Kastamonu Lahikası 157. Mektup

    Risale-i Nur Tercümeleri sitesinden
    Diğer diller:

    بِاس۟مِهٖ سُب۟حَانَهُ وَ اِن۟ مِن۟ شَى۟ءٍ اِلَّا يُسَبِّحُ بِحَم۟دِهٖ

    اَلسَّلَامُ عَلَي۟كُم۟ وَ رَح۟مَةُ اللّٰهِ وَ بَرَكَاتُهُ

    Aziz, sıddık kardeşlerim!

    Sizin mi’racınızı tebrik ve Mi’rac Sahibi’nin (asm) sünnet-i seniyesine sizi ve bizi tam muvaffak eylemesine rahmet-i İlahiyeden niyaz ediyoruz. Size, bu bir iki gün zarfında nazar-ı dikkati celbeden bir iki küçük meseleyi yazıyorum:

    Evvela: Risale-i Nur şakirdlerinin bir kısmı bekâr kalmaklığın çok sebeplerinden bir sebebini gösteren bir hâdise:

    Bugünlerde, gençlik darbesini yiyen ve bekâr kalan ve teselli bulmak için Risale-i Nur ile alâkadarlığa çalışan ve mühim bir mektepte ders almaya meşgul ve ehemmiyetli bir adamın kerîmesi bulunan hanıma, icmalen bir hakikat söyledim. Belki o havalide bazılara faydası var diye yazıyorum.

    Dedim ki: Madem gençlik darbesini yedin, bir vazife-i fıtriye olan tenasül kanununa daha girme. Çünkü o vazifenin mukabilinde ücret olarak erkeğin aldığı muvakkat lezzet ve keyif bir derece bidayette kâfi geliyor. Fakat bîçare kadın, o vazife-i fıtriyede bir sene ağır yükü çekmeye ve bir iki sene veledin meşakkatine, beslemesine ve açık saçıklık sebebiyle kocasının nazarında sadakatsizlik ittihamı ve kocasının da gözü dışarıda olmak ihtimali ve ona samimi merhamet etmemesi cihetiyle, daimî sıkıntılara ve vicdanî azaplara mukabil; izdivaçta aldığı muvakkat bir keyif ve lezzet, bu bozuk zamanda ona o vazifeye mukabil yüzden birisine mukabil gelemiyor. Ve bilhassa küfüvv-ü şer’î tabir edilen, birbirine seciyeten ve diyaneten liyakat bulunmadığından daha ziyade azap çektirir. Ve bilhassa terbiye-i İslâmiye haricinde, Müslüman namı altında olanlar, imandan gelen hürmet ve merhamet-i mütekabileyi bulamadıklarından bütün bütün saadet-i hayatiyeyi mahvediyor, cehennem azabı çektiriyor.

    Hem peder hem valide, tenasül kanunundaki vazifede çektikleri çok meşakkat ve gördükleri çok hizmete mukabil; yalnız veledin dünyada kemal-i hürmet ve itaatle, şefkatlerine ve hizmetlerine bedel hâlis bir hürmet ve sadıkane bir itaat ve vefatlarından sonra salahatiyle ve hayratıyla ve dualarıyla onların defter-i a’maline hasenat yazdırmak ve on beş seneden evvel masumen ölmüş ise onlara kıyamette şefaatçi olmak ve cennette onların kucağında sevimli bir çocuk olmaktır.

    Şimdi ise terbiye-i İslâmiye yerine mimsiz medeniyet terbiyesi yüzünden, ondan belki yirmiden belki kırktan bir çocuk ancak peder ve validesinin çok ehemmiyetli hizmet ve şefkatlerine mukabil mezkûr vaziyet-i ferzendaneyi gösterir. Mütebâkisi endişelerle şefkatlerini daima rencide ederek, o hakiki ve sadık dostlar olan peder ve validesine vicdan azabı çektirir ve âhirette de davacı olur: “Neden beni imanla terbiye ettirmediniz?” Şefaat yerinde, şekvacı olur.

    İkinci Mesele: Dünkü gün, beş tevafuk-u latîfeden kat’î bir kanaat bize geldi ki en cüz’î ve ehemmiyetsiz işlerimizde de inayetkârane bir dikkat altındayız.

    Birincisi: Ben kapıya çıktığım vakit, me’mulün hilafında Risale-i Nur şakirdlerinden dört tane Ahmedler –bana alâkadar birer maksadı yapacak– birden beraber kapıya geldiler; iki tane köylerden, ikisi de burada ayrı ayrı mahallelerden.

    Hem yine Risale-i Nur’un mühim bir talebesi Köroğlu Ahmed’e bir miktar yoğurt hem teberrük hem tayin olarak verdik. Daha elinde yoğurdu tutarken Risale-i Nur’un masum talebelerinden Hilmi’nin mahdumu Ahmed, elinde öteki Ahmed’e verdiğim miktar yoğurtla kapıyı açtı. Risale-i Nur talebelerinden altı Ahmed’in bir günde bu çeşit tevafukatı tesadüfe benzemez belki o Ahmedlere nazar-ı dikkati celbeden bir işarettir.

    İkincisi: Muhacir, fakir bir kadın benden bir teberrük istedi. Ben de bir gömlek verdim. Beş dakika sonra, aynı isimde bir kadın, bir gömleği bana kabul ettirmek için mühim bir vasıtayı bulup gönderdi. Tevafuk hatırı için kabul ettim.

    Hem aynı gün, bazı müstahak zatlara yarı yağımı verirken kap fazla almış, pek az bana kaldı. Aynen onlar daha o yağı almadan –benim niyetimde– bana kalacak miktar kadar, uzak bir köyden kitaplarımı okumak mukabilinde geldi. Onu da o tevafuk hatırı için kabul ettim.

    Üçüncüsü: Aynı günde ben, at üzerinde seyahate (gezmeye) giderken arkamda bir atlı süratle geliyor. İndi, ayağıma üzengiye sarıldı. Tanımadığım bir adam.

    Dedim: “Sen kimsin? Bu kadar dostluk gösteriyorsun.”

    Dedi: “Ben Kuzca hatibiyim.” Halbuki Kastamonu’da hiç bu namda bir karye bulunduğunu bilmiyordum. Sonra geldim. İki Ispartalı asker yanıma geldiler.

    Birisi dedi: “Ben Kuzca hatibinden sana mektup getirdim.”

    Bu acib tevafuk bana, bu iki ayrı ayrı vilayette hem böyle tevafuk etmeleri, Risale-i Nur hizmetinde sadakatle çalışmalarına bir işarettir. Bu münasebetle Sabri, Kuzca hatibine benim tarafımdan çok selâm etsin. Onu, has talebeler içinde manevî kazançlara şerik ediyoruz. Hususi mektup yazmak âdetimiz olmadığından, ona ayrıca mektup yazamadığımızdan gücenmesin.

    Tatlı bir tevafukun meyvesini, aynı gün daha şirin bir tarzda gördüm. Şöyle ki:

    İki asker, kemal-i sevinçle gayet dostane “Sen Ispartalısın, bizim hemşehrimizsin.” Ben de dedim: “Maaliftihar her cihetle Ispartalıyım. Isparta, taşıyla toprağıyla benim nazarımda mübarektir, benim vatanımdır. Ve her biri yüze mukabil, yüzer ve binler hakiki kardeşlerimin meskat-ı re’sleridir.”

    Evet, bu havaliye gelen Ispartalılar asker olsun başkalar olsun, ekseriyet-i mutlaka ile beni hemşehri biliyorlar. Hangisi benimle görüşüyor “Sen Ispartalı mısın?” Ben de diyorum: Maaliftihar, ben Ispartalıyım. Ve Isparta’da o kadar hakiki kardeşlerim ve akariblerim var ki meskat-ı re’sim olan Nurs karyesine pek çok cihetlerle tercih ediyorum. Ve büyük Isparta’nın bir küçük evladı hükmünde olan Isparta nahiyemize, büyük Isparta’nın bir tek köyünü tercih ediyorum. O kadar hâlis, kahraman kardeşleri bana veren Isparta taşı da toprağı da bana ve belki Anadolu’ya mübarek olmuş. İnşâallah hem Anadolu’ya hem âlem-i İslâm’a neşrettikleri nur tohumları birer rahmete mazhar olur, sümbül verir. Hem gıda hem ziya hem deva olup; manevî galâ ve veba ve zulmü ve zulmeti dağıtır.

    Dördüncüsü: Sâbık üç tevafuku yazdıktan sonra büyük Hâfız Ali’nin gayet güzel mektubuyla, Hulusi-i sâlis Abdullah Çavuş’un manidar mektubu ve Hulusi Bey’in ve Kâtip Osman’ın kıymetli mektuplarını aldım. Hâfız Ali’nin mektubunda yazdığı şu fıkra, Konya âlimlerinin Risale-i Nur’u yazmakta ve takdir etmekte olduklarını ve tefsir sahibi Hoca Vehbi’nin (rh) Risale-i İhlas karşısında mağlubiyetle beraber, Risale-i Nur’a karşı hayran ve takdirkâr olması münasebetiyle, Hâfız Ali demiş: “Risale-i Nur’un bir kerametidir, öküze et ve arslana ot atmaz. Öküze ot verir, arslana et verir. O arslan hocanın en evvel İhlas Risaleleri eline geçmiş.”

    İşte Hâfız Ali’nin bu mektubunu aldığımdan ya altı ya yedi gün evvel, Karadağ’dan inerken birden diyordum: “Yahu! Ata et, arslana ot atma; arslana et, ata ot ver.” Bu kelimeyi beş altı defa hoşuma gitmiş tekrar ediyordum. Ya Hâfız Ali benden evvel yazmış, bana da söylettirdi veyahut ben evvel söylemişim, ona yazdırılmış. Yalnız bu garib tevafukta bir farkımız var. O, öküze ot demiş; ben, ata ot demişim.


    Kastamonu Lahikası 156. Mektup ⇐ | Kastamonu Lahikası | ⇒ Kastamonu Lahikası 158. Mektup