Sûre-i İhlâs'ın Bir Remzi/tr
Hutbe-i Şamiye’nin İkinci Zeyli’nin İkinci Kısmı
Sure-i İhlas’ın Bir Remzi
بِس۟مِ اللّٰهِ الرَّح۟مٰنِ الرَّحٖيمِ
اَل۟حَم۟دُ لِلّٰهِ رَبِّ ال۟عَالَمٖينَ وَ الصَّلَاةُ وَ السَّلَامُ عَلٰى مُحَمَّدٍ سَيِّدِ ال۟مُر۟سَلٖينَ
قُل۟ هُوَ ıtlak ile tayini, tevhid-i şuhuda işarettir.
اَى۟: لَا مَش۟هُودَ بِنَظَرِ ال۟حَقٖيقَةِ اِلَّا هُوَ
اَللّٰهُ اَحَدٌ tevhid-i uluhiyete tasrihtir.
اَى۟: لَا مَع۟بُودَ اِلَّا هُوَ
اَللّٰهُ الصَّمَدُ tevhid-i rububiyete remizdir.
اَى۟: لَا خَالِقَ وَلَا رَبَّ اِلَّا هُوَ
Ve tevhid-i ceberuta telvihtir.
اَى۟: لَا قَيُّومَ وَلَا غَنِىَّ عَلَى ال۟اِط۟لَاقِ اِلَّا هُوَ
لَم۟ يَلِد۟ tevhid-i celale telmihtir. Şirkin envaını reddeder. Yani tagayyür veya tecezzi veya tenasül eden, ilah olamaz. Ukûl-ü aşere veya melâike veya İsa veya Üzeyr’in velediyetini dava eden şirkleri reddeder.
وَلَم۟ يُولَد۟ ispat-ı ezeliyet ile tevhiddir. Esbab-perest, nücum-perest, sanem-perest, tabiat-perestin şirkini reddeder. Yani hâdis veya bir asıldan münfasıl veya bir maddeden mütevellid olan ilah olamaz.
وَلَم۟ يَكُن۟ لَهُ كُفُوًا اَحَدٌ câmi’ bir tevhiddir. Yani zatında, sıfatında, ef’alinde naziri, şeriki, şebihi yoktur.
لَي۟سَ كَمِث۟لِهٖ شَى۟ءٌ وَ هُوَ السَّمٖيعُ ال۟بَصٖيرُ
Şu sure, bütün enva-ı şirki reddeder. Ve yedi meratib-i tevhidi tazammun eden altı cümlesi mütenaticedir. Her biri ötekinin hem neticesi hem bürhanıdır.
Muvahhid-i ekber ve tevhidin bürhan-ı muazzamı olan kâinat, değil yalnız erkân ve azası belki bütün hüceyratı, belki bütün zerratı birer lisan-ı zâkir-i tevhid olarak bu büyük bürhanın sadâ-yı bülendine iştirak ederek hep birden لَا اِلٰهَ اِلَّا اللّٰهُ diye mevlevîvari zikrediyorlar.
Tevhidin bürhan-ı nâtıkı olan Kur’an’ın sinesine kulağını yapıştırırsan işiteceksin ki kalbinde derinden derine gayet ulvi, nihayet derecede ciddi, gayet samimi, nihayet derecede munis ve mukni ve bürhan ile mücehhez bir sadâ-yı semavî işiteceksin ki: اَللّٰهُ لَا اِلٰهَ اِلَّا هُوَ zikrini tekrar ediyor.
Evet, şu bürhan-ı münevverin altı ciheti de şeffaftır. Üstünde sikke-i i’caz, içinde nur-u hidayet, altında mantık ve delil, sağında aklı istintak; solunda vicdanı istişhad; önünde hayır, hedefinde saadet-i dâreyn, nokta-i istinadı vahy-i mahzdır. Vehmin ne haddi var, girebilsin!
* * *
Vicdanın anâsır-ı erbaası ve ruhun dört havassı olan irade, zihin, his, latîfe-i Rabbaniye, her birinin bir gayatü’l-gayatı var:
İradenin ibadetullahtır.
Zihnin marifetullahtır.
Hissin muhabbetullahtır.
Latîfenin müşahedetullahtır.
Takva denilen ibadet-i kâmile, dördünü tazammun eder. Şeriat şunları hem tenmiye hem tehzib hem bu gayatü’l-gayata sevk eder.
* * *
Eğer icaddaki vasıta hakiki olsaydı ve hakiki tesir verilseydi hem bir şuur-u küllî verilmek lâzım idi hem de bizzarure eserde itkan-ı kemal-i sanat muhtelif olacaktı. Halbuki en âdiden en âlîye, en küçükten en büyüğe itkan; derece-i kemalde, mahiyetin kameti nisbetindedir. Demek Müessir-i Hakiki’den bazı karib, bazı baîd, kısmen vasıtasız, kısmen vasıta ile kısmen vesait ile değildir. İnsanın ihtiyarî eserindeki adem-i kemal; cebri nefiy, ihtiyarı ispat eder.
Cây-ı dikkattir ki: Cüz’î bir ihtiyarın tavassutu ile eser-i akıl bir insan şehri, intizamca semere-i vahiy bir arı kovanındaki cemaate yetişmez. Ve arıların meşher-i sanatı bir petek hüceyrat şehri; bir nar ve (cilnar) gülnardan intizamca geridir. Demek, kâinattaki cazibe-i umumiye hangi kalemden akmışsa cüz-i lâyetecezzadaki küçücük cazibeler o kalemin noktalarıdır.
İslâmiyet der: لَا خَالِقَ اِلَّا هُوَ Hem vesait ve esbabı, müessir-i hakiki olarak kabul etmez. Vasıtaya mana-yı harfî nazarıyla bakar. Akide-i tevhid ve vazife-i teslim ve tefviz öyle ister. Tahrif sebebiyle şimdiki Hristiyanlık esbab ve vesaiti müessir bilir, mana-yı ismî nazarıyla bakar. Akide-i velediyet ve fikr-i ruhbaniyet öyle ister, öyle sevk eder. Onlar azizlerine mana-yı ismiyle birer menba-ı feyz ve –güneşin ziyasından bir fikre göre istihale etmiş lambanın nuru gibi– birer maden-i nur nazarıyla bakıyorlar. Biz ise evliyaya mana-yı harfiyle yani âyine güneşin ziyasını neşrettiği gibi birer ma’kes-i tecelli nazarıyla bakıyoruz. (Hâşiye[1])
Bu sırdandır ki bizde sülûk tevazudan başlar, mahviyetten geçer, fenafillah makamını görür. Gayr-ı mütenahî makamatta sülûka başlar. Ene ve nefs-i emmare kibriyle, gururuyla söner. Hakiki Hristiyanlık değil belki tahrif ve felsefe ile sarsılmış Hristiyan’da, ene levazımatıyla kuvvetleşir. Enesi kuvvetli, müteşahhıs, rütbeli, makam sahibi bir adam, Hristiyan olsa mütesallib olur. Fakat Müslüman olsa lâkayt olur.
* * *
Kuvveden fiile geçmek olan faaliyetteki şedit ve mütenevvi lezzet, tagayyür-ü âlemin mâyesi ve kanun-u tekâmülün nüvesidir. Zindandan bostana çıkmak, daneden sümbüle geçmek ayn-ı lezzettir. Faaliyet istihaleyi tazammun etse lezzet tezayüd ederek taşar. Vazifedeki külfeti taşıttıran o tattır. Zîşuura nisbeten gayetteki kemal, ne kadar cazibedarsa “Lâmüdrike”ye nisbeten nefs-i faaliyet öyle de cazibedardır, sa’ye sevk eder. Bu sırdandır ki rahat zahmettir, zahmet rahattır.
Hırs ile acûliyet, sebeb-i haybettir. Zira müretteb basamaklar gibi fıtrattaki tertibe, teselsüle tatbik-i hareket etmediğinden harîs muvaffak olamaz. Olsa da tertib-i ca’lîsi bir basamak kadar seyr-i fıtrîden kısa olduğundan yeise düşüp gaflet bastıktan sonra kapı açılır.
Allah, kalbin bâtınını iman ve marifet ve muhabbeti için yaratmıştır. Kalbin zâhirini, sair şeylere müheyya etmiştir. Cinayetkâr hırs kalbi deler, sanemleri içine idhal eder. Allah darılır, maksudunun aksiyle mücazat eder.
* * *
Hırs cihetiyle siyaset efkârını, İslâmiyet akaidinin yerlerine kadar îsal eden herifler şan ve şeref değil belki şeyn ü şenaate mazhar oldular. Nefsanî aşklardaki felaketler, haybetler bu sırdandır. O çeşit âşıkların bütün divanları birer feryad-ı matemdir.
Gece kalben nevmi merak edersin, bakiyyesini de kaçırıp uyanık kalırsın.
İki dilenci: Biri musırr-ı muhteris, biri müstağni-i muhteriz… İkincisine vermeyi daha ziyade arzu etmekliğin, şu geniş kanunun bir numunesidir.
* * *
En müthiş maraz ve musibetimiz, cerbeze ve gurura istinad eden tenkittir. Tenkidi eğer insaf işletirse hakikati rendeçler. Eğer gurur istihdam etse tahrip eder, parçalar. O müthişin en müthişidir ki akaid-i imaniyeye ve mesail-i diniyeye girse. Zira iman hem tasdik hem iz’an hem iltizam hem teslim hem manevî imtisaldir. Şu tenkit; imtisali, iltizamı, iz’anı kırar. Tasdikte de bîtaraf kalır.
Şu zaman-ı tereddüt ve evhamda, iz’an ve iltizamı tenmiye ve takviye eden nurani sıcak kalplerden çıkan müsbet efkârı ve müşevvik beyanatı, hüsn-ü zan ile temaşa etmek gerektir. “Bîtarafane muhakeme” dedikleri şey, muvakkat bir dinsizliktir. Yeniden mühtedi ve müşteri olan yapar.
وَالَّذٖى عَلَّمَ ال۟قُر۟اٰنَ ال۟مُع۟جِزَ اِنَّ نَظَرَ ال۟بَشٖيرِ النَّذٖيرِ وَبَصٖيرَتَهُ النَّقَّادَةَ اَدَقُّ وَاَجَلُّ وَاَج۟لٰى وَاَن۟فَذُ مِن۟ اَن۟ يَل۟تَبِسَ اَو۟ تَش۟تَبِهَ عَلَي۟هِ ال۟حَقٖيقَةُ بِال۟خَيَالِ وَاِنَّ مَس۟لَكَهُ ال۟حَقَّ اَغ۟نٰى وَاَن۟زَهُ وَاَر۟فَعُ مِن۟ اَن۟ يُدَلِّسَ اَو۟ يُغَالِطَ عَلَى النَّاسِ
Zira hakikatbîn göz aldanmaz, hakperest kalp aldatmaz.
* * *
Gıybetin Derece-i Şenaati
Kur’an der:
اَيُحِبُّ اَحَدُكُم۟ اَن۟ يَا۟كُلَ لَح۟مَ اَخٖيهِ مَي۟تًا
Altı kelime ile altı derece şiddetle gıybeti takbih ediyor. Yani hemze ile der:
Aklına bak, böyle şeye cevaz verir mi? Müstakim aklın yoksa kalbine bak! Böyle şeye muhabbet eder mi? Selim kalbin yoksa vicdanına bak, böyle dişinle kendi etini parçalamak gibi hayat-ı içtimaiyeyi bozmaya rıza gösterir mi? Vicdan-ı içtimaiyen olmazsa insaniyetine bak, böyle canavarvari iftirasa iştiha gösterir mi? Manen insaniyetin olmazsa rikkat-i cinsiye ve karabet-i rahmiyene bak! Böyle kendi belini kıracak harekete meyleder mi? Rikkat-i cinsiyen olmazsa hiç sağlam tabiatın yok mu ki ölüyü dişlerinle parçalıyorsun.
Demek akıl, kalp, vicdan, insaniyet, rikkat-i cinsiye, tabiat, şeriat nazarında gıybet; merduddur, matruddur.
* * *
اِنَّ ال۟اِن۟سَانَ الَّذٖى لَا يُد۟رِكُ سِرَّ التَّعَاوُنِ لَهُوَ اَج۟مَدُ مِنَ ال۟حَجَرِ اِذ۟ مِنَ ال۟حَجَرِ مَا يَتَقَوَّسُ لِمُعَاوَنَةِ اَخٖيهِ اِذِ ال۟حَجَرُ مَعَ حَجَرِيَّتِهٖ اِذَا خَرَجَ مِن۟ يَدِ ال۟مُعَقِّدِ ال۟بَانٖى فِى السَّق۟فِ ال۟مُحَدَّبِ يَمٖيلُ وَ يَخ۟ضَعُ رَا۟سَهُ لِيُمَاسَّ رَا۟سَ اَخٖيهِ لِيَتَمَاسَكَا عَنِ السُّقُوطِ
Yani kubbelerde taşlar, baş başa vururlar tâ düşmesinler.
Cüz-i lâyetecezza zerresinden insana, insandan şems-i şümusa müteselsil mahrutî silsilenin vasatındaki cevher-i ferîdi, insan-ı mükerremdir.
* * *
İnsanın meşhur havassından başka havassı vardır. Zaika gibi bir hiss-i sâika hem bir hiss-i şâika vardır. Hem insanda gayr-ı meş’ur hisler çoktur.
* * *
Bazen arzu, fikir suretini giyer. Şahs-ı muhteris, arzu-yu nefsaniyesini fikir zanneder.
* * *
Garibdir ki bazı adam pis bir çamura düşer, kendini aldatmak için misk ü amber diye yüzüne gözüne bulaştırır.
* * *
Şehit velidir. Cihad farz-ı kifaye iken farz-ı ayn olmuştur. Belki muzaaf bir farz-ı ayn hükmüne geçmiştir. Hac ve zekât gibi cihadda da niyetin tasarrufu azdır. Hattâ adem-i niyet dahi asıl nokta-i nazarından niyet hükmündedir. Demek zıdd-ı niyet, yakînen tebeyyün etmezse cihad, şehadet-i hakikiyeyi intac eder. Zira vücub tezauf etse taayyün eder. İhtiyarı tazammun eden niyetin tesiri azalır. Şu günahkâr millette, birdenbire on binler evliya inkişaf ve tezahür etse az bir mükâfat değildir.
* * *
Bizde biri fâsık olsa galiben ahlâksız ve vicdansız olur. Zira arzu-yu masiyet, vicdandaki imanın sadâsını susturmakla inkişaf edebilir. Demek vicdanını ve maneviyatını sarsmadan, istihfaf etmeden tam ihtiyar ile şerri işlemez. Onun için İslâmiyet; fâsıkı hain bilir, şehadetini reddeder. Mürtedi zehir bilir, idam eder. Hristiyan bir zimmîyi ve kâfir muahidi ibka eder. Hanefî mezhebi zimmînin şehadetini kabul eder.
İcra-yı adalet, din namına olmalı tâ akıl ve kalp ve ruh müteessir olsunlar, imtisal etsinler. Yoksa yalnız vehim müteessir olur. Yalnız hükûmetin cezasından korkar eğer tahakkuk etse. Nâsın itabından çekinir eğer tebeyyün etse.
* * *
Bir cani yüzünden, çok masumları ihtiva eden bir gemi batırılmaz. Bir cani sıfat yüzünden, çok evsaf-ı masumeyi muhtevi bir mü’mine adâvet edilmez.
Lâsiyyema sebeb-i muhabbet olan iman ve tevhid, Cebel-i Uhud gibidir. Sebeb-i adâvet olan şeyler, çakıl taşları gibidir. Çakıl taşlarını Cebel-i Uhud’dan daha ağır telakki etmek ne kadar akılsızlıksa mü’minin mü’mine adâveti, o kadar kalpsizliktir. Mü’minlerde adâvet, yalnız acımak manasında olabilir.
Elhasıl: İman muhabbeti, İslâmiyet uhuvveti istilzam eder.
اَل۟كَلَامُ كَال۟مَالِ لَا يَجُوزُ فٖيهِ ال۟اِس۟رَافُ
Said Nursî
- ↑ Hâşiye: Nakşibendî rabıtası bu sırra bina edilmiştir.