντας γι’ αυτούς εκατοντάδες σημασίες και σοφίες στο κάθε της γράμμα- έτσι ώστε, να διδάξει τις ιερές και πραγματικές εμβρίθειες που υπάρχουν σε αυτήν τη βίβλο, να ανακοινώσει τις σοφίες οι οποίες περιζώνουν όλο αυτό το σύμπαν, να διατελέσει το μέσο της αποκάλυψης ή και της πραγμάτωσης των σκοπών που επιδιώκει ο Κύριος και Επιμορφωτής (Αλλάχ)(Rabb) από τη δημιουργία του σύμπαντος και να ανακοινώσει και να καθρεπτίσει το ύψιστο κύρος της τέλειας τέχνης και των πανέμορφων ονομάτων του Δημιουργού (Hâlık) το οποίο συνιστά και τη σπουδαιότερη Του προσδοκία. Και επειδή αυτός ο Δημιουργός (Hâlık) θέλει να είναι αγαπητός σε όλη την ύπαρξη και επιθυμεί μια ανταπόκριση από τα έννοα Του όντα, ένας αντιπρόσωπος όλων των ενσυνείδητων όντων είναι τόσο απαραίτητος και αναγκαίος -όσο και ο Ήλιος για τον κόσμο- ο οποίος ως ανταπόκριση στην τόσο πυκνή και απέραντη εξωτερίκευση της Επιμορφωτικής Κυριότητας Του (Αλλάχ)(Rubûbiyyet), μέσω του προσκυνήματός του να φέρει σε έκσταση τη γη και τη θάλασσα και αντηχώντας στη γη και στους ουρανούς τους εκθειαστικούς επαίνους και ηχηρούς εγκωμιασμούς του, να στρέψει τα βλέμματα των εννόων στον Δημιουργό αυτών των έργων… και μέσω του Ένδοξου Κουράν (το οποίο προσηλώνει την υπακοή όλων των ευλόγων με τα ιερά μαθήματα και καθοδηγήσεις του) να παρουσιάσει με έναν ιδιοτελεί τρόπο τους θείους σκοπούς του Μοναδικού, Πάνσοφου, Πλάστη και Κυβερνήτη Αλλάχ (Sâni-i Hakem-i Hakîm). Και ένα τέτοιο άτομο, ένας τέτοιος αντιπρόσωπος ο οποίος να ανταποκρίνεται καθολικώς σε όλες τις εμφανισμένες εμβρίθειες και φανερωμένες ομορφιές και στην δόξα Του με τον πλέον καλύτερο δυνατό τρόπο… και όντως αυτός ο οποίος έχει διατελέσει με αυτόν τον πανάριστο αμίμητο τρόπο τα προκείμενα καθήκοντα ολοφάνερα και κατά πάσα μαρτυρία είναι ο Ένδοξος Απόστολος (Μουχαμμέντ) Σάλλαλλάχου Αλεïχι Ουεσελλέμ,(Είθε η ειρήνη και οι ευλογίες του Αλλάχ να είναι μαζί Του). Επομένως, όσο ο Ήλιος καθιστά αυταπόδεικτη το φώς, και το φως την πραγματικότητα της ημέρας, τόσο και οι σοφίες του σύμπαντος συνεπάγουν και καθιστούν απαραίτητη την πραγματικότητα του Άχμεντ(Σ.Α.Ου), ότι είναι Προφήτης και Απόστολος. Ναι όπως, τα ονόματα ο Πάνσοφος(Hakîm) και ο Κυβερνήτης(Hakem) με τις μέγιστες εκδηλώσεις τους απαιτούν σε μέγιστο βαθμό την Αποστολή (risalet) του Άχμεντ (Μουχαμμέντ Σ.Α.Ου.), έτσι και το καθένα από τα Πανέμορφα Ονόματα (Εσμάουλ χουσνά), όπως ο Αλλάχ, ο Πολυεύσπλαχνος «Ραχμάν», ο Οικτίρμων «Ραχίμ», ο Αγαπών και Αγαπητός «Ουεντούν», ο μοναδικός Χορηγός των Αγαθών «Μουνίμ», ο Γενναιόδωρoς «Καρίμ», Ο Κάτοχος ατελείωτου Κάλλους «Τζεμίλ» και ο Επιμορφωτής και Κύριος όλων των όντων «Ράμπ», απαιτούν σε υπέρτατο βαθμό συμφώνως με τη μέγιστη εκδήλωση που φαίνετε στο σύμπαν, απόλυτα και οριστικά την Αποστολή του Άχμεντ (Μουχαμμέντ, Σ.Α.Ου.)(Είθε η ειρήνη και οι ευλογίες του Αλλάχ να είναι μαζί Του). Για παράδειγμα, η ευρύτατη ευσπλαχνία η οποία είναι η αντανάκλαση του ονόματος ο Πολυεύσπλαχνος «Ραχμάν» αντικατοπτρίζεται και γίνεται φανερή μέσω του αξιώματος εκείνου Του Απόστολου με τον τίτλο «Ραχμετελλιλ Αλεμίν» (Η ευσπλαχνία πάνω σε όλους τους κόσμους.). Και το όνομα ο Αγαπών και Αγαπητός «Ουεντούν», το οποίο εκδηλώνεται στο ότι ο θεός κάνει αγαπητό τον Εαυτό Του και ότι γνωστοποιεί την κυριότητά Του, βρίσκει αντίκρισμα και ανταπόκριση μέσω του αξιώματος εκείνου του Απόστολου με τον τίτλο «Χαμπίμπι Ράμπ’ουλ Αλεμίν» (Ο Ηγαπημένος Του Κυρίαρχου όλων των Κόσμων). Και όλες οι ομορφιές, δηλαδή, η ομορφιά της θείας ύπαρξης, η ομορφιά των θεϊκών ονομάτων, η ομορφιά των θείων έργων ακόμα και η ομορφιά όλων των θείων δημιουργημάτων τα οποία είναι απανθίσματα του ονόματος Ο Κάτοχος και πηγή ατελείωτου Κάλλους και Ομορφιάς «Τζεμίλ» παρουσιάζονται και διακρίνονται σε εκείνων τον καθρέφτη του Άχμεντ (Μουχαμμέντ, Σ.Α.Ου.). Και ακόμη, οι εκδηλώσεις της επιβλητικής Κυριότητας και της θεϊκής βασιλείας, γίνονται γνωστές, φανερές, κατανοητές και αποδεκτές μέσω της Αποστολής της προσωπικότητας του Άχμεντ (Μουχαμμέντ, Σ.Α.Ου.), ο οποίος είναι ο διαλαλητής της ηγεμονίας της επιμορφωτικής κυριαρχίας του Αλλάχ. Και ούτω καθ’ εξής… Όπως αυτά τα παραδείγματα, το καθένα από όλα τα υπόλοιπα πανέμορφα ονόματα, συνιστούν ξεχωριστά από ένα λαμπερό πιστοποιητικό ως προς την Αποστολή του Άχμεντ (Μουχαμμέντ, Σ. Α. Ου.)(Είθε η ειρήνη και οι ευλογίες του Αλλάχ να είναι μαζί Του). Εν συντομία, εφόσον το σύμπαν είναι υπαρκτό και δε μπορεί να το απαρνηθεί ουδείς, τότε ασφαλώς και οι φανερές και ορατές πραγματικότητες όπως, η σοφία, η πρόνοια, το έλεος, το κάλλος, η ευταξία, η ισορροπία, η διακόσμηση, τα οποία είναι τα χρώματα, τα στολίδια, τα φώτα, οι λάμψεις, οι τέχνες, οι ζωές και τα δεσμά του σύμπαντος, σε καμία περίπτωση δεν μπορούν να γίνουν απαρνημένα. Εφόσον αυτά τα χαρακτηριστικά, αυτές οι δράσεις δεν είναι δυνατόν να διαψευστούν, τότε επ’ ουδενί δεν αρμόζει και ουδόλως και είναι δυνατόν κανείς να διαψεύσει ή να απαρνηθεί τον ιδιοκτήτη αυτών των χαρακτηριστικών και το δράστη αυτών των ενεργειών και τον ήλιο αυτών των φώτων, αυτήν την Απαραίτητη και Αναγκαία Οντότητα «Ζατι Ουάτζιμπουλ Βουτζούντ» ,τον Πάνσοφο «Χακίμ», τον απεριόριστα Γενναιόδωρο «Καρίμ», τον Οικτίρμων «Ραχίμ», τον Μοναδικό Κυβερνών «Χακέμ», και τον Απόλυτα Δίκαιο «Άντλ» (Αλλάχ). Και προφανώς και ανυπερθέτως δεν είναι δυνατόν κανείς να αρνηθεί και να αμφισβητήσει τον Απόστολο, τον υπέρτατο οδηγό, τον τέλειο δάσκαλο, τον ύψιστο διαλαλητή, τον ανακαλύπτων του μυστηρίου του σύμπαντος, τον καθρέπτη του Αυθυπόστατου και αιωνίως Επιζητούμενου(Samed), και τον προσφιλέστατο του Πολυεύσπλαχνου(Rahman) (Αλλάχ) τον Μουχαμμέντ Σάλλελλαχου Αλεïχί Ουεσελλέμ, (Είθε η ειρήνη και οι ευλογίες του Αλλάχ να είναι μαζί Του). Ο Οποίος είναι το αίτιο της εμφάνισης ίσως και της τελειοποίησης και το αίτιο της πραγμάτωσης όλων εκείνων των χαρακτηριστικών και των ενεργειών. Όντως όπως τα φώτα του κόσμου της πραγματικότητας και τα φώτα της πραγματικότητας του σύμπαντος, έτσι και η Αποστολή Του είναι το πιο λαμπερό φως του σύμπαντος. عَلَي۟هِ وَعَلٰى اٰلِهٖ وَ صَح۟بِهِ الصَّلَاةُ وَالسَّلَامُ بِعَدَدِ عَاشِرَاتِ ال۟اَيَّامِ وَذَرَّاتِ ال۟اَنَامِ سُب۟حَانَكَ لَا عِل۟مَ لَنَٓا اِلَّا مَا عَلَّم۟تَنَٓا اِنَّكَ اَن۟تَ ال۟عَلٖيمُ ال۟حَكٖيمُ (Είθε να είναι ειρήνη και ευλογίες τόσο όσο αριθμούν τα δευτερόλεπτα των ημερών και τα σωματίδια όλων των όντων πάνω σε Αυτόν και στην οικογένειά Του και στους συντρόφους Του!), (Κουράν, Ελ-Μπάκαρα, 2:32.) <div lang="tr" dir="ltr" class="mw-content-ltr"> == Otuzuncu Lem’a’nın Dördüncü Nüktesi == </div> <div lang="tr" dir="ltr" class="mw-content-ltr"> بِسْمِ اللّٰهِ الرَّحْمٰنِ الرَّح۪يمِ قُل۟ هُوَ اللّٰهُ اَحَدٌ âyetinin bir nüktesi ve Vâhid ve Ehad isimlerini tazammun eden bir ism-i a’zam veya ism-i a’zamın altı nurundan bir nuru olan '''Ferd''' isminin bir cilvesi, şevval-i şerifte Eskişehir Hapishanesinde bana göründü. O cilve-i a’zamın tafsilatını Risale-i Nur’a havale edip burada muhtasar '''yedi işaret'''le ism-i Ferd’in tecelli-i a’zamıyla gösterdiği tevhid-i hakikiyi, gayet muhtasar beyan edeceğiz. </div> <div lang="tr" dir="ltr" class="mw-content-ltr"> === Birinci İşaret === </div> <div lang="tr" dir="ltr" class="mw-content-ltr"> Ferd ism-i a’zamı, a’zamî bir tecelli ile kâinatın heyet-i mecmuasına ve her bir nevine ve her bir ferdine birer sikke-i tevhid, birer hâtem-i vahdaniyet koyduğunu, Yirmi İkinci Söz ile Otuz Üçüncü Mektup tafsilen göstermişlerdir. Burada yalnız '''üç sikke'''ye işaret edeceğiz. </div> <div lang="tr" dir="ltr" class="mw-content-ltr"> '''Birinci Sikke:''' Ferdiyet cilvesi, kâinat yüzünde öyle bir sikke-i vahdet koymuştur ki kâinatı tecezzi kabul etmez bir küll hükmüne getirmiştir. Bütün kâinata tasarruf edemeyen bir zat, hiçbir cüzüne hakiki mâlik olamaz. O sikke de şudur: Kâinatın mevcudatı, envaları, en muntazam bir fabrika çarkları gibi birbirine muavenet eder; birbirinin vazifesini tekmile çalışır. Öyle bir tesanüd, öyle birbirine muavenet, öyle birbirinin sualine cevap vermek ve birbirinin imdadına koşmak ve birbirine sarılmak, birbiri içine girmek suretiyle öyle bir vahdet-i vücud teşkil ediyorlar ki bir insanın cesedindeki unsurlar gibi birbirinden kabil-i tefrik olmaz. Bir unsurun dizginini tutan, umumun dizginlerini tutamazsa o tek unsurun dizginini zapt edemez. </div> <div lang="tr" dir="ltr" class="mw-content-ltr"> İşte kâinatın simasındaki bu teavün, tesanüd, tecavüb, teanuk pek parlak bir sikke-i kübra-yı vahdettir. </div> <div lang="tr" dir="ltr" class="mw-content-ltr"> '''İkinci Sikke:''' Zeminin yüzünde ve bahar simasında öyle bir parlak hâtem-i ehadiyet ve sikke-i vahdaniyet, ism-i Ferd’in cilvesiyle görünüyor ki küre-i arzın yüzünde bütün zîhayatı bütün efradıyla ve ahval ve şuunatıyla idare etmeyen ve umumunu birden görmeyen ve bilmeyen ve icad etmeyen bir zat, icad cihetinde hiçbir şeye karışmadığını ispat ediyor. O sikke de şudur: </div> <div lang="tr" dir="ltr" class="mw-content-ltr"> Zeminin yüzünde madeni maddelerin, unsurların ve camidat mahlukatın gayet muntazam fakat gizli sikkelerinden kat’-ı nazar; yalnız iki yüz bin hayvanat taifelerinin ve iki yüz bin nebatat envaının atkı ipleriyle dokunan nakışlı şu sikkeye bak ki: Birden bahar mevsiminde, zeminin yüzünde, birbiri içinde, beraber; ayrı ayrı şekilleri, ayrı ayrı hizmetleri, ayrı ayrı rızıkları, ayrı ayrı cihazatları; hiçbirini şaşırmayarak, yanlış etmeyerek, nihayet karışıklık içinde nihayet derecede temyiz ve tefrik ile gayet hassas bir mizanla her bir şeye lâzım olan her şeyleri külfetsiz, tam vaktinde umulmadığı yerden verildiğini gözümüzle gördüğümüzden zeminin simasında o keyfiyet, o tedbir, o idare öyle bir hâtem-i vahdaniyet ve öyle bir sikke-i ehadiyettir ki bütün o mevcudatı birden, hiçten icad edip beraber idare etmeyen bir zat; rububiyet ve icad cihetiyle hiçbir şeye karışamaz. Çünkü karışmış olsa o hadsiz geniş muvazene-i idare bozulacak. Fakat insanların o kavanin-i rububiyetin hüsn-ü cereyanlarına yine emr-i İlahî ile surî bir hizmeti var. </div> <div lang="tr" dir="ltr" class="mw-content-ltr"> '''Üçüncü Sikke:''' İnsanın yüzünde... Belki insanın yüzü öyle bir sikke-i ehadiyettir ki Âdem zamanından tâ kıyamete kadar gelmiş ve gelecek bütün efrad-ı insaniye birden nazar-ı mütalaasında bulunmayan ve her birine karşı o tek yüzde birer alâmet-i farika koymayan ve o küçük yüzde hadsiz alâmet-i farika bırakmayan bir sebep, bir tek insanın yüzündeki hâtem-i vahdaniyete icad cihetiyle el uzatamaz. </div> <div lang="tr" dir="ltr" class="mw-content-ltr"> Evet, insanın yüzüne o sikkeyi koyan zat, elbette bütün efrad-ı insaniye nazar-ı şuhudunda ve daire-i ilmindedir ki her bir insanın siması; göz, kulak, ağız gibi aza-yı esasîde birbirine benzediği halde, birer alâmet-i farika ile hiçbirisine tamam benzemez. Nasıl ki o simada göz, kulak gibi azaların umum efradında birbirine benzediği, o nev-i insanın Sâni’i bir, vâhid olduğuna şehadet eden bir sikke-i tevhiddir; öyle de hukuk-u insaniyenin muhafazası için sair envaın fevkinde olarak o simalarda birbirine iltibas olmamak ve birbirinden tefriki için hikmetli pek çok alâmet-i farika ile iftirakları, o Sâni’-i Vâhid’in iradesini, ihtiyarını ve meşietini göstermekle beraber, ayrı ve çok dakik bir sikke-i ehadiyet oluyor ki bütün insanları, hayvanları, belki kâinatı halk etmeyen bir zat, bir sebep o sikkeyi koyamaz. </div> <div lang="tr" dir="ltr" class="mw-content-ltr"> === İkinci İşaret === </div> <div lang="tr" dir="ltr" class="mw-content-ltr"> Kâinatın âlemleri, envaları ve unsurları öyle birbiri içine girift olarak girmiştir ki kâinatın heyet-i mecmuasına mâlik olmayan bir sebep, hiçbir nevine, hiçbir unsuruna hakiki tasarruf edemez. Âdeta ism-i Ferd’in cilve-i vahdeti, bütün kâinatı bir vahdet içine almış; her şey o vahdeti ilan ediyor. </div> <div lang="tr" dir="ltr" class="mw-content-ltr"> Mesela, bu kâinatın lambası olan güneşin bir olması, umum kâinat birinin olmasına işaret ettiği gibi; zîhayatların çevik ve çalak hizmetçileri olan hava unsuru bir olması ve aşçıları olan ateş bir olması ve zemin bahçesini sulayan bulut süngeri bir olması ve umum zîhayatın imdadına yetişen yağmur bir olması ve her yere yetişmesi ve ekser hayvanat ve nebatat taifelerinin her birisi umum zemin yüzünde serbest yayılmaları, vahdet-i neviyeleri ve meskenleri bir bulunması; gayet kat’î bir surette işaretler, şehadetlerdir ki meskenleri ile beraber umum o mevcudat, bir tek zatın malı olduğuna delâlet ederler. </div> <div lang="tr" dir="ltr" class="mw-content-ltr"> İşte buna kıyasen, bütün kâinatın böyle birbirine girift olan envaları, mecmu-u kâinatı öyle bir küll hükmüne getirmiştir ki icad cihetiyle tecezzi kabul etmez. Umum kâinata hükmü geçmeyen bir sebep, rububiyet cihetiyle ve icad keyfiyetiyle hiçbir şeye hükmedemez ve bir tek zerreye rububiyetini dinlettiremez. </div> <div lang="tr" dir="ltr" class="mw-content-ltr"> === Üçüncü İşaret === </div> <div lang="tr" dir="ltr" class="mw-content-ltr"> İsm-i Ferd’in tecelli-i a’zamıyla kâinatı birbiri içinde hadsiz mektubat-ı Samedaniye hükmüne getirip her mektupta hadsiz hâtem-i vahdaniyet ve pek çok mühr-ü ehadiyet basılmış gibi, her bir mektubun kelimatı adedince ehadiyet mühürlerini taşıyor ve o mühürlerin adedince kâtibini gösteriyor. </div> <div lang="tr" dir="ltr" class="mw-content-ltr"> Evet, her bir çiçek, her bir meyve, her bir ot, hattâ her bir hayvan, her bir ağaç birer mühr-ü ehadiyet ve birer sikke-i samediyet olduklarını ve bulundukları mekân ise bir mektup suretini alması cihetiyle her biri bir imza şeklini alır; o mekânın kâtibini gösteriyor. </div> <div lang="tr" dir="ltr" class="mw-content-ltr"> Mesela, bir bahçede bir sarı çiçek, o bahçe nakkaşının bir mührü hükmündedir. O çiçek mührü kimin ise bütün zemin yüzündeki o nevi çiçekler, o zatın kelimeleri hükmünde olduğuna ve o bahçe dahi onun yazısı olduğuna açık bir surette delâlet ediyor. </div> <div lang="tr" dir="ltr" class="mw-content-ltr"> Demek oluyor ki her bir şey, umum eşyayı Hâlık’ına isnad edip a’zamî bir tevhide işaret ediyor. </div> <div lang="tr" dir="ltr" class="mw-content-ltr"> === Dördüncü İşaret === </div> <div lang="tr" dir="ltr" class="mw-content-ltr"> İsm-i Ferd’in cilve-i a’zamı güneş gibi zâhir olmakla beraber, vücub derecesinde bir makuliyet ve hadsiz bir kolaylıkla kabul edilir. Ve o cilvenin muhalifi ve zıddı olan şirk, nihayet derecede müşkül ve akıldan gayet derecede uzak, belki muhal ve mümteni derecesinde olduğunu ispat eden çok bürhanlar, Risale-i Nur’un eczalarında beyan edilmiş. Şimdilik o delillerdeki o noktaların tafsilatını o risalelere havale edip yalnız '''üç nokta'''sını burada beyan edeceğiz. </div> <div lang="tr" dir="ltr" class="mw-content-ltr"> '''Birincisi:''' Onuncu ve Yirmi Dokuzuncu Sözlerin âhirlerinde icmalen ve Yirminci Mektup’un âhirinde tafsilen gayet kat’î bürhanlar ile ispat etmişiz ki Zat-ı Ferd ve Ehad’in kudretine nisbeten en büyük şeyin icadı, en küçük bir şey gibi kolaydır. Bir baharı, bir çiçek gibi suhuletle halk eder. Binler haşrin numunelerini her baharda gözümüz önünde kolaylıkla icad eder. Büyük bir ağacı, küçük bir meyve gibi rahatça idare eder. Eğer müteaddid esbaba havale edilse her bir meyve, bir ağaç kadar masraflı ve müşkülatlı ve bir çiçek, bir bahar kadar zahmetli ve suubetli olur. </div> <div lang="tr" dir="ltr" class="mw-content-ltr"> Evet, nasıl ki bir ordunun teçhizat-ı askeriyesi bir kumandanın emriyle, bir fabrikada yapılsa o ordunun teçhizatı, âdeta bir tek neferin teçhizatı gibi kolaylaşır. Eğer her neferin cihazatı ayrı ayrı fabrikada yapılsa ve idare-i askeriyesi vahdetten kesrete girse o vakit her bir nefer, ordu kadar fabrikalar ister. </div> <div lang="tr" dir="ltr" class="mw-content-ltr"> Aynen öyle de eğer her şey Zat-ı Ferd ve Ehad’e verilse bütün bir nev’in hadsiz efradı, bir tek fert gibi kolay olur. Eğer esbaba verilse her bir fert, o nevi kadar müşkülatlı olur. Evet, vahdet de ferdiyet de her şeyin o Zat-ı Vâhid’e intisabıyla olur ve ona istinad eder. Ve bu istinad ve intisap ise o şey için hadsiz bir kuvvet, bir kudret hükmüne geçebilir. O vakit, küçük bir şey, o intisap ve istinad kuvvetiyle binler derece kuvvet-i şahsiyesinin fevkinde işler görebilir, neticeler verebilir. Ve çok kuvvetli olan Ferd ve Ehad’e istinad ve intisap etmeyen bir şey, kendi şahsî kuvvetine göre küçük işler görebilir ve neticesi ona göre küçülür. </div> <div lang="tr" dir="ltr" class="mw-content-ltr"> Mesela, nasıl ki başıbozuk, gayet cesur, kuvvetli bir adam, kendi cephanesini ve zahîresini beraberinde ve belinde taşımaya mecbur olduğundan ancak on adam düşmanına karşı muvakkat dayanabilir. Çünkü şahsî kuvveti o kadar eser gösterebilir. Fakat askerlik tezkeresiyle bir kumandan-ı a’zama intisap ve istinad eden bir adam, kendi menabi-i kuvvetini ve erzak deposunu kendisi çekmediği ve taşımaya mecbur olmadığı için o intisap ve istinad, onun için tükenmez bir kuvvet, bir hazine hükmüne geçtiğinden mağlup düşen düşman ordusunun bir müşirini, belki binler adamla beraber o intisap kuvvetiyle esir edebilir. </div> <div lang="tr" dir="ltr" class="mw-content-ltr"> Demek vahdette, ferdiyette bir karınca bir Firavun’u, bir sinek bir Nemrut’u, bir mikrop bir cebbarı o intisap kuvvetiyle mağlup edebildiği gibi nohut tanesi küçüklüğünde bir çekirdek dahi dağ gibi heybetli bir çam ağacını omuzunda taşıyabilir. Evet, nasıl ki bir kumandan-ı a’zam, bir neferin imdadına bir orduyu gönderebilir haysiyetiyle ve o neferin arkasında bir orduyu tahşid edebildiği cihetiyle o nefer, bir ordu kendisinin arkasında manen bulunuyor gibi bir kuvvet-i maneviye ile pek büyük işlere, kumandanı namına mazhar olur. </div> <div lang="tr" dir="ltr" class="mw-content-ltr"> Öyle de Sultan-ı Ezelî, Ferd ve Ehad olduğundan –hiçbir cihetle ihtiyaç yok, eğer faraza ihtiyaç olsa– her şeyin imdadına bütün eşyayı gönderir ve her bir şeyin arkasına kâinat ordusunu tahşid eder ve her bir şey kâinat kadar bir kuvvete dayanır ve her bir şeye karşı bütün eşya –faraza eğer ihtiyaç olsa– o Kumandan-ı Ferd’in kuvveti hükmüne geçebilir. Eğer ferdiyet olmazsa her bir şey bütün bu kuvveti kaybeder, hiç hükmüne sukut eder; neticeleri dahi hiçe iner. </div> <div lang="tr" dir="ltr" class="mw-content-ltr"> İşte gözümüzle her vakit müşahede ettiğimiz bu çok hârika eserlerin gayet küçük ehemmiyetsiz şeylerden tezahürü, bilbedahe ferdiyet ve ehadiyeti gösteriyor. Yoksa her şeyin neticesi, meyvesi, eseri; o şeyin maddesi ve kuvveti gibi küçülerek hiçe inecekti. Ve gözümüz önündeki gayet kıymettar şeylerin gayet derecede ucuzluğu ve nihayet derecede mebzuliyeti hiç kalmayacaktı. Şimdi kırk para ile alacağımız bir kavunu, bir narı kırk bin lira ile de yiyemezdik. </div> <div lang="tr" dir="ltr" class="mw-content-ltr"> Evet, dünyadaki bütün suhulet, bütün ucuzluk, bütün mebzuliyet vahdetten gelir ve ferdiyete şehadet eder. </div> <div lang="tr" dir="ltr" class="mw-content-ltr"> '''İkinci Nokta:''' Mevcudat iki vecihle icad ediliyor. Biri “ibda ve ihtira” tabir edilen hiçten icaddır. Diğeri “inşa ve terkip” tabir edilen mevcud olan anâsır ve eşyadan toplamak suretiyle ona vücud vermektir. Eğer cilve-i ferdiyete ve sırr-ı ehadiyete göre olsa hadsiz derece bir suhulet, belki vücub derecesinde bir kolaylık olur. Eğer ferdiyete verilmezse hadsiz derece müşkül ve gayr-ı makul, belki imtina derecesinde bir suubet olacak. Halbuki kâinattaki mevcudat, nihayet derecede külfetsiz olarak ve suhuletle ve kolaylıkla gayet mükemmel bir surette vücuda gelmeleri, cilve-i ferdiyeti bilbedahe gösteriyor ve her şey doğrudan doğruya Zat-ı Ferd-i Zülcelal’in sanatı olduğunu ispat ediyor. </div> <div lang="tr" dir="ltr" class="mw-content-ltr"> Evet, eğer bütün eşya Ferd-i Vâhid’e verilse bir kibrit çakar gibi, eserleriyle azameti anlaşılan o nihayetsiz kudretiyle hiçten icad eder ve ihatalı nihayetsiz ilmiyle her şeye manevî bir kalıp hükmünde bir miktar tayin eder. Ve o âyine-i ilmindeki her şeyin suretine ve planına göre, kolayca her bir şeyin zerreleri o kalıb-ı ilmî içine yerleşir, muntazaman vaziyetlerini muhafaza ederler. </div> <div lang="tr" dir="ltr" class="mw-content-ltr"> Eğer etraftan zerreleri toplamak lâzım gelse de ilmî kanunların ve kudretin ihatalı düsturları cihetiyle o zerreler, kanun-u ilmî ve sevk-i kudretî ile bağlanmaları haysiyetiyle mutî bir ordunun neferatı gibi muntazaman kanun-u ilmî ve sevk-i kudretî ile gelip o şeyin vücudunu ihata eden kalıb-ı ilmî ve miktar-ı kaderî içine girip kolayca vücudunu teşkil ederler. Belki âyinedeki aksin fotoğraf vasıtasıyla kâğıt üstüne vücud-u haricî giymesi veyahut görünmeyen bir yazı ile yazılan bir mektuba gösterici maddeyi sürmekle görünmesi gibi, Ferd-i Vâhid’in ilm-i ezelîsinin âyinesinde bulunan mahiyet-i eşya ve suver-i mevcudata gayet suhuletle, kudret onlara vücud-u haricî giydirir ve âlem-i manadan âlem-i zuhura getirir, gözlere gösterir. </div> <div lang="tr" dir="ltr" class="mw-content-ltr"> Eğer Ferd-i Vâhid’e verilmezse bir sineğin vücudunu rûy-i zeminin etrafından ve anâsırından gayet hassas bir mizanla toplamak, âdeta yeryüzünü ve unsurları eleyip her taraftan o mahsus vücudun mahsus zerrelerini getirerek sanatlı vücudunda muntazam yerleştirmek için maddî kalıp, belki azaları adedince kalıplar bulunmak ve o vücuddaki duygular ve ruh gibi ince, dakik, manevî letaifi dahi mizan-ı mahsusla manevî âlemlerden celbetmek lâzım gelir. </div> <div lang="tr" dir="ltr" class="mw-content-ltr"> İşte bu surette bir sineğin icadı, kâinat kadar müşkülatlı olur; yüz derece müşkül müşkül içinde, belki muhal muhal içinde olacak. Çünkü Hâlık-ı Ferd’den başka hiçbir şey, hiçten ve ademden icad edemediğine bütün ehl-i din ve ehl-i fen ittifak ediyorlar. Öyle ise esbab ve tabiata havale edilse her şeye, ekser eşyadan toplamak suretiyle vücud verilebilir. </div> <div lang="tr" dir="ltr" class="mw-content-ltr"> '''Üçüncü Nokta:''' Eğer bütün eşya, bir Zat-ı Ferd-i Vâhid’e verilse bir tek şey gibi kolay olmasına, eğer esbaba ve tabiata havale edilse bir tek şeyin vücudu, umum eşya kadar müşkülatlı olduğuna işaret eden, başka risalelerde izah edilen iki üç temsili muhtasaran beyan edeceğiz. </div> <div lang="tr" dir="ltr" class="mw-content-ltr"> '''Mesela,''' bir zabite, bin nefere ait vaziyet ve idare havale edilse ve bir nefer de on zabitin idaresine verilse o bir neferin idaresi, bir taburun idaresinden on derece daha müşkülatlı olur. Çünkü ona emredenler, birbirine mani olurlar. Bir keşmekeş ile o nefer hiçbir istirahat yüzünü görmeyecek. Hem bir taburdan matlub vaziyet ve netice, bir tek zabite havale edilse külfetsiz, kolayca o neticeyi istihsal eder ve o vaziyeti verebilir. </div> <div lang="tr" dir="ltr" class="mw-content-ltr"> Eğer o vaziyeti almayı ve o neticeyi istihsal etmeyi, o taburdaki başsız, âmirsiz, çavuşsuz neferata havale edilse o matlub vaziyeti ve neticeyi almak için çok karışıklık içinde münakaşalarla ancak nâkıs bir sureti, müşkülatla tahsil edilebilir. </div> <div lang="tr" dir="ltr" class="mw-content-ltr"> '''İkinci Temsil:''' Mesela, Ayasofya gibi kubbeli bir caminin kubbesindeki taşlarını durdurmak vaziyeti ve muallakta durdurması, bir ustaya verilse o vaziyeti onlara kolayca verebilir. </div> <div lang="tr" dir="ltr" class="mw-content-ltr"> Eğer o vaziyete girmesi, taşlara havale edilse her bir taş umum taşlara hem hâkim-i mutlak hem mahkûm-u mutlak olmak lâzım gelir. Tâ ki birbirine baş başa verip muallakta durabilsinler. O halde o ustanın kolayca gördüğü işini görmek için yüz usta kadar, yüz derece işinden daha ziyade işler görülecek, sonra o vaziyetler alınacak. </div> <div lang="tr" dir="ltr" class="mw-content-ltr"> '''Üçüncü Temsil:''' Mesela küre-i arz, Zat-ı Ferd-i Vâhid’in bir memuru, bir neferi olduğundan yalnız o bir tek nefer, o tek zatın tek emrini dinlediği için, mevsimlerin husulü ve gece ve gündüz vakitlerinin vücudu ve semavattaki ulvi ve haşmetli harekâtın zuhuru ve sinemavari semavî levhaların tebdili gibi neticeleri istihsal için arz gibi bir tek nefer, bir tek zatın bir tek emrini almakla, o vazifenin neşesinden gelen bir cazibe ile meczup mevlevî gibi semâa kalkar, bütün o muhteşem neticelerin husulüne ve zuhuruna vesile olur. Güya o tek nefer, kâinat yüzündeki muhteşem manevraya bir kumandanlık eder. </div> <div lang="tr" dir="ltr" class="mw-content-ltr"> Eğer hâkimiyet-i uluhiyeti ve saltanat-ı rububiyeti umum kâinatı ihata eden ve hüküm ve emri umum mevcudata geçen bir Zat-ı Ferd’e verilmezse o halde o neticeleri, o semavî manevrayı ve arzî mevsimleri tahsil etmek için küre-i arzdan bin defa büyük milyonlarla yıldızlar ve küreler, milyonlar sene uzun bir mesafeyi her yirmi dört saatte, her bir senede gezmekle o neticeler gösterilebilir. </div> <div lang="tr" dir="ltr" class="mw-content-ltr"> İşte küre-i arz gibi bir tek memur, meczup bir mevlevî gibi mihveri ve medarı üstünde iki hareketle hasıl olan o haşmetli neticelerin husulü ise vahdette ne derece hadsiz suhulet olduğuna bir misal olması gibi, aynı neticeleri kazanmak için milyonlar defa o hareketten daha müşkül ve hadsiz uzun yollar ile o neticeleri kazanmak ne derece müşkülatlı, belki muhal olduğuna; şirk ve küfrün yolunda ne derece muhaller, bâtıl şeyler bulunduğuna misaldir. </div> <div lang="tr" dir="ltr" class="mw-content-ltr"> Esbaba tapanların ve tabiat-perestlerin cehaletlerine bu misal ile bak. Mesela “Bir zat hârika bir fabrikanın veya acib bir saatin veya muhteşem bir sarayın veya mükemmel bir kitabın gayet muntazam bir surette eczalarını, çarklarını fevkalâde sanatıyla hazır ettikten sonra, kendisi kolayca o eczaları terkip edip işletmeyerek, belki çok uzun masraflarla o eczaları kendi kendine işlemek ve o usta yerine fabrikayı, sarayı, saati yapmak, kitabı yazmak için her bir cüzü, her bir çarkı, hattâ kâğıdı, kalemi birer hârika makine hükmüne getiriyor. Ve teşhirini çok istediği bütün hünerlerini, kemalâtını izhara vesile olan o üstadlığını ve sanatını onlara havale ediyor.” diye zannetmek, ne derece akıldan uzak ve cehalet olduğunu anlarsın! </div> <div lang="tr" dir="ltr" class="mw-content-ltr"> Aynen öyle de esbaba ve tabiatlara icad isnad edenler, muzaaf bir cehalete düşerler. Çünkü tabiatların ve sebeplerin üstünde dahi gayet muntazam bir eser-i sanat var, onlar da sair mahlukat gibi masnûdurlar. Onları öyle yapan zat, onların neticelerini dahi yapar, beraber gösteriyor. Çekirdeği yapan, onun üstünde ağacı o yapar; ve ağacı yapan, onun üstünde meyveleri dahi o icad eder. Yoksa ayrı ayrı tabiatların, sebeplerin vücuda gelmeleri için yine muntazam başka tabiatları, sebepleri isteyecekler. Ve hâkeza gitgide nihayetsiz, manasız, imkânsız bir silsile-i mevhumatı mevcud kabul etmek lâzım gelir. Bu ise cehaletlerin en antikasıdır. </div> <div lang="tr" dir="ltr" class="mw-content-ltr"> === Beşinci İşaret === </div> <div lang="tr" dir="ltr" class="mw-content-ltr"> Çok yerlerde kat’î delillerle ispat etmişiz ki hâkimiyetin en esaslı hâssası; istiklaldir, infiraddır. Hattâ hâkimiyetin zayıf bir gölgesi, âciz insanlarda dahi istiklaliyetini muhafaza etmek için gayrın müdahalesini şiddetle reddeder ve kendi vazifesine başkasının karışmasına müsaade etmez. Çok padişahlar bu redd-i müdahale haysiyetiyle masum evlatlarını ve sevdiği kardeşlerini merhametsizce kesmişler. </div> <div lang="tr" dir="ltr" class="mw-content-ltr"> Demek, hakiki hâkimiyetin en esaslı hâssası ve infikâk kabul etmez bir lâzımı ve daimî bir muktezası; istiklaldir, infiraddır, gayrın müdahalesini reddir. </div> <div lang="tr" dir="ltr" class="mw-content-ltr"> İşte bu çok esaslı hâssa içindir ki rububiyet-i mutlaka derecesindeki hâkimiyet-i İlahiye, gayet şiddetle şirki ve iştiraki ve müdahale-i gayrı reddettiğinden, Kur’an-ı Mu’cizü’l-Beyan dahi gayet hararetle ve şiddetle ve pek çok tekrar ile tevhidi gösterip şirki, iştiraki azîm tehditlerle reddediyor. </div> <div lang="tr" dir="ltr" class="mw-content-ltr"> İşte rububiyetteki hâkimiyet-i İlahiye, tevhid ve vahdeti kat’î bir surette iktiza ettiği ve gayet kuvvetli bir dâîyi ve gayet şiddetli bir muktezîyi gösterdiği gibi, kâinat yüzündeki nihayet derecede mükemmel ve mecmu-u kâinattan, yıldızlardan tut tâ nebatat, hayvanat, maadin tâ cüz’iyat ve efrada ve zerrelere kadar görünen intizam-ı ekmel ve insicam-ı ecmel; o ferdiyete, o vahdete hiçbir cihetle şüphe getirmez bir şahid-i âdil, bir bürhan-ı bâhirdir. Çünkü gayrın müdahalesi olsa bu gayet hassas nizam ve intizam ve muvazene-i kâinat elbette bozulacaktı ve intizamsızlık eseri görünecekti. لَو۟ كَانَ فٖيهِمَٓا اٰلِهَةٌ اِلَّا اللّٰهُ لَفَسَدَتَا âyetinin sırrıyla bu hârika mükemmel nizam-ı kâinat karışacaktı ve fesada girecekti. Halbuki فَار۟جِعِ ال۟بَصَرَ هَل۟ تَرٰى مِن۟ فُطُورٍ âyetiyle zerrattan tâ seyyarata, ferşten tâ arşa kadar hiçbir cihetle kusur ve noksan ve müşevveşiyet eseri görülmediğinden, gayet parlak bir surette, bu nizam-ı kâinat ve şu intizam-ı mahlukat ve şu muvazene-i mevcudat, ism-i Ferd’in cilve-i a’zamını gösterip vahdete şehadet eder. </div> <div lang="tr" dir="ltr" class="mw-content-ltr"> Hem cilve-i ehadiyet sırrıyla, en küçük bir zîhayat mahluk, kâinatın bir misal-i musağğarası ve küçük bir fihristesi hükmünde olduğundan o tek zîhayata sahip çıkan, bütün kâinatı kabza-i tasarrufunda tutan zat olabilir. Ve bir çekirdek, hilkatçe bir ağaçtan geri olmadığı; ve bir ağaç, küçük bir kâinat hükmünde olduğu; her bir zîhayat dahi küçük bir kâinat ve küçük bir âlem hükmünde olduğundan bu sırr-ı ehadiyet cilvesi, şirk ve iştiraki muhal derecesine getiriyor. </div> <div lang="tr" dir="ltr" class="mw-content-ltr"> Bu kâinat, o sır ile; değil yalnız tecezzi kabul etmez bir külldür; belki mahiyetçe, inkısam ve iştiraki ve tecezzisi imkânsız ve müteaddid elleri kabul etmez bir küllî hükmüne geçtiğinden ondaki her bir cüz, bir cüz’î ve bir ferdî hükmünde ve o küll dahi bir küllî hükmünde olduğundan hiçbir cihetle iştirakin imkânı olmuyor. Bu ism-i Ferd’in cilve-i a’zamı, hakikat-i tevhidi bu sırr-ı ehadiyetle bedahet derecesinde ispat ediyor. </div> <div lang="tr" dir="ltr" class="mw-content-ltr"> Evet, kâinatın envaları birbiri içine girift olması ve kenetleşmesi ve her birinin vazifesi umuma baktığı cihetle kâinatı rububiyet ve icad noktasında tecezzi kabul etmez bir küll hükmüne getirdiği misillü; kâinatta faaliyet gösteren ef’al-i umumiye-i muhita dahi birbirinin içinde tedahül cihetiyle, yani mesela hayat vermek fiili içinde, aynı anda iaşe ve terzîk fiili görünüyor. Ve o iaşe, ihya fiilleri içinde aynı zamanda o zîhayatın cesedini tanzim, teçhiz fiilleri müşahede olunuyor. Ve o iaşe, ihya, tanzim, teçhiz fiilleri içinde; aynı vakitte tasvir, terbiye ve tedbir fiilleri nazara çarpıyor. Ve hâkeza… Böyle muhit ve umumî ef’alin birbiri içine tedahülü ve girift olması ve ziyadaki yedi renk gibi imtizaç belki ittihat etmesi haysiyetiyle ve o ef’alin her biri, mahiyetçe bir birlik ve vahdet içinde ekser mevcudata ihatası ve şümulü ve vahdanî birer fiil olduğundan herhalde fâilinin bir tek zat olması ve her biri, umum kâinatı istila etmesi ve sair ef’al ile muavenettarane birleşmesi itibarıyla, kâinatı tecezzi kabul etmez bir küll hükmüne getirdiği gibi zîhayat mahlukların her birisi; kâinatın bir çekirdeği, bir fihristesi, bir numunesi hükmünde olduğundan, kâinatı rububiyet noktasında tecezzi ve inkısamı imkân haricinde bir küllî hükmüne getirmiştir. </div> <div lang="tr" dir="ltr" class="mw-content-ltr"> Demek kâinat öyle bir külldür ki bir cüze Rab olmak, umum o külle Rab olmakla olur. Ve öyle bir küllîdir ki her bir cüz, bir fert hükmüne geçip bir tek ferde rububiyetini dinlettirmek, umum o küllîyi musahhar etmekle olabilir. </div> <div lang="tr" dir="ltr" class="mw-content-ltr"> === Altıncı İşaret === </div> <div lang="tr" dir="ltr" class="mw-content-ltr"> Ferdiyet-i Rabbaniye ve vahdet-i İlahiye, bütün kemalâtın '''(Hâşiye<ref>'''Hâşiye:''' Hattâ hadsiz kemal ve cemal-i İlahînin tahakkukuna en zâhir bürhan ve en kuvvetli bir delil, vahdettir. Çünkü kâinatın sâni’i Vâhid-i Ehad bilinse bütün kâinattaki kemalât ve cemaller, o Sâni’-i Vâhid’de bulunan kudsî kemalâtın ve cemallerin gölgeleri ve cilveleri ve işaretleri ve tereşşuhatları olduğu bilinecek. Yoksa kâinatın kemalâtı ve cemalleri, mahlukata ve şuursuz bir kısım esbaba ait kalacaktı. O vakit akl-ı beşer nazarında kemalât-ı İlahiyenin hazine-i sermediyesi anahtarsız, meçhul kalırdı.</ref>)''' medarı, esası olduğu ve kâinatın hilkatindeki hikmetlerin ve maksatların menşei ve madeni olduğu gibi zîşuur ve zîaklın, hususan insanların metalibinin ve arzularının husul bulmasının menbaı ve çare-i yegânesidir. Eğer ferdiyet olmazsa beşerin bütün metalib ve arzuları sönecek. Hem hilkat-i kâinatın neticeleri hiçe inecek hem mevcud ve muhakkak olan ekser kemalâtın in’idamına vesile olacak. </div> <div lang="tr" dir="ltr" class="mw-content-ltr"> Mesela, insanda en şedit ve sarsılmaz ve aşk derecesinde bir arzu-yu beka var. Ve o matlabı vermek için bütün kâinatı sırr-ı ferdiyetle kabzasında tutan ve bir menzili kapayıp öbür menzili açmak gibi kolay bir surette dünyayı kapayıp âhireti açabilir bir zat, o arzu-yu bekayı yerine getirebilir. Ve bu arzu gibi, ebede uzanmış ve kâinatın etrafına yayılmış beşerin binler arzuları, sırr-ı ferdiyete ve hakikat-i tevhide bağlıdırlar. Eğer o ferdiyet olmazsa onlar olmaz, akîm kalırlar. Ve vahdetle bütün kâinata birden tasarruf eden bir Zat-ı Ferd olmazsa o matlablar yerine gelmez. Faraza gelse de çok nâkıs olur. </div> <div lang="tr" dir="ltr" class="mw-content-ltr"> İşte bu sırr-ı azîm içindir ki Kur’an-ı Mu’cizü’l-Beyan, tevhid ve ferdiyeti pek çok tekrar ile kuvvetli bir hararetle, yüksek bir halâvetle ders verdiği gibi bütün enbiya ve asfiya ve evliya en büyük zevklerini ve saadetlerini, kelime-i tevhid olan لَٓا اِلٰهَ اِلَّا هُوَ da buluyorlar. </div> <div lang="tr" dir="ltr" class="mw-content-ltr"> === Yedinci İşaret === </div> <div lang="tr" dir="ltr" class="mw-content-ltr"> İşte bu tevhid-i hakikiyi bütün meratibiyle en mükemmel bir surette ders veren, ispat eden, ilan eden Muhammed aleyhissalâtü vesselâmın risaleti, elbette o tevhidin kat’iyeti derecesinde sabit olmak lâzım gelir. Çünkü madem daire-i vücudun en büyük hakikati olan tevhidi bütün hakaikiyle o zat ders veriyor. Elbette tevhidi ispat eden bütün bürhanlar, dolayısıyla onun risaletini ve vazifesinin hakkaniyetini ve davasının doğruluğunu dahi kat’î ispat eder, denilebilir. Evet, böyle binler hakaik-i âliyeyi cem’eden, ferdiyet ve vahdaniyeti hakkıyla keşfedip ders veren bir risalet; gayet kat’î bir surette o tevhid, o ferdiyetin muktezasıdır ve lâzımıdır. Onlar, onu herhalde isterler. </div> <div lang="tr" dir="ltr" class="mw-content-ltr"> İşte o vazifeyi tam tamına yerine getiren Zat-ı Ahmediye aleyhissalâtü vesselâmın şahsiyet-i maneviyesinin derece-i ehemmiyetine ve ulviyetine ve bu kâinatın bir güneşi olduğuna şehadet eden pek çok delillerden, sebeplerden üç tanesini numune olarak beyan ediyoruz. </div> <div lang="tr" dir="ltr" class="mw-content-ltr"> '''Birincisi:''' Umum ümmet, umum asırlarda işledikleri umum hasenatın bir misli اَلسَّبَبُ كَال۟فَاعِلِ sırrınca, Zat-ı Ahmediye aleyhissalâtü vesselâmın sahife-i hasenatına geçtiği gibi umum ümmet, her günde ettikleri salavat duasının kat’î makbuliyeti cihetiyle, o hadsiz duaların iktiza ettikleri makam ve mertebeyi düşünmekle, şahsiyet-i maneviye-i Muhammediye aleyhissalâtü vesselâmın bu kâinat içinde nasıl bir güneş olduğu anlaşılır. </div> <div lang="tr" dir="ltr" class="mw-content-ltr"> '''İkincisi:''' Âlem-i İslâm’ın şecere-i kübrasının menşei, çekirdeği, hayatı, medarı olan mahiyet-i Muhammediye aleyhissalâtü vesselâmın fevkalâde istidat ve cihazatıyla, âlem-i İslâmiyet’in maneviyatını teşkil eden kudsî kelimatı, tesbihatı, ibadatı en evvel bütün manalarıyla hissedip yapmaktan gelen terakkiyat-ı ruhiyesini düşün; habibiyet derecesine çıkan ubudiyet-i Muhammediyenin (asm) velayeti, sair velayetlerden ne kadar yüksek olduğunu anla! </div> <div lang="tr" dir="ltr" class="mw-content-ltr"> Bir zaman bir tek tesbihin, bir tek namazda, sahabelerin tarz-ı telakkisine yakın bir surette bana inkişafı, bir ay kadar ibadet derecesinde ehemmiyetli göründü. Sahabelerin yüksek kıymetini onunla anladım. Demek bidayet-i İslâmiyede kelimat-ı kudsiyenin verdiği feyiz ve nurun başka bir meziyeti var. Tazeliği haysiyetiyle başka bir letafeti, bir taraveti, bir lezzeti var ki gaflet perdesi altında mürur-u zamanla gizlenir, azalır, perdelenir. Zat-ı Muhammediye (asm) ise onları menba-ı hakikisinden (Zat-ı Akdes’ten) turfanda, taze olarak fevkalâde istidadıyla almış, emmiş, massetmiş. Bu sırra binaen o zat, bir tek tesbihten, başkasının bir sene ibadeti kadar feyiz alabilir. </div> <div lang="tr" dir="ltr" class="mw-content-ltr"> İşte bu nokta-i nazardan Zat-ı Muhammediye aleyhissalâtü vesselâmın, haddi ve nihayeti olmayan meratib-i kemalâtta ne derece terakki ettiğini kıyas et. </div> <div lang="tr" dir="ltr" class="mw-content-ltr"> '''Üçüncüsü:''' Bu kâinatın Hâlık’ı, bu kâinattaki bütün makasıdının en ehemmiyetli medarı nev-i insan olduğundan ve bütün hitabat-ı Sübhaniyenin en anlayışlı bir muhatabı nev-i beşer olduğundan; o nev-i beşer içinde en meşhur, en namdar ve âsârıyla ve icraatıyla en mükemmel, en muhteşem fert olan Zat-ı Muhammediye’yi (asm) o nevi namına, belki umum kâinat hesabına kendine muhatap eden Zat-ı Ferd-i Zülcelal, elbette onu hadsiz kemalâtta hadsiz feyzine mazhar etmiştir. </div> <div lang="tr" dir="ltr" class="mw-content-ltr"> İşte bu üç nokta gibi çok noktalar var, kat’î bir surette ispat ederler ki şahsiyet-i maneviye-i Muhammediye (asm), kâinatın manevî bir güneşi olduğu gibi, bu kâinat denilen Kur’an-ı Kebir’in âyet-i kübrası ve o Furkan-ı A’zam’ın ism-i a’zamı ve ism-i Ferd’in cilve-i a’zamının bir âyinesidir. </div> <div lang="tr" dir="ltr" class="mw-content-ltr"> Kâinatın umum zerratının umum zamanlarındaki umum dakikalarının bütün âşirelerine darbedilip, hasıl-ı darb adedince o Zat-ı Ahmediye’ye salât ü selâm, nihayetsiz hazine-i rahmetinden inmesini, Zat-ı Ferd-i Ehad-i Samed’den niyaz ediyoruz. </div> <div lang="tr" dir="ltr" class="mw-content-ltr"> سُب۟حَانَكَ لَا عِل۟مَ لَنَٓا اِلَّا مَا عَلَّم۟تَنَٓا اِنَّكَ اَن۟تَ ال۟عَلٖيمُ ال۟حَكٖيمُ </div> <div lang="tr" dir="ltr" class="mw-content-ltr"> == Otuzuncu Lem’a’nın Beşinci Nüktesi == </div> <div lang="tr" dir="ltr" class="mw-content-ltr"> بِسْمِ اللّٰهِ الرَّحْمٰنِ الرَّح۪يمِ </div> <div lang="tr" dir="ltr" class="mw-content-ltr"> فَان۟ظُر۟ اِلٰٓى اٰثَارِ رَح۟مَتِ اللّٰهِ كَي۟فَ يُح۟يِى ال۟اَر۟ضَ بَع۟دَ مَو۟تِهَا اِنَّ ذٰلِكَ لَمُح۟يِى ال۟مَو۟تٰى وَهُوَ عَلٰى كُلِّ شَى۟ءٍ قَدٖيرٌ âyet-i azîmenin ve اَللّٰهُ لَٓا اِلٰهَ اِلَّا هُوَ ال۟حَىُّ ال۟قَيُّومُ لَا تَا۟خُذُهُ سِنَةٌ وَلَا نَو۟مٌ âyet-i azîmin birer nüktesi ile ism-i a’zam veyahut ism-i a’zamın iki ziyasından bir ziyası veya altı nurundan bir nuru olan '''ism-i Hayy’'''ın bir cilvesi, şevval-i şerifte, Eskişehir Hapishanesinde uzaktan uzağa aklıma göründü. Vaktinde kaydedilmedi ve çabuk o kudsî kuşu avlayamadık. Tebâud ettikten sonra hiç olmazsa bazı remizlerle o hakikat-i ekberin ve nur-u a’zamın bazı şuâlarını muhtasaran göstereceğiz. </div> <div lang="tr" dir="ltr" class="mw-content-ltr"> === Birinci Remiz === </div> <div lang="tr" dir="ltr" class="mw-content-ltr"> İsm-i Hay ve ism-i Muhyî’nin bir cilve-i a’zamından olan “Hayat nedir? Ve mahiyeti ve vazifesi nedir?” sualine karşı fihristevari cevap şudur ki: </div> <div lang="tr" dir="ltr" class="mw-content-ltr"> '''Hayat,''' şu kâinatın en ehemmiyetli gayesi, hem en büyük neticesi, hem en parlak nuru, hem en latîf mâyesi, hem gayet süzülmüş bir hülâsası, hem en mükemmel meyvesi, hem en yüksek kemali, hem en güzel cemali, hem en güzel ziyneti, hem sırr-ı vahdeti, hem rabıta-i ittihadı, hem kemalâtının menşei, hem sanat ve mahiyetçe en hârika bir zîruhu, hem en küçük bir mahluku bir kâinat hükmüne getiren mu’cizekâr bir hakikati, hem güya kâinatın küçük bir zîhayatta yerleşmesine vesile oluyor gibi koca kâinatın bir nevi fihristesini o zîhayatta göstermekle beraber, o zîhayatı ekser mevcudatla münasebettar ve küçük bir kâinat hükmüne getiren en hârika bir mu’cize-i kudrettir. </div> <div lang="tr" dir="ltr" class="mw-content-ltr"> Hem en büyük bir küll kadar –hayat ile– küçük bir cüzü büyülten ve bir ferdi dahi küllî gibi bir âlem hükmüne getiren ve rububiyet cihetinde kâinatı tecezzi ve iştiraki ve inkısamı kabul etmez bir küll ve bir küllî hükmünde gösteren fevkalâde hârika bir sanat-ı İlahiyedir. </div> <div lang="tr" dir="ltr" class="mw-content-ltr"> Hem kâinatın mahiyetleri içinde Zat-ı Hayy-ı Kayyum’un vücub-u vücuduna ve vahdetine ve ehadiyetine şehadet eden bürhanların en parlağı, en kat’îsi ve en mükemmeli hem masnuat-ı İlahiye içinde en hafîsi ve en zâhiri, en kıymettarı ve en ucuzu, en nezihi ve en parlak ve en manidar bir nakş-ı sanat-ı Rabbaniyedir. </div> <div lang="tr" dir="ltr" class="mw-content-ltr"> Hem sair mevcudatı kendine hâdim ettiren nâzenin, nazdar, nazik bir cilve-i rahmet-i Rahmaniyedir. Hem şuunat-ı İlahiyenin gayet câmi’ bir âyinesidir. Hem Rahman, Rezzak, Rahîm, Kerîm, Hakîm gibi çok esma-i hüsnanın cilvelerini câmi’ ve rızık, hikmet, inayet, rahmet gibi çok hakikatleri kendine tabi eden ve görmek ve işitmek ve hissetmek gibi umum duyguların menşei, madeni bir acube-i hilkat-i Rabbaniyedir. </div> <div lang="tr" dir="ltr" class="mw-content-ltr"> Hem hayat, bu kâinatın tezgâh-ı a’zamında öyle bir istihale makinesidir ki mütemadiyen her tarafta tasfiye yapıyor, temizlendiriyor, terakki veriyor, nurlandırıyor. Ve zerrat kafilelerine, güya hayatın yuvası olan cesedi o zerrelere vazife görmek, nurlanmak, talimat yapmak için bir misafirhane, bir mektep, bir kışladır. Âdeta Zat-ı Hay ve Muhyî, bu makine-i hayat vasıtasıyla bu karanlıklı ve fâni ve süflî olan âlem-i dünyayı latîfleştiriyor, ışıklandırıyor, bir nevi beka veriyor, bâki bir âleme gitmeye hazırlattırıyor. </div> <div lang="tr" dir="ltr" class="mw-content-ltr"> Hem hayatın iki yüzü yani mülk, melekût vecihleri parlaktır, kirsizdir, noksansızdır, ulvidir. Onun için perdesiz, vasıtasız, doğrudan doğruya dest-i kudret-i Rabbaniyeden çıktığını aşikâre göstermek için sair eşya gibi zâhirî esbabı hayattaki tasarrufat-ı kudrete perde edilmemiş bir müstesna mahluktur. </div> <div lang="tr" dir="ltr" class="mw-content-ltr"> Hem hayatın hakikati, altı erkân-ı imaniyeye bakıp manen ve remzen ispat eder. Yani hem Vâcibü’l-vücud’un vücub-u vücudunu ve hayat-ı sermediyesini hem dâr-ı âhireti ve hayat-ı bâkiyesini hem vücud-u melâike hem sair erkân-ı imaniyeye pek kuvvetli bakıp iktiza eden bir hakikat-i nuraniyedir. </div> <div lang="tr" dir="ltr" class="mw-content-ltr"> Hem hayat, bütün kâinattan süzülmüş en safi bir hülâsası olduğu gibi, kâinattaki en mühim bir maksad-ı İlahî ve hilkat-i âlemin en mühim neticesi olan şükür ve ibadet ve hamd ve muhabbeti netice veren bir sırr-ı a’zamdır. </div> <div lang="tr" dir="ltr" class="mw-content-ltr"> İşte, hayatın bu mezkûr yirmi dokuz ehemmiyetli ve kıymettar hâssalarını ve ulvi ve umumî vazifelerini nazara al. Sonra bak, Muhyî isminin arkasında ism-i Hayy’ın azametini gör. Ve hayatın bu azametli hâssaları ve meyveleri noktasından, ism-i Hay nasıl bir ism-i a’zam olduğunu bil. </div> <div lang="tr" dir="ltr" class="mw-content-ltr"> Hem anla ki bu hayat, madem kâinatın en büyük neticesi ve en azametli gayesi ve en kıymettar meyvesidir; elbette bu hayatın dahi kâinat kadar büyük bir gayesi, azametli bir neticesi bulunmak gerektir. Çünkü ağacın neticesi meyve olduğu gibi meyvenin de çekirdeği vasıtasıyla neticesi, gelecek bir ağaçtır. '''Evet, bu hayatın gayesi ve neticesi hayat-ı ebediye olduğu gibi bir meyvesi de hayatı veren Zat-ı Hay ve Muhyî’ye karşı şükür ve ibadet ve hamd ve muhabbettir ki bu şükür ve muhabbet ve hamd ve ibadet ise hayatın meyvesi olduğu gibi kâinatın gayesidir.''' </div> <div lang="tr" dir="ltr" class="mw-content-ltr"> Ve bundan anla ki bu hayatın gayesini “rahatça yaşamak ve gafletli lezzetlenmek ve heveskârane nimetlenmektir” diyenler, gayet çirkin bir cehaletle; münkirane, belki de kâfirane, bu pek çok kıymettar olan hayat nimetini ve şuur hediyesini ve akıl ihsanını istihfaf ve tahkir edip dehşetli bir küfran-ı nimet ederler. </div> <div lang="tr" dir="ltr" class="mw-content-ltr"> === İkinci Remiz === </div> <div lang="tr" dir="ltr" class="mw-content-ltr"> İsm-i Hayy’ın bir cilve-i a’zamı ve ism-i Muhyî’nin bir tecelli-i eltafı olan bu hayatın Birinci Remiz’deki fihristesi zikredilen bütün mertebeleri ve vasıfları ve vazifeleri beyan etmek, o vasıflar adedince risaleler yazmak lâzım geldiğinden Risale-i Nur’un eczalarında o vasıfların, o mertebelerin, o vazifelerin bir kısmı izah edildiğinden kısmen tafsilatı Risale-i Nur’a havale edip burada birkaç tanesine muhtasaran işaret edeceğiz. </div> <div lang="tr" dir="ltr" class="mw-content-ltr"> İşte, hayatın yirmi dokuz hâssalarından yirmi üçüncü hâssasında şöyle denilmiştir ki: Hayatın iki yüzü de şeffaf, kirsiz olduğundan esbab-ı zâhiriye, ondaki tasarrufat-ı kudret-i Rabbaniyeye perde edilmemiştir. Evet bu hâssanın sırrı şudur ki: </div> <div lang="tr" dir="ltr" class="mw-content-ltr"> Kâinatta gerçi her şeyde bir güzellik ve iyilik ve hayır vardır ve şer ve çirkinlik gayet cüz’îdir ve vâhid-i kıyasîdirler ki güzellik ve iyilik mertebelerini ve hakikatlerinin tekessürünü ve taaddüdünü göstermek cihetiyle, o şer ise hayır ve o kubuh dahi hüsün olur. Fakat zîşuurların nazar-ı zâhirîsinde görünen zâhirî çirkinlik ve fenalık ve bela ve musibetten gelen küsmekler ve şekvalar, Zat-ı Hayy-ı Kayyum’a teveccüh etmemek için hem aklın zâhirî nazarında hasis, pis görünen şeylerde, kudsî münezzeh olan kudretin bizzat ve perdesiz onlar ile mübaşereti, kudretin izzetine münafî gelmemek için zâhirî esbablar o kudretin tasarrufatına perde edilmişler. O esbab ise icad edemiyorlar, belki haksız olan şekvalara ve itirazlara hedef olmak ve izzet ve kudsiyet ve münezzehiyet-i kudreti muhafaza içindirler. </div> <div lang="tr" dir="ltr" class="mw-content-ltr"> Yirmi İkinci Söz’ün İkinci Makamı’nın Mukaddime’sinde beyan edildiği gibi Hazret-i Azrail (as) kabz-ı ervah vazifesi hususunda Cenab-ı Hakk’a münâcat etmiş. Demiş: “Senin kulların benden küsecekler.” Cevaben ona denilmiş: “Senin vazifen ile vefat edenlerin ortasında hastalıklar ve musibetler perdesini bırakacağım; vefat edenler sana değil, belki itiraz ve şekva oklarını o perdelere atacaklar.” Bu münâcatın sırrına göre; ölümün ve vefatın ehl-i iman hakkında hakiki güzel yüzünü görmeyen ve ondaki rahmetin cilvesini bilmeyenlerin küsmeleri ve itirazları Zat-ı Hayy-ı Kayyum’a gitmemek için Hazret-i Azrail’in (as) vazifesi de bir perde olduğu gibi, sair esbablar dahi zâhirî perdedirler. </div> <div lang="tr" dir="ltr" class="mw-content-ltr"> '''Evet, izzet-i azamet ister ki esbab perdedar-ı dest-i kudret ola aklın nazarında fakat vahdet ve celal ister ki esbab, ellerini çeksinler tesir-i hakikiden.''' </div> <div lang="tr" dir="ltr" class="mw-content-ltr"> Fakat hayatın hem zâhirî hem bâtınî hem mülk hem melekût vecihleri; kirsiz, noksansız, kusursuz olduğundan şekvaları ve itirazları davet edecek maddeler onda bulunmadığı gibi, izzet ve kudsiyet-i kudrete münafî olacak pislik ve çirkinlik olmadığından doğrudan doğruya perdesiz olarak Zat-ı Hayy-ı Kayyum’un “ihya edici, hayat verici, diriltici” isminin eline teslim edilmişlerdir. Nur da öyledir, vücud ve icad da öyledir. Onun içindir ki icad ve halk doğrudan doğruya, perdesiz, Zat-ı Zülcelal’in kudretine bakar. Hattâ yağmur bir nevi hayat ve rahmet olduğundan vakt-i nüzulü bir muttarid kanuna tabi kılınmamış, tâ ki her vakt-i hâcette eller dergâh-ı İlahiyeye rahmet istemek için açılsın. Eğer yağmur, güneşin tulûu gibi bir kanuna tabi olsaydı o nimet-i hayatiye, her vakit rica ile istenilmeyecekti. </div> <div lang="tr" dir="ltr" class="mw-content-ltr"> === Üçüncü Remiz === </div> <div lang="tr" dir="ltr" class="mw-content-ltr"> Yirmi dokuzuncu hâssasında denilmiştir ki kâinatın neticesi hayat olduğu gibi, hayatın neticesi olan şükür ve ibadet dahi kâinatın sebeb-i hilkati ve ille-i gaiyesi ve maksud neticesidir. Evet, bu kâinatın Sâni’-i Hayy-ı Kayyum’u, bu kadar hadsiz enva-ı nimetiyle kendini zîhayatlara bildirip sevdirdiğine mukabil, elbette zîhayatlardan o nimetlere karşı teşekkür ve sevdirmesine mukabil sevmelerini ve kıymettar sanatlarına mukabil medh ü sena etmelerini ve evamir-i Rabbaniyesine karşı itaat ve ubudiyetle mukabele edilmelerini ister. </div> <div lang="tr" dir="ltr" class="mw-content-ltr"> İşte bu sırr-ı rububiyete göre teşekkür ve ubudiyet, bütün enva-ı hayatın ve dolayısıyla bütün kâinatın en ehemmiyetli gayesi olduğundandır ki Kur’an-ı Mu’cizü’l-Beyan, pek çok hararetle ve şiddetle ve halâvetle şükür ve ibadete sevk ediyor. Ve ibadet Cenab-ı Hakk’a mahsus ve şükür ona lâyık ve hamd ona hastır, diye çok tekrar ile beyan ediyor. Demek bu şükür ve ibadet, doğrudan doğruya Mâlik-i Hakiki’sine gitmek lâzım olduğunu ifade için hayatı bütün şuunatıyla perdesiz kabza-i tasarrufunda tutmasına delâlet eden وَهُوَ الَّذٖى يُح۟يٖى وَ يُمٖيتُ وَلَهُ اخ۟تِلَافُ الَّي۟لِ وَالنَّهَارِ هُوَ الَّذٖى يُح۟يٖى وَ يُمٖيتُ فَاِذَا قَضٰٓى اَم۟رًا فَاِنَّمَا يَقُولُ لَهُ كُن۟ فَيَكُونُ فَيُح۟يٖى بِهِ ال۟اَر۟ضَ بَع۟دَ مَو۟تِهَا gibi âyetler, pek sarîh bir surette vasıtaları nefyedip doğrudan doğruya hayatı Hayy-ı Kayyum’un dest-i kudretine münhasıran veriyor. </div> <div lang="tr" dir="ltr" class="mw-content-ltr"> Evet, minnettarlık ve teşekkürü davet eden ve muhabbet ve sena hissini tahrik eden, hayattan sonra rızık ve şifa ve yağmur gibi vesile-i şükran şeyler dahi doğrudan doğruya Zat-ı Rezzak-ı Şâfî’ye ait olduğunu, esbab ve vesait bir perde olduğunu هُوَ الرَّزَّاقُ ذُو ال۟قُوَّةِ ال۟مَتٖينُ وَ اِذَا مَرِض۟تُ فَهُوَ يَش۟فٖينِ وَهُوَ الَّذٖى يُنَزِّلُ ال۟غَي۟ثَ مِن۟ بَع۟دِ مَا قَنَطُوا gibi âyetler ile “Rızık, şifa ve yağmur, münhasıran Zat-ı Hayy-ı Kayyum’un kudretine hastır.” Perdesiz, ondan geldiğini ifade için kaide-i nahviyece alâmet-i hasr ve tahsis olan هُوَ الَّذٖى هُوَ الرَّزَّاقُ ifade etmiştir. İlaçlara hâsiyetleri veren ve tesiri halk eden ancak o Şâfî-i Hakiki’dir. </div> <div lang="tr" dir="ltr" class="mw-content-ltr"> === Dördüncü Remiz === </div> <div lang="tr" dir="ltr" class="mw-content-ltr"> Hayatın yirmi sekizinci hâssasında beyan edilmiştir ki: </div> <div lang="tr" dir="ltr" class="mw-content-ltr"> Hayat, imanın '''altı erkânına''' bakıp ispat ediyor, onların tahakkukuna işaretler ediyor. </div> <div lang="tr" dir="ltr" class="mw-content-ltr"> Evet, madem bu kâinatın en mühim neticesi ve mâyesi ve hikmet-i hilkati hayattır; elbette o hakikat-i âliye bu fâni, kısacık, noksan, elemli hayat-ı dünyeviyeye münhasır değildir. Belki hayatın yirmi dokuz hâssasıyla mahiyetinin azameti anlaşılan şecere-i hayatın gayesi, neticesi ve o şecerenin azametine lâyık meyvesi, hayat-ı ebediyedir ve hayat-ı uhreviyedir; taşıyla ve ağacıyla, toprağıyla hayattar olan dâr-ı saadetteki hayattır. Yoksa bu hadsiz cihazat-ı mühimme ile teçhiz edilen hayat şeceresi; zîşuur hakkında, hususan insan hakkında meyvesiz, faydasız, hakikatsiz olmak lâzım gelecek. Ve sermayece ve cihazatça serçe kuşundan mesela, yirmi derece ziyade ve bu kâinatın ve zîhayatın en mühim, yüksek ve ehemmiyetli mahluku olan insan, serçe kuşundan saadet-i hayat cihetinde yirmi derece aşağı düşüp en bedbaht, en zelil bir bîçare olacak. Hem en kıymettar bir nimet olan akıl dahi geçmiş zamanın hüzünlerini ve gelecek zamanın korkularını düşünmekle kalb-i insanı mütemadiyen incitip bir lezzete dokuz elemleri karıştırdığından en musibetli bir bela olur. Bu ise yüz derece bâtıldır. </div> <div lang="tr" dir="ltr" class="mw-content-ltr"> Demek bu hayat-ı dünyeviye, âhirete iman rüknünü kat’î ispat ediyor ve her baharda haşrin üç yüz binden ziyade numunelerini gözümüze gösteriyor. </div> <div lang="tr" dir="ltr" class="mw-content-ltr"> Acaba senin cisminde, senin bahçende ve senin vatanında hayatına lâzım ve münasip bütün levazımatı ve cihazatı, hikmet ve inayet ve rahmetle ihzar eden ve vaktinde yetiştiren, hattâ senin midenin beka ve yaşamak arzusuyla ettiği hususi ve cüz’î olan rızık duasını bilen ve işiten ve hadsiz leziz taamlarla o duanın kabulünü gösteren ve mideyi memnun eden bir Mutasarrıf-ı Kadîr, hiç mümkün müdür ki seni bilmesin ve görmesin ve nev-i insanın en büyük gayesi olan hayat-ı ebediyeye lâzım esbabı ihzar etmesin ve nev-i insanın en büyük, en ehemmiyetli, en lâyık ve umumî olan beka duasını hayat-ı uhreviyenin inşasıyla ve cennetin icadıyla kabul etmesin ve kâinatın en mühim mahluku, belki zeminin sultanı ve neticesi olan nev-i insanın arş ve ferşi çınlatan umumî ve gayet kuvvetli duasını işitmeyip küçük bir mide kadar ehemmiyet vermesin, memnun etmesin, kemal-i hikmetini ve nihayet rahmetini inkâr ettirsin? Hâşâ yüz bin defa hâşâ! </div> <div lang="tr" dir="ltr" class="mw-content-ltr"> Hem hiç kabil midir ki hayatın en cüz’îsinin pek gizli sesini işitsin, derdini dinlesin ve derman versin ve nazını çeksin ve kemal-i itina ve ihtimam ile beslesin ve ona dikkatle hizmet ettirsin ve büyük mahlukatını ona hizmetkâr yapsın ve sonra en büyük ve kıymettar ve bâki ve nazdar bir hayatın gök sadâsı gibi yüksek sesini işitmesin ve onun çok ehemmiyetli beka duasını ve nazını ve niyazını nazara almasın? Âdeta bir neferin kemal-i itina ile teçhizat ve idaresini yapsın ve mutî ve muhteşem orduya hiç bakmasın ve zerreyi görsün, güneşi görmesin; sivrisineğin sesini işitsin, gök gürültüsünü işitmesin? Hâşâ yüz bin defa hâşâ! </div> <div lang="tr" dir="ltr" class="mw-content-ltr"> Hem hiçbir cihetle akıl kabul eder mi ki hadsiz rahmetli, muhabbetli ve nihayet derecede şefkatli ve kendi sanatını çok sever ve kendini çok sevdirir ve kendini sevenleri ziyade sever bir Zat-ı Kadîr-i Hakîm, en ziyade kendini seven ve sevimli ve sevilen ve Sâni’ini fıtraten perestiş eden hayatı ve hayatın zatı ve cevheri olan ruhu, mevt-i ebedî ile idam edip kendinden o sevgili muhibbini ve habibini ebedî bir surette küstürsün, darıltsın, dehşetli rencide ederek sırr-ı rahmetini ve nur-u muhabbetini inkâr etsin ve ettirsin? Yüz bin defa hâşâ ve kellâ! </div> <div lang="tr" dir="ltr" class="mw-content-ltr"> Bu kâinatı cilvesiyle süslendiren bir cemal-i mutlak ve umum mahlukatı sevindiren bir rahmet-i mutlaka, böyle hadsiz bir çirkinlikten ve kubh-u mutlaktan ve böyle bir zulm-ü mutlaktan, bir merhametsizlikten, elbette nihayetsiz derece münezzehtir ve mukaddestir. </div> <div lang="tr" dir="ltr" class="mw-content-ltr"> '''Netice:''' Madem dünyada hayat var, elbette insanlardan hayatın sırrını anlayanlar ve hayatını sû-i istimal etmeyenler, dâr-ı bekada ve cennet-i bâkiyede, hayat-ı bâkiyeye mazhar olacaklardır. Âmennâ. </div> <div lang="tr" dir="ltr" class="mw-content-ltr"> Ve hem nasıl ki yeryüzünde bulunan parlak şeylerin güneşin akisleriyle parlamaları ve denizlerin yüzlerinde kabarcıkları ziyanın lem’alarıyla parlayıp sönmeleri, arkalarından gelen kabarcıklar yine hayalî güneşçiklere âyinelik etmeleri bilbedahe gösteriyor ki o lem’alar, yüksek bir tek güneşin cilve-i in’ikasıdırlar ve güneşin vücudunu muhtelif diller ile yâd ediyorlar ve ışık parmaklarıyla ona işaret ediyorlar. </div> <div lang="tr" dir="ltr" class="mw-content-ltr"> Aynen öyle de Zat-ı Hayy-ı Kayyum’un Muhyî isminin cilve-i a’zamı ile berrin yüzünde ve bahrin içinde zîhayatların kudret-i İlahiye ile parlayıp arkalarından gelenlere yer vermek için “Yâ Hay!” deyip perde-i gaybda gizlenmeleri, bir hayat-ı sermediye sahibi olan Zat-ı Hayy-ı Kayyum’un hayatına ve vücub-u vücuduna şehadetler, işaretler ettikleri gibi, umum mevcudatın tanziminde eseri görünen ilm-i İlahîye şehadet eden bütün deliller ve kâinata tasarruf eden kudreti ispat eden bütün bürhanlar ve tanzim ve idare-i kâinatta hüküm-ferma olan irade ve meşieti ispat eden bütün hüccetler ve kelâm-ı Rabbanî ve vahy-i İlahînin medarı olan risaletleri ispat eden bütün alâmetler, mu’cizeler ve hâkeza yedi sıfât-ı İlahiyeye şehadet eden bütün delail; bi’l-ittifak Zat-ı Hayy-ı Kayyum’un hayatına delâlet, şehadet, işaret ediyorlar. </div> <div lang="tr" dir="ltr" class="mw-content-ltr"> Çünkü nasıl bir şeyde görmek varsa hayatı da var; işitmek varsa hayatın alâmetidir; söylemek varsa hayatın vücuduna işaret eder; ihtiyar, irade varsa hayatı gösterir. Aynen öyle de bu kâinatta âsârıyla vücudları muhakkak ve bedihî olan kudret-i mutlaka ve irade-i şâmile ve ilm-i muhit gibi sıfatlar, bütün delailleriyle Zat-ı Hayy-ı Kayyum’un hayatına ve vücub-u vücuduna şehadet ederler ve bütün kâinatı bir gölgesiyle ışıklandıran ve bir cilvesiyle bütün dâr-ı âhireti zerratıyla beraber hayatlandıran hayat-ı sermediyesine şehadet ederler. </div> <div lang="tr" dir="ltr" class="mw-content-ltr"> Hem hayat, '''melâikeye iman''' rüknüne dahi bakar, remzen ispat eder. Çünkü madem kâinatta en mühim netice hayattır ve en ziyade intişar eden ve kıymettarlığı için nüshaları teksir edilen ve zemin misafirhanesini gelip geçen kafilelerle şenlendiren zîhayatlardır. Ve madem küre-i arz bu kadar zîhayatın envaıyla dolmuş ve mütemadiyen zîhayat envalarını tecdid ve teksir etmek hikmetiyle her vakit dolar boşanır ve en hasis ve çürümüş maddelerinde dahi kesretle zîhayatlar halk edilerek bir mahşer-i huveynat oluyor. Ve madem hayatın süzülmüş en safi hülâsası olan şuur ve akıl ve en latîf ve sabit cevheri olan ruh, bu küre-i arzda gayet kesretli bir surette halk olunuyorlar. Âdeta küre-i arz, hayat ve akıl ve şuur ve ervah ile ihya olup öyle şenlendirilmiş. Elbette küre-i arzdan daha latîf daha nurani daha büyük daha ehemmiyetli olan ecram-ı semaviye; ölü, camid, hayatsız, şuursuz kalması imkân haricindedir. Demek gökleri, güneşleri, yıldızları şenlendirecek ve hayattar vaziyetini verecek ve netice-i hilkat-i semavatı gösterecek ve hitabat-ı Sübhaniyeye mazhar olacak olan zîşuur, zîhayat ve semavata münasip sekeneler, herhalde sırr-ı hayatla bulunuyorlar ki onlar da melâikelerdir. </div> <div lang="tr" dir="ltr" class="mw-content-ltr"> Hem hayatın sırr-ı mahiyeti '''peygamberlere iman''' rüknüne bakıp remzen ispat eder. Evet madem kâinat, hayat için yaratılmış ve hayat dahi Hayy-ı Kayyum-u Ezelî’nin bir cilve-i a’zamıdır, bir nakş-ı ekmelidir, bir sanat-ı ecmelidir. Madem hayat-ı sermediye, resullerin gönderilmesiyle ve kitapların indirilmesiyle kendini gösterir. Evet, eğer kitaplar ve peygamberler olmazsa o hayat-ı ezeliye bilinmez. Nasıl ki bir adamın söylemesiyle, diri ve hayattar olduğu anlaşılır; öyle de bu kâinatın perdesi altında olan âlem-i gaybın arkasında söyleyen, konuşan, emir ve nehyedip hitap eden bir zatın kelimatını, hitabatını gösterecek, peygamberler ve ellerinde nâzil olan kitaplardır. Elbette kâinattaki hayat, kat’î bir surette Hayy-ı Ezelî’nin vücub-u vücuduna kat’î şehadet ettiği gibi o hayat-ı ezeliyenin şuâatı, celevatı, münasebatı olan irsal-i rusül ve inzal-i kütüb rükünlerine bakar, remzen ispat eder. Ve bilhassa risalet-i Muhammediye (asm) ve vahy-i Kur’anî, hayatın ruhu ve aklı hükmünde olduğundan bu hayatın vücudu gibi hakkaniyetleri kat’îdir, denilebilir. </div> <div lang="tr" dir="ltr" class="mw-content-ltr"> Evet nasıl ki hayat, bu kâinattan süzülmüş bir hülâsadır. Ve şuur ve his dahi hayattan süzülmüş, hayatın bir hülâsasıdır. Akıl dahi şuurdan ve histen süzülmüş, şuurun bir hülâsasıdır. Ve ruh dahi hayatın hâlis ve safi bir cevheri ve sabit ve müstakil zatıdır; öyle de maddî ve manevî hayat-ı Muhammediye (asm) dahi hayat ve ruh-u kâinattan süzülmüş hülâsatü’l-hülâsadır. Ve risalet-i Muhammediye (asm) dahi kâinatın his ve şuur ve aklından süzülmüş en safi hülâsasıdır, belki maddî ve manevî hayat-ı Muhammediye (asm) âsârının şehadetiyle hayat-ı kâinatın hayatıdır. Ve risalet-i Muhammediye (asm) şuur-u kâinatın şuurudur ve nurudur. Ve vahy-i Kur’an dahi hayattar hakaikinin şehadetiyle hayat-ı kâinatın ruhudur ve şuur-u kâinatın aklıdır. </div> <div lang="tr" dir="ltr" class="mw-content-ltr"> '''Evet, evet, evet… Eğer kâinattan risalet-i Muhammediyenin (asm) nuru çıksa, gitse kâinat vefat edecek. Eğer Kur’an gitse kâinat divane olacak ve küre-i arz kafasını, aklını kaybedecek belki şuursuz kalmış olan başını bir seyyareye çarpacak, bir kıyameti koparacak.''' </div> <div lang="tr" dir="ltr" class="mw-content-ltr"> Hem hayat, '''iman-ı bi’l-kader''' rüknüne bakıyor, remzen ispat eder. Çünkü madem hayat, âlem-i şehadetin ziyasıdır ve istila ediyor ve vücudun neticesi ve gayesidir ve Hâlık-ı kâinat’ın en câmi’ âyinesidir ve faaliyet-i Rabbaniyenin en mükemmel enmuzeci ve fihristesidir, temsilde hata olmasın, bir nevi programı hükmündedir. Elbette âlem-i gayb yani mazi, müstakbel yani geçmiş ve gelecek mahlukatın hayat-ı maneviyeleri hükmünde olan intizam ve nizam ve malûmiyet ve meşhudiyet ve taayyün ve evamir-i tekviniyeyi imtisale müheyya bir vaziyette bulunmalarını sırr-ı hayat iktiza ediyor. </div> <div lang="tr" dir="ltr" class="mw-content-ltr"> Nasıl ki bir ağacın çekirdek-i aslîsi ve kökü ve müntehasında ve meyvelerindeki çekirdekleri dahi aynen ağaç gibi bir nevi hayata mazhardırlar. Belki ağacın kavanin-i hayatiyesinden daha ince kavanin-i hayatı taşıyorlar. Hem nasıl ki bu hazır bahardan evvel geçmiş güzün bıraktığı tohumlar ve kökler, bu bahar gittikten sonra, gelecek baharlara bırakacağı çekirdekler, kökler, bu bahar gibi cilve-i hayatı taşıyorlar ve kavanin-i hayatiyeye tabidirler. </div> <div lang="tr" dir="ltr" class="mw-content-ltr"> Aynen öyle de şecere-i kâinatın bütün dal ve budaklarıyla her birinin bir mazisi ve müstakbeli var. Geçmiş ve gelecek tavırlarından ve vaziyetlerinden müteşekkil bir silsilesi bulunur. Her nevi ve her cüzünün ilm-i İlahiyede muhtelif tavırlar ile müteaddid vücudları bir silsile-i vücud-u ilmî teşkil eder. Ve vücud-u haricî gibi o vücud-u ilmî dahi hayat-ı umumiyenin manevî bir cilvesine mazhardır ki mukadderat-ı hayatiye, o manidar ve canlı elvah-ı kaderiyeden alınır. </div> <div lang="tr" dir="ltr" class="mw-content-ltr"> Evet âlem-i gaybın bir nev’i olan âlem-i ervah, ayn-ı hayat ve madde-i hayat ve hayatın cevherleri ve zatları olan ervah ile dolu olması, elbette mazi ve müstakbel denilen âlem-i gaybın bir diğer nev’i de ve ikinci kısmı dahi cilve-i hayata mazhariyetini ister ve istilzam eder. Hem her bir şeyin vücud-u ilmîsindeki intizam-ı ekmeli ve manidar vaziyetleri ve canlı meyveleri, tavırları; bir nevi hayat-ı maneviyeye mazhariyetini gösterir. </div> <div lang="tr" dir="ltr" class="mw-content-ltr"> Evet hayat-ı ezeliye güneşinin ziyası olan bu cilve-i hayat, elbette yalnız bu âlem-i şehadete ve bu zaman-ı hazıra ve bu vücud-u haricîye münhasır olamaz; belki her bir âlem, kabiliyetine göre o ziyanın cilvesine mazhardır; ve kâinat bütün âlemleriyle o cilve ile hayattar ve ziyadardır. Yoksa nazar-ı dalaletin gördüğü gibi, muvakkat ve zâhirî bir hayat altında her bir âlem, büyük ve müthiş birer cenaze ve karanlıklı birer virane âlem olacaktı. </div> <div lang="tr" dir="ltr" class="mw-content-ltr"> İşte kadere ve kazaya iman rüknü dahi geniş bir vecihte sırr-ı hayatla anlaşılıyor ve sabit oluyor. Yani nasıl ki âlem-i şehadet ve mevcud hazır eşya, intizamlarıyla ve neticeleriyle hayattarlıkları görünüyor, öyle de âlem-i gaybdan sayılan geçmiş ve gelecek mahlukatın dahi manen hayattar bir vücud-u manevîleri ve ruhlu birer sübut-u ilmîleri vardır ki levh-i kaza ve kader vasıtasıyla o manevî hayatın eseri, mukadderat namıyla görünür, tezahür eder. </div> <div lang="tr" dir="ltr" class="mw-content-ltr"> === Beşinci Remiz === </div> <div lang="tr" dir="ltr" class="mw-content-ltr"> Hem hayatın on altıncı hâssasında denilmiş ki: Hayat bir şeye girdiği vakit, o cesedi bir âlem hükmüne getirir; cüz ise küll gibi, cüz’îye dahi küllî gibi bir câmiiyet verir. Evet, hayatın öyle bir câmiiyeti var, âdeta umum kâinata tecelli eden ekser esma-i hüsnayı kendinde gösteren bir câmi’ âyine-i ehadiyettir. Bir cisme hayat girdiği vakit, küçük bir âlem hükmüne getirir; âdeta kâinat şeceresinin bir nevi fihristesini taşıyan bir nevi çekirdeği hükmüne geçiyor. Nasıl ki bir çekirdek, onun ağacını yapabilen bir kudretin eseri olabilir; öyle de en küçük bir zîhayatı halk eden, elbette umum kâinatın Hâlık’ıdır. </div> <div lang="tr" dir="ltr" class="mw-content-ltr"> İşte bu hayat, bu câmiiyetiyle en gizli bir sırr-ı ehadiyeti kendinde gösterir. Yani nasıl ki azametli güneş, ziyasıyla ve yedi rengiyle ve aksiyle güneşe mukabil olan her bir katre suda ve her bir cam zerresinde bulunuyor; öyle de her bir zîhayatta kâinatı ihata eden esma ve sıfât-ı İlahiyenin cilveleri beraber onda tecelli ediyor. Bu nokta-i nazardan hayat; kâinatı, rububiyet ve icad cihetinde inkısam ve tecezzi kabul etmez bir küll hükmüne, belki iştiraki ve tecezzisi imkân haricinde bulunan bir küllî hükmüne getirir. </div> <div lang="tr" dir="ltr" class="mw-content-ltr"> Evet seni yaratan, bütün nev-i insanı yaratan zat olduğunu, bilbedahe senin yüzündeki sikkesi gösteriyor. Çünkü mahiyet-i insaniye birdir, inkısamı gayr-ı mümkündür. Hem hayat vasıtasıyla ecza-yı kâinat onun efradı hükmüne ve kâinat ise nev’i hükmüne geçer; sikke-i ehadiyeti mecmuunda gösterdiği gibi her bir cüzde dahi o sikke-i ehadiyeti ve hâtem-i samediyeti göstererek şirk ve iştiraki her cihetle tard eder. </div> <div lang="tr" dir="ltr" class="mw-content-ltr"> Hem hayatta sanat-ı Rabbaniyenin öyle fevkalâde hârika mu’cizeleri var ki bütün kâinatı halk edemeyen bir zat, bir kudret; en küçük bir zîhayatı halk edemez. Evet, bir nohut tanesinde bütün Kur’an’ı yazar gibi; çamın gayet küçük bir tohumunda koca çam ağacının fihristesini ve mukadderatını yazan kalem, elbette semavatı yıldızlarla yazan kalem olabilir. Evet, bir arının küçük kafasında kâinat bahçesindeki çiçekleri tanıyacak ve ekser envaıyla münasebettar olacak ve bal gibi bir hediye-i rahmeti getirecek ve dünyaya geldiği günde şerait-i hayatı bilecek derecede bir istidadı, bir kabiliyeti, bir cihazı derceden zat; elbette bütün kâinatın Hâlık’ı olabilir. </div> <div lang="tr" dir="ltr" class="mw-content-ltr"> '''Elhasıl:''' Hayat nasıl ki kâinatın yüzünde parlak bir sikke-i tevhiddir ve her bir zîruh dahi hayat noktasında bir sikke-i ehadiyettir ve hayatın her bir ferdinde bulunan nakş-ı sanat, bir mühr-ü samediyettir ve zîhayatların adedince bu kâinat mektubunu Zat-ı Hayy-ı Kayyum ve Vâhid-i Ehad namına hayatlarıyla imza ediyorlar ve o mektupta tevhid mühürleri ve ehadiyet hâtemleri ve samediyet sikkeleridirler. Öyle de hayat gibi, her bir zîhayat dahi bu kitab-ı kâinatta birer mühr-ü vahdaniyet olduğu gibi, her birinin yüzünde ve simasında birer hâtem-i ehadiyet konulmuştur. </div> <div lang="tr" dir="ltr" class="mw-content-ltr"> Hem nasıl ki hayat, cüz’iyatı adedince ve zîhayat efradı sayısınca Zat-ı Hayy-ı Kayyum’un vahdetine şehadet eden imzalar ve mühürlerdir; öyle de ihya ve diriltmek fiili dahi efradı adedince tevhide imza basıyor. Mesela ihyanın bir ferdi olan ihya-yı arz, güneş gibi parlak bir şahid-i tevhiddir. Çünkü baharda zeminin dirilmesinde ve ihyasında üç yüz bin envaın ve her nev’in hadsiz efradı beraber, birbiri içinde, noksansız, kusursuz, mükemmel, muntazam ihya edilir ve dirilirler. Evet, böyle bir tek fiil ile hadsiz muntazam fiilleri yapan, elbette bütün mahlukatın Hâlık’ıdır ve bütün zîhayatları ihya eden Hayy-ı Kayyum’dur ve rububiyetinde iştiraki mümkün olmayan bir Vâhid-i Ehad’dir. </div> <div lang="tr" dir="ltr" class="mw-content-ltr"> Şimdilik hayatın hâssalarından bu kadar az ve muhtasar yazıldı. Başka hâssaların beyanı ve tafsilatını Risale-i Nur’a ve başka zamana havale ediyoruz. </div> <div lang="tr" dir="ltr" class="mw-content-ltr"> === Hâtime === </div> <div lang="tr" dir="ltr" class="mw-content-ltr"> İsm-i a’zam herkes için bir olmaz, belki ayrı ayrı oluyor. </div> <div lang="tr" dir="ltr" class="mw-content-ltr"> Mesela, İmam-ı Ali radıyallahu anhın hakkında; “Ferd, Hay, Kayyum, Hakem, Adl, Kuddüs” altı isimdir. Ve İmam-ı A’zam’ın ism-i a’zamı “Hakem, Adl” iki isimdir. Ve Gavs-ı A’zam’ın ism-i a’zamı “Yâ Hay!”dır. Ve İmam-ı Rabbanî’nin ism-i a’zamı “Kayyum” ve hâkeza... Pek çok zatlar daha başka isimleri, ism-i a’zam görmüşlerdir. </div> <div lang="tr" dir="ltr" class="mw-content-ltr"> Bu Beşinci Nükte ism-i Hay hakkında olduğu münasebetiyle, hem teberrük hem şahit hem delil hem kudsî bir hüccet hem kendimize bir dua hem bu risaleye bir hüsn-ü hâtime olarak Resul-i Ekrem aleyhissalâtü vesselâm Cevşenü’l-Kebir namındaki münâcat-ı a’zamında marifetullahta gayet yüksek ve gayet câmi’ derecede marifetini göstererek böyle demiştir. Biz de hayalen o zamana gidip Resul-i Ekrem aleyhissalâtü vesselâmın dediğine “Âmin!” diyerek aynı münâcatı kendimiz de söylüyor gibi, sadâ-yı Muhammedî aleyhissalâtü vesselâm ile deriz: </div> <div lang="tr" dir="ltr" class="mw-content-ltr"> يَا حَىُّ قَب۟لَ كُلِّ حَىٍّ يَا حَىُّ بَع۟دَ كُلِّ حَىٍّ </div> <div lang="tr" dir="ltr" class="mw-content-ltr"> يَا حَىُّ الَّذٖى لَي۟سَ كَمِث۟لِهٖ حَىٌّ يَا حَىُّ الَّذٖى لَا يُش۟بِهُهُ شَى۟ءٌ </div> <div lang="tr" dir="ltr" class="mw-content-ltr"> يَا حَىُّ الَّذٖى لَا يَح۟تَاجُ اِلٰى حَىٍّ يَا حَىُّ الَّذٖى لَا يُشَارِكُهُ حَىٌّ </div> <div lang="tr" dir="ltr" class="mw-content-ltr"> يَا حَىُّ الَّذٖى يُمٖيتُ كُلَّ حَىٍّ يَا حَىُّ الَّذٖى يَر۟زُقُ كُلَّ حَىٍّ </div> <div lang="tr" dir="ltr" class="mw-content-ltr"> يَا حَىُّ الَّذٖى يُح۟يِى ال۟مَو۟تٰى يَا حَىُّ الَّذٖى لَا يَمُوتُ </div> <div lang="tr" dir="ltr" class="mw-content-ltr"> سُب۟حَانَكَ يَا لَٓا اِلٰهَ اِلَّا اَن۟تَ ال۟اَمَانُ ال۟اَمَانُ نَجِّنَا مِنَ النَّارِ اٰمٖينَ </div> <div lang="tr" dir="ltr" class="mw-content-ltr"> سُب۟حَانَكَ لَا عِل۟مَ لَنَٓا اِلَّا مَا عَلَّم۟تَنَٓا اِنَّكَ اَن۟تَ ال۟عَلٖيمُ ال۟حَكٖيمُ </div> <div lang="tr" dir="ltr" class="mw-content-ltr"> == Otuzuncu Lem’a’nın Altıncı Nüktesi == </div> <div lang="tr" dir="ltr" class="mw-content-ltr"> '''İsm-i Kayyum’a bakar.''' </div> <div lang="tr" dir="ltr" class="mw-content-ltr"> İsm-i Hayy’ın bir hülâsası, Nur Çeşmesi’nin bir zeyli olmuş; bu ism-i Kayyum dahi Otuzuncu Söz’ün zeyli olması münasip görüldü. </div> <div lang="tr" dir="ltr" class="mw-content-ltr"> '''İ’tizar:''' Bu çok ehemmiyetli meseleler ve çok derin ve geniş ism-i Kayyum’un cilve-i a’zamı, hem muntazaman değil belki ayrı ayrı lem’alar tarzında kalbe hutur ettiğinden hem gayet müşevveş ve acele ve tetkiksiz müsvedde halinde kaldığından elbette tabirat ve ifadelerde çok noksanlar, intizamsızlıklar bulunacaktır. Meselelerin güzelliklerine benim kusurlarımı bağışlamalısınız. </div> <div lang="tr" dir="ltr" class="mw-content-ltr"> '''İhtar:''' İsm-i a’zama ait nükteler, a’zamî bir surette geniş, hem gayet derin olduğundan hususan ism-i Kayyum’a ait meseleler ve bilhassa Birinci Şuâ’ı '''(Hâşiye<ref>'''Hâşiye:''' Bu risaleyi okuyan eğer mütefennin değilse, Birinci Şuâ’yı okumasın veya âhirde okusun; İkinci’den başlasın.</ref>)''' maddiyyunlara baktığı için, daha ziyade derin gittiğinden elbette her adam her meseleyi her cihette anlamaz. Fakat herkes her meseleden bir derece hisse alabilir. '''“Bir şey bütün elde edilmezse bütün bütün elden kaçırılmaz.”''' kaidesiyle, “Bu manevî bahçenin bütün meyvelerini koparamıyorum.” diye vazgeçmek kâr-ı akıl değildir. İnsan ne kadar koparsa o kadar kârdır. </div> <div lang="tr" dir="ltr" class="mw-content-ltr"> İsm-i a’zama ait meselelerin ihata edilmeyecek derecede genişleri olduğu gibi akıl görmeyecek derecede inceleri de vardır. Hususan ism-i Hay ve Kayyum’a ve bilhassa hayatın iman erkânına karşı remizlerine ve bilhassa kaza ve kader rüknüne hayatın işaretine ve ism-i Kayyum’un Birinci Şuâ’ına herkesin fikri yetişmez fakat hissesiz de kalmaz; belki herhalde imanını kuvvetlendirir. </div> <div lang="tr" dir="ltr" class="mw-content-ltr"> Saadet-i ebediyenin anahtarı olan imanın kuvvetleşmesi ehemmiyeti çok azîmdir. '''İmanın bir zerre kadar kuvveti ziyade olması, bir hazinedir.''' İmam-ı Rabbanî Ahmed-i Farukî diyor ki: “Bir küçük mesele-i imaniyenin inkişafı, benim nazarımda yüzler ezvak ve kerametlere müreccahtır.” </div> <div lang="tr" dir="ltr" class="mw-content-ltr"> بِسْمِ اللّٰهِ الرَّحْمٰنِ الرَّح۪يمِ </div> <div lang="tr" dir="ltr" class="mw-content-ltr"> بِيَدِهٖ مَلَكُوتُ كُلِّ شَى۟ءٍ لَهُ مَقَالٖيدُ السَّمٰوَاتِ وَ ال۟اَر۟ضِ وَ اِن۟ مِن۟ شَى۟ءٍ اِلَّا عِن۟دَنَا خَزَٓائِنُهُ مَا مِن۟ دَٓابَّةٍ اِلَّا هُوَ اٰخِذٌ بِنَاصِيَتِهَا gibi kayyumiyet-i İlahiyeye işaret eden âyetlerin bir nüktesi ve ism-i a’zam veyahut ism-i a’zamın iki ziyasından ikinci ziyası veyahut ism-i a’zamın altı nurundan altıncı nuru olan '''Kayyum''' isminin bir cilve-i a’zamı, zilkade ayında aklıma göründü. Eskişehir Hapishanesindeki müsaadesizliğim cihetiyle o nur-u a’zamı elbette tamamıyla beyan edemeyeceğim, fakat Hazret-i İmam-ı Ali (ra), Kaside-i Ercuze’sinde “Sekine” nam-ı âlîsiyle beyan ettiği ism-i a’zam ve Celcelutiye’sinde pek muhteşem isimlerle ism-i a’zam içinde bulunan o altı ismi en a’zam, en ehemmiyetli tuttuğu için ve onların bahsi içinde kerametkârane bize teselli verdiği için bu ism-i Kayyum’a dahi evvelki beş esma gibi hiç olmazsa muhtasar bir surette beş şuâ ile o nur-u a’zama işaret edeceğiz. </div> <div lang="tr" dir="ltr" class="mw-content-ltr"> === Birinci Şuâ === </div> <div lang="tr" dir="ltr" class="mw-content-ltr"> Bu kâinatın Hâlık-ı Zülcelal’i Kayyum’dur. Yani bizatihî kaimdir, daimdir, bâkidir. Bütün eşya onunla kaimdir, devam eder ve vücudda kalır, beka bulur. Eğer kâinattan bir dakikacık olsun o nisbet-i kayyumiyet kesilse kâinat mahvolur. </div> <div lang="tr" dir="ltr" class="mw-content-ltr"> Hem o Zat-ı Zülcelal’in kayyumiyetiyle beraber Kur’an-ı Azîmüşşan’da ferman ettiği gibi لَي۟سَ كَمِث۟لِهٖ شَى۟ءٌ dür. Yani ne zatında, ne sıfâtında, ne ef’alinde naziri yoktur, misli olmaz, şebihi yoktur, şeriki olmaz. </div> <div lang="tr" dir="ltr" class="mw-content-ltr"> Evet, bütün kâinatı bütün şuunatıyla ve keyfiyatıyla kabza-i rububiyetinde tutup bir hane ve bir saray hükmünde kemal-i intizam ile tedbir ve idare ve terbiye eden bir Zat-ı Akdes’e misil ve mesîl ve şerik ve şebih olmaz, muhaldir. </div> <div lang="tr" dir="ltr" class="mw-content-ltr"> Evet, bir zat ki ona yıldızların icadı zerreler kadar kolay gele </div> <div lang="tr" dir="ltr" class="mw-content-ltr"> ve en büyük şey en küçük şey gibi kudretine musahhar ola </div> <div lang="tr" dir="ltr" class="mw-content-ltr"> ve hiçbir şey hiçbir şeye, hiçbir fiil hiçbir fiile mani olmaya </div> <div lang="tr" dir="ltr" class="mw-content-ltr"> ve hadsiz efrad, bir fert gibi nazarında hazır ola </div> <div lang="tr" dir="ltr" class="mw-content-ltr"> ve bütün sesleri birden işite </div> <div lang="tr" dir="ltr" class="mw-content-ltr"> ve umumun hadsiz hâcatını birden yapabile </div> <div lang="tr" dir="ltr" class="mw-content-ltr"> ve kâinatın mevcudatındaki bütün intizamat ve mizanların şehadetiyle hiçbir şey, hiçbir hal, daire-i meşiet ve iradesinden hariç olmaya </div> <div lang="tr" dir="ltr" class="mw-content-ltr"> ve hiçbir mekânda olmadığı halde, her bir yerde ve her bir mekânda kudretiyle, ilmiyle hazır ola </div> <div lang="tr" dir="ltr" class="mw-content-ltr"> ve her şey ondan nihayet derecede uzak olduğu halde, o ise her şeye nihayet derecede yakın olabilen bir Zat-ı Hayy-ı Kayyum-u Zülcelal’in elbette hiçbir cihetle misli, naziri, şeriki, veziri, zıddı, niddi olmaz ve olması muhaldir. Yalnız mesel ve temsil suretinde şuunat-ı kudsiyesine bakılabilir. Risale-i Nur’daki bütün temsilat ve teşbihat, bu mesel ve temsil nevindendirler. </div> <div lang="tr" dir="ltr" class="mw-content-ltr"> İşte böyle misilsiz ve Vâcibü’l-vücud ve maddeden mücerred ve mekândan münezzeh ve tecezzisi ve inkısamı her cihetle muhal ve tagayyür ve tebeddülü mümteni ve ihtiyaç ve aczi imkân haricinde olan bir Zat-ı Akdes’in kâinat safahatında ve tabakat-ı mevcudatında tecelli eden bir kısım cilvelerini ayn-ı Zat-ı Akdes tevehhüm ederek bir kısım mahlukatına uluhiyetin ahkâmını veren ehl-i dalalet insanların bir kısmı, o Zat-ı Zülcelal’in bazı eserlerini tabiata isnad etmişler. Halbuki Risale-i Nur’un müteaddid yerlerinde kat’î bürhanlarla ispat edilmiş ki: </div> <div lang="tr" dir="ltr" class="mw-content-ltr"> Tabiat bir sanat-ı İlahiyedir, sâni’ olmaz. Bir kitabet-i Rabbaniyedir, kâtip olmaz. Bir nakıştır, nakkaş olamaz. Bir defterdir, defterdar olmaz. Bir kanundur, kudret olmaz. Bir mistardır, masdar olmaz. Bir kabildir, münfail olur; fâil olmaz. Bir nizamdır, nâzım olamaz. Bir şeriat-ı fıtriyedir, şâri’ olamaz. </div> <div lang="tr" dir="ltr" class="mw-content-ltr"> Farz-ı muhal olarak en küçük bir zîhayat mahluk tabiata havale edilse “Bunu yap.” denilse; Risale-i Nur’un çok yerlerinde kat’î bürhanlarla ispat edildiği gibi, o küçük zîhayatın azaları ve cihazatları adedince kalıplar, belki makineler bulundurmak gerektir; tâ ki tabiat o işi görebilsin. </div> <div lang="tr" dir="ltr" class="mw-content-ltr"> Hem maddiyyun denilen bir kısım ehl-i dalalet, zerrattaki tahavvülat-ı muntazama içinde hallakıyet-i İlahiyenin ve kudret-i Rabbaniyenin bir cilve-i a’zamını hissettiklerinden ve o cilvenin nereden geldiğini bilemediklerinden ve o kudret-i Samedaniyenin cilvesinden gelen umumî kuvvetin nereden idare edildiğini anlayamadıklarından madde ve kuvveti ezelî tevehhüm ederek zerrelere ve hareketlerine âsâr-ı İlahiyeyi isnad etmeye başlamışlar. </div> <div lang="tr" dir="ltr" class="mw-content-ltr"> Fesübhanallah! İnsanlarda bu derece hadsiz cehalet olabilir mi ki mekândan münezzeh olmakla beraber her bir yerde her bir şeyin icadında her şeyi görecek, bilecek, idare edecek bir tarzda bulunur bir vaziyetle yaptığı fiilleri ve eserleri; camid, kör, şuursuz, iradesiz, mizansız ve tesadüf fırtınaları içinde çalkanan zerrata ve harekâtına vermek, ne kadar cahilane ve hurafetkârane bir fikir olduğunu, zerre kadar aklı bulunanların bilmesi gerektir. Evet, bu herifler vahdet-i mutlakadan vazgeçtikleri için hadsiz ve nihayetsiz bir kesret-i mutlakaya düşmüşler, yani bir tek ilahı kabul etmedikleri için nihayetsiz ilahları kabul etmeye mecbur oluyorlar. Yani bir tek Zat-ı Akdes’in hâssası ve lâzım-ı zatîsi olan ezeliyeti ve hâlıkıyeti, bozulmuş akıllarına sığıştıramadıklarından o hadsiz, nihayetsiz camid zerrelerin ezeliyetlerini, belki uluhiyetlerini kabul etmeye mesleklerince mecbur oluyorlar. </div> <div lang="tr" dir="ltr" class="mw-content-ltr"> İşte sen gel, echeliyetin nihayetsiz derecesine bak! Evet, zerrelerdeki cilve ise zerreler taifesini Vâcibü’l-vücud’un havliyle, kudretiyle, emriyle muntazam ve muhteşem bir ordu hükmüne getirmiştir. Eğer bir saniye o Kumandan-ı A’zam’ın emri ve kuvveti geri alınsa o çok kesretli camid, şuursuz taife, başıbozuklar hükmüne gelecekler; belki bütün bütün mahvolacaklar. </div> <div lang="tr" dir="ltr" class="mw-content-ltr"> Hem insanların bir kısmı güya daha ileri görüyor gibi, daha ziyade cahilane bir dalaletle Sâni’-i Zülcelal’in gayet latîf, nâzenin, mutî, musahhar bir sahife-i icraatı ve emirlerinin bir vasıta-i nakliyatı ve zayıf bir perde-i tasarrufatı ve latîf bir midad-ı (mürekkep) kitabeti ve en nâzenin bir hulle-i icadatı ve bir mâye-i masnuatı ve bir mezraa-i hububatı olan “esîr” maddesini, cilve-i rububiyetine âyinedarlık ettiği için masdar ve fâil tevehhüm etmişler. Bu acib cehalet, hadsiz muhalleri istilzam ediyor. Çünkü esîr maddesi, maddiyyunları boğduran zerrat maddesinden daha latîf ve eski hükemanın saplandığı heyula fihristesinden daha kesif, ihtiyarsız, şuursuz, camid bir maddedir. Bu hadsiz bir surette tecezzi ve inkısam eden ve nâkillik ve infial hâssasıyla ve vazifesiyle teçhiz edilen bu maddeye, belki o maddenin zerreden çok derece daha küçük olan zerrelerine; her şeyde her şeyi görecek, bilecek, idare edecek bir ihtiyar ve bir iktidar ile vücud bulan fiilleri, eserleri isnad etmek, esîrin zerreleri adedince yanlıştır. </div> <div lang="tr" dir="ltr" class="mw-content-ltr"> Evet, mevcudatta görünen fiil-i icad öyle bir keyfiyettedir ki her şeyde, hususan zîhayat olsa ekser eşyayı ve belki umum kâinatı görecek, bilecek ve kâinata karşı o zîhayatın münasebatını tanıyacak, temin edecek bir iktidar ve ihtiyardan geldiğini gösteriyor ki maddî ve ihatasız olan esbabın hiçbir cihetle fiili olmaz. Evet –sırr-ı kayyumiyetle– en cüz’î bir fiil-i icadî, doğrudan doğruya bütün kâinat Hâlık’ının fiili olduğuna delâlet eden bir sırr-ı a’zamı taşıyor. </div> <div lang="tr" dir="ltr" class="mw-content-ltr"> Evet, mesela bir arının icadına teveccüh eden bir fiil, iki cihetle Hâlık-ı kâinat’a hususiyetini gösteriyor. </div> <div lang="tr" dir="ltr" class="mw-content-ltr"> '''Birincisi:''' O arının bütün emsalinin bütün zeminde, aynı zamanda aynı fiile mazhariyetleri gösteriyor ki bu cüz’î ve hususi fiil ise ihatalı rûy-i zemini kaplamış bir fiilin bir ucudur. Öyle ise o büyük fiilin fâili ve o fiilin sahibi kim ise o cüz’î fiil dahi onundur. </div> <div lang="tr" dir="ltr" class="mw-content-ltr"> '''İkinci cihet:''' Bu hazır arının hilkatine teveccüh eden fiilin fâili olmak için, o arının şerait-i hayatiyesini ve cihazatını ve kâinatla münasebatını temin edecek ve bilecek kadar pek büyük bir iktidar ve ihtiyar lâzım geldiğinden o cüz’î fiili yapan zatın, ekser kâinata hükmü geçmekle ancak o fiili öyle mükemmel yapabilir. </div> <div lang="tr" dir="ltr" class="mw-content-ltr"> Demek en cüz’î fiil, iki cihetle Hâlık-ı külli şey’e has olduğunu gösterir. </div> <div lang="tr" dir="ltr" class="mw-content-ltr"> En ziyade cây-ı dikkat ve cây-ı hayret şudur ki: Vücudun en kuvvetli mertebesi olan “vücub”un ve vücudun en sebatlı derecesi olan “maddeden tecerrüd”ün ve vücudun zevalden en uzak tavrı olan “mekândan münezzehiyet”in ve vücudun en sağlam ve tagayyürden ve ademden en mukaddes sıfatı olan “vahdet”in sahibi olan Zat-ı Vâcibü’l-vücud’un en has hâssası ve lâzım-ı zatîsi olan ezeliyeti ve sermediyeti; vücudun en zayıf mertebesi ve en incecik derecesi ve en mütegayyir, mütehavvil tavrı ve en ziyade mekâna yayılmış olan hadsiz kesretli bir maddî madde olan esîr ve zerrat gibi şeylere vermek ve onlara ezeliyet isnad etmek ve onları ezelî tasavvur etmek ve kısmen âsâr-ı İlahiyenin onlardan neş’et ettiğini tevehhüm etmek, ne kadar hilaf-ı hakikat ve vakıa muhalif ve akıldan uzak ve bâtıl bir fikir olduğu, Risale-i Nur’un müteaddid cüzlerinde kat’î bürhanlarla gösterilmiştir. </div> <div lang="tr" dir="ltr" class="mw-content-ltr"> === İkinci Şuâ === </div> <div lang="tr" dir="ltr" class="mw-content-ltr"> İki meseledir. </div> <div lang="tr" dir="ltr" class="mw-content-ltr"> '''Birinci Mesele:''' İsm-i Kayyum’un bir cilve-i a’zamına işaret eden لَا تَا۟خُذُهُ سِنَةٌ وَلَا نَو۟مٌ مَا مِن۟ دَٓابَّةٍ اِلَّا هُوَ اٰخِذٌ بِنَاصِيَتِهَا لَهُ مَقَالٖيدُ السَّمٰوَاتِ وَ ال۟اَر۟ضِ gibi âyetlerin işaret ettiği hakikat-i a’zamın bir vechi şudur ki: </div> <div lang="tr" dir="ltr" class="mw-content-ltr"> Şu kâinattaki ecram-ı semaviyenin kıyamları, devamları, bekaları sırr-ı kayyumiyetle bağlıdır. Eğer o cilve-i kayyumiyet bir dakikada yüzünü çevirse bir kısmı küre-i arzdan bin defa büyük milyonlarla küreler, feza-yı gayr-ı mütenahî boşluğunda dağılacak, birbirine çarpacak, ademe dökülecekler. </div> <div lang="tr" dir="ltr" class="mw-content-ltr"> Nasıl ki mesela, havada –tayyareler yerinde– binler muhteşem kasırları kemal-i intizamla durdurup seyahat ettiren bir zatın kayyumiyet iktidarı, o havadaki sarayların sebat ve nizam ve devamları ile ölçülür. Öyle de o Zat-ı Kayyum-u Zülcelal’in madde-i esîriye içinde hadsiz ecram-ı semaviyeye nihayet derecede intizam ve mizan içinde sırr-ı kayyumiyetle bir kıyam, bir beka, bir devam vererek, bazısı küre-i arzdan bin ve bir kısmı bir milyon defa büyük milyonlarla azîm küreleri direksiz, istinadsız, boşlukta durdurmakla beraber, her birini bir vazife ile tavzif edip gayet muhteşem bir ordu şeklinde “Emr-i kün feyekûn”den gelen fermanlara kemal-i inkıyadla itaat ettirmesi, ism-i Kayyum’un a’zamî cilvesine bir ölçü olduğu gibi, her bir mevcudun zerreleri dahi yıldızlar gibi sırr-ı kayyumiyetle kaim ve o sır ile beka ve devam ediyorlar. </div> <div lang="tr" dir="ltr" class="mw-content-ltr"> Evet, bir zîhayatın cesedindeki zerrelerin her bir azaya mahsus bir heyet ile küme küme toplanıp dağılmadıkları ve sel gibi akan unsurların fırtınaları içinde vaziyetlerini muhafaza edip dağılmamaları ve muntazaman durmaları, bilbedahe kendi kendilerinden olmayıp belki sırr-ı kayyumiyetle olduğundan; her bir ceset muntazam bir tabur, her bir nevi muntazam bir ordu hükmünde olarak bütün zîhayat ve mürekkebatın zemin yüzünde ve yıldızların feza âleminde durmaları ve gezmeleri gibi, bu zerreler dahi hadsiz dilleriyle sırr-ı kayyumiyeti ilan ederler. </div> <div lang="tr" dir="ltr" class="mw-content-ltr"> '''İkinci Mesele:''' Eşyanın sırr-ı kayyumiyetle münasebettar faydalarının ve hikmetlerinin bir kısmına işaret etmeyi, bu makam iktiza ediyor. </div> <div lang="tr" dir="ltr" class="mw-content-ltr"> Evet, her şeyin hikmet-i vücudu ve gaye-i fıtratı ve faide-i hilkati ve netice-i hayatı üçer nevidir: </div> <div lang="tr" dir="ltr" class="mw-content-ltr"> '''Birinci nevi,''' kendine ve insana ve insanın maslahatlarına bakar. </div> <div lang="tr" dir="ltr" class="mw-content-ltr"> '''İkinci nevi,''' daha mühimdir ki her şey, umum zîşuur mütalaa edebilecek ve Fâtır-ı Zülcelal’in cilve-i esmasını bildirecek birer âyet, birer mektup, birer kitap, birer kaside hükmünde olarak manalarını hadsiz okuyucularına ifade etmesidir. </div> <div lang="tr" dir="ltr" class="mw-content-ltr"> '''Üçüncü nevi''' ise Sâni’-i Zülcelal’e aittir, ona bakar. Her şeyin faydası ve neticesi kendine bakan bir ise Sâni’-i Zülcelal’e bakan yüzlerdir ki Sâni’-i Zülcelal kendi acayib-i sanatını kendisi temaşa eder; kendi cilve-i esmasına, kendi masnuatında bakar. Bu a’zamî üçüncü nevide, bir saniye kadar yaşamak kâfidir. </div> <div lang="tr" dir="ltr" class="mw-content-ltr"> Hem her şeyin vücudunu iktiza eden bir sırr-ı kayyumiyet var ki Üçüncü Şuâ’da izah edilecek. </div> <div lang="tr" dir="ltr" class="mw-content-ltr"> Bir zaman tılsım-ı kâinat ve muamma-yı hilkat cilvesiyle mevcudatın hikmetlerine ve faydalarına baktım, dedim: “Acaba bu eşya neden böyle kendini gösteriyorlar, çabuk kaybolup gidiyorlar?” Onların şahsına bakıyorum; muntazam, hikmetli giyinmiş, giydirilmiş, süslendirilmiş, sergiye temaşagâha gönderilmiş. Halbuki bir iki günde, belki bir kısmı birkaç dakikada kaybolup faydasız boşu boşuna gidiyorlar. Bu kısa zamanda bize görünmelerinden maksat nedir, diye çok merak ediyordum. O zaman mevcudatın, hususan zîhayatın dünya dershanesine gelmelerinin mühim bir hikmetini lütf-u İlahî ile buldum. O da şudur: </div> <div lang="tr" dir="ltr" class="mw-content-ltr"> Her şey, hususan zîhayat, gayet manidar bir kelime, bir mektup, bir kaside-i Rabbanîdir, bir ilanname-i İlahîdir. Umum zîşuurun mütalaasına mazhar olduktan ve hadsiz mütalaacılara manasını ifade ettikten sonra, lafzı ve hurufu hükmündeki suret-i cismaniyesi kaybolur. </div> <div lang="tr" dir="ltr" class="mw-content-ltr"> Bir sene kadar bu hikmet bana kâfi geldi. Bir sene sonra masnuatta ve bilhassa zîhayatlarda bulunan çok hârika ve pek ince sanatın mu’cizeleri inkişaf etti. Anladım ki bu çok ince ve çok hârika olan dekaik-ı sanat, yalnız zîşuurların nazarlarına ifade-i mana için değildir. Gerçi her bir mevcudu, hadsiz zîşuurlar mütalaa edebilir. Fakat hem onların mütalaası mahduddur hem de herkes o zîhayatın bütün dekaik-ı sanatına nüfuz edemezler. Demek zîhayatların en mühim netice-i hilkati ve en büyük gaye-i fıtratı, Zat-ı Kayyum-u Ezelî’nin kendi nazarına, kendi acayib-i sanatını ve verdiği rahîmane hediyelerini ve ihsanlarını arz etmektir. </div> <div lang="tr" dir="ltr" class="mw-content-ltr"> Bu gaye ise çok zaman bana kanaat verdi ve ondan anladım ki her mevcudda, hususan zîhayatlarda hadsiz dekaik-ı sanat bulunması, Zat-ı Kayyum-u Ezelî’nin nazarına arz etmek, yani Zat-ı Kayyum-u Ezelî kendi sanatını kendisi temaşa etmek olan hikmet-i hilkat, o büyük masarife kâfi geliyordu. Bir zaman sonra gördüm ki mevcudatın şahıslarında ve suretlerindeki dekaik-ı sanat devam etmiyor; gayet süratle tazeleniyor, tebeddül ediyor; nihayetsiz bir faaliyet ve bir hallakıyet içinde tahavvül ediyorlar. Bu hallakıyet ve bu faaliyetin hikmeti elbette o faaliyet derecesinde büyük olmak lâzım geliyor, diye tefekküre başladım. Bu defa mezkûr iki hikmet kâfi gelmemeye başladılar, noksan kaldılar. Gayet merak ile ayrı bir hikmeti aramaya ve taharriye başladım. Bir zaman sonra, lillahi’l-hamd Kur’an-ı Mu’cizü’l-Beyan’ın feyzi ile sırr-ı kayyumiyet noktasında azîm hadsiz bir hikmet, bir gaye göründü. Ve onun ile “tılsım-ı kâinat” ve “muamma-yı hilkat” tabir edilen bir sırr-ı İlahî anlaşıldı. (Yirmi Dördüncü Mektup’ta tafsilen beyan edildiğinden burada yalnız icmalen iki üç noktasını Üçüncü Şuâ’da zikredeceğiz.) </div> <div lang="tr" dir="ltr" class="mw-content-ltr"> Evet, sırr-ı kayyumiyetin cilvesine bu noktadan bakınız ki bütün mevcudatı ademden çıkarıp her birisini bu nihayetsiz fezada رَفَعَ السَّمَاءَ بِغَي۟رِ عَمَدٍ تَرَو۟نَهَا sırrıyla durdurup kıyam ve beka verip umumunu böyle sırr-ı kayyumiyetin tecellisine mazhar eyliyor. Eğer bu nokta-i istinad olmazsa hiçbir şey kendi başıyla durmaz. Hadsiz bir boşlukta yuvarlanıp ademe sukut edecek. </div> <div lang="tr" dir="ltr" class="mw-content-ltr"> Hem nasıl ki bütün mevcudat, vücudları ve kıyamları ve bekaları cihetinde Kayyum-u Zülcelal’e dayanıyorlar; kıyamları onunladır. Öyle de mevcudatın keyfiyat ve ahvalinde binler silsilelerin; (temsilde hata olmasın) telefon, telgraf silsilelerinin merkezi ve santral direği hükmünde olan sırr-ı kayyumiyette وَ اِلَي۟هِ يُر۟جَعُ ال۟اَم۟رُ كُلُّهُ sırrıyla uçları bağlıdır. Eğer o nurani nokta-i istinada dayanmazlarsa ehl-i akılca muhal ve bâtıl olan binler devirler ve teselsüller lâzım gelecek; belki mevcudat adedince bâtıl olan devirler ve teselsüller lâzım gelir. Mesela, bu şey (hıfz veya nur veya vücud veya rızık gibi) bir cihette buna dayanır, bu da ötekine, o da ona... Gitgide herhalde nihayetsiz olamaz, bir nihayeti bulunacak. İşte, bütün böyle silsilelerin müntehaları, elbette sırr-ı kayyumiyettir. Sırr-ı kayyumiyet anlaşıldıktan sonra o mevhum silsilelerde birbirine dayanmak rabıtası ve manası kalmaz, kalkar; her şey doğrudan doğruya sırr-ı kayyumiyete bakar. </div> <div lang="tr" dir="ltr" class="mw-content-ltr"> === Üçüncü Şuâ === </div> <div lang="tr" dir="ltr" class="mw-content-ltr"> كُلَّ يَو۟مٍ هُوَ فٖى شَا۟نٍ فَعَّالٌ لِمَا يُرٖيدُ يَخ۟لُقُ مَا يَشَٓاءُ بِيَدِهٖ مَلَكُوتُ كُلِّ شَى۟ءٍ فَان۟ظُر۟ اِلٰٓى اٰثَارِ رَح۟مَتِ اللّٰهِ كَي۟فَ يُح۟يِى ال۟اَر۟ضَ بَع۟دَ مَو۟تِهَا gibi âyetlerin işaret ettikleri hallakıyet-i İlahiye ve faaliyet-i Rabbaniye içindeki sırr-ı kayyumiyetin bir derece inkişafına, bir iki mukaddime ile işaret edeceğiz. </div> <div lang="tr" dir="ltr" class="mw-content-ltr"> '''Birincisi:''' Şu kâinata baktığımız vakit görüyoruz ki zaman seylinde mütemadiyen çalkanan ve kafile kafile arkasından gelip geçen mahlukatın bir kısmı, bir saniyede gelir, der-akab kaybolur. Bir taifesi, bir dakikada gelir, geçer. Bir nev’i, bir saat âlem-i şehadete uğrar, âlem-i gayba girer. Bir kısmı bir günde, bir kısmı bir senede, bir kısmı bir asırda, bir kısmı da asırlarda bu âlem-i şehadete gelip konup vazife görüp gidiyorlar. Bu hayret verici seyahat ve seyeran-ı mevcudat ve sefer ve seyelan-ı mahlukat öyle bir intizam ve mizan ve hikmetle sevk ve idare edilir ve onlara ve o kafilelere kumandanlık eden öyle basîrane, hakîmane, müdebbirane kumandanlık ediyor ki bütün akıllar faraza ittihat edip bir tek akıl olsa o hakîmane idarenin künhüne yetişemez ve kusur bulup tenkit edemez. </div> <div lang="tr" dir="ltr" class="mw-content-ltr"> İşte bu hallakıyet-i Rabbaniyenin içinde o sevimli ve sevdiği masnuatın hususan zîhayatların hiçbirine göz açtırmayarak âlem-i gayba gönderiyor, hiçbirine nefes aldırmayarak dünyadaki hayattan terhis ediyor, mütemadiyen bu misafirhane-i âlemi doldurup misafirlerin rızası olmayarak boşaltıyor; kalem-i kaza ve kader, küre-i arzı yazar bozar tahtası gibi yaparak يُح۟يٖى وَ يُمٖيتُ cilveleriyle mütemadiyen küre-i arzda yazılarını yazar ve o yazıları tazelendirir, tebdil eder. </div> <div lang="tr" dir="ltr" class="mw-content-ltr"> İşte bu faaliyet-i Rabbaniyenin ve bu hallakıyet-i İlahiyenin bir sırr-ı hikmeti ve esaslı bir muktezîsi ve bir sebeb-i dâîsi, '''üç mühim şubeye''' ayrılan hadsiz, nihayetsiz bir hikmettir. </div> <div lang="tr" dir="ltr" class="mw-content-ltr"> '''O hikmetin birinci şubesi şudur ki:''' Faaliyetin her nev’i cüz’î olsun, küllî olsun bir lezzet verir. Belki her faaliyette bir lezzet var. Belki faaliyet ayn-ı lezzettir. Belki '''faaliyet, ayn-ı lezzet olan vücudun tezahürüdür ve ayn-ı elem olan ademden tebâud ile silkinmesidir.''' </div> <div lang="tr" dir="ltr" class="mw-content-ltr"> Evet, her kabiliyet sahibi, bir faaliyetle kabiliyetinin inkişafını lezzetle takip eder. Her bir istidadın faaliyetle tezahür etmesi, bir lezzetten gelir ve bir lezzeti netice verir. Her bir kemal sahibi, faaliyetle kemalâtının tezahürünü lezzetle takip eder. Madem her bir faaliyette böyle sevilir, istenilir bir kemal, bir lezzet vardır ve faaliyet dahi bir kemaldir ve madem zîhayat âleminde daimî ve ezelî bir hayattan neş’et eden hadsiz bir muhabbetin, nihayetsiz bir merhametin cilveleri görünüyor ve o cilveler gösteriyor ki kendini böyle sevdiren ve seven ve şefkat edip lütuflarda bulunan zatın kudsiyetine lâyık ve vücub-u vücuduna münasip o hayat-ı sermediyenin muktezası olarak hadsiz derecede (tabirde hata olmasın) bir '''aşk-ı lahutî''', bir '''muhabbet-i kudsiye''', bir '''lezzet-i mukaddese''' gibi şuunat-ı kudsiye o Hayat-ı Akdes’te var ki o şuunat böyle hadsiz faaliyetle ve nihayetsiz bir hallakıyetle kâinatı daima tazelendiriyor, çalkalandırıyor, değiştiriyor. </div> <div lang="tr" dir="ltr" class="mw-content-ltr"> '''Sırr-ı kayyumiyete bakan hadsiz faaliyet-i İlahiyedeki hikmetin ikinci şubesi:''' Esma-i İlahiyeye bakar. Malûmdur ki her bir cemal sahibi, kendi cemalini görmek ve göstermek ister; her bir hüner sahibi, kendi hünerini teşhir ve ilan etmekle nazar-ı dikkati celbetmek ister ve sever. Ve hüneri gizli kalmış bir güzel hakikat ve güzel bir mana, meydana çıkmak ve müşterileri bulmak ister ve sever. Madem bu esaslı kaideler, her şeyde derecesine göre cereyan ediyor; elbette Cemil-i Mutlak olan Zat-ı Kayyum-u Zülcelal’in bin bir esma-i hüsnasından her bir ismin, kâinatın şehadetiyle ve cilvelerinin delâletiyle ve nakışlarının işaretiyle, her birisinin her bir mertebesinde hakiki bir hüsün, hakiki bir kemal, hakiki bir cemal ve gayet güzel bir hakikat, belki her bir ismin her bir mertebesinde hadsiz enva-ı hüsünle hadsiz hakaik-i cemile vardır. </div> <div lang="tr" dir="ltr" class="mw-content-ltr"> Madem bu esmanın kudsî cemallerini irae eden âyineleri ve güzel nakışlarını gösteren levhaları ve güzel hakikatlerini ifade eden sahifeleri, bu mevcudattır ve bu kâinattır. Elbette o daimî ve bâki esma, hadsiz cilvelerini ve nihayetsiz manidar nakışlarını ve kitaplarını; hem müsemmaları olan Zat-ı Kayyum-u Zülcelal’in nazar-ı müşahedesine, hem hadd ü hesaba gelmeyen zîruh ve zîşuur mahlukatın nazar-ı mütalaasına göstermek ve nihayetli mahdud bir şeyden nihayetsiz levhaları ve bir tek şahıstan pek çok şahısları ve bir hakikatten pek kesretli hakikatleri göstermek için o aşk-ı mukaddes-i İlahîye istinaden ve o sırr-ı kayyumiyete binaen, kâinatı umumen ve mütemadiyen cilveleriyle tazelendiriyorlar, değiştiriyorlar. </div> <div lang="tr" dir="ltr" class="mw-content-ltr"> === Dördüncü Şuâ === </div> <div lang="tr" dir="ltr" class="mw-content-ltr"> '''Kâinattaki hayret-nüma faaliyet-i daimenin hikmetinin üçüncü şubesi şudur ki:''' Her bir merhamet sahibi, başkasını memnun etmekten mesrur olur. Her bir şefkat sahibi, başkasını mesrur etmekten memnun olur. Her bir muhabbet sahibi, sevindirmeye lâyık mahlukları sevindirmekle sevinir. Her bir âlîcenab zat, başkasını mesud etmekle lezzet alır. Her bir âdil zat, ihkak-ı hak etmek ve müstahaklara ceza vermekte hukuk sahiplerini minnettar etmekle keyiflenir. Hüner sahibi her bir sanatkâr, sanatını teşhir etmekle ve sanatının tasavvur ettiği tarzda işlemesiyle ve istediği neticeleri vermesiyle iftihar eder. </div> <div lang="tr" dir="ltr" class="mw-content-ltr"> İşte bu mezkûr düsturların her biri birer kaide-i esasiyedir ki kâinatta ve âlem-i insaniyette cereyan ediyorlar. Bu kaidelerin esma-i İlahiyede cereyan ettiklerini gösteren üç misal, Otuz İkinci Söz’ün İkinci Mevkıfı’nda izah edilmiştir. Bir hülâsası bu makamda yazılması münasip olduğundan deriz: </div> <div lang="tr" dir="ltr" class="mw-content-ltr"> Nasıl ki mesela, gayet merhametli, sehavetli, gayet kerîm âlîcenab bir zat, fıtratındaki âlî seciyelerin muktezasıyla büyük bir seyahat gemisine, çok muhtaç ve fakir insanları bindirip gayet mükemmel ziyafetlerle, ikramlarla o muhtaç fakirleri memnun ederek denizlerde arzın etrafında gezdirir ve kendisi de onların üstünde, onları mesrurane temaşa ederek o muhtaçların minnettarlıklarından lezzet alır ve onların telezzüzlerinden mesrur olur ve onların keyiflerinden sevinir, iftihar eder. </div> <div lang="tr" dir="ltr" class="mw-content-ltr"> Madem böyle bir tevziat memuru hükmünde olan bir insan, böyle cüz’î bir ziyafet vermekten bu derece memnun ve mesrur olursa elbette bütün hayvanları ve insanları ve hadsiz melekleri ve cinleri ve ruhları, bir sefine-i Rahmanî olan küre-i arz gemisine bindirerek rûy-i zemini, enva-ı mat’umatla ve bütün duyguların ezvak ve erzakıyla doldurulmuş bir sofra-i Rabbaniye şeklinde onlara açmak ve o muhtaç ve müteşekkir ve minnettar ve mesrur mahlukatını aktar-ı kâinatta seyahat ettirmekle ve bu dünyada bu kadar ikramlarla onları mesrur etmekle beraber, dâr-ı bekada cennetlerinden her birini ziyafet-i daime için birer sofra yapan Zat-ı Hayy-ı Kayyum’a ait olarak o mahlukatın teşekkürlerinden ve minnettarlıklarından ve mesruriyetlerinden ve sevinçlerinden gelen ve tabirinde âciz olduğumuz ve mezun olmadığımız şuunat-ı İlahiyeyi “memnuniyet-i mukaddese” “iftihar-ı kudsî” ve “lezzet-i mukaddese” gibi isimlerle işaret edilen maânî-i rububiyettir ki bu daimî faaliyeti ve mütemadî hallakıyeti iktiza eder. </div> <div lang="tr" dir="ltr" class="mw-content-ltr"> Hem mesela, bir mahir sanatkâr, plaksız bir fonoğraf yapsa o fonoğraf istediği gibi konuşsa, işlese sanatkârı ne kadar müftehir olur, mütelezziz olur; kendi kendine “Mâşâallah” der. Madem icadsız ve surî bir küçük sanat, sanatkârının ruhunda bu derece bir iftihar, bir memnuniyet hissi uyandırırsa elbette bu mevcudatın Sâni’-i Hakîm’i, kâinatın mecmuunu, hadsiz nağmelerin envaıyla sadâ veren ve ses verip tesbih eden ve zikredip konuşan bir musikî-i İlahiye ve bir fabrika-i acibe yapmakla beraber, kâinatın her bir nevini, her bir âlemini ayrı bir sanatla ve ayrı sanat mu’cizeleriyle göstererek zîhayatların kafalarında birer fonoğraf, birer fotoğraf, birer telgraf gibi çok makineleri, hattâ en küçük bir kafada dahi yapmakla beraber her bir insan kafasına, değil yalnız plaksız fonoğraf, birer âyinesiz fotoğraf, bir telsiz telgraf, belki bunlardan yirmi defa daha hârika, her insanın kafasında öyle bir makineyi yapmaktan ve istediği tarzda işleyip neticeleri vermekten gelen iftihar-ı kudsî ve memnuniyet-i mukaddese gibi manaları ve rububiyetin bu nevinden olan ulvi şuunatı, elbette ve herhalde bu faaliyet-i daimeyi istilzam eder. </div> <div lang="tr" dir="ltr" class="mw-content-ltr"> Hem mesela, bir hükümdar-ı âdil, ihkak-ı hak için mazlumların hakkını zalimlerden almakla ve fakirleri kavîlerin şerrinden muhafaza etmekle ve herkese müstahak olduğu hakkı vermekle lezzet alması, iftihar etmesi, memnun olması hükümdarlığın ve adaletin bir kaide-i esasiyesi olduğundan elbette Hâkim-i Hakîm, Adl-i Âdil olan Zat-ı Hayy-ı Kayyum’un bütün mahlukatına, hususan zîhayatlara “hukuk-u hayat” tabir edilen şerait-i hayatiyeyi vermekle ve hayatlarını muhafaza için onlara cihazat ihsan etmekle ve zayıfları kavîlerin şerrinden rahîmane himaye etmekle ve umum zîhayatlarda bu dünyada ihkak-ı hak etmek nev’i tamamen ve haksızlara ceza vermek nev’i ise kısmen sırr-ı adaletin icrasından olmakla ve bilhassa mahkeme-i kübra-yı haşirde adalet-i ekberin tecellisinden hasıl olan ve tabirinde âciz olduğumuz şuunat-ı Rabbaniye ve maânî-i kudsiyedir ki kâinatta bu faaliyet-i daimeyi iktiza ediyor. </div> <div lang="tr" dir="ltr" class="mw-content-ltr"> İşte bu üç misal gibi esma-i hüsnanın umumunda, her birisi bu faaliyet-i daimede böyle kudsî bazı şuunat-ı İlahiyeye medar olduklarından hallakıyet-i daimeyi iktiza ederler. </div> <div lang="tr" dir="ltr" class="mw-content-ltr"> Hem madem her kabiliyet, her bir istidat, inbisat ve inkişaf edip semere vermekle bir ferahlık, bir genişlik, bir lezzet verir. Hem madem her vazifedar, vazifesini yapmak ve bitirmekle, vazifesinden terhisinde büyük bir rahatlık, bir memnuniyet hisseder. Ve madem bir tek tohumdan birçok meyveleri almak ve bir dirhemden yüz dirhem kâr kazanmak, sahiplerine çok sevinçli bir halettir, bir ticarettir. Elbette bütün mahlukattaki hadsiz istidatları inkişaf ettiren ve bütün mahlukatını kıymettar vazifelerde istihdam ettikten sonra terakkivari terhis ettiren, yani unsurları, madenler mertebesine; madenleri, nebatlar hayatına; nebatları, rızık vasıtasıyla hayvanların derece-i hayatına; ve hayvanları insanların şuurkârane olan yüksek hayatına çıkarıyor. </div> <div lang="tr" dir="ltr" class="mw-content-ltr"> İşte her bir zîhayatın zâhirî bir vücudunun zevaliyle (Yirmi Dördüncü Mektup’ta izah edildiği gibi) ruhu, mahiyeti, hüviyeti, sureti gibi pek çok vücudlarını arkasında bıraktıran ve yerinde vazife başına geçiren faaliyet-i daime ve hallakıyet-i Rabbaniyeden neş’et eden maânî-i kudsiyenin ve rububiyet-i İlahiyenin ne kadar ehemmiyetli oldukları anlaşılır. </div> <div lang="tr" dir="ltr" class="mw-content-ltr"> '''Mühim bir suale kat’î bir cevap''' </div> <div lang="tr" dir="ltr" class="mw-content-ltr"> Ehl-i dalaletten bir kısmı diyorlar ki: “Kâinatı bir faaliyet-i daime ile tağyir ve tebdil eden zatın, elbette kendisinin de mütegayyir ve mütehavvil olması lâzım gelir.” </div> <div lang="tr" dir="ltr" class="mw-content-ltr"> Elcevap: Hâşâ yüz bin defa hâşâ! Yerdeki âyinelerin tagayyürü, gökteki güneşin tagayyürünü değil, bilakis cilvelerinin tazelendiğini gösterir. Hem ezelî, ebedî, sermedî, her cihetçe kemal-i mutlakta ve istiğna-yı mutlakta, maddeden mücerred, mekândan, kayıttan, imkândan münezzeh, müberra, muallâ olan bir Zat-ı Akdes’in tagayyürü ve tebeddülü muhaldir. Kâinatın tagayyürü, onun tagayyürüne değil, belki adem-i tagayyürüne ve gayr-ı mütehavvil olduğuna delildir. Çünkü müteaddid şeyleri intizamla daimî tağyir ve tahrik eden bir zat, mütegayyir olmamak ve hareket etmemek lâzım gelir. Mesela, sen çok iplerle bağlı çok gülleleri ve topları çevirdiğin ve daimî intizamla tahrik edip vaziyetler verdiğin vakit, senin yerinde durup tagayyür ve hareket etmemekliğin gerektir. Yoksa o intizamı bozacaksın. </div> <div lang="tr" dir="ltr" class="mw-content-ltr"> Meşhurdur ki intizamla tahrik eden, hareket etmemek ve devam ile tağyir eden, mütegayyir olmamak gerektir; tâ ki o iş intizamla devam etsin. </div> <div lang="tr" dir="ltr" class="mw-content-ltr"> Sâniyen: Tagayyür ve tebeddül, hudûstan ve tekemmül etmek için tazelenmekten ve ihtiyaçtan ve maddîlikten ve imkândan ileri geliyor. Zat-ı Akdes ise hem kadîm hem her cihetçe kemal-i mutlakta hem istiğna-yı mutlakta hem maddeden mücerred hem Vâcibü’l-vücud olduğundan elbette tagayyür ve tebeddülü muhaldir, mümkün değildir. </div> <div lang="tr" dir="ltr" class="mw-content-ltr"> === Beşinci Şuâ === </div> <div lang="tr" dir="ltr" class="mw-content-ltr"> İki meseledir: </div> <div lang="tr" dir="ltr" class="mw-content-ltr"> '''Birinci Meselesi:''' İsm-i Kayyum’un cilve-i a’zamını görmek istersek hayalimizi bütün kâinatı temaşa edecek; biri, en uzak şeyleri; diğeri, en küçük zerreleri gösterecek iki dürbün yapıp birinci dürbünle bakıyoruz, görüyoruz ki ism-i Kayyum’un cilvesiyle küre-i arzdan bin defa büyük milyonlar küreler, yıldızlar, direksiz olarak havadan daha latîf olan madde-i esîriye içinde kısmen durdurulmuş, kısmen vazife için seyahat ettiriliyor. </div> <div lang="tr" dir="ltr" class="mw-content-ltr"> Sonra o hayalin hurdebîni olan ikinci dürbünüyle küçük zerratı görecek bir suretle bakıyoruz. O sırr-ı kayyumiyetle zîhayat mahlukat-ı arziyenin her birinin zerrat-ı vücudiyeleri, yıldızlar gibi muntazam bir vaziyet alıp hareket ediyorlar ve vazifeler görüyorlar. Hususan zîhayatın kanındaki “küreyvat-ı hamra ve beyza” tabir ettikleri zerrelerden teşekkül eden küçücük kütleleri, seyyar yıldızlar gibi mevlevîvari iki hareket-i muntazama ile hareket ediyorlar görüyoruz. </div> <div lang="tr" dir="ltr" class="mw-content-ltr"> '''Bir hülâsatü’l-hülâsa:''' (Hâşiye<ref>'''Hâşiye:''' Otuzuncu Lem’a’nın altı risaleciğinin esası ve mevzuu ve ism-i a’zamın sırrını taşıyan altı mukaddes isimlerin gayet kısa bir hülâsalarıdır.</ref>) </div> <div lang="tr" dir="ltr" class="mw-content-ltr"> İsm-i a’zamın altı ismi, ziyadaki yedi renk gibi imtizaç ederek teşkil ettikleri ziya-yı kudsiyeye bakmak için bir hülâsanın zikri münasiptir. Şöyle ki: </div> <div lang="tr" dir="ltr" class="mw-content-ltr"> Bütün kâinatın mevcudatını böyle durduran, beka ve kıyam veren ism-i Kayyum’un bu cilve-i a’zamının arkasından bak: İsm-i Hayy’ın cilve-i a’zamı, o bütün mevcudat-ı zîhayatı cilvesiyle şulelendirmiş, kâinatı nurlandırmış, bütün zîhayat mevcudatı cilvesiyle yaldızlıyor. </div> <div lang="tr" dir="ltr" class="mw-content-ltr"> Şimdi bak: İsm-i Hayy’ın arkasında ism-i Ferd’in cilve-i a’zamı, bütün kâinatı envaıyla, eczasıyla bir vahdet içine alıyor; her şeyin alnına bir sikke-i vahdet koyuyor; her şeyin yüzüne bir hâtem-i ehadiyet basıyor; nihayetsiz ve hadsiz dillerle cilvesini ilan ettiriyor. </div> <div lang="tr" dir="ltr" class="mw-content-ltr"> Şimdi ism-i Ferd’in arkasından ism-i Hakem’in cilve-i a’zamına bak ki yıldızlardan zerrelere kadar, hayalin iki dürbünüyle temaşa ettiğimiz mevcudatın her birisini, cüz’î olsun, küllî olsun, en büyük daireden en küçük daireye kadar, her birine lâyık ve münasip olarak meyvedar bir nizam ve hikmetli bir intizam ve semeredar bir insicam içine almış, bütün mevcudatı süslendirmiş, yaldızlandırmış. </div> <div lang="tr" dir="ltr" class="mw-content-ltr"> Sonra ism-i Hakem’in cilve-i a’zamı arkasından bak ki ism-i Adl’in cilve-i a’zamıyla (İkinci Nükte’de izah edildiği vechile) bütün kâinatı mevcudatıyla, faaliyet-i daime içinde öyle hayret-engiz mizanlarla, ölçülerle, tartılarla idare eder ki ecram-ı semaviyeden biri, bir saniye de muvazenesini kaybetse yani ism-i Adl’in cilvesi altından çıksa yıldızlar içinde bir herc ü merce, bir kıyamet kopmasına sebebiyet verecek. İşte bütün mevcudatın daire-i a’zamı, Kehkeşan’dan yani Samanyolu tabir edilen mıntıka-i kübradan tut tâ kan içindeki küreyvat-ı hamra ve beyzanın daire-i hareketlerine kadar her bir dairesini, her bir mevcudunu hassas bir mizan, bir ölçü ile biçilmiş bir şekil ve bir vaziyetle baştan başa yıldızlar ordusundan tâ zerreler ordusuna kadar bütün mevcudatın “Emr-i kün feyekûn”den gelen emirlere kemal-i musahhariyetle itaat ettiklerini gösteriyor. </div> <div lang="tr" dir="ltr" class="mw-content-ltr"> Şimdi ism-i Adl’in cilve-i a’zamı arkasından (Birinci Nükte’de izah edildiği gibi) ism-i Kuddüs’ün cilve-i a’zamına bak ki kâinatın bütün mevcudatını öyle temiz, pâk, safi, güzel, süslü, berrak yapar gösterir ki bütün kâinata ve bütün mevcudata Cemil-i Mutlak’ın hadsiz derecede cemal-i zatîsine lâyık ve nihayetsiz güzel olan esma-i hüsnasına münasip olacak güzel âyineler şeklini vermiştir. </div> <div lang="tr" dir="ltr" class="mw-content-ltr"> '''Elhasıl:''' İsm-i a’zamın bu altı ismi ve altı nuru, kâinatı ve mevcudatı ayrı ayrı güzel renklerde, çeşit çeşit nakışlarda, başka başka ziynetlerde bulunan yaldızlı perdeler içinde mevcudatı sarmıştır. </div> <div lang="tr" dir="ltr" class="mw-content-ltr"> '''Beşinci Şuâ’nın İkinci Meselesi:''' Kâinata tecelli eden kayyumiyetin cilvesi, vâhidiyet ve celal noktasında olduğu gibi, kâinatın merkezi ve medarı ve zîşuur meyvesi olan insanda dahi kayyumiyetin cilvesi ehadiyet ve cemal noktasında tezahürü var. Yani nasıl ki kâinat sırr-ı kayyumiyetle kaimdir öyle de ism-i Kayyum’un mazhar-ı ekmeli olan insan ile bir cihette kâinat kıyam bulur; yani kâinatın ekser hikmetleri, maslahatları, gayeleri insana baktığı için güya insandaki cilve-i kayyumiyet, kâinata bir direktir. Evet Zat-ı Hayy-ı Kayyum, bu kâinatta insanı irade etmiş ve kâinatı onun için yaratmış, denilebilir. Çünkü insan, câmiiyet-i tamme ile bütün esma-i İlahiyeyi anlar, zevk eder. Hususan rızıktaki zevk cihetiyle pek çok esma-i hüsnayı anlar. Halbuki melâikeler, onları o zevk ile bilemezler. </div> <div lang="tr" dir="ltr" class="mw-content-ltr"> İşte insanın bu ehemmiyetli câmiiyetidir ki: Zat-ı Hayy-ı Kayyum, insana bütün esmasını ihsas etmek ve bütün enva-ı ihsanatını tattırmak için öyle iştihalı bir mide vermiş ki o midenin geniş sofrasını hadsiz enva-ı mat’umatıyla kerîmane doldurmuş. </div> <div lang="tr" dir="ltr" class="mw-content-ltr"> Hem bu maddî mide gibi hayatı da bir mide yapmış. O hayat midesine duygular, eller hükmünde gayet geniş bir sofra-i nimet açmış. O hayat ise duyguları vasıtasıyla o sofra-i nimetten her çeşit istifadeler ile teşekküratın her nevini yapar. </div> <div lang="tr" dir="ltr" class="mw-content-ltr"> Ve bu hayat midesinden sonra bir insaniyet midesini vermiş ki o mide, hayattan daha geniş bir dairede rızık ve nimet ister. Akıl ve fikir ve hayal, o midenin elleri hükmünde, semavat ve zemin genişliğinde, o sofra-i rahmetten istifade edip şükreder. </div> <div lang="tr" dir="ltr" class="mw-content-ltr"> Ve insaniyet midesinden sonra hadsiz geniş diğer bir sofra-i nimet açmak için İslâmiyet ve iman akidelerini, çok rızık ister bir manevî mide hükmüne getirip onun rızık sofrasının dairesini mümkinat dairesinin haricinde genişletip esma-i İlahiyeyi de içine alır kılmıştır ki o mide ile ism-i Rahman’ı ve ism-i Hakîm’i en büyük bir zevk-i rızkî ile hisseder. </div> <div lang="tr" dir="ltr" class="mw-content-ltr"> اَل۟حَم۟دُ لِلّٰهِ عَلٰى رَح۟مَانِيَّتِهٖ وَ عَلٰى حَكٖيمِيَّتِهٖ der ve hâkeza bu manevî mide-i kübra ile hadsiz nimet-i İlahiyeden istifade edebilir ve bilhassa o midedeki muhabbet-i İlahiye zevkinin daha başka bir dairesi var. </div> <div lang="tr" dir="ltr" class="mw-content-ltr"> İşte Zat-ı Hayy-ı Kayyum, insanı bütün kâinata bir merkez, bir medar yaparak kâinat kadar geniş bir sofra-i nimet insana açtığının ve kâinatı insana musahhar ettiğinin ve kâinatın insan ile mazhar olduğu sırr-ı kayyumiyetle bir cihette kaim olduğunun hikmeti ise insanın mühim üç vazifesidir: </div> <div lang="tr" dir="ltr" class="mw-content-ltr"> '''Birincisi:''' Kâinatta münteşir bütün enva-ı nimeti insanla tanzim etmek… Ve insanın menfaati ipiyle tesbih taneleri gibi tanzim eder, nimetlerin iplerinin uçlarını insanın başına bağlar, rahmet hazinelerinin umum çeşitlerine insanı bir liste hükmüne getirir. </div> <div lang="tr" dir="ltr" class="mw-content-ltr"> '''İkinci Vazifesi:''' Zat-ı Hayy-ı Kayyum’un hitabatına, insan câmiiyeti haysiyetiyle en mükemmel muhatap olmak ve hayretkârane sanatlarını takdir ve tahsin etmekle en yüksek sesli bir dellâl olmak ve şuurdarane teşekküratın bütün envaıyla bütün enva-ı nimetine ve çeşit çeşit hadsiz ihsanatına şükür ve hamd ü sena etmektir. </div> <div lang="tr" dir="ltr" class="mw-content-ltr"> '''Üçüncü Vazifesi:''' Hayatı ile üç cihetle Zat-ı Hayy-ı Kayyum’a ve şuunatına ve sıfât-ı muhitasına âyinedarlık etmektir. </div> <div lang="tr" dir="ltr" class="mw-content-ltr"> '''Birinci Vecih:''' İnsan, kendi acz-i mutlakıyla Hâlık’ının kudret-i mutlakasını ve derecatını; ve aczin dereceleriyle kudretin mertebelerini hissetmektir. Ve fakr-ı mutlakıyla rahmetini ve rahmetinin derecelerini idrak etmek ve zaafıyla onun kuvvetini anlamaktır. Ve hâkeza noksan sıfatlarıyla Hâlık’ının evsaf-ı kemaline mikyasvari âyine olmak. Gecede nurun daha ziyade parlamasına nazaran, gece zulmetinin elektrik lambalarını göstermeye mükemmel bir âyine olduğu gibi insan dahi böyle nâkıs sıfatlarıyla kemalât-ı İlahiyeye âyinedarlık eder. </div> <div lang="tr" dir="ltr" class="mw-content-ltr"> '''İkinci Vecih:''' İnsan, cüz’î iradesiyle ve azıcık ilmiyle ve küçücük kudretiyle ve zâhirî mâlikiyetiyle ve hanesini bina etmesiyle, bu kâinat ustasının mâlikiyetini ve sanatını ve iradesini ve kudretini ve ilmini, kâinatın büyüklüğü nisbetinde anlar, âyinedarlık eder. </div> <div lang="tr" dir="ltr" class="mw-content-ltr"> '''Üçüncü Vecih'''’teki âyinedarlığın iki yüzü var: </div> <div lang="tr" dir="ltr" class="mw-content-ltr"> Birisi, esma-i İlahiyenin ayrı ayrı nakışlarını kendinde göstermektir. Âdeta insan, câmiiyetiyle kâinatın küçük bir fihristesi ve bir misal-i musağğarası hükmünde olup umum esmanın nakışlarını gösteriyor. </div> <div lang="tr" dir="ltr" class="mw-content-ltr"> İkinci yüzü, şuunat-ı İlahiyeye âyinedarlık eder. Yani kendi hayatıyla Zat-ı Hayy-ı Kayyum’un hayatına işaret ettiği gibi kendi hayatında inkişaf eden sem’ ve basar gibi duyguların vasıtasıyla, Zat-ı Hayy-ı Kayyum’un sem’ ve basar gibi sıfatlarına âyinedarlık eder, bildirir. Hem insan, hayatında bulunan ve inkişaf etmeyen ve his ve hassasiyet suretinde galeyan eden ve kesretli bir surette olan çok ince hayatî duygular, manalar ve hisler vasıtasıyla, Zat-ı Hayy-ı Kayyum’un şuunat-ı kudsiyesine âyinedarlık eder. Mesela, o hassasiyet içinde sevmek, iftihar etmek, memnun olmak, mesrur olmak, müferrah olmak gibi manalar ile Zat-ı Akdes’in kudsiyetine ve gına-yı mutlakına münasip ve lâyık olmak şartıyla, o neviden olan şuunatına âyinedarlık eder. </div> <div lang="tr" dir="ltr" class="mw-content-ltr"> Hem insan, nasıl ki hayat-ı câmiasıyla Zat-ı Zülcelal’in sıfât ve şuunatına bir mikyas-ı marifettir ve cilve-i esmasına bir fihristedir ve şuurlu bir âyinedir ve hâkeza çok cihetlerle Zat-ı Hayy-ı Kayyum’a âyinedarlık eder. Öyle de insan, şu kâinatın hakaiklerine bir vâhid-i kıyasîdir, bir fihristedir, bir mikyastır ve bir mizandır. </div> <div lang="tr" dir="ltr" class="mw-content-ltr"> Mesela, kâinatta Levh-i Mahfuz’un gayet kat’î bir delil-i vücudu ve bir numunesi, insandaki kuvve-i hâfızadır ve âlem-i misalin vücuduna kat’î delil ve numune, kuvve-i hayaliyedir (Hâşiye<ref>'''Hâşiye:''' Evet, nasıl ki insanın anâsırları, kâinatın unsurlarından; ve kemikleri, taş ve kayalarından; ve saçları, nebat ve eşcarından; ve bedeninde cereyan eden kan ve gözünden, kulağından, burnundan ve ağzından akan ayrı ayrı suları, Arzın çeşmelerinden ve madenî sularından haber veriyorlar, delâlet edip onlara işaret ediyorlar. Aynen öyle de insanın ruhu, âlem-i ervahtan ve hâfızaları, Levh-i Mahfuz’dan ve kuvve-i hayaliyeleri, âlem-i misalden ve hâkeza her bir cihazı bir âlemden haber veriyorlar ve onların vücudlarına kat’î şehadet ederler.</ref>) ve kâinattaki ruhanîlerin bir delil-i vücudu ve numunesi, insandaki kuvvelerdir ve latîfelerdir ve hâkeza… İnsan, küçük bir mikyasta, kâinattaki hakaik-i imaniyeyi şuhud derecesinde gösterebilir. </div> <div lang="tr" dir="ltr" class="mw-content-ltr"> İşte insanın mezkûr vazifeler gibi çok mühim hizmetleri var. Cemal-i bâkiye âyinedir, kemal-i sermedîye dellâl-ı mazhardır ve rahmet-i ebediyeye muhtac-ı müteşekkirdir. Madem cemal, kemal, rahmet bâkidirler ve sermedîdirler; elbette o cemal-i bâkinin âyine-i müştakı ve o kemal-i sermedînin dellâl-ı âşığı ve o rahmet-i ebediyenin muhtac-ı müteşekkiri olan insan, bâki kalmak için bir dâr-ı bekaya girecek ve o bâkilere refakat için ebede gidecek ve o ebedî cemal ve o sermedî kemal ve daimî rahmete, ebedü’l-âbâdda refakat etmek gerektir, lâzımdır. </div> <div lang="tr" dir="ltr" class="mw-content-ltr"> Çünkü ebedî bir cemal, fâni bir müştaka ve zâil bir dosta razı olmaz. Çünkü cemal, kendini sevdiği için sevmesine mukabil muhabbet ister. Zeval ve fena ise o muhabbeti adâvete kalbeder, çevirir. </div> <div lang="tr" dir="ltr" class="mw-content-ltr"> Eğer insan ebede gidip bâki kalmazsa fıtratındaki cemal-i sermedîye karşı olan esaslı muhabbet yerine adâvet bulunacaktır. Onuncu Söz’ün hâşiyesinde beyan edildiği gibi bir zaman bir dünya güzeli, bir âşığını huzurundan çıkarıyor. O adamdaki aşk, birden adâvete dönüyor ve diyor ki: “Tuh! Ne kadar çirkindir.” diyerek kendine teselli vermek için cemalinden küsüyor, cemalini inkâr ediyor. Evet, insan bilmediği şeye düşman olduğu gibi, eli yetişmediği veyahut tutamadığı şeylerin adâvetkârane kusurlarını arar, âdeta düşmanlık etmek ister. </div> <div lang="tr" dir="ltr" class="mw-content-ltr"> Madem bütün kâinatın şehadetiyle Mahbub-u Hakiki ve Cemil-i Mutlak, bütün güzel esma-i hüsnasıyla kendini insana sevdiriyor ve insanların kendini sevmelerini istiyor; elbette ve herhalde, kendisinin hem mahbubu, hem habibi olan insana fıtrî bir adâveti verip derinden derine kendinden küstürmeyecek ve fıtraten en ziyade sevimli ve muhabbetli ve perestiş için yarattığı en müstesna mahluku olan insanın fıtratına bütün bütün zıt olarak bir gizli adâveti, insanın ruhuna vermeyecek. </div> <div lang="tr" dir="ltr" class="mw-content-ltr"> Çünkü insan, sevdiği ve kıymetini takdir ettiği bir Cemal-i Mutlak’tan ebedî ayrılmaktan gelen derin yarasını; ancak ona adâvetle, ondan küsmekle ve onu inkâr etmekle tedavi edebilir. İşte kâfirlerin Allah’ın düşmanı olması, bu noktadan ileri geliyor. Öyle ise herhalde o Cemal-i Ezelî, kendisinin âyine-i müştakı olan insan ile ebedü’l-âbâd yolunda seyahatinde beraber bulunmak için alâküllihal bir dâr-ı bekada bir hayat-ı bâkiyeye insanı mazhar edecek. </div> <div lang="tr" dir="ltr" class="mw-content-ltr"> Evet, madem insan fıtraten bir Cemal-i Bâki’ye müştak ve muhib bir surette halk edilmiştir. Ve madem bâki bir cemal, zâil bir müştaka razı olamaz. Ve madem insan bilmediği veya yetişemediği veya tutamadığı bir maksuddan gelen hüzün ve elemden teselli bulmak için, o maksudun kusurunu bulmakla, belki gizli adâvet etmekle kendini teskin eder. Ve madem bu kâinat, insan için halk edilmiş ve insan ise marifet ve muhabbet-i İlahiye için yaratılmış. Ve madem bu kâinatın Hâlık’ı, esmasıyla sermedîdir. Ve madem esmalarının cilveleri daim ve bâki ve ebedî olacaktır; elbette ve herhalde insan, bir dâr-ı bekaya gidecek ve bir hayat-ı bâkiyeye mazhar olacaktır. </div> <div lang="tr" dir="ltr" class="mw-content-ltr"> Ve insanın kıymetini ve vazifelerini ve kemalâtını bildiren rehber-i a’zam ve insan-ı ekmel olan Muhammed-i Arabî aleyhissalâtü vesselâm, insana dair beyan ettiğimiz bütün kemalâtı ve vazifeleri en ekmel bir surette kendinde ve dininde göstermesiyle gösteriyor ki nasıl kâinat, insan için yaratılmış ve kâinattan maksud ve müntehab insandır; öyle de insandan dahi en büyük maksud ve en kıymettar müntehab ve en parlak âyine-i Ehad ve Samed, elbette Ahmed-i Muhammed’dir. </div> <div lang="tr" dir="ltr" class="mw-content-ltr"> عَلَي۟هِ وَ عَلٰى اٰلِهِ الصَّلَاةُ وَ السَّلَامُ بِعَدَدِ حَسَنَاتِ اُمَّتِهٖ </div> <div lang="tr" dir="ltr" class="mw-content-ltr"> يَا اَللّٰهُ يَا رَح۟مٰنُ يَا رَحٖيمُ يَا فَر۟دُ يَا حَىُّ يَا قَيُّومُ يَا حَكَمُ يَا عَد۟لُ يَا قُدُّوسُ </div> <div lang="tr" dir="ltr" class="mw-content-ltr"> نَس۟ئَلُكَ بِحَقِّ فُر۟قَانِكَ ال۟حَكٖيمِ وَ بِحُر۟مَةِ حَبٖيبِكَ ال۟اَك۟رَمِ وَ بِحَقِّ اَس۟مَائِكَ ال۟حُس۟نٰى وَ بِحُر۟مَةِ اِس۟مِكَ ال۟اَع۟ظَمِ اِح۟فَظ۟نَا مِن۟ شَرِّ النَّف۟سِ وَ الشَّي۟طَانِ وَ مِن۟ شَرِّ ال۟جِنِّ وَ ال۟اِن۟سَانِ اٰمٖينَ </div> <div lang="tr" dir="ltr" class="mw-content-ltr"> سُب۟حَانَكَ لَا عِل۟مَ لَنَٓا اِلَّا مَا عَلَّم۟تَنَٓا اِنَّكَ اَن۟تَ ال۟عَلٖيمُ ال۟حَكٖيمُ </div> <div lang="tr" dir="ltr" class="mw-content-ltr"> ------ <center> [[Yirmi Dokuzuncu Lem'a]] ⇐ [[Lem'alar]] | ⇒ [[Otuz Birinci Lem'a]] </center> ------ </div>