Barla Lahikası 170. Mektup

    Risale-i Nur Tercümeleri sitesinden
    Diğer diller:
    • Türkçe

    (Ehl-i bid’anın şiddetli hücumuna maruz kalan Süleyman hakkındadır.)

    Sual: Süleyman nasıl adamdır? Başta buranın memuru, çok adamlar onu tenkit ediyorlar. “Lüzumsuz sözleri hocaya söylüyor, yanlış ediyor, âdeta münafıklık ediyor.” derler. Sana çoktan beri hizmet ediyor, mahiyeti nedir, bildir?

    Elcevap: Süleyman sekiz sene, benim gibi asabî, hiddetli bir adamı hiçbir vakit gücendirmeden, hiçbir menfaat-i maddî mukabilinde olmayarak, kendi işini bırakıp kemal-i sadakatle lillah için hizmeti bu köyce malûmdur. Böyle bir adamla bu köy değil belki bu vilayet iftihar etmeli. Bu tarz ahlâk bu zamanda bulunması, medar-ı ibrettir.

    Ben hem garib hem misafirim. Benim istirahatimi temin etmek köyün borcu idi. Bu köy namına Cenab-ı Hak onu ve Mustafa Çavuş’u ve Muhacir Hâfız Ahmed’i ve Abdullah Çavuş’u bana ihsan etti. Ben de Cenab-ı Hakk’a şükrediyorum. Bunlar bana yüzer dost kadar kıymettar göründüler, vatanımı bana unutturdular. Gurbet ve misafirlik elemini bana çektirmediler. Bunların yüzünden ben, bu köyün hayatta ve vefat edenleriyle alâkadar olup onlara her zaman dua ediyorum.

    Sadakatçe Süleyman’dan geri kalmayan Mustafa Çavuş’la, Muhacir Hâfız Ahmed, şimdilik hücuma maruz olmadığından iyiliklerinden bahsedilmedi. Bir parça Süleyman’dan bahsedeceğiz. Şöyle ki:

    Süleyman, benim her hususi işimi ve kitabetimi kemal-i şevk ile minnet etmeyerek, mukabilinde bir şey kabul etmeyerek, kemal-i sadakatle yapmış. Hattâ o derece hizmeti safi ve hâlis, lillah için yapıyordu belki yüz defadan ziyade arzu ettiğim dakikada, ümit edilmediği bir tarzda geliyor; fesübhanallah diyordum “Benim arzu-yu kalbimi, bu işitiyor mu?” Anladım ki o istihdam olunuyor, sadakatinin kerametidir.

    Hattâ hizmetimde bulunduğu bir gün, bir yaşındaki kız çocuğuna bakılmamış. Yüksek bir damdan, taş üstüne çocuk düştü. O hizmet sadakatinin bir ikram-ı İlahî olarak o çocuk hiçbir teessür ve hastalık görmediği gibi; sütten, memeden bile kesilmedi. Her ne ise bu tarz sadakatinin lem’alarını çok gördüm.

    Süleyman’da sadakatle beraber esaslı bir ihlas gördüm. Evet, bugünlerde insafsız insanlar, onun şeref ve haysiyetini kıracak derecede, hakkında işaalar izhar ettikleri zaman, ona teselli nevinden dedim ki: “Sana bu sû-i şöhreti takmakla riyadan kurtulursun.” O da kemal-i sürur ve ciddi bir surette o teselliyi kabul etti.

    Gelelim gıybet hakkındaki mesleğine: Bu zat bende gıybet hakkında ne kadar şiddetli bir nefret olduğunu bildiği cihetle, beni kızdırmamak için mümkün olduğu kadar cevaz da olsa söylemiyor. Ve bilhassa ramazanda, bütün bütün içtinab eder. Zaten ahlâkında, başkasına muzırlık yok. İnsafsızların işaasına sebep, bu kadar olmuş:

    Birisi sormuş: “Hoca Efendi, filan adama şöyle demiş mi?”

    O da geldi, bana aynı sözü söyledi ki o adama cevap versin. Halbuki o sözde ne gıybet var ne de bir şey. Her ne ise…

    Ben bu köyde ümit etmiyordum ki benim en ziyade itimat ettiğim ve tam ahlâklarına ve diyanetlerine kanaat ettiğim Mustafa Çavuş, Süleyman Efendi gibi kardeşlerimi tenkit etsinler. Zannederdim ki ben gittikten sonra, burada benim yerimde, bana ettikleri hürmeti onlara edecekler. Ümidim budur ki köy halkının yüzde doksanı onların kıymetini takdir edecekler. Birkaç insafsızlar tenkit ededursunlar, o tenkitlerden ne çıkar? Bunlara ilişmek, doğrudan doğruya bana ilişmektir.

    Bana hizmet eden mezkûr kardeşlerim, hiçbir maddî menfaati düşünmeyerek ve kabul etmeyerek ve bilakis kendi keselerinden bana ve misafirlerime bakıyorlar. Hattâ Süleyman’a bazı yemediğim bir ekmek verdiğim vakit, hatırımı kırmayarak alır. Fakat kat’iyen mukabelesiz almıyor. Ona mukabil evinden getiriyor. Ara sıra birer bardak çay ısrar ediyordum, ilhahıma karşı istinkâf ediyordu. “Ne için böyle yapıyorsun?” derdim, “Hizmetimize maddî fayda girmeyip fîsebilillah, ihlaslı olmak istiyoruz.” derdi.

    Hattâ bu Süleyman ve Mustafa Çavuş, misafirlerim için çok hizmet ettikleri halde, hiçbir vakit hiçbir misafir bu iki zata bir hediye getirdiğini görmedim, bilmedim. Yalnız Bekir Bey bir defa Süleyman’ın küçük kızına birkaç meyve vermiş. Ona mukabil Süleyman –bildiğime göre– birkaç defa patlıcan, biber, kavun gibi sebzeler hediye edip ona göndermekle beraber, Bekir Bey buraya geldikçe onun hem başka misafirlerin hayvanatına saman, arpa verir.

    Bunun bu ahlâkı zatında vardı. Yanıma geldiği vakit, benim bir düstur-u hayatım olan istiğna ve insanların hediyelerini almamak kaidesi, onun aslî ahlâkına muvafık gelmiş. Daha ziyade, insanların değil hediyesini kabul etmek, onlara ettiği iyiliklere mukabil dahi bir şey kabul etmiyor. Hattâ yüz defa ben ısrar etmişim, benden fazla kalan bir şeyi kabul etmiyor.

    Hattâ bir defa, bir kıyye kadar üzüm, kayısı kurusu, bir kıyye bal ben yemiyordum. Misafirlere de yedirmek istemiyordum. Ona ısrar ettim “Bu hediyemdir, teberrükümdür, çocuklarınıza hediye ediyorum, almaya mecbursun.” dedim. Aldı, iki şinik buğdayını, bana değirmende öğüterek getirdi. Dört aydır daha bitmemiş.

    İşte bu zatın hakiki hali bu surette iken insafsız insanlar, bunun hakkında işaa ediyorlar ki Said’in sayesinde yaşıyor.

    O da kemal-i iftiharla dedi: “Evet, Üstadımın sayesinde kanaati ve iktisadı öğrendim, rahatla yaşıyorum. Halkların bu sözleri bana iyidir. Beni riyadan kurtarır, ihlasa sevk eder.” dedi.

    Ben de dedim: Sana iyidir, hizmet-i Kur’an’a zarardır. Onun için hakikat-i hali beyan ediyorum tâ ehl-i bid’a bilsin ki ihlas ile lillah için çalışıyorlar.

    Said Nursî



    Barla Lahikası 169. Mektup ⇐ | Barla Lahikası | ⇒ Barla Lahikası 171. Mektup