Barla Lahikası 219. Mektup

    Risale-i Nur Tercümeleri sitesinden
    Diğer diller:
    • Türkçe

    MESAİL-İ MÜTEFERRİKA

    BİRİNCİ MESELE

    Sual: Salavatın bu kadar kesretle hikmeti ve salâtla beraber selâmı zikretmenin sırrı nedir?

    Elcevap: Resul-i Ekrem aleyhissalâtü vesselâma salavat getirmek, tek başıyla bir tarîk-i hakikattir. Resul-i Ekrem aleyhissalâtü vesselâm nihayet derecede rahmete mazhar olduğu halde, nihayetsiz salavata ihtiyaç göstermiştir. Çünkü Resul-i Ekrem aleyhissalâtü vesselâm bütün ümmetinin dertleriyle alâkadar ve saadetlerine nasibedardır. Nihayetsiz istikbalde, ebedü’l-âbâdda nihayetsiz ahvale maruz ümmetinin bütün saadetleriyle alâkadarlığının ihtiyacındandır ki nihayetsiz salavata ihtiyaç göstermiştir.

    Hem Resul-i Ekrem; hem abd hem resul olduğundan ubudiyet cihetiyle salât ister, risalet cihetiyle selâm ister ki ubudiyet halktan Hakk’a gider, mahbubiyet ve rahmete mazhar olur. Bunu اَلصَّلَاةُ ifade eder. Risalet Hak’tan halka bir elçiliktir ki selâmet ve teslim ve memuriyetinin kabul ve vazifesinin icrasına muvaffakiyet ister ki سَلَامٌ lafzı onu ifade ediyor.

    Hem biz سَيِّدِنَا lafzıyla tabir ettiğimizden diyoruz ki: Yâ Rab! Yanımızda elçiniz ve dergâhınızda elçimiz olan reisimize merhamet et ki bize sirayet etsin.

    اَللّٰهُمَّ صَلِّ عَلٰى سَيِّدِنَا مُحَمَّدٍ عَب۟دِكَ وَ رَسُولِكَ وَ عَلٰى اٰلِهٖ وَ صَح۟بِهٖ اَج۟مَعٖينَ

    İKİNCİ MESELE

    (Bir kardeşimizin uzun bir sualine kısa bir cevaptır.)

    Eğer desen: Nedir şu tabiat ki ehl-i dalalet ve gaflet ona saplanmışlar, küfür ve küfrana girip ahsen-i takvimden esfel-i safilîne sukut etmişler?

    Elcevap: Tabiat namı verdikleri şey; şeriat-ı fıtriye-i kübra-yı İlahiyedir ki mevcudatta zuhur eden ef’al-i İlahiyenin tanzim ve nizamını gösteren âdâtullahın mecmu-u kavanininden ibarettir. Malûmdur ki kavanin umûr-u itibariyedir; vücud-u ilmîsi var, haricîsi yok. Gaflet veya dalalet sâikasıyla Kâtip ve Nakkaş-ı Ezelî’yi tanımadıklarından, kitabı ve kitabeti kâtip ve nakşı nakkaş, kanunu kudret, mistarı masdar, nizamı nazzam, sanatı sâni’ tevehhüm etmişler.

    Nasıl ki bir vahşi ve insanların içtimaiyatını görmemiş bir adam muhteşem bir kışlaya girse bir ordunun nizamat-ı maneviye ile muttarid hareketini temaşa etse maddî ipler ile bağlı tahayyül eder. Veyahut o vahşi, muazzam bir camiye dâhil olsa görse ki Müslümanların cemaat ve iydlerde muntazam, mübarek vaziyetlerini görse, seyretse maddî rabıtalarla bağlanmalarını tevehhüm eder.

    Öyle de vahşiden çok vahşi olan ehl-i dalaletin, cünud-u semavat ve arza mâlik olan Sultan-ı ezel ve ebed’in muhteşem kışlası olan şu kâinata ve Mabud-u Ezelî’nin mescid-i kebiri olan şu âleme girdikleri vakit; o Sultan’ın nizamatını tabiat namıyla yâd etse ve nihayet hikmetlerle meşhun şeriat-ı kübrasını, kuvvet ve madde gibi sağır ve kör ve camid, karmakarışık tezahürattan ibaret tahayyül etse elbette ona insan demek değil belki vahşi hayvan dahi denilmez.

    Çünkü o tevehhüm ettiği tabiat için geçen Sözler’de ve sair risalelerimde yüz yerde, dirilmeyecek bir surette o tabiat fikr-i küfrîsi öldürüldüğü ve Yirmi İkinci Söz’de gayet kat’î bir surette ispat edildiği gibi; her zerrede, her sebepte bütün mevcudatı halk edecek bir kudret, bir ilim vermek, belki Vâcibü’l-vücud’un bütün sıfâtını onda kabul etmek gibi nihayetsiz muhal-ender muhal bir dalalet, belki dalaletin divaneliğinden gelen manasız hezeyanlardır.

    Elhasıl: O Sözler’de gayet kat’î bir surette ispat edilmiş ki tabiat-perest adam bir İlah-ı Vâhid’i kabul etmediği için gayr-ı mütenahî ilahları kabul etmeye mecburdur. O ilahlar her birisi her şeye muktedir olmakla beraber, bütün ilahlara hem zıt hem misil olarak şu kâinatın intizamı içinde birleşsin. Halbuki bir sineğin kanadından tut tâ manzume-i şemsiyeye kadar hiçbir yerde bir sinek kanadı kadar şerike yer yoktur ki parmak karıştırsın.

    لَو۟ كَانَ فٖيهِمَٓا اٰلِهَةٌ اِلَّا اللّٰهُ لَفَسَدَتَا فَسُب۟حَانَ اللّٰهِ رَبِّ ال۟عَر۟شِ عَمَّا يَصِفُونَ ferman-ı kat’î, şirk ve iştirakin esasatını kat’î bir bürhanla keser.

    ÜÇÜNCÜ MESELE

    Küfür, manevî bir cehennemin çekirdeği olduğunu İkinci Söz’de ve Sekizinci Söz’de ve başka Sözler’de ispat edildiği gibi maddî bir cehennem dahi onun meyvesidir. Cehenneme duhûlüne sebep olduğu gibi cehennemin vücuduna dahi sebeptir. Zira küçük bir hâkim, küçük bir izzet, küçük bir gayret, küçük bir celali bulunsa; bir edepsiz ona dese: “Beni te’dib etmezsin ve edemezsin.” Herhalde o yerde hapishane yoksa da onun için bir hapishane icad edecek, onu içine atacaktır.

    Halbuki kâfir, cehennemi inkâr ile nihayetsiz gayret ve izzet ve celal sahibi ve gayet büyük bir zatı tekzip ve taciz ediyor, yalancılıkla ve acz ile ittiham ediyor. İzzetine şiddetli dokunuyor, celaline serkeşane ilişiyor. Elbette farz-ı muhal olarak cehennemin hiçbir sebeb-i vücudu bulunmazsa o derece tekzip ve tacizi tazammun eden küfür için cehennemi halk edecek, o kâfiri içine atacaktır.

    DÖRDÜNCÜ MESELE

    Eğer desen: Ne için ehl-i küfür ve dalalet dünyada ehl-i hidayete galip oluyor?

    Elcevap: Çünkü küfrün divaneliğiyle ve dalaletin sarhoşluğuyla ve gafletin sersemliğiyle ebedî elmasları satın almak için verilen letaif ve istidadat-ı insaniye sermayesini, fâni şişelere, soğuk buzlara veriyor. Elbette ham cam ve camid cemed, elmas fiyatıyla alındığı için en a’lâ cam ve en eclâ cemed alınır.

    Bir vakit elmasçı zengin bir adam divane olur, çarşıya gider, beş paralık cam parçasına beş altın verir. O zengin divaneye, herkes en iyi camlarını alır ona verir, hattâ çocuklar da güzel buz parçalarını ona veriyor, birer altın alıyorlardı.

    Hem bir vakit bir padişah sarhoş olur, çocukların içine girer, onları vükela ve ümera-yı askeriye zanneder. Şahane emir verir, çocukların hoşuna gider, iyi itaat ettiklerinden güzelce bir eğlence yapar.

    İşte küfür bir divaneliktir, dalalet bir sarhoşluktur, gaflet bir sersemliktir ki bâki meta yerine fâni metaı alır. İşte şu sırdandır ki ehl-i dalaletin hissiyatları şiddetlidir. İnadı, hırsı, hasedi gibi her şeyi şedittir. Bir dakika meraka değmeyen bir şeye, bir sene inat eder.

    Evet küfrün divaneliğiyle, dalaletin sekriyle, gafletin şaşkınlığıyla fıtraten ebedî ve ebed müşterisi olan bir latîfe-i insaniye sukut eder; ebedî şeyler yerine fâni şeyler alır, yüksek fiyat verir.

    Fakat mü’minde dahi bir maraz-ı asabî bulunuyor veya maraz-ı kalbî var. O dahi ehl-i dalalet gibi ehemmiyetsiz şeylere ziyade ehemmiyet verir. Lâkin çabuk kusurunu anlar, istiğfar eder, ısrar etmez.

    رَبَّنَا لَا تُؤَاخِذ۟نَٓا اِن۟ نَسٖينَٓا اَو۟ اَخ۟طَا۟نَا

    BEŞİNCİ MESELE

    Mühim bir sırr-ı âyet:

    Kur’an-ı Mu’cizü’l-Beyan, mecmuu mu’cize olduğu gibi her bir suresi dahi bir mu’cize hattâ pek çok âyetlerin her birisi birer mu’cize veya bir lem’a-yı i’cazı gösterir bir tarzdadır.

    Mesela, sahabeden bahseden âhir-i Sure-i Fetih olan âyeti ki مُحَمَّدٌ رَسُولُ اللّٰهِ dan başlar, bütün huruf-u hecaiyeyi tazammun etmekle beraber, sahabenin tabakat-ı meşhuresinin ki Ashab-ı Bedir, Şüheda-i Uhud, Ashab-ı Suffa, Ehl-i Biat-ı Rıdvan gibi şöhretgir-i âlem tabakatın esmasının adedine işaret ediyor ve şu âyetten evvelki هُوَ الَّذٖٓى اَر۟سَلَ رَسُولَهُ âyeti altmış üç harf olduğundan ömr-ü nebeviyeye işaret ettiği gibi bahsettiğimiz âyetle beraber Ashab-ı Bedir ve Suffa ve Uhud ve Ehl-i Beyt-i Nebevî’nin adedini gösterir.

    İşte âhirdeki âyetin adedi iki yüz altmıştır. Ashab-ı Bedir, Şüheda-yı Uhud ile beraber, Bedir ile Uhud Şühedasından bulunan bir tek sayılmak hem isimleri bir olanlar bir sayılmak şartıyla iki yüz altmıştır.

    Aynı âyetteki hurufat gibi Ashab-ı Bedir, Ashab-ı Suffa ile söylediğimiz şart ile beraber, iki yüz altmış dört eder. Âyetten dört fazladır ki Hulefa-yı Erbaa veya Hamse-i Âl-i Abâ’dan dördüne işaret vardır. Âyette her bir harfin ne kadar tekerrür ettiği ve Ashab-ı Bedir ve Uhud ve Suffa’nın esmasına ne derece muvafık adet göstermesinde, gelecek hurufata dikkat et:

    Hemze lafzî 9, gayr-ı melfuzu 15 muvafık geliyor.

    ب 4, ت 8, ث 2 muvafık. ج 8 muvafık. ح 3, خ 10, د 6, ذ 3 muvafık. ر 16 muvafık, ز 6 muvafık. Uhud ve Suffa’dan س 7 muvafık. Suffa’dan ش 2 muvafık. Suffa’dan ص 2 muvafık.

    Bedir’den ض 2 muvafık. Suffa’dan ط 1, ظ 3; Uhud’da Abâdile-i Seb’a, Hulefa-yı Selâse ع 10 muvafık. Suffa’dan غ 6, ف 14, ق 1 muvafık. Bedir’de ك 6, ل 34, م 24 muvafık. ن 16 muvafık. ه 16, و 15, ى 12 muvafık, لا 2, elif 18 muvafık.

    İşte şu hurufatın yarısı Ashab-ı Bedir ve Suffa ve Uhud’da muvafık gelmesiyle gösteriyor ki gayr-ı muvafık olanlar başka tabakatın adedine muvafıktır. Mesela, Ehl-i Biat-ı Rıdvan gibi tabakat-ı meşhureye...

    Hem cây-ı dikkattir ki ثُمَّ اَن۟زَلَ عَلَي۟كُم۟ مِن۟ بَع۟دِ ال۟غَمِّ اَمَنَةً نُعَاسًا âyetinde şu âyet gibi bütün huruf-u hecaiyeyi tazammun etmiş. Fakat bunun aksine olarak o hurufatın tekraratı acib bir tarz-ı münasebettedir. Şu âyet ise birbirine bakmıyor, kardeş kardeşine muvafık gelmiyor. Demek şu âyetteki hurufatın vazifesi, âyetin manasını teyid ederek bahsettiği sahabelerin esmasına bakıyorlar.

    Evet, şu âyet-i kerîme cümleleriyle gösterdiği aynı hükmü yine kelimeleriyle, hurufatıyla aynı manaya işaret eder. Mesela, şu âyetin hurufatları Ashaba baktıkları gibi kayıtları da Ashabın sıfât-ı meşhuresine bakar. O sıfâtı göstermekle, o sıfât sahiplerine parmak basıyorlar.

    Mesela وَالَّذٖينَ مَعَهُ daki maiyet-i hâssa, sohbet-i mahsusayı zikretmekle Ebubekiri’s-Sıddık’ın medar-ı fahri ve şöhreti olan maiyet-i hâssa ile başına parmak basıyor.

    اَشِدَّٓاءُ عَلَى ال۟كُفَّارِ şiddet-i hamiyet-i İslâmiye ile küffara galebe-i kat’iyesi ile şöhret-şiar olan Hazret-i Ömer’i âyine gibi gösterir.

    رُحَمَٓاءُ بَي۟نَهُم۟ şefkat-i rahîmane ile meşhur-u enam olan Hazret-i Osman-ı Zinnureyn’e parmak basıyor.

    تَرٰيهُم۟ رُكَّعًا سُجَّدًا kaydıyla, rükû ve secdede devam ve kesrette meşhur olan Hazret-i Aliyyü’l-Murtaza’ya işaret ediyor.

    يَب۟تَغُونَ فَض۟لًا مِنَ اللّٰهِ وَ رِض۟وَانًا cümlesiyle Ehl-i Biat-ı Rıdvan’a, سٖيمَاهُم۟ فٖى وُجُوهِهِم۟ مِن۟ اَثَرِ السُّجُودِ Ashab-ı Suffa’ya, ذٰلِكَ مَثَلُهُم۟ فِى التَّو۟رٰيةِ fukaha ve ulema-i sahabeye, وَمَثَلُهُم۟ فِى ال۟اِن۟جٖيلِ Ashab-ı Huneyn ve Fetih, Uhud ve Bedir’deki sahabelerin namdar yiğitlerine işaret ettiği gibi enbiyadan sonra benî-Âdem içinde en yüksek, en namdar, en mümtaz olan sahabelerin medar-ı rüçhaniyetleri, menşe-i imtiyazları ve maden-i meziyetleri olan secaya-yı sâmiye ve ahlâk-ı âliye ve muamelat-ı gâliyeye o mezkûr kayıtlar ve sıfatlarla işaret ediyor.

    O kayıtlarla diyor ki: Sahabelerin halka karşı vaziyetleri, düşmanlarına şedittirler ve dostlarına ve mü’minlere rahîmdirler. Cenab-ı Hakk’a karşı rükû ve secdede kemal-i itaattedirler. Her işlerinde Cenab-ı Hakk’ın rıza ve fazlını kasdederek kemal-i ihlastadırlar.

    Hem sahabelerin ilimde ve amelde ve siyasette ve askerlikte gösterdikleri fevkalâde metanet ve terakki ve sebat ve tefevvuku, maziden Tevrat ve İncil’i işhad ederek mu’cizane ve müstakbelden ibadet ve cihad vazifesinde hârikulâde hareketleri ihbar ederek mu’cizane mazi ve müstakbelde iki ihbar-ı gaybiye ile sahabelerin i’cazkâr ahvalini haber vermekle, şu âyette bir lem’a-yı i’cazı gösterir ve âyetin daha başka çok işaretleri vardır. İzahı uzun olduğundan ve ihatamız nâkıs ve elimiz kısa bulunduğundan kısa kestik.

    İşte madem şu âyet hem cümleleri hem kelimeleri hem hurufatıyla ayrı ayrı vazifeleri gördükleri halde, mana-yı maksudun etrafında toplanıp ona bakıyorlar. Acaba bilmediğimiz ve beyan etmediğimiz, şu âyetin daha çok esrar-ı acibeyi câmi’ olduğu anlaşılmaz mı?

    ALTINCI KÜÇÜK BİR MESELE

    Otuz üç adet Sözler’in ve otuz üç adet Mektuplar’ın mecmuuna Risaletü’n-Nur namı verilmesinin sırrı şudur ki:

    Bütün hayatımda Nur kelimesi her yerde bana rast gelmiştir. Ezcümle: Karyem Nurs’tur. Merhume validemin ismi Nuriye’dir. Nakşî üstadım Seyyid Nur Muhammed’dir. Kādirî üstadım Nureddin. Kur’an üstadlarımdan Nuri. Talebelerimden benimle en ziyade alâkadarı Nur isimli bulunanlardır. Kitaplarımı en ziyade izah ve tenvir eden Nur misalidir. Kur’an-ı Hakîm’deki en evvel aklıma, kalbime parlayan ve fikrimi meş’ul eden اَللّٰهُ نُورُ السَّمٰوَاتِ وَال۟اَر۟ضِ مَثَلُ نُورِهٖ كَمِش۟كٰوةٍ âyetidir. Hem hakaik-i İlahiyede müşkülatımın ekserisini halleden esma-i hüsnadan Nur ism-i nuranisidir. Hem Kur’an’a şiddet-i şevk ve inhisar-ı hizmetim için hususi imamım Zinnureyn’dir.

    اَللّٰهُمَّ يَا نُورَ النُّورِ وَيَا مُنَوِّرَ النُّورِ وَيَا مُصَوِّرَ النُّورِ وَيَا مُقَدِّرَ النُّورِ وَيَا مُدَبِّرَ النُّورِ وَيَا خَالِقَ النُّورِ وَيَا نُورًا قَب۟لَ كُلِّ نُورٍ وَيَا نُورًا بَع۟دَ كُلِّ نُورٍ وَيَا نُورًا فَو۟قَ كُلِّ نُورٍ وَيَا نُورًا لَي۟سَ مِث۟لَهُ نُورٌ

    سُب۟حَانَكَ يَا لَا اِلٰهَ اِلَّا اَن۟تَ ال۟اَمَانُ ال۟اَمَانُ اَجِر۟نَا ( وَ عَلٖى ) مِنَ النَّارِ وَ اَد۟خِل۟نَا ( وَ اَد۟خِل۟ عَلٖى ) ال۟جَنَّةَ مَعَ ال۟اَب۟رَارِ وَ نَوِّر۟ قُلُوبَنَا وَ قَل۟بَهُ وَ قُبُورَنَا

    وَ قَب۟رَهُ بِاَن۟وَارِ ال۟اٖيمَانِ وَ ال۟قُر۟اٰنِ يَا رَحٖيمُ يَا غَفَّارُ وَ صَلِّ عَلٰى مُحَمَّدٍ نِ ال۟مُخ۟تَارِ وَ اٰلِهِ ال۟اَط۟هَارِ وَ صَح۟بِهِ ال۟اَخ۟يَارِ اٰمٖينَ اٰمٖينَ اٰمٖينَ

    Said Nursî



    Barla Lahikası 218. Mektup ⇐ | Barla Lahikası | ⇒ Barla Lahikası 220. Mektup