Barla Lahikası 211. Mektup

    Risale-i Nur Tercümeleri sitesinden
    Diğer diller:
    • Türkçe

    بِاس۟مِهٖ مَن۟ تُسَبِّحُ لَهُ السَّمٰوَاتُ السَّب۟عُ وَال۟اَر۟ضُ وَمَن۟ فٖيهِنَّ وَ اِن۟ مِن۟ شَى۟ءٍ اِلَّا يُسَبِّحُ بِحَم۟دِهٖ

    اَلسَّلَامُ عَلَي۟كُم۟ وَ رَح۟مَةُ اللّٰهِ وَ بَرَكَاتُهُ بِعَدَدِ عَاشِرَاتِ دَقَائِقِ اَيَّامِ ال۟فِرَاقِ

    Aziz, sıddık, vefadar, hakikatli, fedakâr kardeşlerim Nuh Bey, Molla Abdülmecid, Molla Hamid!

    Çok mübarek hediyenizi açtık, gördük ki Van hediyesi değil belki Medine-i Münevvere ve Ravza-i Şerife’nin mübarek kerametli hediyesidir. Hem fiyatı, üstünde yazıldığı gibi yirmi beş lira değil, yirmi beş bin liradan fazla manen kıymetlidir. O mübarek hediyeyi Medine-i Münevvere namına, bu havalideki Kur’an-ı Hakîm’in hizmetinde hâlis hizmetkârlarına ve benim arkadaşlarıma tevzi etmek için –ale’r-re’si ve’l-ayn– kabul ettik. Fakat bu manevî hediyenin ehemmiyetli bir sırrı bulunduğu bana ihtar edildi. Yani Cenab-ı Hakk’a yüz bin şükrediyorum ki Kur’an’a ve Zat-ı Risalet’e hizmetimizin bir alâmet-i makbuliyeti nevinden olarak, bir iltifat-ı Nebevîyi hissettim.

    O sırrı size açmak münasip görüldü. Şöyle ki: Şimdi bu mektubu yazan kâtip ile kardeşi Mesud beraber bir gün, üç aydan beri bahsi geçmediği Ahmed Ağa’nın bahsi geçti. Beraberimde kâtip Tevfik ile Mesud’a dedim: Bütün kitapları Diyarbekir’deki Ahmed Ağa’ya göndereceğiz. Tâ ya Şam-ı Şerif tarafına ya Van’daki sıddıklara ulaştırsın. Bu sözümüz ve meşveretten dört saat sonra, aynen o Ahmed Ağa habersiz çıktı geldi.

    Aynı günde siyah bir mürekkebimiz vardı. Keşke güzel bir kırmızı mürekkebimiz olsaydı dedik. Biraz o mürekkebden taş üzerine döktük, siyah ve mor idi. Sonra yazmaya başladık. Tam istediğimiz tarzda kırmızı oldu. Bu hale yedi sekiz kişi pek çok hayret ettik. Bu işi de bir fâl-i hayır addettik. Fesübhanallah dedik, bunda bir sır var. Sonra birdenbire hatırıma geldi; Şam-ı Şerif’te eniştem Molla Said var, bir kısım kitapları Ahmed Ağa’ya verip göndereceğim, dedikten sonra tam bir sıddık olan Nuh Bey hatırıma geldi.

    Evvel başka memleket niyetiyle, sonra İstanbul’daki kardeşlerin istemesiyle, siyah tali’imiz suretini değiştirip parlayacaktır diye mana verdik. Sonra Mısır’a niyet edip yazdırdığım kitapları, en lâyık Van’ı ve en sadıkı Nuh’u gördüm, ona göndereceğim diye Ahmed Ağa gittikten sonra, onun arkasından Burdur’a kadar gönderdim.

    Sonra bu işte öyle bir muvaffakiyet ve teshilat göründü ki şüphe bırakmadı ki burada bir sır var. Nazar-ı dikkati celbetti. Dikkat ettik ki evvelki mektupta size yazdığımız gibi İstanbul’da oturan bir adam, üç defa buraya misafireten gelerek, onun eliyle Nuh Bey’in üç defa mektup telgrafı elime geçiyor. Ve en sevdiğim Hulusi Bey ve Molla Abdülmecid ve Molla Hamid ve Hoca Abdülmecid Efendilerin selâmları ve isimlerini bir mektupta, yine o Mehmed Efendi geçen sene bana o getirdi. Dedim: Bu bir işaret-i inayettir, bu tesadüfî değil.

    Sonra Nuh’un hediyesi, yirmi beş liralık kıymetinde bir teneke, bizim namımıza geldiğini işittik. Arkadaşlarla beraber hesap ettik ki biz burada hangi tarihte kitap hediyelerini Nuh için hazırlıyorduk. Aynı tarihte Nuh habersiz olarak kırk gün mesafede, bize o nisbette ve mana cihetiyle onun gibi mübarek hediyeyi hazırlıyordu. Bu tevafuk kat’iyen tesadüf değil. Hattâ bir kısım dostlar dediler ki bu Nuh Bey’in kerametidir. Acaba Nuh Bey’in kerameti var mı ki biliyormuş gibi mukabilini gönderiyor dediler.

    Dedim ki: İhlasın ve sadakatin dahi velayet gibi kerameti var. Belki bazen daha fevkindedir.

    Hediyenin vürûdundan sonra, bir ay kadar kaza merkezinde bıraktık, almadık. Sonra Nuh’un mektubunu aldıktan sonra getirterek açtık, hayrette kaldık. Tasavvurumuzun bütün bütün fevkinde çıktı. Bu teberrüke karşı istiğna değil belki bir iltifat-ı Ravza-i Mutahhara olduğundan ona karşı dilencilikle iftihar ediyorum.

    كُلُّ شَى۟ءٍ مِنَ ال۟حَبٖيبِ حَبٖيبٌ sırrınca Habib’in diyarından gelen her şey mahbubdur. Ve onun içinde bir, bilhassa Ravza-i Mutahhara’nın levha-yı müzeyyene ve münevveresi var idi. Bir kısım sanat-ı İlahiyenin bir nevi küçük müzehanesi şekline getirdiğim hücremin duvarına, o levha-yı mübarekeyi dahi ta’lik ettim ve karşısında oturdum; derince, müştakane temaşaya başladım. Birden o levhada bana ihtar eder gibi kalbime geldi: “Bizler senin risalelerinin manidar işaretleriyiz.”

    Fesübhanallah dedim, bu hediye içinde sırlar var. Tetkike başladım. Baktım ki gönderdiğim risaleler kaç parçadır, her bir parçaya mukabil bir nevi hediye var. Yirmi bir parça hem risalelerden hem teberrükten saydım. Bu çeşit teberrükü şimdiye kadar işitmemiştim. Hiçbir hacı böyle bir zamanda, böyle merak edip her neviden bir kısım alsın. Hem benim hesabıma Medine-i Münevvere’nin mübarek eşyasını bana ayırıp göndersin. Bu demek Nuh muh işi değil. Ravza-i Mutahhara sahibinin bu teberrük içinde bir iltifatı vardır.

    Madem kitapların parçaları ve hediyelerin nevileri birbirine tevafuk ediyor. Öyle ise her bir nevi, bir nevi kitaba işareti var, münasebeti var. Şu gözümün önündeki levha ise Mu’cizat-ı Ahmediye namında aslı beş parçadan ibaret On Dokuzuncu Mektup’a muvafakat münasebeti var. Çünkü şu levha o Ravza-i Mutahhara’nın ve Hücre-i Saadet’in suretini gösterdiği gibi, Mu’cizat-ı Ahmediye Risalesi dahi asr-ı saadetin manevî suretini almıştır. Şu beş minare, o beş parçaya işaret ediyor. Şu kubbe, Mi’rac Risalesi’ne bakıyor.

    Öyle ise sair nevlerin dahi risalelerin nevlerine işaret eder diye dikkat ettim ki yedi nevi hurma gönderilmiş. Bir parçası büyükçe, otuz üç tane kadar. Fesübhanallah dedim, yedi nev’i göndermekte ne mana var? Birden kalbime geldi ki: İman-ı billaha dair yedi nevi ile aynı hakikat yazılmış, Van’a gönderilmiş. Dikkat ettim, evet mevzu vahdaniyet-i İlahiye olduğu halde Yirminci Mektup ile sureti küçük, manası pek büyük zeyliyle ve Yirmi İkinci Söz her biri birer risale, Birinci Makam, İkinci Makamı ve Otuz İkinci Söz Üçüncü Mevkıfı ile evvelki iki mevkıf her biri birer risale hükmünde ve Otuz Üçüncü Mektup, Otuz Üç Pencere ile yedi risaledir. O da aynen yedi nevi envar-ı marifetullahtan bir şems-i hakikatin ziyasındaki elvan-ı seb’a gibi bir mahiyet gösterdiğinden, Medine-i Münevvere’nin hediyesi içinde hakikat-i hurmadan yedi nevi Nuh Bey’in eline verilip buraya kadar gönderilmesi, o yedi Nur’a tevafukla, bir makbuliyet işareti veriyor dedik, Allah’a şükrettik.

    Hem o neviden birisi otuz üç tane olması, o risalelerin birisi Otuz Üç Pencere olması ve hediye içindeki tesbih üç defa otuz üç olması, Otuz Üçüncü Söz’ün Otuz Üçüncü Mektup’undan otuz üç penceresine muvafakatı; Nuh’u ihtiyarsız, sırf bir vasıta-i zâhirî olarak bize gösterdi. Nuh’a değil belki Ravza-i Mutahhara’ya karşı minnettarane, müteşekkirane baktık.

    Sonra o mübarek mâ-i zemzem, büyükçe bir şişe ve parlak, nurani bir surette içinden çıkması… Dedik ki: Madem o levha-yı mübarek Mu’cizat-ı Ahmediye’ye, o yedi nevi hurma marifetullaha ve resail-i tevhide işaret var. Elbette bu mâ-i zemzem dahi âb-ı hayatın mâ-i zemzemesini kâinata dağıtan Kur’an-ı Mübin’in menbaı ve birinci mahall-i nüzulü bi’r-i zemzeme civarı olduğundan Yirmi Beşinci Söz olan İ’caz-ı Kur’an’a işaret vardır. Ve alâmet-i makbuliyet olarak telakki ediyoruz.

    Said Nursî



    Barla Lahikası 210. Mektup ⇐ | Barla Lahikası | ⇒ Barla Lahikası 212. Mektup