İçeriğe atla

Yirminci Söz: Revizyonlar arasındaki fark

düzenleme özeti yok
("Yirminci Söz İki Makamdır. Birinci Makam وَاِذ۟ قُل۟نَا لِل۟مَلٰٓئِكَةِ اس۟جُدُوا لِاٰدَمَ فَسَجَدُٓوا اِلَّٓا اِب۟لٖيسَ ۝ اِنَّ اللّٰهَ يَا۟مُرُكُم۟ اَن۟ تَذ۟بَحُوا بَقَرَةً ۝ ثُمَّ قَسَت۟ قُلُوبُكُم۟ مِن۟ بَع۟دِ ذٰلِكَ فَهِىَ كَال۟حِجَارَةِ اَو۟ اَشَدُّ قَ..." içeriğiyle yeni sayfa oluşturdu)
 
Değişiklik özeti yok
1. satır: 1. satır:
Yirminci Söz
= Yirminci Söz =
 
'''İki Makamdır.'''
İki Makamdır.
 
Birinci Makam


== Birinci Makam ==
وَاِذ۟ قُل۟نَا لِل۟مَلٰٓئِكَةِ اس۟جُدُوا لِاٰدَمَ فَسَجَدُٓوا اِلَّٓا اِب۟لٖيسَ ۝
وَاِذ۟ قُل۟نَا لِل۟مَلٰٓئِكَةِ اس۟جُدُوا لِاٰدَمَ فَسَجَدُٓوا اِلَّٓا اِب۟لٖيسَ ۝


13. satır: 11. satır:
Bir gün şu âyetleri okurken iblisin ilkaatına karşı Kur’an-ı Hakîm’in feyzinden üç nükte ilham edildi. Vesvesenin sureti şudur. Dedi ki:
Bir gün şu âyetleri okurken iblisin ilkaatına karşı Kur’an-ı Hakîm’in feyzinden üç nükte ilham edildi. Vesvesenin sureti şudur. Dedi ki:


Dersiniz: “Kur’an mu’cizedir. Hem nihayetsiz belâgattadır. Hem umuma her vakitte hidayettir.” Halbuki şöyle bazı hâdisat-ı cüz’iyeyi tarihvari bir surette musırrane tekrar etmekte ne mana var? Bir ineği kesmek gibi bir vakıa-i cüz’iyeyi, o kadar mühim tavsifat ile böyle zikretmek, hattâ o sure-i azîmeye de El-Bakara tesmiye etmekte ne münasebet var? Hem de Âdem’e secde olan hâdise, sırf bir emr-i gaybîdir. Akıl ona yol bulamaz. Kavî bir imandan sonra teslim ve iz’an edilebilir. Halbuki Kur’an, umum ehl-i akla ders veriyor. Çok yerlerde
Dersiniz: “Kur’an mu’cizedir. Hem nihayetsiz belâgattadır. Hem umuma her vakitte hidayettir.” Halbuki şöyle bazı hâdisat-ı cüz’iyeyi tarihvari bir surette musırrane tekrar etmekte ne mana var? Bir ineği kesmek gibi bir vakıa-i cüz’iyeyi, o kadar mühim tavsifat ile böyle zikretmek, hattâ o sure-i azîmeye de '''El-Bakara''' tesmiye etmekte ne münasebet var? Hem de Âdem’e secde olan hâdise, sırf bir emr-i gaybîdir. Akıl ona yol bulamaz. Kavî bir imandan sonra teslim ve iz’an edilebilir. Halbuki Kur’an, umum ehl-i akla ders veriyor. Çok yerlerde


اَفَلَا يَع۟قِلُونَ der, akla havale eder. Hem taşların tesadüfî olan bazı hâlât-ı tabiiyesini ehemmiyetle beyan etmekte ne hidayet var?
اَفَلَا يَع۟قِلُونَ der, akla havale eder. Hem taşların tesadüfî olan bazı hâlât-ı tabiiyesini ehemmiyetle beyan etmekte ne hidayet var?
19. satır: 17. satır:
İlham olunan nüktelerin sureti şudur:
İlham olunan nüktelerin sureti şudur:


Birinci Nükte
=== Birinci Nükte ===
 
Kur’an-ı Hakîm’de çok hâdisat-ı cüz’iye vardır ki her birisinin arkasında bir düstur-u küllî saklanmış ve bir kanun-u umumînin ucu olarak gösteriliyor. Nasıl ki عَلَّمَ اٰدَمَ ال۟اَس۟مَٓاءَ كُلَّهَا Hazret-i Âdem’in melâikelere karşı kabiliyet-i hilafet için bir mu’cizesi olan talim-i esmadır ki bir hâdise-i cüz’iyedir. Şöyle bir düstur-u küllînin ucudur ki:
Kur’an-ı Hakîm’de çok hâdisat-ı cüz’iye vardır ki her birisinin arkasında bir düstur-u küllî saklanmış ve bir kanun-u umumînin ucu olarak gösteriliyor. Nasıl ki عَلَّمَ اٰدَمَ ال۟اَس۟مَٓاءَ كُلَّهَا Hazret-i Âdem’in melâikelere karşı kabiliyet-i hilafet için bir mu’cizesi olan talim-i esmadır ki bir hâdise-i cüz’iyedir. Şöyle bir düstur-u küllînin ucudur ki:


27. satır: 24. satır:
Kur’an, şahs-ı Âdem’e melâikelerin itaat ve inkıyadını ve şeytanın tekebbür ve imtinaını zikretmesiyle; nev-i beşere kâinatın ekser maddî envaları ve o envaın manevî mümessilleri ve müekkelleri musahhar olduklarını ve nev-i beşerin hâsselerinin bütün istifadelerine müheyya ve münkad olduklarını ifham etmekle beraber; o nev’in istidadatını bozan ve yanlış yollara sevk eden mevadd-ı şerire ile onların mümessilleri ve sekene-i habîseleri, o nev-i beşerin tarîk-i kemalâtında ne büyük bir engel, ne müthiş bir düşman teşkil ettiğini ihtar ederek Kur’an-ı Mu’cizü’l-Beyan, bir tek Âdem’le (as) cüz’î hâdiseyi konuşurken bütün kâinatla ve bütün nev-i beşerle bir mükâleme-i ulviye ediyor.
Kur’an, şahs-ı Âdem’e melâikelerin itaat ve inkıyadını ve şeytanın tekebbür ve imtinaını zikretmesiyle; nev-i beşere kâinatın ekser maddî envaları ve o envaın manevî mümessilleri ve müekkelleri musahhar olduklarını ve nev-i beşerin hâsselerinin bütün istifadelerine müheyya ve münkad olduklarını ifham etmekle beraber; o nev’in istidadatını bozan ve yanlış yollara sevk eden mevadd-ı şerire ile onların mümessilleri ve sekene-i habîseleri, o nev-i beşerin tarîk-i kemalâtında ne büyük bir engel, ne müthiş bir düşman teşkil ettiğini ihtar ederek Kur’an-ı Mu’cizü’l-Beyan, bir tek Âdem’le (as) cüz’î hâdiseyi konuşurken bütün kâinatla ve bütün nev-i beşerle bir mükâleme-i ulviye ediyor.


İkinci Nükte
=== İkinci Nükte ===
 
Mısır kıtası, kumistan olan Sahra-yı Kebir’in bir parçası olduğundan Nil-i Mübarek’in feyziyle gayet mahsuldar bir tarla hükmüne geçtiğinden o cehennem-nümun sahra komşuluğunda şöyle cennet-misal bir mevki-i mübareğin bulunması, felahat ve ziraatı ahalisinde pek mergub bir surete getirmiş. Ve o sekenenin seciyesine öyle tesbit etmiş ki ziraatı kudsiye ve vasıta-i ziraat olan “bakar”ı ve “sevr”i mukaddes, belki mabud derecesine çıkarmış. Hattâ o zamandaki Mısır milleti sevre, bakara ibadet etmek derecesinde bir kudsiyet vermişler. İşte o zamanda Benî-İsrail dahi o kıtada neş’et ediyordu ve o terbiyeden bir hisse aldıkları, “icl” meselesinden anlaşılıyor.
Mısır kıtası, kumistan olan Sahra-yı Kebir’in bir parçası olduğundan Nil-i Mübarek’in feyziyle gayet mahsuldar bir tarla hükmüne geçtiğinden o cehennem-nümun sahra komşuluğunda şöyle cennet-misal bir mevki-i mübareğin bulunması, felahat ve ziraatı ahalisinde pek mergub bir surete getirmiş. Ve o sekenenin seciyesine öyle tesbit etmiş ki ziraatı kudsiye ve vasıta-i ziraat olan “bakar”ı ve “sevr”i mukaddes, belki mabud derecesine çıkarmış. Hattâ o zamandaki Mısır milleti sevre, bakara ibadet etmek derecesinde bir kudsiyet vermişler. İşte o zamanda Benî-İsrail dahi o kıtada neş’et ediyordu ve o terbiyeden bir hisse aldıkları, “icl” meselesinden anlaşılıyor.


37. satır: 33. satır:
Buna kıyasen bil ki Kur’an-ı Hakîm’de bazı hâdisat-ı tarihiye suretinde zikredilen cüz’î hâdiseler, küllî düsturların uçlarıdır. Hattâ çok surelerde zikir ve tekrar edilen Kıssa-i Musa’nın yedi cümlelerine misal olarak Lemaat’ta İ’caz-ı Kur’an Risalesi’nde, o cüz’î cümlelerin her bir cüzünün nasıl mühim bir düstur-u küllîyi tazammun ettiğini beyan etmişiz. İstersen o risaleye müracaat et.
Buna kıyasen bil ki Kur’an-ı Hakîm’de bazı hâdisat-ı tarihiye suretinde zikredilen cüz’î hâdiseler, küllî düsturların uçlarıdır. Hattâ çok surelerde zikir ve tekrar edilen Kıssa-i Musa’nın yedi cümlelerine misal olarak Lemaat’ta İ’caz-ı Kur’an Risalesi’nde, o cüz’î cümlelerin her bir cüzünün nasıl mühim bir düstur-u küllîyi tazammun ettiğini beyan etmişiz. İstersen o risaleye müracaat et.


Üçüncü Nükte
=== Üçüncü Nükte ===
 
ثُمَّ قَسَت۟ قُلُوبُكُم۟ مِن۟ بَع۟دِ ذٰلِكَ فَهِىَ كَال۟حِجَارَةِ اَو۟ اَشَدُّ قَس۟وَةً وَاِنَّ مِنَ ال۟حِجَارَةِ لَمَا يَتَفَجَّرُ مِن۟هُ ال۟اَن۟هَارُ وَاِنَّ مِن۟هَا لَمَا يَشَّقَّقُ فَيَخ۟رُجُ مِن۟هُ ال۟مَٓاءُ وَاِنَّ مِن۟هَا لَمَا يَه۟بِطُ مِن۟ خَش۟يَةِ اللّٰهِ وَمَا اللّٰهُ بِغَافِلٍ عَمَّا تَع۟مَلُونَ
ثُمَّ قَسَت۟ قُلُوبُكُم۟ مِن۟ بَع۟دِ ذٰلِكَ فَهِىَ كَال۟حِجَارَةِ اَو۟ اَشَدُّ قَس۟وَةً وَاِنَّ مِنَ ال۟حِجَارَةِ لَمَا يَتَفَجَّرُ مِن۟هُ ال۟اَن۟هَارُ وَاِنَّ مِن۟هَا لَمَا يَشَّقَّقُ فَيَخ۟رُجُ مِن۟هُ ال۟مَٓاءُ وَاِنَّ مِن۟هَا لَمَا يَه۟بِطُ مِن۟ خَش۟يَةِ اللّٰهِ وَمَا اللّٰهُ بِغَافِلٍ عَمَّا تَع۟مَلُونَ


55. satır: 50. satır:
Zira toprak üstünde müşahede ettiğimiz şu masnuat-ı muntazama ve şu hikmetli ve inayetli tasarrufat-ı İlahiye misillü, zemin altında aynen cereyan ediyor. Belki hikmeten daha acib ve intizamca daha garib bir surette hikmet ve inayet-i İlahiye tecelli ediyor.
Zira toprak üstünde müşahede ettiğimiz şu masnuat-ı muntazama ve şu hikmetli ve inayetli tasarrufat-ı İlahiye misillü, zemin altında aynen cereyan ediyor. Belki hikmeten daha acib ve intizamca daha garib bir surette hikmet ve inayet-i İlahiye tecelli ediyor.


Bakınız! En sert ve hissiz o koca taşlar, nasıl bal mumu gibi evamir-i tekviniyeye karşı yumuşaklık gösteriyorlar ve memur-u İlahî olan o latîf sulara, o nazik köklere, o ipek gibi damarlara o derece mukavemetsiz ve kasavetsizdir. Güya bir âşık gibi o latîf ve güzellerin temasıyla kalbini parçalıyor, yollarında toprak oluyor.
'''Bakınız! En sert ve hissiz o koca taşlar, nasıl bal mumu gibi evamir-i tekviniyeye karşı yumuşaklık gösteriyorlar ve memur-u İlahî olan o latîf sulara, o nazik köklere, o ipek gibi damarlara o derece mukavemetsiz ve kasavetsizdir. Güya bir âşık gibi o latîf ve güzellerin temasıyla kalbini parçalıyor, yollarında toprak oluyor.'''


Hem وَاِنَّ مِن۟هَا لَمَا يَه۟بِطُ مِن۟ خَش۟يَةِ اللّٰهِ ile şöyle bir hakikat-i muazzamanın ucunu gösteriyor ki:
Hem وَاِنَّ مِن۟هَا لَمَا يَه۟بِطُ مِن۟ خَش۟يَةِ اللّٰهِ ile şöyle bir hakikat-i muazzamanın ucunu gösteriyor ki:


“Taleb-i rü’yet” hâdisesinde, meşhur dağın tecelli ile parçalanması ve taşlarının dağılması gibi umum rûy-i zeminde aslı sudan incimad etmiş âdeta yekpare taşlardan ibaret olan ekser dağların zelzele veya bazı hâdisat-ı arziye suretinde tecelliyat-ı celaliye ile o dağların yüksek zirvelerinden o haşyet verici tecelliyat-ı celaliyenin zuhuruyla taşlar parçalanarak, bir kısmı ufalanıp toprağa kalbolup nebatata menşe olur. Diğer bir kısmı taş kalarak, yuvarlanıp derelere, ovalara dağılıp sekene-i zeminin meskeni gibi birçok işlerinde hizmetkârlık ederek ve mahfî bazı hikem ve menafi için kudret ve hikmet-i İlahiyeye secde-i itaat ederek, desatir-i hikmet-i Sübhaniyeye emirber şeklini alıyorlar.
'''“Taleb-i rü’yet”''' hâdisesinde, meşhur dağın tecelli ile parçalanması ve taşlarının dağılması gibi umum rûy-i zeminde aslı sudan incimad etmiş âdeta yekpare taşlardan ibaret olan ekser dağların zelzele veya bazı hâdisat-ı arziye suretinde tecelliyat-ı celaliye ile o dağların yüksek zirvelerinden o haşyet verici tecelliyat-ı celaliyenin zuhuruyla taşlar parçalanarak, bir kısmı ufalanıp toprağa kalbolup nebatata menşe olur. Diğer bir kısmı taş kalarak, yuvarlanıp derelere, ovalara dağılıp sekene-i zeminin meskeni gibi birçok işlerinde hizmetkârlık ederek ve mahfî bazı hikem ve menafi için kudret ve hikmet-i İlahiyeye secde-i itaat ederek, desatir-i hikmet-i Sübhaniyeye emirber şeklini alıyorlar.


Elbette o haşyetten, o yüksek mevkii terk edip mütevaziane aşağı yerleri ihtiyar etmek ve o mühim menfaatlere sebep olmak beyhude olmayıp başıboş değil ve tesadüfî dahi olmadığını, belki bir Hakîm-i Kadîr’in tasarrufat-ı hakîmanesiyle o intizamsızlık içinde zâhir nazara görünmeyen bir intizam-ı hakîmane bulunduğuna delil ise o taşlara müteallik faydalar, menfaatler ve onlar üstünde yuvarlandıkları dağın cesedine giydirilen ve çiçek ve meyvelerin murassaatıyla münakkaş ve müzeyyen olan gömleklerin kemal-i intizamı ve hüsn-ü sanatı; kat’î, şüphesiz şehadet eder.
Elbette o haşyetten, o yüksek mevkii terk edip mütevaziane aşağı yerleri ihtiyar etmek ve o mühim menfaatlere sebep olmak beyhude olmayıp başıboş değil ve tesadüfî dahi olmadığını, belki bir Hakîm-i Kadîr’in tasarrufat-ı hakîmanesiyle o intizamsızlık içinde zâhir nazara görünmeyen bir intizam-ı hakîmane bulunduğuna delil ise o taşlara müteallik faydalar, menfaatler ve onlar üstünde yuvarlandıkları dağın cesedine giydirilen ve çiçek ve meyvelerin murassaatıyla münakkaş ve müzeyyen olan gömleklerin kemal-i intizamı ve hüsn-ü sanatı; kat’î, şüphesiz şehadet eder.
89. satır: 84. satır:
Demek ki şu enharın nebeanları, âdi ve tabiî ve tesadüfî bir iş değildir. Belki pek hârika bir surette Fâtır-ı Zülcelal, onları sırf hazine-i gaybdan akıttırıyor.
Demek ki şu enharın nebeanları, âdi ve tabiî ve tesadüfî bir iş değildir. Belki pek hârika bir surette Fâtır-ı Zülcelal, onları sırf hazine-i gaybdan akıttırıyor.


İşte bu sırra işareten bu manayı ifade için hadîste rivayet ediliyor ki: “O üç nehrin her birine cennetten birer katre her vakit damlıyor ve ondan bereketlidirler.” Hem bir rivayette denilmiş ki: “Şu üç nehrin menbaları cennettendir.” Şu rivayetin hakikati şudur ki: Madem esbab-ı maddiye, şunların bu derece kesretli nebeanına kabil değildir. Elbette menbaları, bir âlem-i gaybdadır ve gizli bir hazine-i rahmetten gelir ki masarif ile vâridatın muvazenesi devam eder.
İşte bu sırra işareten bu manayı ifade için hadîste rivayet ediliyor ki: '''“O üç nehrin her birine cennetten birer katre her vakit damlıyor ve ondan bereketlidirler.”''' Hem bir rivayette denilmiş ki: '''“Şu üç nehrin menbaları cennettendir.”''' Şu rivayetin hakikati şudur ki: Madem esbab-ı maddiye, şunların bu derece kesretli nebeanına kabil değildir. Elbette menbaları, bir âlem-i gaybdadır ve gizli bir hazine-i rahmetten gelir ki masarif ile vâridatın muvazenesi devam eder.


İşte Kur’an-ı Hakîm, şu manayı ihtar ile şöyle bir ders veriyor ki der:
İşte Kur’an-ı Hakîm, şu manayı ihtar ile şöyle bir ders veriyor ki der:
111. satır: 106. satır:
<nowiki>*</nowiki> * *
<nowiki>*</nowiki> * *


Yirminci Söz’ün İkinci Makamı
== Yirminci Söz’ün İkinci Makamı ==
 
'''Mu’cizat-ı enbiya yüzünde parlayan bir lem’a-i i’caz-ı Kur’an'''
Mu’cizat-ı enbiya yüzünde parlayan bir lem’a-i i’caz-ı Kur’an


Âhirdeki iki sual ve iki cevaba dikkat et.
Âhirdeki iki sual ve iki cevaba dikkat et.
123. satır: 117. satır:
Bir kavle göre Kitab-ı Mübin, Kur’an’dan ibarettir. Yaş ve kuru, her şey içinde bulunduğunu şu âyet-i kerîme beyan ediyor. Öyle mi? Evet, her şey içinde bulunur. Fakat herkes her şeyi içinde göremez. Zira muhtelif derecelerde bulunur. Bazen çekirdekleri bazen nüveleri bazen icmalleri bazen düsturları bazen alâmetleri, ya sarahaten ya işareten ya remzen ya ibhamen ya ihtar tarzında bulunurlar. Fakat ihtiyaca göre ve maksad-ı Kur’an’a münasip bir tarzda ve iktiza-yı makam münasebetinde şu tarzların birisiyle ifade ediliyor. Ezcümle:
Bir kavle göre Kitab-ı Mübin, Kur’an’dan ibarettir. Yaş ve kuru, her şey içinde bulunduğunu şu âyet-i kerîme beyan ediyor. Öyle mi? Evet, her şey içinde bulunur. Fakat herkes her şeyi içinde göremez. Zira muhtelif derecelerde bulunur. Bazen çekirdekleri bazen nüveleri bazen icmalleri bazen düsturları bazen alâmetleri, ya sarahaten ya işareten ya remzen ya ibhamen ya ihtar tarzında bulunurlar. Fakat ihtiyaca göre ve maksad-ı Kur’an’a münasip bir tarzda ve iktiza-yı makam münasebetinde şu tarzların birisiyle ifade ediliyor. Ezcümle:


Beşerin sanat ve fen cihetindeki terakkiyatlarının neticesi olan havârık-ı sanat ve garaib-i fen olarak tayyare, elektrik, şimendifer, telgraf gibi şeyler vücuda gelmiş ve beşerin hayat-ı maddiyesinde en büyük mevki almışlar. Elbette umum nev-i beşere hitap eden Kur’an-ı Hakîm, şunları mühmel bırakmaz. Evet, bırakmamış. İki cihet ile onlara da işaret etmiştir:
Beşerin sanat ve fen cihetindeki terakkiyatlarının neticesi olan havârık-ı sanat ve garaib-i fen olarak tayyare, elektrik, şimendifer, telgraf gibi şeyler vücuda gelmiş ve beşerin hayat-ı maddiyesinde en büyük mevki almışlar. Elbette umum nev-i beşere hitap eden Kur’an-ı Hakîm, şunları mühmel bırakmaz. Evet, bırakmamış. '''İki cihet''' ile onlara da işaret etmiştir:


Birinci cihet: Mu’cizat-ı enbiya suretiyle…
'''Birinci cihet:''' Mu’cizat-ı enbiya suretiyle…


İkinci kısım şudur ki: Bazı hâdisat-ı tarihiye suretinde işaret eder. Ezcümle:
'''İkinci kısım''' şudur ki: Bazı hâdisat-ı tarihiye suretinde işaret eder. Ezcümle:


قُتِلَ اَص۟حَابُ ال۟اُخ۟دُودِ ۝ اَلنَّارِ ذَاتِ ال۟وَقُودِ ۝ اِذ۟ هُم۟ عَلَي۟هَا قُعُودٌ ۝
قُتِلَ اَص۟حَابُ ال۟اُخ۟دُودِ ۝ اَلنَّارِ ذَاتِ ال۟وَقُودِ ۝ اِذ۟ هُم۟ عَلَي۟هَا قُعُودٌ ۝
145. satır: 139. satır:
Şu ikinci kısım hem çok zatlar onlarla uğraştığından hem çok dikkat ve izaha muhtaç olduğundan ve hem çok olduğundan; şimdilik şimendifer ve elektriğe işaret eden şu âyetlerle iktifa edip o kapıyı açmayacağım.
Şu ikinci kısım hem çok zatlar onlarla uğraştığından hem çok dikkat ve izaha muhtaç olduğundan ve hem çok olduğundan; şimdilik şimendifer ve elektriğe işaret eden şu âyetlerle iktifa edip o kapıyı açmayacağım.


Birinci kısım ise mu’cizat-ı enbiya suretinde işaret ediyor. Biz dahi o kısımdan bazı numuneleri misal olarak zikredeceğiz.
'''Birinci kısım''' ise mu’cizat-ı enbiya suretinde işaret ediyor. Biz dahi o kısımdan bazı numuneleri misal olarak zikredeceğiz.


Mukaddime: İşte Kur’an-ı Hakîm; enbiyaları, insanın cemaatlerine terakkiyat-ı maneviye cihetinde birer pişdar ve imam gönderdiği gibi yine insanların terakkiyat-ı maddiye suretinde dahi o enbiyanın her birisinin eline bazı hârikalar verip yine o insanlara birer ustabaşı ve üstad etmiştir. Onlara mutlak olarak ittibaa emrediyor.
=== Mukaddime: ===
İşte Kur’an-ı Hakîm; enbiyaları, insanın cemaatlerine terakkiyat-ı maneviye cihetinde birer pişdar ve imam gönderdiği gibi yine insanların terakkiyat-ı maddiye suretinde dahi o enbiyanın her birisinin eline bazı hârikalar verip yine o insanlara birer ustabaşı ve üstad etmiştir. Onlara mutlak olarak ittibaa emrediyor.


İşte enbiyaların manevî kemalâtını bahsetmekle insanları onlardan istifadeye teşvik ettiği gibi mu’cizatlarından bahis dahi onların nazirelerine yetişmeye ve taklitlerini yapmaya bir teşviki işmam ediyor. Hattâ denilebilir ki manevî kemalât gibi maddî kemalâtı ve hârikaları dahi en evvel mu’cize eli nev-i beşere hediye etmiştir. İşte Hazret-i Nuh’un (as) bir mu’cizesi olan sefine ve Hazret-i Yusuf’un (as) bir mu’cizesi olan saati en evvel beşere hediye eden, dest-i mu’cizedir.
İşte enbiyaların manevî kemalâtını bahsetmekle insanları onlardan istifadeye teşvik ettiği gibi mu’cizatlarından bahis dahi onların nazirelerine yetişmeye ve taklitlerini yapmaya bir teşviki işmam ediyor. Hattâ denilebilir ki manevî kemalât gibi maddî kemalâtı ve hârikaları dahi en evvel mu’cize eli nev-i beşere hediye etmiştir. İşte Hazret-i Nuh’un (as) bir mu’cizesi olan sefine ve Hazret-i Yusuf’un (as) bir mu’cizesi olan saati en evvel beşere hediye eden, dest-i mu’cizedir.
163. satır: 158. satır:
وَ لِسُلَي۟مٰنَ الرّٖيحَ غُدُوُّهَا شَه۟رٌ وَرَوَاحُهَا شَه۟رٌ
وَ لِسُلَي۟مٰنَ الرّٖيحَ غُدُوُّهَا شَه۟رٌ وَرَوَاحُهَا شَه۟رٌ


âyeti “Hazret-i Süleyman, bir günde havada tayeran ile iki aylık bir mesafeyi katetmiştir.” der. İşte bunda işaret ediyor ki beşere yol açıktır ki havada böyle bir mesafeyi katetsin. “Öyle ise ey beşer! Madem sana yol açıktır. Bu mertebeye yetiş ve yanaş.”
âyeti '''“Hazret-i Süleyman, bir günde havada tayeran ile iki aylık bir mesafeyi katetmiştir.”''' der. İşte bunda işaret ediyor ki beşere yol açıktır ki havada böyle bir mesafeyi katetsin. “Öyle ise ey beşer! Madem sana yol açıktır. Bu mertebeye yetiş ve yanaş.”


Cenab-ı Hak, şu âyetin lisanıyla manen diyor: “Ey insan! Bir abdim, heva-i nefsini terk ettiği için havaya bindirdim. Siz de nefsin tembelliğini bırakıp bazı kavanin-i âdetimden güzelce istifade etseniz siz de binebilirsiniz.”
Cenab-ı Hak, şu âyetin lisanıyla manen diyor: “Ey insan! Bir abdim, heva-i nefsini terk ettiği için havaya bindirdim. Siz de nefsin tembelliğini bırakıp bazı kavanin-i âdetimden güzelce istifade etseniz siz de binebilirsiniz.”
171. satır: 166. satır:
فَقُل۟نَا اض۟رِب۟ بِعَصَاكَ ال۟حَجَرَ فَان۟فَجَرَت۟ مِن۟هُ اث۟نَتَا عَش۟رَةَ عَي۟نًا …اِلٰى اٰخِرِ
فَقُل۟نَا اض۟رِب۟ بِعَصَاكَ ال۟حَجَرَ فَان۟فَجَرَت۟ مِن۟هُ اث۟نَتَا عَش۟رَةَ عَي۟نًا …اِلٰى اٰخِرِ


Bu âyet işaret ediyor ki zemin tahtında gizli olan rahmet hazinelerinden basit âletlerle istifade edilebilir. Hattâ taş gibi bir sert yerde, bir asâ ile âb-ı hayat celbedilebilir. İşte şu âyet, bu mana ile beşere der ki: “Rahmetin en latîf feyzi olan âb-ı hayatı, bir asâ ile bulabilirsiniz. Öyle ise haydi çalış, bul!”
Bu âyet işaret ediyor ki zemin tahtında gizli olan rahmet hazinelerinden basit âletlerle istifade edilebilir. Hattâ taş gibi bir sert yerde, bir asâ ile âb-ı hayat celbedilebilir. İşte şu âyet, bu mana ile beşere der ki: '''“Rahmetin en latîf feyzi olan âb-ı hayatı, bir asâ ile bulabilirsiniz. Öyle ise haydi çalış, bul!”'''


Cenab-ı Hak şu âyetin lisan-ı remziyle manen diyor ki: “Ey insan! Madem bana itimat eden bir abdimin eline öyle bir asâ veriyorum ki her istediği yerde âb-ı hayatı onunla çeker. Sen de benim kavanin-i rahmetime istinad etsen şöyle ona benzer veyahut ona yakın bir âleti elde edebilirsin, haydi et!”
Cenab-ı Hak şu âyetin lisan-ı remziyle manen diyor ki: “Ey insan! Madem bana itimat eden bir abdimin eline öyle bir asâ veriyorum ki her istediği yerde âb-ı hayatı onunla çeker. Sen de benim kavanin-i rahmetime istinad etsen şöyle ona benzer veyahut ona yakın bir âleti elde edebilirsin, haydi et!”
181. satır: 176. satır:
وَاُب۟رِئُ ال۟اَك۟مَهَ وَال۟اَب۟رَصَ وَاُح۟يِى ال۟مَو۟تٰى بِاِذ۟نِ اللّٰهِ
وَاُب۟رِئُ ال۟اَك۟مَهَ وَال۟اَب۟رَصَ وَاُح۟يِى ال۟مَو۟تٰى بِاِذ۟نِ اللّٰهِ


Kur’an, Hazret-i İsa aleyhisselâmın nasıl ahlâk-ı ulviyesine ittibaa beşeri sarîhan teşvik eder. Öyle de şu elindeki sanat-ı âliyeye ve tıbb-ı Rabbanîye, remzen tergib ediyor. İşte şu âyet işaret ediyor ki: “En müzmin dertlere dahi derman bulunabilir. Öyle ise ey insan ve ey musibetzede benî-Âdem! Meyus olmayınız. Her dert, ne olursa olsun dermanı mümkündür. Arayınız, bulunuz. Hattâ ölüme de muvakkat bir hayat rengi vermek mümkündür.”
Kur’an, Hazret-i İsa aleyhisselâmın nasıl ahlâk-ı ulviyesine ittibaa beşeri sarîhan teşvik eder. Öyle de şu elindeki sanat-ı âliyeye ve tıbb-ı Rabbanîye, remzen tergib ediyor. İşte şu âyet işaret ediyor ki: '''“En müzmin dertlere dahi derman bulunabilir. Öyle ise ey insan ve ey musibetzede benî-Âdem! Meyus olmayınız. Her dert, ne olursa olsun dermanı mümkündür. Arayınız, bulunuz. Hattâ ölüme de muvakkat bir hayat rengi vermek mümkündür.”'''


Cenab-ı Hak, şu âyetin lisan-ı işaretiyle manen diyor ki: “Ey insan! Benim için dünyayı terk eden bir abdime iki hediye verdim. Biri, manevî dertlerin dermanı; biri de maddî dertlerin ilacı. İşte ölmüş kalpler nur-u hidayetle diriliyor. Ölmüş gibi hastalar dahi onun nefesiyle ve ilacıyla şifa buluyor. Sen de benim eczahane-i hikmetimde her derdine deva bulabilirsin. Çalış, bul! Elbette ararsan bulursun.”
Cenab-ı Hak, şu âyetin lisan-ı işaretiyle manen diyor ki: “Ey insan! Benim için dünyayı terk eden bir abdime iki hediye verdim. Biri, manevî dertlerin dermanı; biri de maddî dertlerin ilacı. İşte ölmüş kalpler nur-u hidayetle diriliyor. Ölmüş gibi hastalar dahi onun nefesiyle ve ilacıyla şifa buluyor. Sen de benim eczahane-i hikmetimde her derdine deva bulabilirsin. Çalış, bul! Elbette ararsan bulursun.”
191. satır: 186. satır:
وَاَلَنَّا لَهُ ال۟حَدٖيدَ ۝ وَاٰتَي۟نَاهُ ال۟حِك۟مَةَ وَفَص۟لَ ال۟خِطَابِ
وَاَلَنَّا لَهُ ال۟حَدٖيدَ ۝ وَاٰتَي۟نَاهُ ال۟حِك۟مَةَ وَفَص۟لَ ال۟خِطَابِ


Hazret-i Süleyman aleyhisselâm hakkında وَاَسَل۟نَا لَهُ عَي۟نَ ال۟قِط۟رِ âyetleri işaret ediyorlar ki telyin-i hadîd, en büyük bir nimet-i İlahiyedir ki büyük bir peygamberinin fazlını, onunla gösteriyor. Evet, telyin-i hadîd yani demiri hamur gibi yumuşatmak ve nühası eritmek ve madenleri bulmak, çıkarmak; bütün maddî sanayi-i beşeriyenin aslı ve anasıdır ve esası ve madenidir. İşte şu âyet işaret ediyor ki: “Büyük bir resule, büyük bir halife-i zemine, büyük bir mu’cize suretinde, büyük bir nimet olarak telyin-i hadîddir ve demiri hamur gibi yumuşatmak ve tel gibi inceltmek ve bakırı eritmekle ekser sanayi-i umumiyeye medar olmaktır.”
Hazret-i Süleyman aleyhisselâm hakkında وَاَسَل۟نَا لَهُ عَي۟نَ ال۟قِط۟رِ âyetleri işaret ediyorlar ki telyin-i hadîd, en büyük bir nimet-i İlahiyedir ki büyük bir peygamberinin fazlını, onunla gösteriyor. Evet, telyin-i hadîd yani demiri hamur gibi yumuşatmak ve nühası eritmek ve madenleri bulmak, çıkarmak; bütün maddî sanayi-i beşeriyenin aslı ve anasıdır ve esası ve madenidir. İşte şu âyet işaret ediyor ki: '''“Büyük bir resule, büyük bir halife-i zemine, büyük bir mu’cize suretinde, büyük bir nimet olarak telyin-i hadîddir ve demiri hamur gibi yumuşatmak ve tel gibi inceltmek ve bakırı eritmekle ekser sanayi-i umumiyeye medar olmaktır.”'''


Madem bir resule hem halife yani hem manevî hem maddî bir hâkime, lisanına hikmet ve eline sanat vermiş. Lisanındaki hikmete sarîhan teşvik eder. Elbette elindeki sanata dahi tergib işareti var.
Madem bir resule hem halife yani hem manevî hem maddî bir hâkime, lisanına hikmet ve eline sanat vermiş. Lisanındaki hikmete sarîhan teşvik eder. Elbette elindeki sanata dahi tergib işareti var.
197. satır: 192. satır:
Cenab-ı Hak, şu âyetin lisan-ı işaretiyle manen diyor: “Ey benî-Âdem! Evamir-i teklifiyeme itaat eden bir abdimin lisanına ve kalbine öyle bir hikmet verdim ki her şeyi kemal-i vuzuh ile fasledip hakikatini gösteriyor ve eline de öyle bir sanat verdim ki elinde bal mumu gibi demiri her şekle çevirir, halifelik ve padişahlığına mühim kuvvet elde eder. Madem bu mümkündür, veriliyor. Hem ehemmiyetlidir. Hem hayat-ı içtimaiyenizde ona çok muhtaçsınız. Siz de evamir-i tekviniyeme itaat etseniz o hikmet ve o sanat size de verilebilir. Mürur-u zamanla yetişir ve yanaşabilirsiniz.”
Cenab-ı Hak, şu âyetin lisan-ı işaretiyle manen diyor: “Ey benî-Âdem! Evamir-i teklifiyeme itaat eden bir abdimin lisanına ve kalbine öyle bir hikmet verdim ki her şeyi kemal-i vuzuh ile fasledip hakikatini gösteriyor ve eline de öyle bir sanat verdim ki elinde bal mumu gibi demiri her şekle çevirir, halifelik ve padişahlığına mühim kuvvet elde eder. Madem bu mümkündür, veriliyor. Hem ehemmiyetlidir. Hem hayat-ı içtimaiyenizde ona çok muhtaçsınız. Siz de evamir-i tekviniyeme itaat etseniz o hikmet ve o sanat size de verilebilir. Mürur-u zamanla yetişir ve yanaşabilirsiniz.”


İşte beşerin sanat cihetinde en ileri gitmesi ve maddî kuvvet cihetinde en mühim iktidar elde etmesi, telyin-i hadîd iledir ve izabe-i nühas iledir. Âyette nühas “kıtr” ile tabir edilmiş. Şu âyetler, umum nev-i beşerin nazarını şu hakikate çeviriyor ve şu hakikatin ne kadar ehemmiyetli olduğunu takdir etmeyen eski zaman insanlarına ve şimdiki tembellerine şiddetle ihtar ediyor.
İşte beşerin sanat cihetinde en ileri gitmesi ve maddî kuvvet cihetinde en mühim iktidar elde etmesi, telyin-i hadîd iledir ve izabe-i nühas iledir. Âyette nühas '''“kıtr”''' ile tabir edilmiş. Şu âyetler, umum nev-i beşerin nazarını şu hakikate çeviriyor ve şu hakikatin ne kadar ehemmiyetli olduğunu takdir etmeyen eski zaman insanlarına ve şimdiki tembellerine şiddetle ihtar ediyor.


Hem mesela, Hazret-i Süleyman aleyhisselâm taht-ı Belkıs’ı yanına celbetmek için vezirlerinden bir âlim-i ilm-i celb dedi: “Gözünüzü açıp kapayıncaya kadar sizin yanınızda o tahtı hazır ederim.” olan hâdise-i hârikaya delâlet eden şu âyet
Hem mesela, Hazret-i Süleyman aleyhisselâm taht-ı Belkıs’ı yanına celbetmek için vezirlerinden bir âlim-i ilm-i celb dedi: '''“Gözünüzü açıp kapayıncaya kadar sizin yanınızda o tahtı hazır ederim.”''' olan hâdise-i hârikaya delâlet eden şu âyet


قَالَ الَّذٖى عِن۟دَهُ عِل۟مٌ مِنَ ال۟كِتَابِ اَنَا اٰتٖيكَ بِهٖ قَب۟لَ اَن۟ يَر۟تَدَّ اِلَي۟كَ طَر۟فُكَ فَلَمَّا رَاٰهُ مُس۟تَقِرًّا عِن۟دَهُ …اِلٰى اٰخِرِ
قَالَ الَّذٖى عِن۟دَهُ عِل۟مٌ مِنَ ال۟كِتَابِ اَنَا اٰتٖيكَ بِهٖ قَب۟لَ اَن۟ يَر۟تَدَّ اِلَي۟كَ طَر۟فُكَ فَلَمَّا رَاٰهُ مُس۟تَقِرًّا عِن۟دَهُ …اِلٰى اٰخِرِ
207. satır: 202. satır:
Demek taht-ı Belkıs Yemen’de iken Şam’da aynıyla veyahut suretiyle hazır olmuştur, görülmüştür. Elbette taht etrafındaki adamların suretleri ile beraber sesleri de işitilmiştir. İşte uzak mesafede, celb-i surete ve savta haşmetli bir surette işaret ediyor ve manen diyor:
Demek taht-ı Belkıs Yemen’de iken Şam’da aynıyla veyahut suretiyle hazır olmuştur, görülmüştür. Elbette taht etrafındaki adamların suretleri ile beraber sesleri de işitilmiştir. İşte uzak mesafede, celb-i surete ve savta haşmetli bir surette işaret ediyor ve manen diyor:


“Ey ehl-i saltanat! Adalet-i tamme yapmak isterseniz Süleymanvari, rûy-i zemini etrafıyla görmeye ve anlamaya çalışınız. Çünkü bir hâkim-i adalet-pîşe, bir padişah-ı raiyet-perver; aktar-ı memleketine, her istediği vakit muttali olmak derecesine çıkmakla mes’uliyet-i maneviyeden kurtulur veya tam adalet yapabilir.”
'''“Ey ehl-i saltanat! Adalet-i tamme yapmak isterseniz Süleymanvari, rûy-i zemini etrafıyla görmeye ve anlamaya çalışınız. Çünkü bir hâkim-i adalet-pîşe, bir padişah-ı raiyet-perver; aktar-ı memleketine, her istediği vakit muttali olmak derecesine çıkmakla mes’uliyet-i maneviyeden kurtulur veya tam adalet yapabilir.”'''


Cenab-ı Hak, şu âyetin lisan-ı remziyle manen diyor ki: “Ey benî-Âdem! Bir abdime geniş bir mülk ve o geniş mülkünde adalet-i tamme yapmak için ahval ve vukuat-ı zemine bizzat ıttıla veriyorum ve madem her bir insana fıtraten, zemine bir halife olmak kabiliyetini vermişim. Elbette o kabiliyete göre rûy-i zemini görecek ve bakacak, anlayacak istidadını dahi vermesini, hikmetim iktiza ettiğinden vermişim. Şahsen o noktaya yetişmezse de nev’en yetişebilir. Maddeten erişemezse de ehl-i velayet misillü manen erişebilir. Öyle ise şu azîm nimetten istifade edebilirsiniz. Haydi göreyim sizi, vazife-i ubudiyetinizi unutmamak şartıyla öyle çalışınız ki rûy-i zemini, her tarafı her birinize görülen ve her köşesindeki sesleri size işittiren bir bahçeye çeviriniz.
Cenab-ı Hak, şu âyetin lisan-ı remziyle manen diyor ki: “Ey benî-Âdem! Bir abdime geniş bir mülk ve o geniş mülkünde adalet-i tamme yapmak için ahval ve vukuat-ı zemine bizzat ıttıla veriyorum ve madem her bir insana fıtraten, zemine bir halife olmak kabiliyetini vermişim. Elbette o kabiliyete göre rûy-i zemini görecek ve bakacak, anlayacak istidadını dahi vermesini, hikmetim iktiza ettiğinden vermişim. Şahsen o noktaya yetişmezse de nev’en yetişebilir. Maddeten erişemezse de ehl-i velayet misillü manen erişebilir. Öyle ise şu azîm nimetten istifade edebilirsiniz. Haydi göreyim sizi, vazife-i ubudiyetinizi unutmamak şartıyla öyle çalışınız ki rûy-i zemini, her tarafı her birinize görülen ve her köşesindeki sesleri size işittiren bir bahçeye çeviriniz.
223. satır: 218. satır:
وَمِنَ الشَّيَاطٖينِ مَن۟ يَغُوصُونَ لَهُ وَيَع۟مَلُونَ عَمَلًا دُونَ ذٰلِكَ …اِلٰى اٰخِرِ
وَمِنَ الشَّيَاطٖينِ مَن۟ يَغُوصُونَ لَهُ وَيَع۟مَلُونَ عَمَلًا دُونَ ذٰلِكَ …اِلٰى اٰخِرِ


âyetiyle diyor ki: Yerin, insandan sonra zîşuur olarak en mühim sekenesi olan cin, insana hizmetkâr olabilir. Onlarla temas edilebilir. Şeytanlar da düşmanlığı bırakmaya mecbur olup ister istemez hizmet edebilirler ki Cenab-ı Hakk’ın evamirine musahhar olan bir abdine, onları musahhar etmiştir.
âyetiyle diyor ki: '''Yerin, insandan sonra zîşuur olarak en mühim sekenesi olan cin, insana hizmetkâr olabilir. Onlarla temas edilebilir. Şeytanlar da düşmanlığı bırakmaya mecbur olup ister istemez hizmet edebilirler ki Cenab-ı Hakk’ın evamirine musahhar olan bir abdine, onları musahhar etmiştir.'''


Cenab-ı Hak manen şu âyetin lisan-ı remziyle der ki: “Ey insan! Bana itaat eden bir abdime cin ve şeytanları ve şerirlerini itaat ettiriyorum. Sen de benim emrime musahhar olsan çok mevcudat, hattâ cin ve şeytan dahi sana musahhar olabilirler.”
Cenab-ı Hak manen şu âyetin lisan-ı remziyle der ki: “Ey insan! Bana itaat eden bir abdime cin ve şeytanları ve şerirlerini itaat ettiriyorum. Sen de benim emrime musahhar olsan çok mevcudat, hattâ cin ve şeytan dahi sana musahhar olabilirler.”
243. satır: 238. satır:
Acaba bu mümkün müdür, hakikat mıdır?
Acaba bu mümkün müdür, hakikat mıdır?


Evet, hakikattir. Mağaralı her dağ, her insanla ve insanın diliyle papağan gibi konuşabilir. Çünkü aks-i sadâ vasıtasıyla dağın önünde sen “Elhamdülillah” de. Dağ da aynen senin gibi “Elhamdülillah” diyecek. Madem bu kabiliyeti Cenab-ı Hak dağlara ihsan etmiştir. Elbette o kabiliyet inkişaf ettirilebilir ve o çekirdek sümbüllenir.
Evet, hakikattir. Mağaralı her dağ, her insanla ve insanın diliyle papağan gibi konuşabilir. Çünkü aks-i sadâ vasıtasıyla dağın önünde sen '''“Elhamdülillah”''' de. Dağ da aynen senin gibi '''“Elhamdülillah”''' diyecek. Madem bu kabiliyeti Cenab-ı Hak dağlara ihsan etmiştir. Elbette o kabiliyet inkişaf ettirilebilir ve o çekirdek sümbüllenir.


İşte Hazret-i Davud aleyhisselâma risaletiyle beraber hilafet-i rûy-i zemini müstesna bir surette ona verdiğinden, o geniş risalet ve muazzam saltanata lâyık bir mu’cize olarak o kabiliyet çekirdeğini öyle inkişaf ettirmiş ki çok büyük dağlar birer nefer, birer şakird, birer mürid gibi Hazret-i Davud’a iktida edip onun lisanıyla, onun emriyle Hâlık-ı Zülcelal’e tesbihat ediyorlardı. Hazret-i Davud aleyhisselâm ne söylese, onlar da tekrar ediyorlardı. Nasıl ki şimdi vesait-i muhabere ve vesail-i irtibatın kesret ve tekemmülü sebebiyle haşmetli bir kumandan, dağlara dağılan azîm ordusuna bir anda “Allahu ekber” dedirir ve o koca dağları konuşturur, velveleye getirir. Madem insanın bir kumandanı, dağları sekenelerinin lisanıyla mecazî olarak konuşturur. Elbette Cenab-ı Hakk’ın haşmetli bir kumandanı, hakiki olarak konuşturur, tesbihat yaptırır.
İşte Hazret-i Davud aleyhisselâma risaletiyle beraber hilafet-i rûy-i zemini müstesna bir surette ona verdiğinden, o geniş risalet ve muazzam saltanata lâyık bir mu’cize olarak o kabiliyet çekirdeğini öyle inkişaf ettirmiş ki çok büyük dağlar birer nefer, birer şakird, birer mürid gibi Hazret-i Davud’a iktida edip onun lisanıyla, onun emriyle Hâlık-ı Zülcelal’e tesbihat ediyorlardı. Hazret-i Davud aleyhisselâm ne söylese, onlar da tekrar ediyorlardı. Nasıl ki şimdi vesait-i muhabere ve vesail-i irtibatın kesret ve tekemmülü sebebiyle haşmetli bir kumandan, dağlara dağılan azîm ordusuna bir anda '''“Allahu ekber”''' dedirir ve o koca dağları konuşturur, velveleye getirir. Madem insanın bir kumandanı, dağları sekenelerinin lisanıyla mecazî olarak konuşturur. Elbette Cenab-ı Hakk’ın haşmetli bir kumandanı, hakiki olarak konuşturur, tesbihat yaptırır.


Bununla beraber her cebelin bir şahs-ı manevîsi bulunduğunu ve ona münasip birer tesbih ve birer ibadeti olduğunu eski Sözlerde beyan etmişiz. Demek her dağ, insanların lisanıyla aks-i sadâ sırrıyla tesbihat yaptıkları gibi kendi elsine-i mahsusalarıyla dahi Hâlık-ı Zülcelal’e tesbihatları vardır.
Bununla beraber her cebelin bir şahs-ı manevîsi bulunduğunu ve ona münasip birer tesbih ve birer ibadeti olduğunu eski Sözlerde beyan etmişiz. Demek her dağ, insanların lisanıyla aks-i sadâ sırrıyla tesbihat yaptıkları gibi kendi elsine-i mahsusalarıyla dahi Hâlık-ı Zülcelal’e tesbihatları vardır.
261. satır: 256. satır:
Hem mesela, Hazret-i İbrahim aleyhisselâmın bir mu’cizesi hakkında olan قُل۟نَا يَا نَارُ كُونٖى بَر۟دًا وَسَلَامًا عَلٰٓى اِب۟رَاهٖيمَ âyetinde üç işaret-i latîfe var:
Hem mesela, Hazret-i İbrahim aleyhisselâmın bir mu’cizesi hakkında olan قُل۟نَا يَا نَارُ كُونٖى بَر۟دًا وَسَلَامًا عَلٰٓى اِب۟رَاهٖيمَ âyetinde üç işaret-i latîfe var:


Birincisi: Ateş dahi sair esbab-ı tabiiye gibi kendi keyfiyle, tabiatıyla, körü körüne hareket etmiyor. Belki emir tahtında bir vazife yapıyor ki Hazret-i İbrahim’i aleyhisselâm yakmadı ve ona “Yakma!” emrediliyor.
'''Birincisi:''' Ateş dahi sair esbab-ı tabiiye gibi kendi keyfiyle, tabiatıyla, körü körüne hareket etmiyor. Belki emir tahtında bir vazife yapıyor ki Hazret-i İbrahim’i aleyhisselâm yakmadı ve ona '''“Yakma!”''' emrediliyor.


İkincisi: Ateşin bir derecesi var ki bürudetiyle ihrak eder. Yani ihrak gibi bir tesir yapar. Cenab-ı Hak سَلَامًا (Hâşiye)49lafzıyla bürudete diyor ki: “Sen de hararet gibi bürudetinle ihrak etme.” Demek, o mertebedeki ateş, soğukluğuyla yandırır gibi tesir gösteriyor. Hem ateştir hem berddir. Evet, hikmet-i tabiiyede nâr-ı beyza halinde ateşin bir derecesi var ki harareti etrafına neşretmiyor ve etrafındaki harareti kendine celbettiği için şu tarz bürudetle, etrafındaki su gibi mayi şeyleri incimad ettirip manen bürudetiyle ihrak eder. İşte zemherir, bürudetiyle ihrak eden bir sınıf ateştir. Öyle ise ateşin bütün derecatına ve umum envaına câmi’ olan cehennem içinde elbette zemheririn bulunması zarurîdir.
'''İkincisi:''' Ateşin bir derecesi var ki bürudetiyle ihrak eder. Yani ihrak gibi bir tesir yapar. Cenab-ı Hak سَلَامًا (Hâşiye)49lafzıyla bürudete diyor ki: '''“Sen de hararet gibi bürudetinle ihrak etme.”''' Demek, o mertebedeki ateş, soğukluğuyla yandırır gibi tesir gösteriyor. Hem ateştir hem berddir. Evet, hikmet-i tabiiyede nâr-ı beyza halinde ateşin bir derecesi var ki harareti etrafına neşretmiyor ve etrafındaki harareti kendine celbettiği için şu tarz bürudetle, etrafındaki su gibi mayi şeyleri incimad ettirip manen bürudetiyle ihrak eder. İşte zemherir, bürudetiyle ihrak eden bir sınıf ateştir. Öyle ise ateşin bütün derecatına ve umum envaına câmi’ olan cehennem içinde elbette '''zemherir'''in bulunması zarurîdir.


Üçüncüsü: Cehennem ateşinin tesirini men’edecek ve eman verecek iman gibi bir madde-i maneviye, İslâmiyet gibi bir zırh olduğu misillü dünyevî ateşinin dahi tesirini men’edecek bir madde-i maddiye vardır. Çünkü Cenab-ı Hak, ism-i Hakîm iktizasıyla bu dünya dârü’l-hikmet olmak hasebiyle, esbab perdesi altında icraat yapıyor. Öyle ise Hazret-i İbrahim’in cismi gibi gömleğini de ateş yakmadı ve ateşe karşı mukavemet haletini vermiştir. İbrahim’i yakmadığı gibi gömleğini de yakmıyor.
'''Üçüncüsü:''' Cehennem ateşinin tesirini men’edecek ve eman verecek iman gibi bir madde-i maneviye, İslâmiyet gibi bir zırh olduğu misillü dünyevî ateşinin dahi tesirini men’edecek bir madde-i maddiye vardır. Çünkü Cenab-ı Hak, ism-i Hakîm iktizasıyla bu dünya dârü’l-hikmet olmak hasebiyle, esbab perdesi altında icraat yapıyor. Öyle ise Hazret-i İbrahim’in cismi gibi gömleğini de ateş yakmadı ve ateşe karşı mukavemet haletini vermiştir. İbrahim’i yakmadığı gibi gömleğini de yakmıyor.


İşte bu işaretin remziyle manen şu âyet diyor ki: “Ey millet-i İbrahim! İbrahimvari olunuz. Tâ maddî ve manevî gömlekleriniz, en büyük düşmanınız olan ateşe hem burada hem orada bir zırh olsun. Ruhunuza imanı giydirip cehennem ateşine karşı zırhınız olduğu gibi Cenab-ı Hakk’ın zeminde sizin için sakladığı ve ihzar ettiği bazı maddeler var. Onlar sizi ateşin şerrinden muhafaza eder. Arayınız, çıkarınız, giyiniz.”
İşte bu işaretin remziyle manen şu âyet diyor ki: '''“Ey millet-i İbrahim! İbrahimvari olunuz. Tâ maddî ve manevî gömlekleriniz, en büyük düşmanınız olan ateşe hem burada hem orada bir zırh olsun. Ruhunuza imanı giydirip cehennem ateşine karşı zırhınız olduğu gibi Cenab-ı Hakk’ın zeminde sizin için sakladığı ve ihzar ettiği bazı maddeler var. Onlar sizi ateşin şerrinden muhafaza eder. Arayınız, çıkarınız, giyiniz.”'''


İşte beşerin mühim terakkiyatından ve keşfiyatındandır ki bir maddeyi bulmuş ateş yakmayacak ve ateşe dayanır bir gömlek giymiş. Şu âyet ise ona mukabil bak ne kadar ulvi, latîf ve güzel ve ebede kadar yırtılmayacak حَنٖيفًا مُس۟لِمًا tezgâhında dokunacak bir hulleyi gösteriyor.
İşte beşerin mühim terakkiyatından ve keşfiyatındandır ki bir maddeyi bulmuş ateş yakmayacak ve ateşe dayanır bir gömlek giymiş. Şu âyet ise ona mukabil bak ne kadar ulvi, latîf ve güzel ve ebede kadar yırtılmayacak حَنٖيفًا مُس۟لِمًا tezgâhında dokunacak bir hulleyi gösteriyor.


Hem mesela وَعَلَّمَ اٰدَمَ ال۟اَس۟مَٓاءَ كُلَّهَا “Hazret-i Âdem aleyhisselâmın dava-yı hilafet-i kübrada mu’cize-i kübrası, talim-i esmadır.” diyor. İşte sair enbiyanın mu’cizeleri, birer hususi hârika-i beşeriyeye remzettiği gibi bütün enbiyanın pederi ve divan-ı nübüvvetin fatihası olan Hazret-i Âdem aleyhisselâmın mu’cizesi umum kemalât ve terakkiyat-ı beşeriyenin nihayetlerine ve en ileri hedeflerine, sarahate yakın işaret ediyor.
Hem mesela وَعَلَّمَ اٰدَمَ ال۟اَس۟مَٓاءَ كُلَّهَا '''“Hazret-i Âdem aleyhisselâmın dava-yı hilafet-i kübrada mu’cize-i kübrası, talim-i esmadır.”''' diyor. İşte sair enbiyanın mu’cizeleri, birer hususi hârika-i beşeriyeye remzettiği gibi bütün enbiyanın pederi ve divan-ı nübüvvetin fatihası olan Hazret-i Âdem aleyhisselâmın mu’cizesi umum kemalât ve terakkiyat-ı beşeriyenin nihayetlerine ve en ileri hedeflerine, sarahate yakın işaret ediyor.


Cenab-ı Hak (cc), manen şu âyetin lisan-ı işaretiyle diyor ki:
Cenab-ı Hak (cc), manen şu âyetin lisan-ı işaretiyle diyor ki:
279. satır: 274. satır:
Fakat sizin pederiniz bir defa şeytana aldandı, cennet gibi bir makamdan rûy-i zemine muvakkaten sukut etti. Sakın siz de terakkiyatınızda şeytana uyup hikmet-i İlahiyenin semavatından, tabiat dalaletine sukuta vasıta yapmayınız. Vakit be-vakit başınızı kaldırıp esma-i hüsnama dikkat ederek o semavata urûc etmek için fünununuzu ve terakkiyatınızı merdiven yapınız. Tâ fünun ve kemalâtınızın menbaları ve hakikatleri olan esma-i Rabbaniyeme çıkasınız ve o esmanın dürbünüyle, kalbinizle Rabb’inize bakasınız.
Fakat sizin pederiniz bir defa şeytana aldandı, cennet gibi bir makamdan rûy-i zemine muvakkaten sukut etti. Sakın siz de terakkiyatınızda şeytana uyup hikmet-i İlahiyenin semavatından, tabiat dalaletine sukuta vasıta yapmayınız. Vakit be-vakit başınızı kaldırıp esma-i hüsnama dikkat ederek o semavata urûc etmek için fünununuzu ve terakkiyatınızı merdiven yapınız. Tâ fünun ve kemalâtınızın menbaları ve hakikatleri olan esma-i Rabbaniyeme çıkasınız ve o esmanın dürbünüyle, kalbinizle Rabb’inize bakasınız.


Bir nükte-i mühimme ve bir sırr-ı ehemm
=== Bir nükte-i mühimme ve bir sırr-ı ehemm ===
 
Şu âyet-i acibe, insanın câmiiyet-i istidadı cihetiyle mazhar olduğu bütün kemalât-ı ilmiye ve terakkiyat-ı fenniye ve havârık-ı sun’iyeyi '''“talim-i esma”''' unvanıyla ifade ve tabir etmekte şöyle latîf bir remz-i ulvi var ki:
Şu âyet-i acibe, insanın câmiiyet-i istidadı cihetiyle mazhar olduğu bütün kemalât-ı ilmiye ve terakkiyat-ı fenniye ve havârık-ı sun’iyeyi “talim-i esma” unvanıyla ifade ve tabir etmekte şöyle latîf bir remz-i ulvi var ki:


Her bir kemalin her bir ilmin her bir terakkiyatın her bir fennin bir hakikat-i âliyesi var ki o hakikat, bir ism-i İlahîye dayanıyor. Pek çok perdeleri ve mütenevvi tecelliyatı ve muhtelif daireleri bulunan o isme dayanmakla o fen, o kemalât, o sanat kemalini bulur, hakikat olur. Yoksa yarım yamalak bir surette nâkıs bir gölgedir.
Her bir kemalin her bir ilmin her bir terakkiyatın her bir fennin bir hakikat-i âliyesi var ki o hakikat, bir ism-i İlahîye dayanıyor. Pek çok perdeleri ve mütenevvi tecelliyatı ve muhtelif daireleri bulunan o isme dayanmakla o fen, o kemalât, o sanat kemalini bulur, hakikat olur. Yoksa yarım yamalak bir surette nâkıs bir gölgedir.


Mesela, hendese bir fendir. Onun hakikati ve nokta-i müntehası, Cenab-ı Hakk’ın ism-i Adl ve Mukaddir’ine yetişip hendese âyinesinde o ismin hakîmane cilvelerini haşmetiyle müşahede etmektir.
'''Mesela, hendese bir fendir.''' Onun hakikati ve nokta-i müntehası, Cenab-ı Hakk’ın '''ism-i Adl ve Mukaddir'''’ine yetişip hendese âyinesinde o ismin hakîmane cilvelerini haşmetiyle müşahede etmektir.


Mesela, tıp bir fendir hem bir sanattır. Onun da nihayeti ve hakikati, Hakîm-i Mutlak’ın Şâfî ismine dayanıp eczahane-i kübrası olan rûy-i zeminde rahîmane cilvelerini edviyelerde görmekle tıp kemalâtını bulur, hakikat olur.
'''Mesela, tıp bir fendir hem bir sanattır.''' Onun da nihayeti ve hakikati, Hakîm-i Mutlak’ın '''Şâfî''' ismine dayanıp eczahane-i kübrası olan rûy-i zeminde rahîmane cilvelerini edviyelerde görmekle tıp kemalâtını bulur, hakikat olur.


Mesela, hakikat-i mevcudattan bahseden hikmetü’l-eşya, Cenab-ı Hakk’ın (cc) ism-i Hakîm’inin tecelliyat-ı kübrasını müdebbirane, mürebbiyane; eşyada, menfaatlerinde ve maslahatlarında görmekle ve o isme yetişmekle ve ona dayanmakla şu hikmet hikmet olabilir. Yoksa ya hurafata inkılab eder ve malayaniyat olur veya felsefe-i tabiiye misillü dalalete yol açar.
'''Mesela, hakikat-i mevcudattan bahseden hikmetü’l-eşya,''' Cenab-ı Hakk’ın (cc) '''ism-i Hakîm’'''inin tecelliyat-ı kübrasını müdebbirane, mürebbiyane; eşyada, menfaatlerinde ve maslahatlarında görmekle ve o isme yetişmekle ve ona dayanmakla şu hikmet hikmet olabilir. Yoksa ya hurafata inkılab eder ve malayaniyat olur veya felsefe-i tabiiye misillü dalalete yol açar.


İşte sana üç misal, sair kemalât ve fünunu bu üç misale kıyas et.
İşte sana üç misal, sair kemalât ve fünunu bu üç misale kıyas et.


İşte Kur’an-ı Hakîm, şu âyetle beşeri, şimdiki terakkiyatında pek çok geri kaldığı en yüksek noktalara, en ileri hududa, en nihayet mertebelere, arkasına dest-i teşviki vurup parmağıyla o mertebeleri göstererek “Haydi arş ileri!” diyor. Bu âyetin hazine-i uzmasından şimdilik bu cevherle iktifa ederek o kapıyı kapıyoruz.
İşte Kur’an-ı Hakîm, şu âyetle beşeri, şimdiki terakkiyatında pek çok geri kaldığı en yüksek noktalara, en ileri hududa, en nihayet mertebelere, arkasına dest-i teşviki vurup parmağıyla o mertebeleri göstererek '''“Haydi arş ileri!”''' diyor. Bu âyetin hazine-i uzmasından şimdilik bu cevherle iktifa ederek o kapıyı kapıyoruz.


Hem mesela, hâtem-i divan-ı nübüvvet ve bütün enbiyanın mu’cizeleri onun dava-i risaletine bir tek mu’cize hükmünde olan enbiyanın serveri ve şu kâinatın mâbihi’l-iftiharı ve Hazret-i Âdem’e icmalen talim olunan bütün esmanın bütün meratibiyle tafsilen mazharı; yukarıya celal ile parmağını kaldırmakla şakk-ı kamer eden ve aşağıya cemal ile indirmekle yine on parmağından kevser gibi su akıtan ve bin mu’cizat ile musaddak ve müeyyed olan Muhammed aleyhissalâtü vesselâmın mu’cize-i kübrası olan Kur’an-ı Hakîm’in vücuh-u i’cazının en parlaklarından olan hak ve hakikate dair beyanatındaki cezalet, ifadesindeki belâgat, maânîsindeki câmiiyet, üsluplarındaki ulviyet ve halâveti ifade eden
Hem mesela, hâtem-i divan-ı nübüvvet ve bütün enbiyanın mu’cizeleri onun dava-i risaletine bir tek mu’cize hükmünde olan enbiyanın serveri ve şu kâinatın mâbihi’l-iftiharı ve Hazret-i Âdem’e icmalen talim olunan bütün esmanın bütün meratibiyle tafsilen mazharı; yukarıya celal ile parmağını kaldırmakla şakk-ı kamer eden ve aşağıya cemal ile indirmekle yine on parmağından kevser gibi su akıtan ve bin mu’cizat ile musaddak ve müeyyed olan Muhammed aleyhissalâtü vesselâmın mu’cize-i kübrası olan Kur’an-ı Hakîm’in vücuh-u i’cazının en parlaklarından olan hak ve hakikate dair beyanatındaki cezalet, ifadesindeki belâgat, maânîsindeki câmiiyet, üsluplarındaki ulviyet ve halâveti ifade eden
303. satır: 297. satır:
Hem öyle bir surette o mu’cizeyi nazargâh-ı enama koyuyor; güya insanın bu dünyaya gelişinden gaye-i yegânesi, o mu’cizeyi hedef ve düstur ittihaz edip ona bakarak, netice-i hilkat-i insaniyeye bilerek yürümektir.
Hem öyle bir surette o mu’cizeyi nazargâh-ı enama koyuyor; güya insanın bu dünyaya gelişinden gaye-i yegânesi, o mu’cizeyi hedef ve düstur ittihaz edip ona bakarak, netice-i hilkat-i insaniyeye bilerek yürümektir.


Elhasıl, sair enbiya aleyhimüsselâmın mu’cizatları, birer havârık-ı sanata işaret ediyor ve Hazret-i Âdem aleyhisselâmın mu’cizesi ise esasat-ı sanat ile beraber, ulûm ve fünunun havârık ve kemalâtının fihristesini bir suret-i icmalîde işaret ediyor ve teşvik ediyor. Amma mu’cize-i kübra-i Ahmediye (asm) olan Kur’an-ı Mu’cizü’l-Beyan ise talim-i esmanın hakikatine mufassalan mazhariyetini; hak ve hakikat olan ulûm ve fünunun doğru hedeflerini ve dünyevî, uhrevî kemalâtı ve saadâtı vâzıhan gösteriyor. Hem pek çok azîm teşvikatla beşeri onlara sevk ediyor. Hem öyle bir tarzda sevk eder, teşvik eder ki o tarz ile şöyle anlattırıyor:
'''Elhasıl,''' sair enbiya aleyhimüsselâmın mu’cizatları, birer havârık-ı sanata işaret ediyor ve Hazret-i Âdem aleyhisselâmın mu’cizesi ise esasat-ı sanat ile beraber, ulûm ve fünunun havârık ve kemalâtının fihristesini bir suret-i icmalîde işaret ediyor ve teşvik ediyor. Amma mu’cize-i kübra-i Ahmediye (asm) olan Kur’an-ı Mu’cizü’l-Beyan ise talim-i esmanın hakikatine mufassalan mazhariyetini; hak ve hakikat olan ulûm ve fünunun doğru hedeflerini ve dünyevî, uhrevî kemalâtı ve saadâtı vâzıhan gösteriyor. Hem pek çok azîm teşvikatla beşeri onlara sevk ediyor. Hem öyle bir tarzda sevk eder, teşvik eder ki o tarz ile şöyle anlattırıyor:


“Ey insan! Şu kâinattan maksad-ı a’lâ, tezahür-ü rububiyete karşı ubudiyet-i külliye-i insaniyedir ve insanın gaye-i aksası, o ubudiyete ulûm ve kemalât ile yetişmektir.”
'''“Ey insan! Şu kâinattan maksad-ı a’lâ, tezahür-ü rububiyete karşı ubudiyet-i külliye-i insaniyedir ve insanın gaye-i aksası, o ubudiyete ulûm ve kemalât ile yetişmektir.”'''


Hem öyle bir surette ifade ediyor ki o ifade ile şöyle işaret eder ki: “Elbette nev-i beşer, âhir vakitte ulûm ve fünuna dökülecektir. Bütün kuvvetini ilimden alacaktır. Hüküm ve kuvvet ise ilmin eline geçecektir.”
Hem öyle bir surette ifade ediyor ki o ifade ile şöyle işaret eder ki: '''“Elbette nev-i beşer, âhir vakitte ulûm ve fünuna dökülecektir. Bütün kuvvetini ilimden alacaktır. Hüküm ve kuvvet ise ilmin eline geçecektir.”'''


Hem o Kur’an-ı Mu’cizü’l-Beyan, cezalet ve belâgat-ı Kur’aniyeyi mükerreren ileri sürdüğünden remzen anlattırıyor ki: “Ulûm ve fünunun en parlağı olan belâgat ve cezalet, bütün envaıyla âhir zamanda en mergub bir suret alacaktır. Hattâ insanlar, kendi fikirlerini birbirlerine kabul ettirmek ve hükümlerini birbirine icra ettirmek için en keskin silahını cezalet-i beyandan ve en mukavemetsûz kuvvetini belâgat-ı edadan alacaktır.”
Hem o Kur’an-ı Mu’cizü’l-Beyan, cezalet ve belâgat-ı Kur’aniyeyi mükerreren ileri sürdüğünden remzen anlattırıyor ki: '''“Ulûm ve fünunun en parlağı olan belâgat ve cezalet, bütün envaıyla âhir zamanda en mergub bir suret alacaktır. Hattâ insanlar, kendi fikirlerini birbirlerine kabul ettirmek ve hükümlerini birbirine icra ettirmek için en keskin silahını cezalet-i beyandan ve en mukavemetsûz kuvvetini belâgat-ı edadan alacaktır.”'''


Elhasıl: Kur’an’ın ekser âyetleri, her biri birer hazine-i kemalâtın anahtarı ve birer define-i ilmin miftahıdır.
'''Elhasıl:''' Kur’an’ın ekser âyetleri, her biri birer hazine-i kemalâtın anahtarı ve birer define-i ilmin miftahıdır.


Eğer istersen Kur’an’ın semavatına ve âyâtının nücumlarına yetişesin; geçmiş olan yirmi adet Sözleri, yirmi basamaklı (Hâşiye)50bir merdiven yaparak çık. Onunla gör ki Kur’an ne kadar parlak bir güneştir. Hakaik-i İlahiyeye ve hakaik-i mümkinat üstüne nasıl safi bir nur serpiyor ve parlak bir ziya neşrediyor bak.
Eğer istersen Kur’an’ın semavatına ve âyâtının nücumlarına yetişesin; geçmiş olan yirmi adet Sözleri, yirmi basamaklı (Hâşiye)50bir merdiven yaparak çık. Onunla gör ki Kur’an ne kadar parlak bir güneştir. Hakaik-i İlahiyeye ve hakaik-i mümkinat üstüne nasıl safi bir nur serpiyor ve parlak bir ziya neşrediyor bak.


Netice: Madem enbiyaya dair olan âyetler, şimdiki terakkiyat-ı beşeriyenin hârikalarına birer nevi işaretle beraber, daha ilerideki hududunu çiziyor gibi bir tarz-ı ifadesi var ve madem her bir âyetin müteaddid manalara delâleti muhakkaktır, belki müttefekun aleyhtir ve madem enbiyaya ittiba etmek ve iktida etmeye dair evamir-i mutlaka var. Öyle ise şu geçmiş âyetlerin maânî-i sarîhalarına delâletle beraber, sanat ve fünun-u beşeriyenin mühimlerine işarî bir tarzda delâlet hem teşvik ediliyor, denilebilir.
'''Netice:''' Madem enbiyaya dair olan âyetler, şimdiki terakkiyat-ı beşeriyenin hârikalarına birer nevi işaretle beraber, daha ilerideki hududunu çiziyor gibi bir tarz-ı ifadesi var ve madem her bir âyetin müteaddid manalara delâleti muhakkaktır, belki müttefekun aleyhtir ve madem enbiyaya ittiba etmek ve iktida etmeye dair evamir-i mutlaka var. Öyle ise şu geçmiş âyetlerin maânî-i sarîhalarına delâletle beraber, sanat ve fünun-u beşeriyenin mühimlerine işarî bir tarzda delâlet hem teşvik ediliyor, denilebilir.


İki mühim suale karşı iki mühim cevap
=== İki mühim suale karşı iki mühim cevap ===


Birincisi: Eğer desen: “Madem Kur’an, beşer için nâzil olmuştur. Neden beşerin nazarında en mühim olan medeniyet hârikalarını tasrih etmiyor? Yalnız gizli bir remiz ile hafî bir îma ile hafif bir işaretle zayıf bir ihtar ile iktifa ediyor?”
=== '''Birincisi:''' ===
'''Eğer desen:''' “Madem Kur’an, beşer için nâzil olmuştur. Neden beşerin nazarında en mühim olan medeniyet hârikalarını tasrih etmiyor? Yalnız gizli bir remiz ile hafî bir îma ile hafif bir işaretle zayıf bir ihtar ile iktifa ediyor?”


Elcevap: Çünkü medeniyet-i beşeriye hârikalarının hakları, bahs-i Kur’anîde o kadar olabilir. Zira Kur’an’ın vazife-i asliyesi, daire-i rububiyetin kemalât ve şuunatını ve daire-i ubudiyetin vezaif ve ahvalini talim etmektir. Öyle ise şu havârık-ı beşeriyenin o iki dairede hakları; yalnız bir zayıf remiz, bir hafif işaret ancak düşer. Çünkü onlar, daire-i rububiyetten haklarını isteseler o vakit pek az hak alabilirler.
'''Elcevap:''' Çünkü medeniyet-i beşeriye hârikalarının hakları, bahs-i Kur’anîde o kadar olabilir. Zira Kur’an’ın vazife-i asliyesi, daire-i rububiyetin kemalât ve şuunatını ve daire-i ubudiyetin vezaif ve ahvalini talim etmektir. Öyle ise şu havârık-ı beşeriyenin o iki dairede hakları; yalnız bir zayıf remiz, bir hafif işaret ancak düşer. Çünkü onlar, daire-i rububiyetten haklarını isteseler o vakit pek az hak alabilirler.


Mesela, tayyare-i beşer (Hâşiye)51Kur’an’a dese: “Bana bir hakk-ı kelâm ver, âyâtında bir mevki ver.” Elbette o daire-i rububiyetin tayyareleri olan seyyarat, arz, kamer; Kur’an namına diyecekler: “Burada cirmin kadar bir mevki alabilirsin.”
Mesela, tayyare-i beşer (Hâşiye)51Kur’an’a dese: “Bana bir hakk-ı kelâm ver, âyâtında bir mevki ver.” Elbette o daire-i rububiyetin tayyareleri olan seyyarat, arz, kamer; Kur’an namına diyecekler: “Burada cirmin kadar bir mevki alabilirsin.”
335. satır: 330. satır:
âyeti sizi susturur.”
âyeti sizi susturur.”


Eğer o hârikalar, daire-i ubudiyete gidip o daireden haklarını isterlerse o zaman o daireden şöyle bir cevap alırlar ki: “Sizin münasebetiniz bizimle pek azdır ve dairemize kolay giremezsiniz. Çünkü programımız budur ki:
Eğer o hârikalar, daire-i ubudiyete gidip o daireden haklarını isterlerse o zaman o daireden şöyle bir cevap alırlar ki: “Sizin münasebetiniz bizimle pek azdır ve dairemize kolay giremezsiniz. Çünkü programımız budur ki: '''Dünya bir misafirhanedir. İnsan ise onda az duracaktır ve vazifesi çok bir misafirdir ve kısa bir ömürde hayat-ı ebediyeye lâzım olan levazımatı tedarik etmekle mükelleftir. En ehemm ve en elzem işler, takdim edilecektir.'''
 
Dünya bir misafirhanedir. İnsan ise onda az duracaktır ve vazifesi çok bir misafirdir ve kısa bir ömürde hayat-ı ebediyeye lâzım olan levazımatı tedarik etmekle mükelleftir. En ehemm ve en elzem işler, takdim edilecektir.


Halbuki siz ekseriyet itibarıyla şu fâni dünyayı bir makarr-ı ebedî nokta-i nazarında ve gaflet perdesi altında, dünya-perestlik hissiyle işlenmiş bir suret sizde görülüyor. Öyle ise hakperestlik ve âhireti düşünmeklik esasları üzerine müesses olan ubudiyetten hisseniz pek azdır. Lâkin eğer kıymettar bir ibadet olan sırf menfaat-i ibadullah için ve menafi-i umumiye ve istirahat-i âmmeye ve hayat-ı içtimaiyenin kemaline hizmet eden ve elbette ekalliyet teşkil eden muhterem sanatkârlar ve mülhem keşşaflar, arkanızda ve içinizde varsa o hassas zatlara şu remiz ve işarat-ı Kur’aniye sa’ye teşvik ve sanatlarını takdir etmek için elhak kâfi ve vâfidir.”
Halbuki siz ekseriyet itibarıyla şu fâni dünyayı bir makarr-ı ebedî nokta-i nazarında ve gaflet perdesi altında, dünya-perestlik hissiyle işlenmiş bir suret sizde görülüyor. Öyle ise hakperestlik ve âhireti düşünmeklik esasları üzerine müesses olan ubudiyetten hisseniz pek azdır. Lâkin eğer kıymettar bir ibadet olan sırf menfaat-i ibadullah için ve menafi-i umumiye ve istirahat-i âmmeye ve hayat-ı içtimaiyenin kemaline hizmet eden ve elbette ekalliyet teşkil eden muhterem sanatkârlar ve mülhem keşşaflar, arkanızda ve içinizde varsa o hassas zatlara şu remiz ve işarat-ı Kur’aniye sa’ye teşvik ve sanatlarını takdir etmek için elhak kâfi ve vâfidir.”


İkinci suale cevap: Eğer desen: “Şimdi şu tahkikattan sonra şüphem kalmadı ve tasdik ettim ki Kur’an’da sair hakaikle beraber, medeniyet-i hazıranın hârikalarına ve belki daha ilerisine işaret ve remiz vardır. Dünyevî ve uhrevî saadet-i beşere lâzım olan her şey, değeri nisbetinde içinde bulunur. Fakat niçin Kur’an, onları sarahatle zikretmiyor, tâ muannid kâfirler dahi tasdike mecbur olsunlar, kalbimiz de rahat olsun?”
=== İkinci suale cevap: ===
'''Eğer desen:''' “Şimdi şu tahkikattan sonra şüphem kalmadı ve tasdik ettim ki Kur’an’da sair hakaikle beraber, medeniyet-i hazıranın hârikalarına ve belki daha ilerisine işaret ve remiz vardır. Dünyevî ve uhrevî saadet-i beşere lâzım olan her şey, değeri nisbetinde içinde bulunur. Fakat niçin Kur’an, onları sarahatle zikretmiyor, tâ muannid kâfirler dahi tasdike mecbur olsunlar, kalbimiz de rahat olsun?”


Elcevap: Din bir imtihandır. Teklif-i İlahî bir tecrübedir. Tâ ervah-ı âliye ile ervah-ı safile, müsabaka meydanında birbirinden ayrılsın. Nasıl ki bir madene ateş veriliyor; tâ elmasla kömür, altınla toprak birbirinden ayrılsın. Öyle de bu dâr-ı imtihanda olan teklifat-ı İlahiye bir ibtiladır ve bir müsabakaya sevktir ki istidad-ı beşer madeninde olan cevahir-i âliye ile mevadd-ı süfliye, birbirinden tefrik edilsin.
'''Elcevap: Din bir imtihandır. Teklif-i İlahî bir tecrübedir. Tâ ervah-ı âliye ile ervah-ı safile, müsabaka meydanında birbirinden ayrılsın.''' Nasıl ki bir madene ateş veriliyor; tâ elmasla kömür, altınla toprak birbirinden ayrılsın. Öyle de bu dâr-ı imtihanda olan teklifat-ı İlahiye bir ibtiladır ve bir müsabakaya sevktir ki istidad-ı beşer madeninde olan cevahir-i âliye ile mevadd-ı süfliye, birbirinden tefrik edilsin.


Madem Kur’an, bu dâr-ı imtihanda bir tecrübe suretinde, bir müsabaka meydanında beşerin tekemmülü için nâzil olmuştur. Elbette şu dünyevî ve herkese görünecek umûr-u gaybiye-i istikbaliyeye yalnız işaret edecek ve hüccetini ispat edecek derecede akla kapı açacak. Eğer sarahaten zikretse sırr-ı teklif bozulur. Âdeta gökyüzündeki yıldızlarla vâzıhan لَٓا اِلٰهَ اِلَّا اللّٰهُ yazmak misillü bir bedahete girecek. O zaman herkes ister istemez tasdik edecek. Müsabaka olmaz, imtihan fevt olur. Kömür gibi bir ruh ile elmas gibi bir ruh (Hâşiye)52beraber kalacaklar.
Madem Kur’an, bu dâr-ı imtihanda bir tecrübe suretinde, bir müsabaka meydanında beşerin tekemmülü için nâzil olmuştur. Elbette şu dünyevî ve herkese görünecek umûr-u gaybiye-i istikbaliyeye yalnız işaret edecek ve hüccetini ispat edecek derecede akla kapı açacak. Eğer sarahaten zikretse sırr-ı teklif bozulur. Âdeta gökyüzündeki yıldızlarla vâzıhan لَٓا اِلٰهَ اِلَّا اللّٰهُ yazmak misillü bir bedahete girecek. O zaman herkes ister istemez tasdik edecek. Müsabaka olmaz, imtihan fevt olur. Kömür gibi bir ruh ile elmas gibi bir ruh (Hâşiye)52beraber kalacaklar.


Elhasıl: Kur’an-ı Hakîm, hakîmdir. Her şeye, kıymeti nisbetinde bir makam verir. İşte Kur’an, bin üç yüz sene evvel, istikbalin zulümatında müstetir ve gaybî olan semerat ve terakkiyat-ı insaniyeyi görüyor ve gördüğümüzden ve göreceğimizden daha güzel bir surette gösterir.
'''Elhasıl:''' Kur’an-ı Hakîm, hakîmdir. Her şeye, kıymeti nisbetinde bir makam verir. İşte Kur’an, bin üç yüz sene evvel, istikbalin zulümatında müstetir ve gaybî olan semerat ve terakkiyat-ı insaniyeyi görüyor ve gördüğümüzden ve göreceğimizden daha güzel bir surette gösterir.


Demek Kur’an, öyle bir zatın kelâmıdır ki bütün zamanları ve içindeki bütün eşyayı bir anda görüyor.
Demek Kur’an, öyle bir zatın kelâmıdır ki bütün zamanları ve içindeki bütün eşyayı bir anda görüyor.


İşte mu’cizat-ı enbiya yüzünde parlayan bir lem’a-i i’caz-ı Kur’an…
'''İşte mu’cizat-ı enbiya yüzünde parlayan bir lem’a-i i’caz-ı Kur’an…'''


اَللّٰهُمَّ فَهِّم۟نَا اَس۟رَارَ ال۟قُر۟اٰنِ وَ وَفِّق۟نَا لِخِد۟مَتِهٖ فٖى كُلِّ اٰنٍ وَ زَمَانٍ
اَللّٰهُمَّ فَهِّم۟نَا اَس۟رَارَ ال۟قُر۟اٰنِ وَ وَفِّق۟نَا لِخِد۟مَتِهٖ فٖى كُلِّ اٰنٍ وَ زَمَانٍ