Dokuzuncu Ders
Dokuzuncu Ders
بِس۟مِ اللّٰهِ الرَّح۟مٰنِ الرَّحٖيمِ
وَ التّٖينِ وَ الزَّي۟تُونِ وَطُورِ سٖينٖينَ وَهٰذَا ال۟بَلَدِ ال۟اَمٖينِ لَقَد۟ خَلَق۟نَا ال۟اِن۟سَانَ فٖٓى اَح۟سَنِ تَق۟وٖيمٍ ثُمَّ رَدَد۟نَاهُ اَس۟فَلَ سَافِلٖينَ
Ey insan! Senin önünde iki yol var: Birisinden gitsen kâinatın esfel-i safilînine gidersin. Diğer yoldan gidersen a’lâ-yı illiyyîn-i şerefe çıkabilirsin. Şu hakikati dokuz mukaddime ile beyan ederiz.
Birinci Mukaddime: İnsanın, en cüz’î bir küçük cüzden tâ en küllî bir küll-ü ekbere kadar alâkat ve hâcatı intişar ettiğinden o insana lâyık değil ki her şeyin melekûtu elinde, her şeyin hazaini yanında, hiçbir mekânda olmadığı ve hiçbir şey onun yanında bulunmadığı halde her mekânda ve her şeyin yanında olan Zat-ı Zülcelal’den başka şeylere ibadet etsin. Zira nihayetsiz hâcat-ı insaniyeyi îfaya muktedir ancak nihayetsiz bir kudret ve nihayetsiz bir ilim sahibi olabilir. Öyle de ubudiyete şâyan dahi yalnız odur.
İkinci Mukaddime: İnsanda iki cihet var.
Birinci Cihet: Vücud ve icad, hayır ve fiil cihetidir.
İkinci Cihet: Naks ve kusur cihetidir.
İnsan birinci cihette; karınca ve arıdan daha aşağı, ankebut ve sivrisinekten daha zayıftır. Fakat ikinci cihette; adem ve tahrip, şer ve infial cihetinde, semavat ve arz ve cibalden daha büyüktür. Mesela, iyilik ettiği vakitte, yalnız vüs’ati nisbetinde eli ulaşır, kuvveti yettiği miktarınca iyilik edebilir. Fakat fenalık ettiği vakitte, fenalığı tecavüz ve intişar eder.
İşte küfür, bir seyyiedir. Fakat mecmu kâinatın tahkirini tazammun eder. Çünkü şu mevcudatı ve şu mektubat-ı Rabbaniyeyi derecelerinden ve kıymetlerinden düşürüp abesiyet ve tesadüfün oyuncağı ve zeval ve firak ile süratle mütegayyir mevadd-ı vâhiye derekesine ve hiçliğe sukut ettirir. Ve insan denilen ve esma-i kudsiye-i İlahiyenin cilvelerini ilan eden ve bir kaside-i mevzune-i manzume-i hikmet ve bir şecere-i bâkiyenin cihazatını câmi’ olan mu’cize-i kudret bir çekirdeği ve haml-i emanetle a’zam-ı mevcudata tefevvuk eden bir halife-i arzı, en zelil bir hayvan-ı fâni-i zâilden daha zelil ve daha zayıf, daha âciz, daha fakir ve seriü’z-zeval ve’t-tahavvül bir levha derekesine indirir.
Demek nefs-i emmare, şer cihetinde nihayetsiz cinayet işleyebilir. Hayır ve vücudda iktidarı pek cüz’îdir. Fakat enaniyeti bırakıp hayrı, vücudu ve tevfiki Allah’tan istese şerden ve tahripten ve itimad-ı nefisten içtinab edip istiğfar ederek tam bir abd olsa
يُبَدِّلُ اللّٰهُ سَيِّئَاتِهِم۟ حَسَنَاتٍ
sırrınca nihayetsiz kabiliyet-i şer, nihayetsiz kabiliyet-i hayra inkılab eder; a’lâ-yı illiyyîne çıkar.
Üçüncü Mukaddime: İnsanda iki vecih var.
İnsan, şu hayata nâzır birinci vechiyle öyle bir mahluktur ki ona ihtiyardan bir şa’re yani saç gibi cüz’î, iktidardan bir zerre, hayattan bir şule, ömürden bir dakika, mevcudiyetten bir cüz-ü cüz’î verilmiş ki tabakat-ı kâinatta serilmiş hadsiz envadan, adetsiz efraddan küçük, nazik, zayıf bir ferttir.
Fakat ubudiyete nâzır ikinci vechiyle, hususan acz ve fakr cihetinde, pek büyük bir vüs’ati var. Çünkü mahiyet-i maneviye-i insanîde nihayetsiz azîm bir acz, hadsiz cesîm bir fakr mündericdir ki bu cihetle, kudreti nihayetsiz bir kadîrin, gınası nihayetsiz gani bir zatın hadsiz tecelliyatına câmi’ geniş bir âyine olmuştur.
Dördüncü Mukaddime: İnsan hayat-ı hayvaniye-i maddiye-i dünyeviye cihetinde öyle bir çekirdeğe benzer ki kudretten mühim cihazlar, kaderden dakik programlar insana verilmiş. Tâ ki insan, toprak altında dar âlemden çıkıp geniş olan âlem-i fezada bir ağaç olmasını Hâlık’ından o istidat lisanıyla istesin.
Halbuki o insan sû-i mizacından, o cihazatı ve o programları bazı mevadd-ı muzırra-i vâhiyenin celbine sarf edip o dar yerde, cüz’î bir telezzüz içinde, kısa bir zamanda faydasız tefessüh ettirir. Mes’uliyet-i maneviyeyi yüklenip gider.
Fakat insan, hayat-ı maneviye-i ubudiyet cihetinde âmâlinin dalları ebede uzanmış bir şecere-i bâkiyenin makinesi ve şu şecere-i kâinatın bir münevver meyvesidir.
Beşinci Mukaddime: İnsanın fiil ve sa’y-i maddî cihetiyle daire-i tasarruf ve mâlikiyeti, bir hayvan-ı zayıf ve âcizin daire-i tasarruf ve mâlikiyetinden daha dardır. Çünkü insan, elini uzatsa ona yetişir. Fakat insan, infial ve dua ve sual cihetinde şu misafirhane-i dünyada, bir misafir-i azizdir. Hem öyle bir Kerîm’e misafirdir ki o Kerîm, bütün hazain-i rahmetini insana açmış ve bedayi’-i sanatını ona musahhar etmiş. Hem öyle bir daire-i azîmeyi onun tenezzühüne müheyya etmiş ki nısf-ı kutru, medd-i nazarı kadar kılmış. Yani gözü gidinceye kadar geniştir belki hayalinin gittiği yere kadar kabiliyet vermiş, belki daha geniş kılmış.
Altıncı Mukaddime: İnsan, hayat-ı hayvaniye lezzetinde ve kemalinde ve selâmetinde ve metanetinde, serçe kuşundan üç derece aşağıdır. Zira geçmiş zamanın hüzünleri, gelecek zamanın korkuları insanın her bir lezzetinde bir elem izi bırakıyor. Hayvanda ise o yok. Lezzeti elemsizdir. Fakat insan, sermaye cihetinde çok derece en a’lâ kuştan daha âlî, daha zengindir. Zira cihazat-ı maneviyesi pek çok ve akıl vasıtasıyla hâssalarında bir inkişaf, bir tafsil, bir vüs’at var. Ve kesret-i hâcat vasıtasıyla hayvanda bulunmayan fevkalâde bir tenevvü-ü hissiyat ve câmiiyet-i fıtrat içinde kesret-i makasıd ve vezaif vasıtasıyla inbisat-ı âlât ve enva-ı ibadata müstaid ve her bir tohuma câmi’ istidadatında, ekser-i meratib peyda olmuş.
İnsandaki şu tarz-ı zenginlik gösteriyor ki insanın vazife-i asliyesi: Aczini ve fakrını ve kusurunu derk ederek ubudiyetle ilan etmek ve hâcatının celbi için dua etmek ve mevcudatın tesbihatını görüp müşahede ederek şehadet etmek ve nimetleri görüp tefekkür içinde şükretmek ve ibret içinde bakmaktır. En edna aklı olan anlar ki şu cihazat, şu hayat-ı fâniyenin idamesi için verilmemiştir. Belki bir hayat-ı bâkiyenin sermayesidir.
Temsil, hakikati fehme takrib eder. Mesela bir zat, bir hâdimine on altın verdi. Tâ mahsus güzel bir kumaştan kendine bir kat libas satın alsın. O hâdim gitti, o kumaşın en a’lâsından mükemmel bir libas aldı. Sonra o zat, diğer bir hâdimine bin altın verdi. Bir kâğıt içinde bazı şeyler yazdı, cebine koydu. Bir ticarete gönderdi. Her aklı başında olan bilir ki o sermaye, bir kat libas almak için değil. Zira evvelki hâdim, on altın ile en a’lâ kumaştan bir kat libas almış. Bu bin altın bir kat libasa sarf edilmez. Şayet bu hâdim kâğıdı okumayıp evvelki hâdime bakarak bütün parayı bir kat libasa verse hem o kumaşın en çürüğünden hem evvelkinin daha ednasından alsa elbette böyle yapan ahmak hâdim şiddetle tazip ve hiddetle te’dib edilecektir.
Ey Said! Aklını başına topla. Sermaye-i ömrünü ve hayat-ı istidadını hayvan gibi belki hayvandan daha aşağı şu hayat-ı fâniye-i maddiyeye sarf ve hasretme. Yoksa en a’lâ hayvandan yüz derece yüksek olduğun halde en edna hayvandan yüz derece aşağı düşersin.
Yedinci Mukaddime: İnsan bir nazik, nâzenin çocuğa benzer. Zaafında büyük bir kuvvet, aczinde büyük bir kudret vardır. Eğer zaafını anlayıp dua etse, aczini bilip istimdad etse metalibine öyle muvaffak olur ve makasıdı ona öyle musahhar olur ki iktidar-ı zatîsiyle, öşr-i mi’şarına muvaffak olamaz. Nasıl ki nazdar bir çocuğun ağlamasıyla matlubuna öyle muvaffak olur ve öyle kavîler ona musahhar olurlar ki bin defa kendi kuvvetçiğiyle onlara yetişemez.
Demek ki saltanat-ı insaniyet, celb ve gasbetmekle ve galip olmakla değildir. Belki insana bu derece musahhariyetin sebebi: Şefkat ve rahmet ve hikmet-i Hâlık’tır ki eşyayı, insana musahhar etmiş. Bir gözsüz akrep ve bir ayaksız yılan gibi haşerata mağlup olan insana, bir kurttan ipeği giydiren ve bir böcekten balı yediren, zaafının semeresi olan teshir-i Rabbanîdir. Yoksa netice-i iktidarı değildir.
Ey Said! Mademki iş böyledir, gurur ve enaniyeti bırak. Dergâh-ı uluhiyetinde acz ve zaafını, fakr ve fâkatini istimdad ve lisan-ı tazarru ve ubudiyetle ve dua ile ilan et. Ve de:
حَس۟بُنَا اللّٰهُ وَنِع۟مَ ال۟وَكٖيلُ
Sekizinci Mukaddime: Evet insan, çendan nefsinde ve suretinde hiçtir ve hiç hükmündedir. Fakat vazife ve mertebe noktasında, şu kâinat-ı muhteşemenin seyircisi ve şu mevcudatın lisan-ı nâtıkı ve şu kitab-ı âlemin mütalaacısı ve şu müsebbih ve âbid mahlukatın nâzırı ve ustabaşısı hükmündedir.
Evet insan, şu dünyaya bir misafir olarak gönderilmiş. Ve insana mühim istidadat ve o istidadata göre mühim vezaif tevdi edilmiş.
Hem insan –insan olmak için– kendine göre bir derece bu gayeye çalışmalıdır. Bu gayeler ise:
Evvelen: Şu kâinatta saltanat-ı rububiyetini tasdik ile mehasin-i kemalâtına nezaret etmektir.
Sâniyen: Esma-i kudsiye-i İlahiyenin nukuş-u bedayi’kâranelerini birbirine gösterip dellâllık etmektir.
Sâlisen: Künuz-u mahfiye olan esma-i Rabbaniyenin cevherlerini mizan-ı idrak ile tartmak ve kıymet vermektir.
Râbian: Kalem-i kudretin mektubatını mütalaa ile tefekkür etmektir.
Hâmisen: Fıtratın letaif ve müzeyyenatını temaşa etmekle, Fâtır’ın marifetine ve rü’yetinin temaşasına iştiyak göstermektir.
Sâdisen: Sâni’-i Zülcelal’in sanatının mu’cizeleriyle kendini tanıttırmasına ve bildirmesine mukabil, iman ve marifet ile mukabele etmektir.
Sâbian: Rahîm-i Kerîm’in semerat-ı rahmetinin müzeyyenatı ile kendini teveddüd suretinde sevdirmesine mukabil, ona hasr-ı muhabbet ve taabbüd ile tahabbüb etmektir.
Sâminen: Mün’im-i Hakiki’nin maddî ve manevî nimetlerin lezaizi ile insanı perverde etmesine mukabil, fiil ve hal ve kāl ile hattâ elinden gelse bütün havassı ve letaifi ile o Mün’im-i Hakiki’ye şükür ve hamdetmektir.
Tâsian: Celil-i Mutlak’ın (Celle Celaluhu) ve Cemil-i Mutlak’ın (Azze Cemaluhu) kâinatın mezâhirinde ve mevcudatın âyinelerinde kibriya ve kemalini, celal ve cemalini izhar etmesine mukabil; tekbir ve tesbih ile ve mahviyet içinde ubudiyet ile ve hayret ve muhabbet içinde secde ile mukabele etmektir.
Âşiren: O Rahman’ın rahmetinin derece-i vüs’atini ve servetinin derece-i kesretini ve itkan ve intizam içinde cûd-u mutlakını göstermesine mukabil, tahmid ve tazim içinde iftikar ile sual etmektir.
Hem sanatının letaif ve antikalarını sath-ı zeminde teşhir etmesine mukabil, takdir ve tahsin ve istihsan ile mukabele etmektir. Hem şu kasr-ı kâinatta, taklit edilmez sikkeleriyle ve ona mahsus hâtemleriyle ve ona münhasır turralarıyla ve ona has fermanlarıyla bütün mevcudata damga-i vahdet koymasına ve âyât-ı tevhidi nakşetmesine ve aktar-ı âfakta bayrak-ı vahdaniyetini ilan etmesine mukabil; tasdik ile iman ve tevhid ile iz’an ve şehadet ve ubudiyet ile mukabele etmektir.
İşte bunlar gibi vücuh-u ibadat ve tefekkürat ile insan, hakiki insan olur. Ahsen-i takvimde olduğunu gösterir. Yümn-ü iman ile emanete mâlik emin bir halife-i arz olur.
Dokuzuncu Mukaddime: İnsan, cismani-
ye-i nebatiye ve maddiye-i hayvaniye cihetinde; sağir bir cüz’î, hakir bir cüz, fakir bir mahluk, zayıf bir hayvandır ki mevcudat-ı dehhaşe-i seyyale-i mütemevvicenin dalgaları içinde çalkanıp gidiyor. Fakat muhabbetullahı tazammun eden imanın nuruyla münevver olan İslâmiyet’in terbiyesiyle tekemmül eden insaniyet cihetinde, ubudiyeti içinde bir sultan ve cüz’iyeti içinde bir küllî; hakareti içinde makamı pek büyük ve daire-i nezareti pek geniş bir nâzırdır ki diyebilir: “Dünya hanemdir, güneş lambamdır, bu nebatat ve hayvanat hattâ insanlar, şu hanemin levazımatı ve müzeyyenatıdır.” Eğer ubudiyetinde tam bu kasra mâlik olsa sultanlar ve güneşler, onun kasrının ecza ve ahcarı hükmüne girerler.
İşte şu sırdandır ki bazı böyle fakir bir kimse kendini, kendinden çok mertebe a’lâ olandan a’lâ görür. Nasıl ki bir adam elindeki bir âyineyi güneş ile mütele’le olan yani parlayan bir denize mukabil tutsa hem deniz hem güneş hem dağlar âyinesinin içine girer. Eğer aşk veya istiğrak ile bir nevi sekri de varsa avucundaki âyinesini, denizden daha büyük tevehhüm eder. Hem her makamın bazı zılleri bulunur. Zılli asıl zannetse şatahata düşer.
Şu tahkikattan anlaşıldı ki insanın önünde iki yol var. O yoldan birinde nefsi ve şeytanı dinleyip gitse esfel-i safilîne düşer. Diğerinde, hak ve Kur’an’ı dinleyip gitse a’lâ-yı illiyyîne çıkar. Kâinatın bir takvim-i zîşanı olur.
* * *