İçeriğe atla

Yirmi Dokuzuncu Mektup/en: Revizyonlar arasındaki fark

"====The Ninth====" içeriğiyle yeni sayfa oluşturdu
Değişiklik özeti yok
("====The Ninth====" içeriğiyle yeni sayfa oluşturdu)
 
(Aynı kullanıcının aradaki diğer 203 değişikliği gösterilmiyor)
15. satır: 15. satır:
This time in  your letter  you  want an answer to an important question which neither my time nor my state of mind permit me to answer.
This time in  your letter  you  want an answer to an important question which neither my time nor my state of mind permit me to answer.


<div lang="tr" dir="ltr" class="mw-content-ltr">
My brother! Praise be to God, this year the numbers of those writing out the treatises have grown considerably. The copies come to me for the second correction and I am busy doing them speedily from morning to evening. Other important jobs remain  undone  but  I  consider  this  duty  to  be  far  more  important. The  heart predominates over the reason in  the months of Sha‘ban and Ramadan in particular, and the spirit becomes animated. So I shall postpone this important matter to another time and write to you about it gradually whenever my heart is inspired by Almighty
Kardeşim, bu sene elhamdülillah risaleleri yazanlar pek çoğalmış. İkinci tashih bana geliyor. Sabahtan akşama kadar süratli bir tarzda meşgul oluyorum. Çok mühim işlerim de geri kalıyor ve bu vazifeyi daha azîm görüyorum. Hususan şaban ve ramazanda, akıldan ziyade kalp hissedardır, ruh hareket eder. Şu mesele-i azîmeyi başka vakte ta’lik edip ne vakit Cenab-ı Hakk’ın rahmetinden kalbe sünuhat gelse tedricen size yazılır. Şimdilik üç nükteyi '''(Hâşiye<ref>'''Hâşiye:''' Bilâhare dokuz nükteye tamamlanmıştır.</ref>)'''beyan edeceğim:
God’s mercy. For now I shall explain three points.(*<ref>*The nine points were finally completed.</ref>)
</div>


<div lang="tr" dir="ltr" class="mw-content-ltr">
<span id="Birinci_Nükte"></span>
=== Birinci Nükte ===
===FIRST POINT===
</div>


<div lang="tr" dir="ltr" class="mw-content-ltr">
The idea expressed as: “The All-Wise Qur’an’s mysteries are not known; the Qur’anic commentators have not understood its reality” has two aspects, and there are two groups of people who say it:
“Kur’an-ı Hakîm’in esrarı bilinmiyor, müfessirler hakikatini anlamamışlar.” diye beyan olunan fikrin iki yüzü var ve onu diyen, iki taifedir:
</div>


<div lang="tr" dir="ltr" class="mw-content-ltr">
'''The First'''are the people of truth and the exacting scholars. They say: “The Qur’an is an unending, inexhaustible treasury. Every era both submits to and accepts its established,  incontestible matters, and receives its share of its hidden truths as a sort of supplement; it cannot trespass on the shares of other ages which are concealed.”
'''Birincisi:''' Ehl-i hak ve ehl-i tetkiktir. Derler ki: “Kur’an, bitmez ve tükenmez bir hazinedir. Her asır nusus ve muhkematını teslim ve kabul ile beraber, tetimmat kabîlinden hakaik-i hafiyesinden dahi hissesini alır; başkasının gizli kalmış hissesine ilişmez.”
</div>


<div lang="tr" dir="ltr" class="mw-content-ltr">
Yes, that is to say, as time passes the All-Wise Qur’an’s truths are increasingly disclosed. But not, God forbid! so as to cause doubt concerning the self-evident Qur’anic truths that previous generations have expounded. For belief in them is obligatory; they are established, definite, fundamental, and basic.
Evet, zaman geçtikçe Kur’an-ı Hakîm’in daha ziyade hakaiki inkişaf eder, demektir. Yoksa hâşâ ve kellâ selef-i salihînin beyan ettikleri hakaik-i zâhiriye-i Kur’aniyeye şüphe getirmek değil. Çünkü onlara iman lâzımdır. Onlar nasstır, kat’îdir, esastırlar, temeldirler.
</div>


<div lang="tr" dir="ltr" class="mw-content-ltr">
The verse, “A perspicuous  Arabic Qur’an”(16:103) states that its meaning is clear. From beginning to  end, the divine address revolves around those  meanings, corroborating them and  making  them clear. Not  to  accept  those authoritative meanings  suggests, God forbid!, denying Almighty God and  insulting the Messenger’s (UWBP) understanding.
Kur’an عَرَبِىٌّ مُبٖينٌ fermanıyla manası vâzıh olduğunu bildirir. Baştan başa hitab-ı İlahî, o manalar üzerine döner, takviye eder, bedahet derecesine getirir. O mensus manaları kabul etmemekten, hâşâ sümme hâşâ, Cenab-ı Hakk’ı tekzip ve Hazret-i Risalet’in fehmini tezyif etmek çıkar.
</div>


<div lang="tr" dir="ltr" class="mw-content-ltr">
That is to say, those authoritative meanings have been taken successively from the source of Messengership. Ibn Jarir al-Tabari wrote his great commentary relating all the meanings of the Qur’an through chains of authentic transmission to the source of Messengership.
Demek maânî-i mensusa, müteselsilen menba-ı Risaletten alınmıştır. Hattâ İbn-i Cerir-i Taberî bütün maânî-i Kur’an’ı muan’an senet ile müteselsilen menba-ı Risalete îsal etmiş ve o tarzda, mühim ve büyük tefsirini yazmış.
</div>


<div lang="tr" dir="ltr" class="mw-content-ltr">
'''The Second Group'''are either foolish friends who cause harm and make matters worse, or  they are diabolically cunning enemies who want to oppose the rulings of Islam and truths of belief. They want to find a way into the fortified Suras of the All- Wise Qur’an, which, in  your words, are each like steel strongholds. People like that spread about ideas like the above  in order, God forbid!, to excite doubts about the truths of belief and the Qur’an.
'''İkinci Taife:''' Ya akılsız bir dosttur, kaş yapayım derken göz çıkarıyor veya şeytan akıllı bir düşmandır ki ahkâm-ı İslâmiye ve hakaik-i imaniyeye karşı gelmek istiyor. Kur’an-ı Hakîm’in –senin tabirinle– birer polat kalesi hükmünde olan surlu sureleri içinde yol bulmak istiyor. Böyleler, hâşâ hakaik-i imaniye ve Kur’aniyeye şüphe îras etmek için bu nevi sözleri işaa ediyorlar.
</div>


<div lang="tr" dir="ltr" class="mw-content-ltr">
<span id="İkinci_Nükte"></span>
=== İkinci Nükte ===
===SECOND POINT===
</div>


<div lang="tr" dir="ltr" class="mw-content-ltr">
Almighty God swears by many things in the Qur’an. The Qur’anic oaths contain numerous mysteries and significant points.
Cenab-ı Hak, Kur’an’da çok şeylere kasem etmiş. Kasemat-ı Kur’aniyede çok büyük nükteler var, çok sırlar var.
</div>


<div lang="tr" dir="ltr" class="mw-content-ltr">
For example, the oath in “By the Sun and its  [glorious] splendour”(91:1) forms  the  basis of the splendid  comparison in  the Eleventh Word; it depicts the universe as a palace and a city.
Mesela وَالشَّم۟سِ وَضُحٰيهَا da kasem, On Birinci Söz’deki muhteşem temsilin esasına işaret eder. Kâinatı bir saray ve bir şehir suretinde gösterir.
</div>


<div lang="tr" dir="ltr" class="mw-content-ltr">
The oath of “Ya. Sin. * By  the  Qur’an  full  of  wisdom”(36:1-2)  calls  attention  to  the  sacredness  of  the Qur’an’s miraculousness,  and indicates that it is so worthy of veneration it can be sworn by.
Hem يٰسٓ ۝ وَال۟قُر۟اٰنِ ال۟حَكٖيمِ deki kasem ile i’cazat-ı Kur’aniyenin kudsiyetini ve ona kasem edilecek bir derece-i hürmette olduğunu ihtar eder.
</div>


<div lang="tr" dir="ltr" class="mw-content-ltr">
The oaths in “By the star when its goes down,”(53:1) and “Furthermore I call to witness the setting of the stars, * And that is indeed a mighty adjuration if you but knew”(56:75-6) indicate that falling stars are a  sign that jinns and devils have been prevented  from receiving news  from the  Unseen  so  that  they cannot cause doubts about revelation. They also point to the vast power and perfect wisdom in the awesomely vast stars being set in their places in perfect order and in the planets being made to revolve in wondrous manner.
وَ النَّج۟مِ اِذَا هَوٰى ۝ فَلَٓا اُق۟سِمُ بِمَوَاقِعِ النُّجُومِ ۝ وَاِنَّهُ لَقَسَمٌ لَو۟ تَع۟لَمُونَ عَظٖيمٌ
deki kasem, yıldızların sukutuyla vahye şüphe îras etmemek için cin ve şeytanların gaybî haberlerden kesilmelerine alâmet olduğuna işaret etmekle beraber, yıldızları dehşetli azametleriyle ve kemal-i intizam ile yerlerine yerleştirmek ve seyyaratları hayret-engiz bir surette döndürmekteki azamet-i kudret ve kemal-i hikmeti, o kasem ile ihtar ediyor.
</div>


<div lang="tr" dir="ltr" class="mw-content-ltr">
With the oaths, “By the [winds] that scatter and broadcast;”(51:1) * “By the [winds] sent forth,”(71:1) it attracts attention to the angels appointed to the winds, in order to call to mind the significant instances of wisdom in the disposal of the air and its movement in waves. For the elements, which are supposed to be governed by chance, perform important duties for most subtle purposes; and so on. All the oaths and their positions contain different points and different purposes.
وَالذَّارِيَاتِ ۝ وَال۟مُر۟سَلَاتِ daki kasemde, havanın temevvücatı ve tasrifatı içinde mühim hikmetleri ihtar etmek için rüzgârlara memur melâikelere kasem ile nazar-ı dikkati celbediyor ki tesadüfî zannolunan unsurlar, çok nazik hikmetleri ve ehemmiyetli vazifeleri görüyorlar ve hâkeza… Her bir mevkiin, ayrı ayrı nüktesi ve faydası vardır.
</div>


<div lang="tr" dir="ltr" class="mw-content-ltr">
For now, since the time is inconvenient, I shall indicate briefly only one fine point out of many in the oath, “By the fig and the olive,”(95:1) as follows:
Vakit müsait olmadığı için yalnız icmalen وَ التّٖينِ وَ الزَّي۟تُونِ kasemindeki çok nüktelerinden bir nükteye işaret edeceğiz. Şöyle ki:
</div>


<div lang="tr" dir="ltr" class="mw-content-ltr">
By swearing by the fig and the olive, Almighty God calls to mind the immensit y of His power and the perfection of His mercy and His extensive bounties, in order to redirect those  people who are heading for the lowest of the low, showing that they may progress spiritually, through thanks, reflection, belief, and good works as far as the highest of the high.
Cenab-ı Hak, tîn ve zeytin ile kasem vasıtasıyla, azamet-i kudretini ve kemal-i rahmetini ve büyük nimetlerini ihtar ederek, esfel-i safilîn tarafına giden insanın yüzünü o taraftan çevirip şükür ve fikir ve iman ve amel-i salih ile tâ a’lâ-yı illiyyîne kadar terakkiyat-ı maneviyeye mazhar olabilmesine işaret ediyor. Nimetler içinde tîn ve zeytinin tahsisinin sebebi, o iki meyvenin çok mübarek ve nâfi’ olması ve hilkatlerinde de medar-ı dikkat ve nimet çok şeyler bulunmasıdır.
</div>


<div lang="tr" dir="ltr" class="mw-content-ltr">
The reason for specifying the fig and the olive is that as fruits they are  most blessed  and  beneficial,  and  their  creation comprises  many  notable things and bounties. For the olive is utilized for illumination and food, and is a basic commodity in social and  commercial  life.  The  fig is  the  same;  it  displays  in its creation a miracle of power by encapsulating in its miniscule seed all the members of the huge fig-tree, and is a divine bounty both in its being a food, and its  uses, and contrary to other fruits its continuity, and many other advantages. It calls all this to mind with the oath and instructs man to draw lessons from them so as to believe and perform good works, and not to fall to the lowest of the low.
Çünkü hayat-ı içtimaiye ve ticariye ve tenviriye ve gıda-yı insaniye için zeytin, en büyük bir esas teşkil ettiği gibi; incirin hilkati, zerre gibi bir çekirdekte koca incir ağacının cihazatını saklayıp dercetmek gibi bir hârika mu’cize-i kudreti gösterdiği gibi; taamında, menfaatinde ve ekser meyvelere muhalif olarak devamında ve daha sair menafiindeki nimet-i İlahiyeyi kasem ile hatıra getiriyor. Buna mukabil, insanı iman ve amel-i salihe çıkarmak ve esfel-i safilîne düşürmemek için bir ders veriyor.
</div>


<div lang="tr" dir="ltr" class="mw-content-ltr">
<span id="Üçüncü_Nükte"></span>
=== Üçüncü Nükte ===
===THIRD POINT===
</div>


<div lang="tr" dir="ltr" class="mw-content-ltr">
The disjointed letters at the start of some Suras are a divine cipher. Almighty God makes allusion to matters of the Unseen with them for His special servant. The key to the cipher is with that servant, and with his heirs. The All-Wise Qur’an addresses all eras  and  all  the  groups  of  mankind. It  contains  numerous  different  aspects  and meanings that comprise the share of every class in every age. The purest share was that of the righteous first generations of Islam, and they expounded it. The people of sainthood and the verifiers of realit y have found in their writings numerous allusions to the matters of the Unseen pertaining to spiritual  journeying. We have discussed them to a small extent from the point of view of the miraculousness of the Qur’an’s eloquence in the commentary called Isharat al-I’jaz (Signs of Miraculousness), at the start of Sura al-Baqara; it may be referred to.
Surelerin başlarındaki huruf-u mukattaa İlahî bir şifredir. Has abdine, onlarla bazı işaret-i gaybiye veriyor. O şifrenin miftahı, o abd-i has’tadır hem onun veresesindedir. Kur’an-ı Hakîm madem her zaman ve her taifeye hitap ediyor; her asrın her tabakasının hissesini câmi’ çok mütenevvi vücuhları, manaları olabilir. Selef-i Salihîn ise en hâlis parça onlarındır ki beyan etmişler. Ehl-i velayet ve tahkik, seyr ü sülûk-u ruhaniyeye ait çok muamelat-ı gaybiye işaratını onlarda bulmuşlar. İşaratü’l-İ’caz tefsirinde “El-Bakara” Suresi’nin başında, i’caz-ı belâgat noktasında bir nebze onlardan bahsetmişiz; müracaat edilsin.
</div>


<div lang="tr" dir="ltr" class="mw-content-ltr">
<span id="Dördüncü_Nükte"></span>
=== Dördüncü Nükte ===
===FOURTH POINT===
</div>


<div lang="tr" dir="ltr" class="mw-content-ltr">
The Twenty-Fifth Word has proved that a true translation of the All-Wise Qur’an is not possible. Also, the elevated style of its miraculousness cannot be translated. It would be extremely difficult to express and make understood the  pleasure and reality arising from the elevated style in the miraculousness of its meanings (mânevî i’caz). However, we shall allude to one or two aspects of it in order to show the way, as follows:
Kur’an-ı Hakîm’in hakiki tercümesi kabil olmadığını Yirmi Beşinci Söz ispat etmiştir. Hem manevî i’cazındaki ulviyet-i üslup ise tercümeye gelmez. Manevî i’cazında olan ulviyet-i üslup cihetinden gelen zevk ve hakikati beyan ve ifham etmek pek müşkül. Fakat yolu göstermek için bir iki cihete işaret edeceğiz. Şöyle ki:
</div>


<div lang="tr" dir="ltr" class="mw-content-ltr">
And among His signs is the creation of the heavens and the earth, and the variations in your languages and your colours.(30:22) * And the heavens will be rolled up in His right hand.(39:67) * He creates you in the wombs of your mothers in stages, one after another, in three veils of darkness.(39:6) * Who created the heavens and the earth in six days.(7:54, etc.) * Comes in between a man and his heart.(8:24) * From whom is not hidden the least little atom.(34:3) * He merges night into day, and He merges day into night; and He has full knowledge of the secrets of [all] hearts.(57:6)Through  verses  like  these,  with  a  wondrously  elevated  style  and  miraculous comprehensiveness,  the  Qur’an  of  Miraculous  Exposition  depicts  the  reality  of creativity for the imagination, indicating the following:
Kur’an-ı Mu’cizü’l-Beyan
وَمِن۟ اٰيَاتِهٖ خَل۟قُ السَّمٰوَاتِ وَال۟اَر۟ضِ وَاخ۟تِلَافُ اَل۟سِنَتِكُم۟ وَ اَل۟وَانِكُم۟ ۝ وَالسَّمٰوَاتُ مَط۟وِيَّاتٌ بِيَمٖينِهٖ ۝ يَخ۟لُقُكُم۟ فٖى بُطُونِ اُمَّهَاتِكُم۟ خَل۟قًا مِن۟ بَع۟دِ خَل۟قٍ فٖى ظُلُمَاتٍ ثَلَاثٍ ۝ خَلَقَ السَّمٰوَاتِ وَال۟اَر۟ضَ فٖى سِتَّةِ اَيَّامٍ ۝ يَحُولُ بَي۟نَ ال۟مَر۟ءِ وَقَل۟بِهٖ ۝ لَا يَع۟زُبُ عَن۟هُ مِث۟قَالُ ذَرَّةٍ ۝ يُولِجُ الَّي۟لَ فِى النَّهَارِ وَيُولِجُ النَّهَارَ فِى الَّي۟لِ وَ هُوَ عَلٖيمٌ بِذَاتِ الصُّدُورِ
gibi âyetlerle, o derece hârika bir ulviyet-i üslup ve i’cazkârane bir cemiyet içinde hallakıyetin hakikatini hayale tasvir ediyor, gösteriyor ki:
</div>


<div lang="tr" dir="ltr" class="mw-content-ltr">
“With whichever hammer the universe’s builder, who is the Maker of the world, fastened the sun and moon in their places, with the same hammer and at the same instant He fixes atoms in their places, for example in the pupils of  living creatures’ eyes. And with whichever measure, whichever immaterial instrument, He arranged the heavens and unfolded them, at the same instant and with the same arrangement, He opens up the eye removing its veils; He makes it, orders it, and situates it. And with whichever immaterial hammer of His power, the All-Glorious Maker fastens the stars to the skies, with that same hammer He  fastens  man’s  innumerable  distinguishing  marks  on  his  countenance  and  his external and inner senses in their places.”
“Sâni’-i âlem olan şu kâinatın ustası, iş başında olarak şems ve kameri hangi çekiç ile yerlerine çakıyorsa; aynı çekiç ile aynı anda zerreleri yerlerine –mesela, zîhayatların göz bebeklerinde– yerleştiriyor. Semavatı hangi ölçü ile hangi manevî âlet ile tertip edip açıyorsa; aynı anda, aynı tertip ile gözün perdelerini açar, yapar, tanzim eder, yerleştirir. Hem Sâni’-i Zülcelal manevî kudretin hangi manevî çekici ile yıldızları göklere çakıyorsa aynı o manevî çekiç ile beşerin simasındaki hadsiz alâmet-i farika noktalarını ve zâhirî ve bâtınî duygularını yerlerine nakşediyor.” diye ifade eder.
</div>


<div lang="tr" dir="ltr" class="mw-content-ltr">
That is to say, in order to show His works to both the eye and the ear while He is at work, the All-Glorious Maker strikes a hammer on an atom with the verses of the Qur’an, and with another word of the same verse strikes the hammer on the sun; with an elevated style as though striking it right in the centre, He demonstrates His unity within His oneness, and His infinite glory within His infinite beauty, and His infinite tremendousness within His infinite concealedness, and His infinite breadth within His infinite precision, and His infinite majesty within His infinite mercy, and His infinite distance within His infinite proximity. The Qur’an  expresses the ultimate degree of the combining of opposites, which is considered to be impossible, in a way that is necessary; it proves this and demonstrates it.
Demek, o Sâni’-i Zülcelal iş başında… İşlerini hem göze hem kulağa göstermek için âyât-ı Kur’aniye ile bir çekici zerreye vuruyor; aynı âyetin diğer kelimesiyle, o çekici şemse vuruyor; merkezine çakar gibi ulvi üslup ile vahdaniyeti ayn-ı ehadiyet içinde ve nihayet celali nihayet cemal içinde ve nihayet azameti nihayet hafâ içinde ve nihayet vüs’ati nihayet dikkat içinde ve nihayet haşmeti nihayet rahmet içinde ve nihayet bu’diyeti nihayet kurbiyet içinde gösterir. Muhal telakki edilen cem’-i ezdadın en uzak mertebesini, vâcib derecesindeki bir suretini ifade eder, ispat edip gösterir.
</div>


<div lang="tr" dir="ltr" class="mw-content-ltr">
Thus, it is this sort  of exposition and style that causes the most wondrous literary genius to prostrate before its eloquence.
İşte bu tarz ifadesi ve üslubudur ki en hârika edibleri, belâgatına secde ettiriyor.
</div>


<div lang="tr" dir="ltr" class="mw-content-ltr">
And for example, through the verse,And among His signs is this, that heaven and earth stand by His command; then  when  He  calls  you,  by  a  single  call,  from  the  earth,  behold,  you [straight away] come forth,(30:25)Almighty God shows the magnificence of the sovereignty of His dominicality in the following elevated manner:
Hem mesela وَمِن۟ اٰيَاتِهٖٓ اَن۟ تَقُومَ السَّمَٓاءُ وَال۟اَر۟ضُ بِاَم۟رِهٖ ثُمَّ اِذَا دَعَاكُم۟ دَع۟وَةً مِنَ ال۟اَر۟ضِ اِذَٓا اَن۟تُم۟ تَخ۟رُجُونَ âyetiyle, şöyle bir üslub-u âlî ile saltanat-ı rububiyetindeki haşmeti gösterir. Şöyle ki:
</div>


<div lang="tr" dir="ltr" class="mw-content-ltr">
At a single command or a signal like a bugle, the beings in the heavens and earth, which are like two obedient barracks or two orderly army headquarters, will spring up with alacrity and perfect obedience from their sleep in the veils of transience and non- existence.  Declaring:  “At  your  service!”,  they will  assemble  on  the  field  of  the resurrection and last judgement.
“Gökler ve zemin; iki mutî kışla hükmünde ve iki muntazam ordu merkezi suretinde tek bir emirle veya boru gibi bir işaretle, o iki kışlada fena ve adem perdesinde yatan mevcudat, o emre kemal-i süratle ve itaatle “Lebbeyk!” deyip meydan-ı haşir ve imtihana çıkarlar.
</div>


<div lang="tr" dir="ltr" class="mw-content-ltr">
With what miraculous and elevated style it describes the resurrection of the dead and Great Gathering! It points to  the following convincing proof contained in its assertion:
İşte haşir ve kıyameti ne kadar mu’cizane bir üslub-u âlî ile ifade edip ve o davanın içinde bir delil-i iknaîye işaret ediyor ki:
</div>


<div lang="tr" dir="ltr" class="mw-content-ltr">
observedly, seeds concealed as though dead in the darkness of the earth and drops of water hidden and dispersed, non-existent, in the atmosphere are raised to life swiftly and with perfect order every spring. They emerge onto the field of trial and examination, perpetual examples of resurrection. At the supreme resurrection, beings will emerge with same ease. Since you  observe the one here, you cannot deny the other. And so on. You can compare the degree of eloquence in other verses with this one.
“Bilmüşahede nasıl ki zeminin cevfinde saklanmış ve ölmüş hükmündeki tohumlar ve cevv-i semada, ademde ve küre-i havaiyede dağılmış, saklanmış katreler; nasıl kemal-i intizam ve süratle haşrolup her baharda meydan-ı tecrübe ve imtihana çıkıyorlar; zeminde hububat, semada katarat her vakit bir mahşer-nümun suretini alırlar; öyle de haşr-i ekber dahi öyle kolay zuhur eder. Madem bunu görüyorsunuz, onu dahi inkâr edemezsiniz” ve hâkeza… Şu âyetlere, sair âyâttaki derece-i belâgatı kıyas edebilirsiniz.
</div>


<div lang="tr" dir="ltr" class="mw-content-ltr">
Would it be possible to do a true translation of this sort of verse? Surely it would not! At best it would be an abbreviated meaning, or an interpretation, with five or six lines for each phrase.
Acaba, şu tarzdaki âyâtın hakiki tercümesi mümkün müdür? Elbette değildir! Olsa olsa ya kısa bir meal-i icmalî veya âyetin her cümlesi için beş altı satır tefsir yazmak lâzım gelir.
</div>


<div lang="tr" dir="ltr" class="mw-content-ltr">
<span id="Beşinci_Nükte"></span>
=== Beşinci Nükte ===
===FIFTH POINT===
</div>


<div lang="tr" dir="ltr" class="mw-content-ltr">
For example, “All praise be to God” (al-hamdulillah) is a Qur’anic phrase. Its briefest  meaning, required  by the  rules  of  grammar  and  rhetoric,  is  this:
Mesela اَل۟حَم۟دُ لِلّٰهِ bir cümle-i Kur’aniyedir. Bunun en kısa manası, ilm-i nahiv ve beyan kaidelerinin iktiza ettiği şudur:
</div>


<div lang="tr" dir="ltr" class="mw-content-ltr">
كُلُّ فَر۟دٍ مِن۟ اَف۟رَادِ ال۟حَم۟دِ مِن۟ اَىِّ حَامِدٍ صَدَرَ وَعَلٰى اَىِّ مَح۟مُودٍ وَقَعَ مِنَ ال۟اَزَلِ اِلَى ال۟اَبَدِ خَاصٌّ وَمُس۟تَحِقٌّ لِلذَّاتِ ال۟وَاجِبِ ال۟وُجُودِ ال۟مُسَمّٰى بِاللّٰهِ
كُلُّ فَر۟دٍ مِن۟ اَف۟رَادِ ال۟حَم۟دِ مِن۟ اَىِّ حَامِدٍ صَدَرَ وَعَلٰى اَىِّ مَح۟مُودٍ وَقَعَ مِنَ ال۟اَزَلِ اِلَى ال۟اَبَدِ خَاصٌّ وَمُس۟تَحِقٌّ لِلذَّاتِ ال۟وَاجِبِ ال۟وُجُودِ ال۟مُسَمّٰى بِاللّٰهِ
</div>


<div lang="tr" dir="ltr" class="mw-content-ltr">
“Each individual  instance  of all the sorts of praise that has been offered by whatever to whatever since pre-eternity and will be offered to post-eternity is particular to and due to the Necessarily Existent One alone, who is named Allah.”
Yani “Ne kadar hamd ve medih varsa kimden gelse kime karşı da olsa ezelden ebede kadar hastır ve lâyıktır o Zat-ı Vâcibü’l-vücud’a ki Allah denilir.”
</div>


<div lang="tr" dir="ltr" class="mw-content-ltr">
It is as follows: “Each individual instance of all the sorts of praise” is the consequence of the definite article “al” in “al-hamd.” As for the  qualification of “that has been offered by whatever,” since “praise” (hamd) is the verbal noun and the active participle has been omitted, it expresses generality in that sense. By omitting the passive participle it again expresses universality and generality, and therefore expresses the qualification “to whatever.” As  for  the  qualification of “from  pre-eternity  to  post-eternity,” it expresses this meaning  because  the  rule of transposing  from a verbal clause  to a  noun  clause indicates continuity. The prepositional  “lam”  in  “lillah”  [to  God],  expresses  the  meaning  of  sole  possession  and worthiness. As for the qualification of “the Necessarily Existent One, who is named Allah,” since necessary existence is the necessary requisite of the Godhead and a term signifying the All-Glorious Essence; comprising all the divine names and attributes and  being the  greatest  name,  the  name of  “Allah”  necessarily indicates both  the necessary existence and the title of “Necessarily Existent One.
İşte “ne kadar hamd varsa” “el-i istiğrak”tan çıkıyor. “Her kimden gelse” kaydı ise “hamd” masdar olup fâili terk edildiğinden, böyle makamda umumiyeti ifade eder. Hem mef’ulün terkinde, yine makam-ı hitabîde külliyet ve umumiyeti ifade ettiği için “her kime karşı olsa” kaydını ifade ediyor. “Ezelden ebede kadar” kaydı ise fiilî cümlesinden ismî cümlesine intikal kaidesi, sebat ve devama delâlet ettiği için o manayı ifade ediyor. “Has ve müstahak” manasını “lillah”taki “lâm-ı cer” ifade ediyor. Çünkü o “lâm” ihtisas ve istihkak içindir. “Zat-ı Vâcibü’l-vücud” kaydı ise vücub-u vücud, uluhiyetin lâzım-ı zarurîsi ve Zat-ı Zülcelal’e karşı bir unvan-ı mülahaza olduğundan “lafzullah” sair esma ve sıfâta câmiiyeti ve ism-i a’zam olduğu itibarıyla, delâlet-i iltizamiye ile delâlet ettiği gibi; Vâcibü’l-vücud unvanına dahi o delâlet-i iltizamiye ile delâlet ediyor.
</div>


<div lang="tr" dir="ltr" class="mw-content-ltr">
If the shortest apparent meaning of the phrase “All praise be to God” on which all the  scholars of Arabic are agreed is thus, how could it be translated into another language with the same miraculousness and power?
İşte اَل۟حَم۟دُ لِلّٰهِ cümlesinin en kısa ve ulema-yı Arabiyece müttefekun aleyh bir mana-yı zâhirîsi şöyle olursa başka bir lisana o i’caz ve kuvvetle nasıl tercüme edilebilir?
</div>


<div lang="tr" dir="ltr" class="mw-content-ltr">
Furthermore, among all the languages of the world, there is only one that can compare with Arabic in being the language of grammar, and that can never achieve the comprehensiveness of Arabic. Is it possible for translations into other composite and inflectional languages by people whose understanding is partial, comprehension short, ideas confused, and hearts dark, to take the place of the sacred words of the Qur’an, which  have  emerged  in  miraculous  fashion  in  that  comprehensive  and wondrous grammatical language through an all-encompassing knowledge that knows all its aspects at once and wills them.
Hem elsine-i âlem içinde lisan-ı nahvî Arabî’den başka bir tek lisan var, o da hiçbir vakit Arap lisanının câmiiyetine yetişemez. Acaba o câmi’ ve i’cazdarane olan lisan-ı nahvî ile mu’cizekârane bir surette ve her ciheti birden bilir, irade eder bir ilm-i muhit içinde zuhur eden kelimat-ı Kur’aniye; sair elsine-i terkibiye ve tasrifiye vasıtasıyla zihni cüz’î, şuuru kısa, fikri müşevveş, kalbi karanlıklı bazı insanların kelimat-ı tercümiyesi nasıl o mukaddes kelimat yerini tutabilir?
</div>


<div lang="tr" dir="ltr" class="mw-content-ltr">
I can even say, and perhaps prove, that all the Qur’an’s words are like treasuries of truths, with sometimes a single letter teaching a page of truths.
Hattâ diyebilirim ve belki ispat edebilirim ki: '''Her bir harf-i Kur’an, bir hakaik hazinesi hükmüne geçer; bazen bir tek harf, bir sahife kadar hakikatleri ders verir.'''
</div>


<div lang="tr" dir="ltr" class="mw-content-ltr">
<span id="Altıncı_Nükte"></span>
=== Altıncı Nükte ===
===SIXTH POINT===
</div>


<div lang="tr" dir="ltr" class="mw-content-ltr">
I shall recount a luminous experience and true vision I had for the purpose of illucidating the above. It was as follows:
Bu manayı tenvir için kendi başımdan geçmiş nurlu bir hali ve hakikatli bir hayali söylüyorum. Şöyle ki:
</div>


<div lang="tr" dir="ltr" class="mw-content-ltr">
One time, I was pondering over the use of the first person plural in the verse “You alone do we worship and from You alone do we seek help,”(1:4) and my heart was seeking  the reason for the first person singular being transposed into the first person plural of “we worship”(na‘budu). Suddenly from that “Nun” the mystery and virtues of performing the prayers in congregation were unfolded to me.
Bir vakit اِيَّاكَ نَع۟بُدُ وَ اِيَّاكَ نَس۟تَعٖينُ deki nun-u mütekellim-i maalgayrı düşündüm ve mütekellim-i vahde sîgasından نَع۟بُدُ sîgasına intikalin sebebini kalbim aradı. Birden, namazdaki cemaatin fazileti ve sırrı, o nun’dan inkişaf etti. Gördüm ki:
</div>


<div lang="tr" dir="ltr" class="mw-content-ltr">
I saw that my participating in the congregation  in  Bayezid Mosque, where I was performing the prayer, made each member  of the  congregation a sort of intercessor for me who testified  to  and  affirmed  each  of  the  statements  I pronounced  while  reciting  the prayers. In the midst of the great, multiple  worship of the congregation, I felt the courage to offer my deficient worship to the divine  court.
Namaz kıldığım o Bayezid Camii’ndeki cemaatle iştirakimi ve her biri benim bir nevi şefaatçim hükmüne ve kıraatımda izhar ettiğim hükümlere ve davalara birer şahit ve birer müeyyid gördüm. Nâkıs ubudiyetimi, o cemaatin büyük ve kesretli ibadatı içinde dergâh-ı İlahiyeye takdime cesaret geldi.
</div>


<div lang="tr" dir="ltr" class="mw-content-ltr">
Then a further veil was lifted. That is, all the mosques of Istanbul were added. The city became like Beyazid Mosque. Suddenly I felt as though I were receiving their prayers and  affirmation.
Birden bir perde daha inkişaf etti: Yani İstanbul’un bütün mescidleri ittisal peyda etti. O şehir, o Bayezid Camii hükmüne geçti. Birden, onların dualarına ve tasdiklerine manen bir nevi mazhariyet hissettim.
</div>


<div lang="tr" dir="ltr" class="mw-content-ltr">
Then within that, I saw myself in the mosque of the face of the earth, in the circular rows around the Ka‘ba. I declared: “All praise be to God, the Sustainer of All the Worlds! I have intercessors to this  great  number; they are  all reciting exactly the  same  words  as  I  am  saying, confirming  me.”  As  this  veil  was  raised  by  my  imagination, the  Noble  Ka‘ba appeared  to be the  mihrab. Seizing the opportunity,  I called  on the ranks of the congregation to testify and entrusted to the Black Stone the interpreter of faith, that is, “I testify that there is no god but God, and I testify that Muhammad is the Messenger of God.” While pronouncing this, a further situation was laid open before me: I saw that the congregation of which I was a part was divided into three circles:
Onda dahi rûy-i zemin mescidinde, Kâbe-i Mükerreme etrafında dairevî saflar içinde kendimi gördüm. اَل۟حَم۟دُ لِلّٰهِ رَبِّ ال۟عَالَمٖينَ dedim. Benim bu kadar şefaatçilerim var; benim namazda söylediğim her bir sözü aynen söylüyorlar, tasdik ediyorlar. Madem hayalen bu perde açıldı, Kâbe-i Mükerreme mihrab hükmüne geçti. Ben bu fırsattan istifade ederek o safları işhad edip tahiyyatta getirdiğim اَش۟هَدُ اَن۟ لَٓا اِلٰهَ اِلَّا اللّٰهُ وَ اَش۟هَدُ اَنَّ مُحَمَّدًا رَسُولُ اللّٰهِ olan imanın tercümanını mübarek Hacerü’l-Esved’e tevdi edip emanet bırakıyorum derken, birden bir vaziyet daha açıldı. Gördüm ki: Dâhil olduğum cemaat '''üç daire'''ye ayrıldı:
</div>


<div lang="tr" dir="ltr" class="mw-content-ltr">
'''The First Circle''' was the vast congregation of believers and those who affirm divine unity on the face of the earth.
'''Birinci Daire:''' Rûy-i zeminde mü’minler ve muvahhidîndeki cemaat-i uzma.
</div>


<div lang="tr" dir="ltr" class="mw-content-ltr">
'''The Second Circle:'''I looked and saw that I was part of a congregation consisting of all beings, all of which, performing prayers and glorification, were occupied with the  benedictions and glorification particular to its group and species. Their worship consists of the activities we observe, called “the functions of things.” Declaring: “God is Most Great!” before this, I bowed my head in wonderment, and looked at myself:
'''İkinci Daire:''' Baktım, umum mevcudat, bir salât-ı kübrada, bir tesbihat-ı uzmada, her taife kendine mahsus salavat ve tesbihat ile meşgul bir cemaat içindeyim. “Vezaif-i eşya” tabir edilen hidemat-ı meşhude, onların ubudiyetlerinin unvanlarıdır. O halde “Allahu ekber” deyip hayretten başımı eğdim, nefsime baktım:
</div>


<div lang="tr" dir="ltr" class="mw-content-ltr">
Within a '''Third Circle''' I saw an astonishing microcosm which was apparently and  qualitatively  small, but  in reality, number, and  duties, great. This, from  the particles of my being to my external senses was a congregation in which every group was preoccupied with duties of worship and thanks. In this circle, the dominical inner faculty in my heart was declaring: “You alone do we worship and from You alone do we  seek  help”  in  the  name  of  the  congregation.  Just  as  in  the  two  former congregations my tongue had said it, having formed the intention to say it in their names.
'''Üçüncü bir daire içinde;''' hayret-engiz, zâhiren ve keyfiyeten küçük, hakikaten ve vazifeten ve kemiyeten büyük, bir küçük âlemi gördüm ki zerrat-ı vücudiyemden tâ havass-ı zâhiriyeme kadar, taife taife vazife-i ubudiyetle ve şükraniye ile meşgul bir cemaat gördüm. Bu dairede, kalbimdeki latîfe-i Rabbaniyem اِيَّاكَ نَع۟بُدُ وَ اِيَّاكَ نَس۟تَعٖينُ o cemaat namına diyor. Nasıl, evvelki iki cemaatte de lisanım, o iki cemaat-i uzmayı niyet ederek demişti.
</div>


<div lang="tr" dir="ltr" class="mw-content-ltr">
'''In Short:'''The “Nun” of “na‘budu” indicates these three congregations.
'''Elhasıl''' نَع۟بُدُ nun’u, şu üç cemaate işaret ediyor.
</div>


<div lang="tr" dir="ltr" class="mw-content-ltr">
While pondering over this,  the collective personality  of God’s  Noble Messenger  (Upon whom be  blessings and peace), the Interpreter and Herald of the All-Wise Qur’an, was suddenly  embodied in all its majesty in his immaterial pulpit in Medina. Like everyone, I  as  though  heard  his address  of  “O  you  people!  Worship your Sustainer,”(2:21)  and  everyone  in  those  three  congregations  responded  like  me, saying, “You alone do we worship.” In  accordance with the rule, “If something is established, it is established together with the things that necessitate it,” the following truth was imparted to my mind:
İşte bu halette iken birden Kur’an-ı Hakîm’in tercümanı ve mübelliği olan Resul-i Ekrem aleyhissalâtü vesselâmın, Medine-i Münevvere denilen manevî minberinde, şahsiyet-i maneviyesi, haşmetiyle temessül ederek يَٓا اَيُّهَا النَّاسُ اع۟بُدُوا رَبَّكُم۟ hitabını, manen herkes gibi ben de işitip; o üç cemaatte herkes benim gibi اِيَّاكَ نَع۟بُدُ ile mukabele ediyor tahayyül ettim. اِذَا ثَبَتَ الشَّى۟ءُ ثَبَتَ بِلَوَازِمِهٖ kaidesince, şöyle bir hakikat fikre göründü ki:
</div>


<div lang="tr" dir="ltr" class="mw-content-ltr">
Taking mankind as His addressee, the Sustainer of All the Worlds speaks with all beings, and His Messenger (Upon whom be blessings and peace) conveys that lofty address to mankind, indeed, to all beings with spirits and consciousness. All the past and  the  future  have  become  like  the  present; the  address  is  being  delivered  to mankind, all of which is in a single gathering, in the form of a congregation the rows of which all differ.
Madem bütün âlemlerin Rabb’i, insanları muhatap ittihaz edip umum mevcudatla konuşur ve şu Resul-i Ekrem aleyhissalâtü vesselâm, o hitab-ı izzeti, nev-i beşere belki umum zîruha ve zîşuura tebliğ ediyor. İşte bütün mazi ve müstakbel, zaman-ı hazır hükmüne geçti; bütün nev-i beşer bir mecliste, safları muhtelif bir cemaat şeklinde olarak o hitap, o suretle onlara ediliyor.
</div>


<div lang="tr" dir="ltr" class="mw-content-ltr">
I then saw that each Qur’anic verse possesses an elevated power, eloquence, and beauty which it had received from  the grandeur and compass of its station, its extremely numerous, various, and significant addressees, from the Pre-Eternal Speaker, the One of infinite glory and grandeur, and from  its  exalted Interpreter, who is at the rank of God’s beloved; I saw each verse bathed in a brilliant, truly brilliant, light of miraculousness. Then, not the whole Qur’an, or a Sura, or a  verse, but all its words seemed to be miracles.
O vakit her bir âyât-ı Kur’aniye; gayet haşmetli ve vüs’atli bir makamdan, gayet kesretli ve muhtelif ve ehemmiyetli muhatabından, nihayetsiz azamet ve celal sahibi Mütekellim-i Ezelî’den ve makam-ı mahbubiyet-i uzma sahibi Tercüman-ı Âlîşanından aldığı bir kuvvet, ulviyet, cezalet ve belâgat içinde; parlak hem pek parlak bir nur-u i’cazı içinde gördüm.
</div>


<div lang="tr" dir="ltr" class="mw-content-ltr">
“All praise be to God for the light of belief and the Qur’an,” I declared.
O vakit, değil umum Kur’an; ya bir sure, yahut bir âyet, belki her bir kelimesi birer mu’cize hükmüne geçti:
اَل۟حَم۟دُ لِلّٰهِ عَلٰى نُورِ ال۟اٖيمَانِ وَ ال۟قُر۟اٰنِ dedim.
</div>


<div lang="tr" dir="ltr" class="mw-content-ltr">
I emerged from my imagining, which was pure reality, the same as I had entered the “Nun” of “na‘budu,” and I understood that not only the Qur’an’s verses and words, but some of its letters, like the “Nun” of “na‘budu,” are luminous keys to important truths.
O ayn-ı hakikat olan hayalden نَع۟بُدُ nun’una girdiğim gibi çıktım ve anladım ki: Kur’an’ın değil âyetleri, kelimeleri, belki “Nun-u Na’büdü” gibi bazı harfleri dahi mühim hakikatlerin nurlu anahtarlarıdır.
</div>


<div lang="tr" dir="ltr" class="mw-content-ltr">
After my heart and imagination had emerged from the “Nun” of “na‘budu,” my mind came forward and said: I want my share too. I cannot fly like you; my feet are evidences and proofs. The way leading to the Creator, the Worshipped One and One from whom help is sought, has to be pointed out in the same “na‘budu” and “nasta’in” (“You  alone do we worship  and from You alone do we seek help”), so that I can accompany you.
Kalp ve hayal, o “Nun-u Na’büdü”den çıktıktan sonra, akıl karşılarına çıktı, dedi: “Ben de hisse isterim. Sizin gibi uçamam. Ayaklarım delildir, hüccettir. Aynı نَع۟بُدُ ve نَس۟تَعٖينُ de Mabud ve Müstean olan Hâlık’a giden yolu göstermek lâzımdır ki sizin ile gelebileyim.”
</div>


<div lang="tr" dir="ltr" class="mw-content-ltr">
It then occurred to my heart to say the following to my bewildered mind:
O vakit kalbe şöyle geldi ki: De o mütehayyir akla:
</div>


<div lang="tr" dir="ltr" class="mw-content-ltr">
Consider all the beings in the universe; whether living or inanimate, in perfect order  and  obedience they all have their worship  which  is  in the  form  of duties. Although some  of them lack feelings and intelligence, they perform their duties in conscious, orderly, and  worshipful fashion. This means there is a True Object of Worship, an Absolute Commander, who impels them to worship and employs them.
Bak kâinattaki bütün mevcudata; zîhayat olsun, camid olsun, kemal-i itaat ve intizam ile vazife suretinde ubudiyetleri var. Bir kısmı şuursuz, hissiz oldukları halde, gayet şuurkârane, intizam-perverane ve ubudiyetkârane vazife görüyorlar. Demek bir Mabud-u Bi’l-hak ve bir Âmir-i Mutlak vardır ki bunları ibadete sevk edip istihdam ediyor.
</div>


<div lang="tr" dir="ltr" class="mw-content-ltr">
Now consider too the beings and particularly the living ones; while each has extremely numerous  and  various  needs, which  have  to  be  met  for  its  continued existence, its hands cannot reach the smallest of them; its power is insufficient. Yet they all receive  their  innumerable needs regularly, from unexpected places, at the appropriate time; this is clearly to be seen.
Hem bak, bütün mevcudata, hususan zîhayat olanlara; her birinin gayet kesretli ve gayet mütenevvi ihtiyacatı var ve vücud ve bekasına lâzım pek kesretli, muhtelif matlubları var; en küçüğüne elleri ulaşmaz, kudretleri yetişmez. Halbuki o hadsiz matlabları, ummadığı yerden, vakt-i münasipte, muntazaman onların ellerine veriliyor ve bilmüşahede görünüyor.
</div>


<div lang="tr" dir="ltr" class="mw-content-ltr">
Thus, these boundless needs and this boundless want  of  beings and that extraordinary  assistance  from  the  Unseen  and  merciful  succour  self-evidently demonstrate that the beings have a Protector and Provider who possesses absolute riches,  is  Absolutely  Generous  and  Absolutely  Powerful;  it  is  from  Him  that everything and all living beings seek help and await succour, in effect saying: “From You alone do we seek  help.
İşte şu mevcudatın bu hadsiz fakr u ihtiyacatı ve bu fevkalâde ianat-ı gaybiye ve imdadat-ı Rahmaniye bilbedahe gösterir ki: Bir Ganiyy-i Mutlak ve Kerîm-i Mutlak ve Kadîr-i Mutlak olan bir hâmi ve râzıkları vardır ki her şey ve her zîhayat ondan istiane eder, meded bekliyor. Manen اِيَّاكَ نَس۟تَعٖينُ der.
</div>


<div lang="tr" dir="ltr" class="mw-content-ltr">
So then my mind declared: “We believe in this and assent to it!”
O vakit akıl “Âmennâ ve saddaknâ” dedi.
</div>


<div lang="tr" dir="ltr" class="mw-content-ltr">
<span id="Yedinci_Nükte"></span>
=== Yedinci Nükte ===
===SEVENTH POINT===
</div>


<div lang="tr" dir="ltr" class="mw-content-ltr">
Then, when I said:Guide us to the Straight Path, *  The path of those on  whom You have bestowed Your bounty,(1:5-6)I saw among the convoys of mankind that were travelling towards the past, was the luminous, radiant caravan of the prophets, the veracious ones, the martyrs, the saints, and the righteous. They were scattering the darkness of the future and travelling the road to post-eternity on a straight way, a direct highway. The phrase was showing me the way to join the caravan,  indeed, it was joining me to it.
Sonra o halde اِه۟دِنَا الصِّرَاطَ ال۟مُس۟تَقٖيمَ ۝ صِرَاطَ الَّذٖينَ اَن۟عَم۟تَ عَلَي۟هِم۟ dediğim vakit, baktım ki: Mazi tarafına göçüp giden kafile-i beşer içinde gayet nurani, parlak enbiya, sıddıkîn, şüheda, evliya, salihîn kafilelerini gördüm ki istikbal zulümatını dağıtıp ebede giden yolda bir cadde-i kübra-yı müstakimde gidiyorlar. Bu kelime beni o kafileye iltihak etmek için yol gösteriyor, belki iltihak ettiriyor.
</div>


<div lang="tr" dir="ltr" class="mw-content-ltr">
Suddenly I exclaimed: “Glory be to God! Anyone with an iota of intelligence must know what a loss it is not to  join  that  long, light-scattering  caravan  which  is  illuminating  the  future  and travelling  in  perfect  safety. Where  can  one  who  deviates  from  it  by  creating innovations find a light; which road can he take?
Birden, fesübhanallah dedim. Zulümat-ı istikbali tenvir eden ve kemal-i selâmetle giden bu nurani kafile-i uzmaya iltihak etmemek, ne kadar hasaret ve helâket olduğunu zerre miktar şuuru olan bilmesi lâzım. Acaba bid’aları icad etmekle o kafile-i uzmadan inhiraf eden; nereden nur bulabilir, hangi yoldan gidebilir?
</div>


<div lang="tr" dir="ltr" class="mw-content-ltr">
Our  guide, God’s Most Noble Messenger  (Upon  whom  be  blessings  and  peace)  decreed:
Resul-i Ekrem aleyhissalâtü vesselâm, rehberimiz ferman etmiş ki:
</div>


<div lang="tr" dir="ltr" class="mw-content-ltr">
كُلُّ بِد۟عَةٍ ضَلَالَةٌ وَكُلُّ ضَلَالَةٍ فِى النَّارِ
كُلُّ بِد۟عَةٍ ضَلَالَةٌ وَكُلُّ ضَلَالَةٍ فِى النَّارِ
</div>


<div lang="tr" dir="ltr" class="mw-content-ltr">
“All innovations  are misguidance, and all misguidance is in Hell-fire.”(*<ref>*Muslim, Jum’a 43; Abu Da’ud, Sunna 5; Nasa’i, ‘Idayn 22; Ibn Maja, Muqaddima 6-7; Darimi, Muqaddima 16, 23; Musnad iii, 310, 371; iv, 126-7.</ref>)What  advantage  do  those  wretches  worthy of  the  epithet  “corrupt  religious scholars” find in the face of this certain statement? What fatwa do they issue so that unnecessarily and  harmfully they oppose the clear matters of the marks of Islam (şeâir-i İslâmiye), and deem it possible to change them? It must be that a temporary awakening caused  by a  fleeting  manifestation of meaning deceived  those corrupt scholars.
Acaba bu ferman-ı kat’îye karşı ulemaü’s-sû tabirine lâyık bazı bedbahtlar hangi maslahatı buluyorlar, hangi fetvayı veriyorlar ki lüzumsuz, zararlı bir surette şeair-i İslâmiyenin bedihiyatına karşı geliyorlar; tebdili kabil görüyorlar? Olsa olsa muvakkat bir cilve-i manadan gelen bir intibah-ı muvakkat, o ulema-i sûu aldatmıştır.
</div>


<div lang="tr" dir="ltr" class="mw-content-ltr">
For example, if an animal or fruit is stripped of its skin, it briefly appears to be fresh, but quickly the delicate flesh and delicious fruit go black and rot, with their skins now estranged, withered, thick, and extraneous.
Mesela, nasıl ki bir hayvanın veyahut bir meyvenin derisi soyulsa muvakkat bir zarafet gösterir fakat az bir zamanda o zarif et ve o güzel meyve, o yabani ve paslı ve kesif ve ârızî deri altında siyahlanır, taaffün eder.
</div>


<div lang="tr" dir="ltr" class="mw-content-ltr">
In exactly the same way, the prophetic and divine phrases of the marks of Islam are like a living, meritorious skin. On being stripped away, the luminosity of the meanings is temporarily  naked and somewhat visible. But like a fruit that has been peeled of its skin, the spirit of those blessed meanings flies away leaving behind the human skin in darkened hearts and minds. The light flies away; just the smoke lingers. However…
Öyle de şeair-i İslâmiyedeki tabirat-ı Nebeviye ve İlahiye, hayattar ve sevaptar bir cilt, bir deri hükmündedir. Onların soyulmasıyla, maânîdeki bir nuraniyet, muvakkaten çıplak –bir derece– görünür fakat ciltten cüda olmuş bir meyve gibi o mübarek manaların ruhları uçar, zulmetli kalp ve kafalarda beşerî postunu bırakıp gider; nur uçar, dumanı kalır. Her ne ise…
</div>


<div lang="tr" dir="ltr" class="mw-content-ltr">
<span id="Sekizinci_Nükte"></span>
=== Sekizinci Nükte ===
===EIGHTH POINT===
</div>


<div lang="tr" dir="ltr" class="mw-content-ltr">
A principle concerning reality needs to be explained, which is related to this. It is as follows:
Buna dair bir düstur-u hakikati beyan etmek lâzım. Şöyle ki:
</div>


<div lang="tr" dir="ltr" class="mw-content-ltr">
Just as there are two sort of rights, personal rights and general rights, which are held to be God’s rights of a sort; so too among the matters of the Shari‘a, some  concern  individual  persons  and  others, with  regard  to  generality, concern the public. These latter are called “the marks of Islam.” These marks concern everyone and everyone participates in them. To interfere in them without the consent of the public is an infringement of the public’s rights.
Nasıl hukuk-u şahsiye ve bir nevi hukukullah sayılan hukuk-u umumiye namıyla iki nevi hukuk var; öyle de mesail-i şer’iyede bir kısım mesail, eşhasa taalluk eder; bir kısım, umuma, umumiyet itibarıyla taalluk eder ki onlara şeair-i İslâmiye tabir edilir. Bu şeairin umuma taalluku cihetiyle umum onda hissedardır. Umumun rızası olmazsa onlara ilişmek, umumun hukukuna tecavüzdür.
</div>


<div lang="tr" dir="ltr" class="mw-content-ltr">
The most minor of those marks (one which has the status of Sunna) is equal in importance to the greatest matter. They concern  the  whole  world  of  Islam  directly.  Those  who  are  trying  to  break  the luminous chain to which all the great figures of Islam since the Era of the Prophet till now have been bound, and to destroy it and corrupt it,  and those who assist them, should dwell on what a ghastly error they are making. If they possess the smallest grain of intelligence, they should tremble!
O şeairin en cüz’îsi –sünnet kabîlinden bir meselesi– en büyük bir mesele hükmünde nazar-ı ehemmiyettedir. Doğrudan doğruya umum âlem-i İslâm’a taalluk ettiği gibi; asr-ı saadetten şimdiye kadar bütün eâzım-ı İslâm’ın bağlandığı o nurani zincirleri koparmaya, tahrip ve tahrif etmeye çalışanlar ve yardım edenler düşünsünler ki ne kadar dehşetli bir hataya düşüyorlar. Ve zerre miktar şuurları varsa titresinler!..
</div>


<div lang="tr" dir="ltr" class="mw-content-ltr">
<span id="Dokuzuncu_Nükte"></span>
=== Dokuzuncu Nükte ===
===NINTH POINT===
</div>


<div lang="tr" dir="ltr" class="mw-content-ltr">
Some  matters  of  the  Shari‘a, concerning  worship, are  not  linked  to  rational thinking; they are performed because they are commanded.
Mesail-i şeriattan bir kısmına taabbüdî denilir, aklın muhakemesine bağlı değildir, emrolduğu için yapılır. İlleti, emirdir.
</div>


<div lang="tr" dir="ltr" class="mw-content-ltr">
The reason for them is the command.There are others, the reason for which can be understood rationally. That is, they comprise some wisdom or benefit due to which they have been incorporated into the Shari‘a.
Bir kısmına makulü’l-mana tabir edilir. Yani bir hikmet ve bir maslahatı var ki o hükmün teşriine müreccih olmuş fakat sebep ve illet değil. Çünkü hakiki illet, emir ve nehy-i İlahîdir.
</div>


<div lang="tr" dir="ltr" class="mw-content-ltr">
But that is not the true reason or cause; the true reason is divine command or prohibition.
Şeairin taabbüdî kısmı; hikmet ve maslahat onu tağyir edemez, taabbüdîlik ciheti tereccuh ediyor, ona ilişilmez. Yüz bin maslahat gelse onu tağyir edemez. Öyle de “Şeairin faydası, yalnız malûm mesalihtir.” denilmez ve öyle bilmek hatadır. Belki o maslahatlar ise çok hikmetlerinden bir faydası olabilir.
Instances of wisdom or benefits cannot change the marks of Islam related to worship; the aspect of them related to worship preponderates and they may not be touched. They may not be changed, even for a thousand benefits. Similarly, it is not right to claim that the uses  of the marks of Islam are limited to their well-known purposes. It is a false idea. Such  purposes are only one out of many.
</div>


<div lang="tr" dir="ltr" class="mw-content-ltr">
For instance, someone may say: “The wisdom in and  purpose of the call to prayer is to summon Muslims to prayer; in which case, it would be enough just to fire a rifle.” However, the foolish person does not know that the summons is  only one purpose out of the thousands. Even if the sound of a rifle shot serves the purpose, how, in the name of mankind, or in the name of the people of the town, can it substitute the call to prayer, which is a means of proclaiming worship before divine dominicality and  heralding divine unity, the supreme results of the creation of the universe and of mankind?
Mesela biri dese: “Ezanın hikmeti, Müslümanları namaza çağırmaktır; şu halde bir tüfek atmak kâfidir.” Halbuki o divane bilmez ki binler maslahat-ı ezaniye içinde o bir maslahattır. Tüfek sesi, o maslahatı verse acaba nev-i beşer namına, yahut o şehir ahalisi namına, hilkat-i kâinatın netice-i uzması ve nev-i beşerin netice-i hilkati olan ilan-ı tevhid ve rububiyet-i İlahiyeye karşı izhar-ı ubudiyete vasıta olan ezanın yerini nasıl tutacak?
</div>


<div lang="tr" dir="ltr" class="mw-content-ltr">
'''In Short:'''Hell is not unnecessary; there are many things which cry out “Long live  Hell!” with all their strength. Paradise is not cheap, either; it demands a high price.
'''Elhasıl,''' cehennem lüzumsuz değil, çok işler var ki bütün kuvvetiyle “Yaşasın cehennem!” der. Cennet dahi ucuz değildir, mühim fiyat ister.
</div>


<div lang="tr" dir="ltr" class="mw-content-ltr">
Not  equal  are  the  Companions  of  the  Fire  and  the  Companions  of  the Garden; it is the Companions of the Garden who will achieve felicity… (To the end of the verse.)(59:20)
لَا يَس۟تَوٖٓى اَص۟حَابُ النَّارِ وَاَص۟حَابُ ال۟جَنَّةِ اَص۟حَابُ ال۟جَنَّةِ هُمُ ال۟فَٓائِزُونَ … الخ
</div>


<div lang="tr" dir="ltr" class="mw-content-ltr">
<span id="İkinci_Risale_Olan_İkinci_Kısım"></span>
== İkinci Risale Olan İkinci Kısım ==
==The Second Section, which is the Second Treatise==
</div>


<div lang="tr" dir="ltr" class="mw-content-ltr">
'''On the Month of Ramadan'''
'''Ramazan-ı şerife dairdir'''
</div>


<div lang="tr" dir="ltr" class="mw-content-ltr">
Since at the end of the First Section brief mention was made of the marks of Islam, this Second Section discusses Ramadan the Noble, the most  brilliant  and  splendid  of the  marks.
Birinci kısmın âhirinde şeair-i İslâmiyeden bir nebze bahsedildiğinden şeairin içinde en parlak ve muhteşem olan ramazan-ı şerife dair olan bu ikinci kısımda, bir kısım hikmetleri zikredilecektir.
</div>


<div lang="tr" dir="ltr" class="mw-content-ltr">
It  consists of  nine  points which explain nine of the numerous instances of wisdom in the month of Ramadan.
Bu İkinci Kısım, ramazan-ı şerifin pek çok hikmetlerinden dokuz hikmeti beyan eden dokuz nüktedir.
</div>


<div lang="tr" dir="ltr" class="mw-content-ltr">
In the Name of God, the Merciful, the Compassionate.
بِسْمِ اللّٰهِ الرَّحْمٰنِ الرَّح۪يمِ
</div>


<div lang="tr" dir="ltr" class="mw-content-ltr">
It was the month of Ramadan in which the Qur’an was bestowed from on high as a guidance unto man and a self-evident proof of that guidance, and as the standard to discern true from false.(2:185)
شَه۟رُ رَمَضَانَ الَّذٖٓى اُن۟زِلَ فٖيهِ ال۟قُر۟اٰنُ هُدًى لِلنَّاسِ وَ بَيِّنَاتٍ مِنَ ال۟هُدٰى وَ ال۟فُر۟قَانِ
</div>


<div lang="tr" dir="ltr" class="mw-content-ltr">
<span id="Birinci_Nükte"></span>
=== Birinci Nükte ===
===First Point===
</div>


<div lang="tr" dir="ltr" class="mw-content-ltr">
The fast of Ramadan is one of the five pillars of Islam; it is also one of the greatest of the marks and observances of Islam.
Ramazan-ı şerifteki savm, İslâmiyet’in erkân-ı hamsesinin birincilerindendir. Hem şeair-i İslâmiyenin a’zamlarındandır.
</div>


<div lang="tr" dir="ltr" class="mw-content-ltr">
There are many purposes and instances of wisdom in the fast of Ramadan which look to both God Almighty’s dominicality, and man’s social life, and his personal life, and the training of his instinctual soul, and his gratitude for divine bounties.
İşte ramazan-ı şerifteki orucun çok hikmetleri hem Cenab-ı Hakk’ın rububiyetine hem insanın hayat-ı içtimaiyesine hem hayat-ı şahsiyesine hem nefsin terbiyesine hem niam-ı İlahiyenin şükrüne bakar hikmetleri var.
</div>


<div lang="tr" dir="ltr" class="mw-content-ltr">
One of the many instances of wisdom in fasting in respect of God Almighty’s dominicality is as follows:
'''Cenab-ı Hakk’ın rububiyeti noktasında''' orucun çok hikmetlerinden bir hikmeti şudur ki:
</div>


<div lang="tr" dir="ltr" class="mw-content-ltr">
God Almighty creates the face of the earth in the form of a table laden with bounties, and arranges on the table every sort of bounty as an expression of “From whence  he  does  not  expect.”(65:3)  In  this  way  He  states  the  perfection  of  His dominicality  and  His  mercifulness  and  compassionateness.  People  are  unable  to discern clearly the reality of this situation while in the sphere of causes, under the veil of heedlessness, and they sometimes forget it.
Cenab-ı Hak zemin yüzünü bir sofra-i nimet suretinde halk ettiği ve bütün enva-ı nimeti o sofrada مِن۟ حَي۟ثُ لَا يَح۟تَسِبُ bir tarzda o sofraya dizdiği cihetle, kemal-i rububiyetini ve rahmaniyet ve rahîmiyetini o vaziyetle ifade ediyor. İnsanlar gaflet perdesi altında ve esbab dairesinde o vaziyetin ifade ettiği hakikati tam göremiyor, bazen unutuyor.
</div>


<div lang="tr" dir="ltr" class="mw-content-ltr">
But during the month of Ramadan, the people of faith suddenly appear as a well-disciplined army: as sunset approaches, they display a worshipful attitude as though, having been invited to the Pre-Eternal Monarch’s banquet, they await the command of “Fall to and help yourselves!” They respond to  that compassionate, illustrious, and universal mercy with comprehensive, exalted, and orderly worship. Do those people who fail to participate in such elevated worship and noble bounties deserve to be called human beings?
Ramazan-ı şerifte ise ehl-i iman birden muntazam bir ordu hükmüne geçer. Sultan-ı Ezelî’nin ziyafetine davet edilmiş bir surette akşama yakın “Buyurunuz!” emrini bekliyorlar gibi bir tavr-ı ubudiyetkârane göstermeleri, o şefkatli ve haşmetli ve külliyetli rahmaniyete karşı, vüs’atli ve azametli ve intizamlı bir ubudiyetle mukabele ediyorlar. Acaba böyle ulvi ubudiyete ve şeref-i keramete iştirak etmeyen insanlar, insan ismine lâyık mıdırlar?
</div>


<div lang="tr" dir="ltr" class="mw-content-ltr">
<span id="İkinci_Nükte"></span>
=== İkinci Nükte ===
===Second Point===
</div>


<div lang="tr" dir="ltr" class="mw-content-ltr">
One of the many instances of wisdom in the fast of the  blessed month of Ramadan with respect to thankfulness for God Almighty’s bounties is as follows:
Ramazan-ı mübareğin savmı, '''Cenab-ı Hakk’ın nimetlerinin şükrüne baktığı cihetle''', çok hikmetlerinden bir hikmeti şudur ki:
</div>


<div lang="tr" dir="ltr" class="mw-content-ltr">
As is stated in the First Word, a price is required for the foods a tray-bearer brings  from the royal kitchen. But to look on those priceless bounties as valueless while tipping the tray-bearer, and not to recognize the one who bestowed them is the greatest foolishness.
Birinci Söz’de denildiği gibi bir padişahın matbahından bir tablacının getirdiği taamlar bir fiyat ister. Tablacıya bahşiş verildiği halde, çok kıymettar olan o nimetleri kıymetsiz zannedip onu in’am edeni tanımamak, nihayet derecede bir belâhet olduğu gibi Cenab-ı Hak hadsiz enva-ı nimetini nev-i beşere zemin yüzünde neşretmiş. Ona mukabil, o nimetlerin fiyatı olarak şükür istiyor. O nimetlerin zâhirî esbabı ve ashabı, tablacı hükmündedirler. O tablacılara bir fiyat veriyoruz, onlara minnettar oluyoruz; hattâ müstahak olmadıkları pek çok fazla hürmet ve teşekkürü ediyoruz. Halbuki Mün’im-i Hakiki, o esbabdan hadsiz derecede o nimet vasıtasıyla şükre lâyıktır.
God Almighty has spread innumerable sorts of bounties over the face of the earth for mankind, in return for which He wishes thanks, as the price of those bounties. The apparent causes and holders of the bounties resemble tray-bearers. We pay a certain price to them and are indebted to them, and even though they do not merit it are over- respectful and grateful to them. Whereas the True Bestower of Bounties is infinitely more deserving  of  thanks  than  those  causes  which  are  merely the  means  of  the bounty.
</div>


<div lang="tr" dir="ltr" class="mw-content-ltr">
To thank Him, then, is to recognize that the bounties come directly from Him; it is to appreciate their worth and to perceive one’s own need for them.
'''İşte ona teşekkür etmek; o nimetleri doğrudan doğruya ondan bilmek, o nimetlerin kıymetini takdir etmek ve o nimetlere kendi ihtiyacını hissetmekle olur.'''
</div>


<div lang="tr" dir="ltr" class="mw-content-ltr">
Fasting in Ramadan, then, is the key to true, sincere, extensive, and universal thankfulness. For at other times of the year, most people whose circumstances are not difficult do not realize the value of many bounties since they do not experience real hunger.  If  their  stomachs  are  full  and  especially  if  they  are  rich, they  do  not understand the degree of bounty present in a piece of dry bread. But when it is time to break the fast, the sense of taste testifies that the dry bread is a precious divine bounty in  the  eyes  of  a  believer. During  Ramadan, everyone  from  the  monarch  to  the destitute  manifests  a  sort  of  gratitude  through  understanding  the  value  of  those bounties. Furthermore, since eating is prohibited during the day, they say: “Those bounties do not belong to me. I am not free to eat them, for they belong to someone else and are his gift. I await his command.” They recognize the bounty to be bounty and so give thanks.
İşte ramazan-ı şerifteki oruç, hakiki ve hâlis, azametli ve umumî bir şükrün anahtarıdır. Çünkü sair vakitlerde mecburiyet tahtında olmayan insanların çoğu, hakiki açlık hissetmedikleri zaman, çok nimetlerin kıymetini derk edemiyor. Kuru bir parça ekmek, tok olan adamlara, hususan zengin olsa ondaki derece-i nimet anlaşılmıyor. Halbuki iftar vaktinde o kuru ekmek, bir mü’minin nazarında çok kıymettar bir nimet-i İlahiye olduğuna kuvve-i zaikası şehadet eder. Padişahtan tâ en fukaraya kadar herkes, ramazan-ı şerifte o nimetlerin kıymetlerini anlamakla bir şükr-ü manevîye mazhar olur. Hem gündüzdeki yemekten memnûiyeti cihetiyle “O nimetler benim mülküm değil. Ben bunların tenavülünde hür değilim, demek başkasının malıdır ve in’amıdır. Onun emrini bekliyorum.” diye nimeti nimet bilir, bir şükr-ü manevî eder.
</div>


<div lang="tr" dir="ltr" class="mw-content-ltr">
Thus, fasting in this way is in many respects a key to gratitude; gratitude being man’s fundamental duty.
İşte bu suretle oruç, çok cihetlerle, hakiki vazife-i insaniye olan şükrün anahtarı hükmüne geçer.
</div>


<div lang="tr" dir="ltr" class="mw-content-ltr">
<span id="Üçüncü_Nükte"></span>
=== Üçüncü Nükte ===
===Third Point===
</div>


<div lang="tr" dir="ltr" class="mw-content-ltr">
One of the many instances of wisdom in fasting from the point of view of man’s social life is as follows:
Oruç, '''hayat-ı içtimaiye-i insaniyeye baktığı cihetle''' çok hikmetlerinden bir hikmeti şudur ki:
</div>


<div lang="tr" dir="ltr" class="mw-content-ltr">
Human beings have been created differently with regard to their livelihoods. In consequence of this, God Almighty invites the rich to assist the poor, so that through the  hunger  experienced in fasting, they can truly understand the pains and hunger which the  poor suffer. If there were no fasting, many self-indulgent rich would be unable to  perceive  just  how grievous  are hunger  and  poverty and  how needy of compassion are those who suffer them. Compassion  for  one’s  fellow  men  is  an  essential  part  of  true  thankfulness. Whoever  a person is, there will always be someone poorer than himself  in some respect. He is  enjoined to be compassionate towards such a person.
İnsanlar, maişet cihetinde muhtelif bir surette halk edilmişler. Cenab-ı Hak o ihtilafa binaen, zenginleri fukaraların muavenetine davet ediyor. Halbuki zenginler, fukaranın acınacak acı hallerini ve açlıklarını, oruçtaki açlıkla tam hissedebilirler. Eğer oruç olmazsa nefis-perest çok zenginler bulunabilir ki açlık ve fakirlik ne kadar elîm ve onlar şefkate ne kadar muhtaç olduğunu idrak edemez. Bu cihette insaniyetteki hemcinsine şefkat ise şükr-ü hakikinin bir esasıdır. Hangi fert olursa olsun, kendinden bir cihette daha fakiri bulabilir. Ona karşı şefkate mükelleftir.
</div>


<div lang="tr" dir="ltr" class="mw-content-ltr">
If he were not himself compelled to  suffer hunger, he would be unable give the person – through compassion – the help and assistance he is obliged to offer. And even if he were able, it would be deficient, for he would not have truly experienced hunger himself.
Eğer nefsine açlık çektirmek mecburiyeti olmazsa şefkat vasıtasıyla muavenete mükellef olduğu ihsanı ve yardımı yapamaz, yapsa da tam olamaz. Çünkü hakiki o haleti kendi nefsinde hissetmiyor.
</div>


<div lang="tr" dir="ltr" class="mw-content-ltr">
<span id="Dördüncü_Nükte"></span>
=== Dördüncü Nükte ===
===Fourth Point===
</div>


<div lang="tr" dir="ltr" class="mw-content-ltr">
One  instance  of wisdom  in  fasting  in  Ramadan  with  respect  to  training  the instinctual soul is as follows:
Ramazan-ı şerifteki oruç, '''nefsin terbiyesine baktığı cihetindeki''' çok hikmetlerinden bir hikmeti şudur ki:
</div>


<div lang="tr" dir="ltr" class="mw-content-ltr">
The instinctual soul wants to be free and independent, and considers itself to be thus. According to the dictates of its nature, it even desires an imaginary dominicalit y and to act as it pleases. It does not want to admit that it is being sustained and trained through innumerable bounties. Especially if it possesses worldly wealth and power, and if heedlessness also encourages it, it will devour God’s bounties like a usurping, thieving animal.
Nefis, kendini hür ve serbest ister ve öyle telakki eder. Hattâ mevhum bir rububiyet ve keyfe-mâyeşa hareketi, fıtrî olarak arzu eder. Hadsiz nimetlerle terbiye olunduğunu düşünmek istemiyor. Hususan dünyada servet ve iktidarı da varsa, gaflet dahi yardım etmiş ise bütün bütün gasıbane, hırsızcasına nimet-i İlahiyeyi hayvan gibi yutar.
</div>


<div lang="tr" dir="ltr" class="mw-content-ltr">
Thus, in the month of Ramadan, the instinctual soul of everyone, from the richest to the poorest, may understand that it does not own itself but is totally owned; that it is not free, but is a slave. It understands that if it receives no command, it may not do the  simplest  and  easiest  thing;  it  cannot  even  stretch out  its  hand  for  water.  Its imaginary dominicalit y is  therefore  shattered; it performs its worship and begins to offer thanks, its true duty.
İşte ramazan-ı şerifte en zenginden en fakire kadar herkesin nefsi anlar ki kendisi mâlik değil, memlûktür; hür değil, abddir. Emir olunmazsa en âdi ve en rahat şeyi de yapamaz, elini suya uzatamaz diye mevhum rububiyeti kırılır, ubudiyeti takınır, hakiki vazifesi olan şükre girer.
</div>


<div lang="tr" dir="ltr" class="mw-content-ltr">
<span id="Beşinci_Nükte"></span>
=== Beşinci Nükte ===
===Fifth Point===
</div>


<div lang="tr" dir="ltr" class="mw-content-ltr">
One of the many instances of wisdom in fasting in Ramadan from the point of view of  improving the conduct of the instinctual soul and giving up its rebellious habits is as follows:
Ramazan-ı şerifin orucu, '''nefsin tehzib-i ahlâkına ve serkeşane muamelelerinden vazgeçmesi cihetine''' baktığı noktasındaki çok hikmetlerinden birisi şudur ki:
</div>


<div lang="tr" dir="ltr" class="mw-content-ltr">
Due to its  heedlessness the  human  soul forgets  itself; it cannot  see  its  utter powerlessness, want, and deficiency and it does not wish to see them. It does not think of just how weak it is, and how subject to transience and to disasters, nor of the fact that it consists merely of flesh and bones, which quickly decay and fall apart. Simply, it assaults the world as though it possessed a body made of steel and imagined itself to be undying and eternal. It hurls itself on the world  with  intense  greed  and  voracity,  and  passionate attachment and  love. It  is captivated by anything that gives it pleasure or that profits it. Moreover, it forgets its Creator,  who  sustains  it  with  perfect  compassion,  and  does  not  think  of  the consequences of its life and its life in the hereafter. Indeed, it wallows in dissipation and misconduct.
Nefs-i insaniye gafletle kendini unutuyor. Mahiyetindeki hadsiz aczi, nihayetsiz fakrı, gayet derecedeki kusurunu göremez ve görmek istemez. Hem ne kadar zayıf ve zevale maruz ve musibetlere hedef bulunduğunu ve çabuk bozulur dağılır et ve kemikten ibaret olduğunu düşünmez. Âdeta polattan bir vücudu var gibi lâyemutane kendini ebedî tahayyül eder gibi dünyaya saldırır. Şedit bir hırs ve tama’ ile ve şiddetli alâka ve muhabbet ile dünyaya atılır. Her lezzetli ve menfaatli şeylere bağlanır. Hem kendini kemal-i şefkatle terbiye eden Hâlık’ını unutur. Hem netice-i hayatını ve hayat-ı uhreviyesini düşünmez, ahlâk-ı seyyie içinde yuvarlanır.
</div>


<div lang="tr" dir="ltr" class="mw-content-ltr">
However, fasting in the month of Ramadan awakens even the most heedless and obstinate to their weakness, impotence, and want. Hunger makes them think of their stomachs and they understand the need therein. They realize how unsound are their weak bodies, and perceive how needy they are for kindness and compassion. So they abandon the soul’s pharaoh-like despotism and recognizing their utter impotence and want, perceive a desire to take refuge at the divine court. They prepare themselves to knock at the door of mercy with the hands of thankfulness – so long as heedlessness has not destroyed their hearts, that is.
İşte ramazan-ı şerifteki oruç; en gafillere ve mütemerridlere, zaafını ve aczini ve fakrını ihsas ediyor. Açlık vasıtasıyla midesini düşünüyor. Midesindeki ihtiyacını anlar. Zayıf vücudu, ne derece çürük olduğunu hatırlıyor. Ne derece merhamete ve şefkate muhtaç olduğunu derk eder. Nefsin firavunluğunu bırakıp kemal-i acz ve fakr ile dergâh-ı İlahiyeye ilticaya bir arzu hisseder ve bir şükr-ü manevî eliyle rahmet kapısını çalmaya hazırlanır. Eğer gaflet kalbini bozmamış ise…
</div>


<div lang="tr" dir="ltr" class="mw-content-ltr">
<span id="Altıncı_Nükte"></span>
=== Altıncı Nükte ===
===Sixth Point===
</div>


<div lang="tr" dir="ltr" class="mw-content-ltr">
One of the many instances of wisdom in fasting in Ramadan from the point of view of the revelation of the All-Wise Qur’an, and the month of Ramadan being the most important time in its revelation, is as follows:
Ramazan-ı şerifin sıyamı, '''Kur’an-ı Hakîm’in nüzulüne baktığı cihetle''' ve ramazan-ı şerif, Kur’an-ı Hakîm’in en mühim zaman-ı nüzulü olduğu cihetindeki çok hikmetlerinden birisi şudur ki:
</div>


<div lang="tr" dir="ltr" class="mw-content-ltr">
Since the All-Wise Qur’an was revealed in the month of Ramadan, to shun the lower  demands  of  the  soul  and  trivialities  and  to  resemble  the  angelic  state  by abstaining from  food and drink in order to greet that heavenly address in the best manner, is to attain to a holy state. And to read and listen to the Qur’an as though it were just revealed, to listen to the divine address in it as if it were being revealed that very  instant,  to  listen  to  that  address  as  though  hearing  it  from  God’s  Noble Messenger (Upon whom be blessings and peace), indeed, from the Angel Gabriel, or from the Pre-Eternal Speaker Himself, is to attain to that same holy state.To act in this way is to act as an interpreter and to cause others to listen to it and in some degree to demonstrate the wisdom in the Qur’an’s revelation.
Kur’an-ı Hakîm, madem şehr-i ramazanda nüzul etmiş; o Kur’an’ın zaman-ı nüzulünü istihzar ile o semavî hitabı, hüsn-ü istikbal etmek için ramazan-ı şerifte nefsin hâcat-ı süfliyesinden ve malayaniyat hâlâttan tecerrüd ve ekl ve şürbün terkiyle melekiyet vaziyetine benzemek ve bir surette o Kur’an’ı yeni nâzil oluyor gibi okumak ve dinlemek ve ondaki hitabat-ı İlahiyeyi güya geldiği ân-ı nüzulünde dinlemek ve o hitabı Resul-i Ekrem aleyhissalâtü vesselâmdan işitiyor gibi dinlemek, belki Hazret-i Cebrail’den, belki Mütekellim-i Ezelî’den dinliyor gibi bir kudsî halete mazhar olur. Ve kendisi tercümanlık edip başkasına dinlettirmek ve Kur’an’ın hikmet-i nüzulünü bir derece göstermektir.
</div>


<div lang="tr" dir="ltr" class="mw-content-ltr">
Indeed, it is as if the world of Islam becomes a mosque during the month of Ramadan in every corner of which millions of those who know the whole Qur’an by heart  make  the  dwellers  on  the  earth  hear  the  heavenly  address. Each  Ramadan proclaims in  luminous shining manner the verse “It was the month of Ramadan in which the Qur’an was bestowed from on high;” it proves that Ramadan is the month of the Qur’an. Some of the members of the vast congregation listen to the reciters with reverence, while others read it themselves.Following the appetites of the base instinctual soul while in that sacred mosque, and  quitting that luminous condition through eating and drinking is truly loathsome and makes such a person the target of the aversion and disgust of the congregation in the mosque. People who oppose those fasting during Ramadan are to the same extent the target of the aversion and disgust of the whole world of Islam.
Evet, ramazan-ı şerifte güya âlem-i İslâm bir mescid hükmüne geçiyor. Öyle bir mescid ki milyonlarla hâfızlar, o mescid-i ekberin köşelerinde o Kur’an’ı, o hitab-ı semavîyi arzlılara işittiriyorlar. Her ramazan شَه۟رُ رَمَضَانَ الَّذٖٓى اُن۟زِلَ فٖيهِ ال۟قُر۟اٰنُ âyetini, nurani, parlak bir tarzda gösteriyor. Ramazan, Kur’an ayı olduğunu ispat ediyor. O cemaat-i uzmanın sair efradları, bazıları huşû ile o hâfızları dinlerler. Diğerleri, kendi kendine okurlar. Şöyle bir vaziyetteki bir mescid-i mukaddeste, nefs-i süflînin hevesatına tabi olup yemek içmek ile o vaziyet-i nuraniden çıkmak ne kadar çirkin ise ve o mesciddeki cemaatin manevî nefretine ne kadar hedef ise öyle de ramazan-ı şerifte ehl-i sıyama muhalefet edenler de o derece umum o âlem-i İslâm’ın manevî nefretine ve tahkirine hedeftir.
</div>


<div lang="tr" dir="ltr" class="mw-content-ltr">
<span id="Yedinci_Nükte"></span>
=== Yedinci Nükte ===
===Seventh Point===
</div>


<div lang="tr" dir="ltr" class="mw-content-ltr">
One of the many instances of wisdom in the fast of Ramadan with respect to man’s gain and profit, who comes to this world to cultivate and trade for the hereafter, is as follows:
Ramazanın sıyamı, '''dünyada âhiret için ziraat ve ticaret etmeye gelen nev-i insanın kazancına baktığı cihetteki''' çok hikmetlerinden bir hikmeti şudur ki:
</div>


<div lang="tr" dir="ltr" class="mw-content-ltr">
The reward for actions in the month of Ramadan is a thousandfold. According to Hadith, each word of the All-Wise Qur’an has ten merits; each is counted as ten merits and will yield ten fruits in Paradise. While during Ramadan, each word bears not ten fruits but a thousand, and verses like Ayat al-Kursi(2:255) thousands for each word, and on Fridays in Ramadan it is even more. And on the Night of Power, each word is counted as thirty thousand merits.
Ramazan-ı şerifte sevab-ı a’mal, bire bindir. Kur’an-ı Hakîm’in nass-ı hadîs ile her bir harfinin on sevabı var; on hasene sayılır, on meyve-i cennet getirir. Ramazan-ı şerifte her bir harfin, on değil bin ve Âyetü’l-Kürsî gibi âyetlerin her bir harfi binler ve ramazan-ı şerifin cumalarında daha ziyadedir. Ve Leyle-i Kadirde otuz bin hasene sayılır.
</div>


<div lang="tr" dir="ltr" class="mw-content-ltr">
Indeed, the All-Wise Qur’an, each of whose words yield thirty thousand eternal fruits, is like a luminous Tree of Tuba that gains for believers in Ramadan millions of those eternal  fruits. So, come and look at this sacred, eternal profitable trade, then consider it and understand the infinite loss of those who do not appreciate the value of its words.
Evet, her bir harfi otuz bin bâki meyveler veren Kur’an-ı Hakîm, öyle bir nurani şecere-i tûba hükmüne geçiyor ki milyonlarla o bâki meyveleri, ramazan-ı şerifte mü’minlere kazandırır. İşte gel; bu kudsî, ebedî, kârlı ticarete bak, seyret ve düşün ki bu hurufatın kıymetini takdir etmeyenler ne derece hadsiz bir hasarette olduğunu anla!
</div>


<div lang="tr" dir="ltr" class="mw-content-ltr">
To put it simply, the month of Ramadan is an extremely profitable display and market  for the trade of the hereafter. It is an extremely fertile piece of land for the crops of the next  world. For the growth and flourishing of actions it is like April showers in  the  spring. It  is  a brilliant  holy festival  for  the parade of mankind’s worship  in  the  face  of  the  sovereignt y  of  divine  dominicalit y.  Since  it  is  thus, mankind has been charged with fasting in order not to heedlessly indulge the animal needs of the instinctual soul like eating and  drinking, nor to indulge the appetites lustfully and in trivialities. For, by temporarily rising above animality and quitting the calls of this world man approaches the angelic state and enters upon the trade of the hereafter. By fasting, he approaches the state of the hereafter  and that of a spirit appearing in bodily form. It is as if man then becomes a sort of mirror reflecting the Eternally  Besought  One.
İşte ramazan-ı şerif âdeta bir âhiret ticareti için gayet kârlı bir meşher, bir pazardır. Ve uhrevî hasılat için gayet münbit bir zemindir. Ve neşv ü nema-i a’mal için bahardaki mâh-ı nisandır. Saltanat-ı rububiyet-i İlahiyeye karşı ubudiyet-i beşeriyenin resmigeçit yapmasına en parlak, kudsî bir bayram hükmündedir. Ve öyle olduğundan yemek içmek gibi nefsin gafletle hayvanî hâcatına ve malayani ve heva-perestane müştehiyata girmemek için oruçla mükellef olmuş. Güya muvakkaten hayvaniyetten çıkıp melekiyet vaziyetine veyahut âhiret ticaretine girdiği için dünyevî hâcatını muvakkaten bırakmakla, uhrevî bir adam ve tecessüden tezahür etmiş bir ruh vaziyetine girerek savmı ile samediyete bir nevi âyinedarlık etmektir.
</div>


<div lang="tr" dir="ltr" class="mw-content-ltr">
Indeed, the  month  of  Ramadan  comprises  and  gains  a permanent, eternal life in this fleeting world and brief transient life.
Evet ramazan-ı şerif; bu fâni dünyada, fâni ömür içinde ve kısa bir hayatta bâki bir ömür ve uzun bir hayat-ı bâkiyeyi tazammun eder, kazandırır.
</div>


<div lang="tr" dir="ltr" class="mw-content-ltr">
Certainly, a single Ramadan can produce fruits equal to that of a lifetime of eighty years. The Qur’an stating  that  the Night  of Power  is more  auspicious  than a thousand  months  is  a decisive proof of this.
Evet bir tek ramazan, seksen sene bir ömür semeratını kazandırabilir. Leyle-i Kadir ise nass-ı Kur’an ile bin aydan daha hayırlı olduğu bu sırra bir hüccet-i kātıadır.
</div>


<div lang="tr" dir="ltr" class="mw-content-ltr">
<div lang="tr" dir="ltr" class="mw-content-ltr">
499. satır: 277. satır:
</div>
</div>


<div lang="tr" dir="ltr" class="mw-content-ltr">
For example, a monarch may declare certain days to be festivals during his reign, or perhaps once a year, either on his accession to the throne or on some other days that  reflect  a  glittering  manifestation  of  his  sovereignty. On  those  occasions  he favours his subjects, not within the compass of his laws generally but with his special bounties and favours through his unveiled presence and his wondrous activities. He favours with his especial regard and attention those of his nation who are completely loyal and worthy .
Evet nasıl ki bir padişah, müddet-i saltanatında belki her senede, ya cülûs-u hümayun namıyla veyahut başka bir şaşaalı cilve-i saltanatına mazhar bazı günleri bayram yapar. Raiyetini, o günde umumî kanunlar dairesinde değil; belki hususi ihsanatına ve perdesiz huzuruna ve has iltifatına ve fevkalâde icraatına ve doğrudan doğruya lâyık ve sadık milletini, has teveccühüne mazhar eder.
</div>


<div lang="tr" dir="ltr" class="mw-content-ltr">
In the same way, the All-Glorious Monarch of eighteen thousand worlds, who is the Sovereign of Pre-Eternity and Post-Eternity, revealed in Ramadan the illustrious decree of the All-Wise Qur’an, which looks to the eighteen thousand worlds. It is a requirement of wisdom, then, that Ramadan should be like special divine festival, a dominical display, and a spiritual gathering. Since Ramadan is such festival, God has commanded man to fast, in order  to disengage him to a degree from base, animal activities.
Öyle de ezel ve ebed Sultanı olan on sekiz bin âlemin Padişah-ı Zülcelal’i; o on sekiz bin âleme bakan, teveccüh eden ferman-ı âlîşanı olan Kur’an-ı Hakîm’i ramazan-ı şerifte inzal eylemiş. Elbette o ramazan, mahsus bir bayram-ı İlahî ve bir meşher-i Rabbanî ve bir meclis-i ruhanî hükmüne geçmek, mukteza-yı hikmettir. Madem ramazan o bayramdır; elbette bir derece, süflî ve hayvanî meşâgilden insanları çekmek için oruca emredilecek.
</div>


<div lang="tr" dir="ltr" class="mw-content-ltr">
The most excellent fasting is to make the human senses and organs, such as the eyes, ears, heart, and thoughts, fast together with the stomach. That is, to withdraw them from unlawful things and from trivia, and to urge each of them to their particular worship.
'''Ve o orucun ekmeli ise:''' Mide gibi bütün duyguları; gözü, kulağı, kalbi, hayali, fikri gibi cihazat-ı insaniyeye dahi bir nevi oruç tutturmaktır. Yani muharremattan, malayaniyattan çekmek ve her birisine mahsus ubudiyete sevk etmektir.
</div>


<div lang="tr" dir="ltr" class="mw-content-ltr">
For example, to  ban  the  tongue  from  lying,  back-biting,  and  obscene language and to make it fast; and to busy it with such activities as reciting the Qur’an, praying, glorifying  God’s  Names, asking  for  God’s  blessings  for  the  Prophet Muhammad (Upon whom be blessings and peace), and seeking forgiveness for sins;
Mesela dilini yalandan, gıybetten ve galiz tabirlerden ayırmakla ona oruç tutturmak. Ve o lisanı, tilavet-i Kur’an ve zikir ve tesbih ve salavat ve istiğfar gibi şeylerle meşgul etmek…
</div>


<div lang="tr" dir="ltr" class="mw-content-ltr">
and for example, to prevent the eyes looking at members of the opposite sex outside the stipulated degrees of kinship, and the ears from hearing harmful things, and to use the eyes to take lessons and the ears to listen to the truth and to the Qur’an, is to make other organs fast too. As a matter of fact, since the stomach is  the largest factory, when  it  has  an  enforced  holiday  from  work  through  fasting,  the  other  small workshops are made to follow it easily.
Mesela, gözünü nâmahreme bakmaktan ve kulağını fena şeyleri işitmekten men’edip, gözünü ibrete ve kulağını hak söz ve Kur’an dinlemeye sarf etmek gibi sair cihazata da bir nevi oruç tutturmaktır. Zaten mide en büyük bir fabrika olduğu için oruç ile ona tatil-i eşgal ettirilse başka küçük tezgâhlar kolayca ona ittiba ettirilebilir.
</div>


<div lang="tr" dir="ltr" class="mw-content-ltr">
<span id="Sekizinci_Nükte"></span>
=== Sekizinci Nükte ===
===Eighth Point===
</div>


<div lang="tr" dir="ltr" class="mw-content-ltr">
One of the many instances of wisdom in Ramadan from the point of view of man’s personal life is as follows:
Ramazan-ı şerif, '''insanın hayat-ı şahsiyesine baktığı cihetindeki''' çok hikmetlerinden bir hikmeti şudur ki:
</div>


<div lang="tr" dir="ltr" class="mw-content-ltr">
It is a healing physical and spiritual diet of the most important kind. When man’s instinctual soul eats and drinks just as it pleases, it is both harmful for man’s physical life  from  the  medical  point  of  view, and  when  it  hurls  itself  on  everything  it encounters whether licit or illicit, it quite simply poisons his spiritual life. Further, it is difficult for such a soul to obey the heart and the spirit; it wilfully takes the reins into its own hands and then man cannot ride it, it rather rides man.
İnsana en mühim bir ilaç nevinden maddî ve manevî bir perhizdir ve tıbben bir hımyedir ki: İnsanın nefsi, yemek içmek hususunda keyfe-mâyeşa hareket ettikçe hem şahsın maddî hayatına tıbben zarar verdiği gibi hem helâl haram demeyip rast gelen şeye saldırmak, âdeta manevî hayatını da zehirler. Daha kalbe ve ruha itaat etmek, o nefse güç gelir. Serkeşane dizginini eline alır. Daha insan ona binemez, o insana biner.
</div>


<div lang="tr" dir="ltr" class="mw-content-ltr">
But by means of fasting in Ramadan, it becomes accustomed to a sort of diet. It tries to discipline itself and learns to listen to commands.
Ramazan-ı şerifte oruç vasıtasıyla bir nevi perhize alışır, riyazete çalışır ve emir dinlemeyi öğrenir. Bîçare zayıf mideye de hazımdan evvel yemek yemek üzerine doldurmak ile hastalıkları celbetmez. Ve emir vasıtasıyla helâli terk ettiği cihetle, haramdan çekinmek için akıl ve şeriattan gelen emri dinlemeye kabiliyet peyda eder. Hayat-ı maneviyeyi bozmamaya çalışır.
Furthermore, it  will  not  invite  illness  to  that  miserable,  weak  stomach  by cramming it with food before the previous consignment has been digested. And by abandoning even licit actions as it is commanded, it will acquire the ability to listen to the commands of the Shari‘a and the reason, and so to avoid illicit actions. It will try not to destroy his spiritual life.
</div>


<div lang="tr" dir="ltr" class="mw-content-ltr">
Moreover, the great majority of mankind frequently suffer from hunger. Man, therefore, needs hunger and discipline, which train him to be patient and forbearing. Fasting in  Ramadan is patient endurance of a period of hunger that continues for fifteen  hours,  or  for  twenty-four  if  the  pre-dawn  meal  is  not  eaten, and  it  is  a discipline and training. That is to say, fasting is also a cure for impatience and lack of endurance, which double man’s afflictions.
Hem insanın ekseriyet-i mutlakası açlığa çok defa müptela olur. Sabır ve tahammül için bir idman veren açlık, riyazete muhtaçtır. Ramazan-ı şerifteki oruç on beş saat, sahursuz ise yirmi dört saat devam eden bir müddet-i açlığa sabır ve tahammül ve bir riyazettir ve bir idmandır. Demek, beşerin musibetini ikileştiren sabırsızlığın ve tahammülsüzlüğün bir ilacı da oruçtur.
</div>


<div lang="tr" dir="ltr" class="mw-content-ltr">
Futhermore, the factory of the stomach has many workers, and  many of the human  organs are connected to it. If the instinctual soul does not take a rest from activity during the day for a month, it makes the factory’s workers and those organs forget their particular duties; it busies them with itself so that they remain under its tyranny. Also, it confuses the rest of the organs in the human body with the clangour and steam of the factory’s machinery. It continuously attracts their attention to itself, making them temporarily forget their exalted  duties. It is because of this that for centuries those closest to God have accustomed themselves to discipline and to eating and drinking little in order to be perfected.
Hem o mide fabrikasının çok hademeleri var. Hem onunla alâkadar çok cihazat-ı insaniye var. Nefis, eğer muvakkat bir ayın gündüz zamanında tatil-i eşgal etmezse o fabrikanın hademelerinin ve o cihazatın hususi ibadetlerini onlara unutturur, kendiyle meşgul eder, tahakkümü altında bırakır. O sair cihazat-ı insaniyeyi de o manevî fabrika çarklarının gürültüsü ve dumanlarıyla müşevveş eder. Nazar-ı dikkatlerini daima kendine celbeder. Ulvi vazifelerini muvakkaten unutturur. Ondandır ki eskiden beri çok ehl-i velayet, tekemmül için riyazete, az yemek ve içmeye kendilerini alıştırmışlar.
</div>


<div lang="tr" dir="ltr" class="mw-content-ltr">
Through fasting in Ramadan the factory’s workers understand that they were not created for the factory only. While the rest of the organs, instead of delighting in the lowly amusements of the factory, take pleasure in angelic and spiritual amusements, and  fix their  gazes  on  them. It  is  for this  reason that  in Ramadan  the  believers experience  enlightenment, fruitfulness, and spiritual joys which differ according to their degrees. Their subtle faculties, such as the heart, spirit, and intellect, make great progress and advancement in  that blessed month through fasting. They laugh with innocent joy inspite of the stomach’s weeping.
Fakat ramazan-ı şerif orucuyla o fabrikanın hademeleri anlarlar ki sırf o fabrika için yaratılmamışlar. Ve sair cihazat, o fabrikanın süflî eğlencelerine bedel, ramazan-ı şerifte melekî ve ruhanî eğlencelerde telezzüz ederler, nazarlarını onlara dikerler. Onun içindir ki ramazan-ı şerifte mü’minler, derecatına göre ayrı ayrı nurlara, feyizlere, manevî sürurlara mazhar oluyorlar. Kalp ve ruh, akıl, sır gibi letaifin o mübarek ayda oruç vasıtasıyla çok terakkiyat ve tefeyyüzleri vardır. Midenin ağlamasına rağmen onlar masumane gülüyorlar.
</div>


<div lang="tr" dir="ltr" class="mw-content-ltr">
<span id="Dokuzuncu_Nükte"></span>
=== Dokuzuncu Nükte ===
===Ninth Point===
</div>


<div lang="tr" dir="ltr" class="mw-content-ltr">
One of the instances of wisdom in fasting in Ramadan with regard to shattering the instinctual soul’s imaginary dominicality and making known its worship through pointing out its impotence is as follows:
Ramazan-ı şerifin orucu, '''doğrudan doğruya nefsin mevhum rububiyetini kırmak ve aczini göstermekle ubudiyetini bildirmek cihetindeki''' hikmetlerinden bir hikmeti şudur ki:
</div>


<div lang="tr" dir="ltr" class="mw-content-ltr">
The instinctual soul does not want to recognize its Sustainer; it wants its own lordship, like Pharaoh. However much torment it suffers, it retains that vein. Hunger,  however, destroys it. Hence, fasting in Ramadan strikes direct blows at the soul’s pharaoh-like front, shattering it. It demonstrates its impotence, weakness, and want. It makes it realize that it is a slave.
Nefis; Rabb’isini tanımak istemiyor, firavunane kendi rububiyet istiyor. Ne kadar azaplar çektirilse o damar onda kalır. Fakat açlıkla o damarı kırılır. İşte ramazan-ı şerifteki oruç, doğrudan doğruya nefsin firavunluk cephesine darbe vurur, kırar. Aczini, zaafını, fakrını gösterir. Abd olduğunu bildirir.
</div>


<div lang="tr" dir="ltr" class="mw-content-ltr">
Among the narrations of Hadith is the following:
Hadîsin rivayetlerinde vardır ki:
</div>


<div lang="tr" dir="ltr" class="mw-content-ltr">
“God Almighty said to the instinctual soul: ‘What am I and what are you?
Cenab-ı Hak nefse demiş ki: “Ben neyim, sen nesin?
</div>


<div lang="tr" dir="ltr" class="mw-content-ltr">
The soul replied: ‘I am myself and You are Yourself.’ So He punished it and cast it into Hell, then asked it again.
Nefis demiş: “Ben benim, sen sensin!” Azap vermiş, cehenneme atmış, yine sormuş.
</div>


<div lang="tr" dir="ltr" class="mw-content-ltr">
Again it replied: ‘I am  myself and You are Yourself.’ However He punished it, it did not give up its egoism. Finally He punished it with hunger; that is, He made it go hungry.
Yine demiş: “Ene ene, ente ente.” Hangi nevi azabı vermiş, enaniyetten vazgeçmemiş. Sonra açlık ile azap vermiş, yani aç bırakmış.
</div>


<div lang="tr" dir="ltr" class="mw-content-ltr">
Then again He asked it: ‘Who am I and who are you?
Yine sormuş: “Men ene vema ente?
</div>


<div lang="tr" dir="ltr" class="mw-content-ltr">
And the soul replied: اَن۟تَ رَبِّى الرَّحٖيمُ ، وَاَنَا عَب۟دُكَ ال۟عَاجِزُ
Nefis demiş: اَن۟تَ رَبِّى الرَّحٖيمُ ، وَاَنَا عَب۟دُكَ ال۟عَاجِزُ
</div>


<div lang="tr" dir="ltr" class="mw-content-ltr">
‘You are my Compassionate Sustainer and I am your impotent slave!’”
Yani “Sen benim Rabb-i Rahîm’imsin, ben senin âciz bir abdinim.”
</div>


<div lang="tr" dir="ltr" class="mw-content-ltr">
O God! Grant blessings and peace to our master Muhammad that will be pleasing to You and fulfilment of his truth to the number of the merits of the words of  the  Qur’an  in  the  month  of  Ramadan,  and  to  his  Family and Companions, and grant them peace.
اَللّٰهُمَّ صَلِّ وَسَلِّم۟ عَلٰى سَيِّدِنَا مُحَمَّدٍ صَلَاةً تَكُونُ لَكَ رِضَاءً وَ لِحَقِّهٖ اَدَاءً بِعَدَدِ ثَوَابِ قِرَائَةِ حُرُوفِ ال۟قُر۟اٰنِ فٖى شَه۟رِ رَمَضَانَ وَ عَلٰى اٰلِهٖ وَ صَح۟بِهٖ وَ سَلِّم۟
</div>


<div lang="tr" dir="ltr" class="mw-content-ltr">
Limitless in His glory is your Sustainer, the Lord of Almightiness, [exalted] above anything that men may devise by way of definition!  * And peace be upon all His  message-bearers.
سُب۟حَانَ رَبِّكَ رَبِّ ال۟عِزَّةِ عَمَّا يَصِفُونَ وَسَلَامٌ عَلَى ال۟مُر۟سَلٖينَ
</div>


<div lang="tr" dir="ltr" class="mw-content-ltr">
And all praise is due to God alone, the Sustainer of All the Worlds!(37:180-2)
وَ ال۟حَم۟دُ لِلّٰهِ رَبِّ ال۟عَالَمٖينَ اٰمٖينَ
</div>


<div lang="tr" dir="ltr" class="mw-content-ltr">
APOLOGY: This Second Section was written at speed when both myself and the rough-copy scribe were ill; it is bound therefore to contain disorder and defects. We await from our brothers that they look on it with tolerance. They may correct it as they think fit.
'''İ’tizar:''' Şu ikinci kısım, kırk dakikada süratle yazılmasından, ben ve müsvedde yazan kâtip, ikimiz de hasta olduğumuzdan, elbette içinde müşevveşiyet ve kusur bulunacaktır. Nazar-ı müsamaha ile bakmalarını ihvanlarımızdan bekleriz. Münasip gördüklerini tashih edebilirler.
</div>


<div lang="tr" dir="ltr" class="mw-content-ltr">
<span id="Üçüncü_Risale_Olan_Üçüncü_Kısım"></span>
== Üçüncü Risale Olan Üçüncü Kısım ==
==The Third Section, which is the Third Treatise==
</div>


<div lang="tr" dir="ltr" class="mw-content-ltr">
[I wrote this section in order to present an important intention of mine to my brothers of the hereafter for their consideration. It concerns the writing of a Qur’an in a way that will show one of the two hundred sorts of the Qur’an of Miraculous Exposition’s miraculousness – a sort pertaining to its patterns – with the pages specified in accordance with the style of Hafiz Osman and taking the Mudayana Verse(2:282) as the measure, and taking Sura al-Ikhlas as the standard for the lines. This Third Section, which I wrote to consult them concerning this matter and to learn their ideas, and also as a reminder to myself, consists of nine matters.]
Kur’an-ı Mu’cizü’l-Beyan’ın iki yüz aksam-ı i’caziyesinden nakşî bir kısmını gösterecek bir tarzda, Kur’an-ı Azîmüşşan’ı, Hâfız Osman hattıyla taayyün eden ve Âyet-i Müdâyene mikyas tutulan sahifeleri ve Sure-i İhlas vâhid-i kıyasî tutulan satırları muhafaza etmekle beraber, o nakş-ı i’cazı göstermek tarzında bir Kur’an yazmaya dair mühim bir niyetimi; hizmet-i Kur’an’daki kardeşlerimin nazarlarına arz edip meşveret etmek ve onların fikirlerini istimzaç etmek ve beni ikaz etmek için şu kısmı yazdım, onlara müracaat ediyorum. Şu üçüncü kısım '''dokuz mesele'''dir.
</div>


<div lang="tr" dir="ltr" class="mw-content-ltr">
<span id="Birinci_Mesele"></span>
=== Birinci Mesele ===
===FIRST MATTER===
</div>


<div lang="tr" dir="ltr" class="mw-content-ltr">
It is established with  proofs in  the Twenty-Fifth  Word, called The Miraculousness of the Qur’an, that the varieties of the Qur’an of Mighty Stature’s miraculousness number forty. Some of these are demonstrated in detail, and some briefly, so as to  convince  even  the  obdurate.
Kur’an-ı Azîmüşşan’ın enva-ı i’cazı kırka bâliğ olduğu, İ’caz-ı Kur’an namındaki Yirmi Beşinci Söz’de bürhanlarıyla ispat edilmiş. Bazı envaı tafsilen, bir kısmı icmalen muannidlere karşı dahi gösterilmiş.
</div>


<div lang="tr" dir="ltr" class="mw-content-ltr">
Also,   the  different  sorts  of miraculousness  the  Qur’an shows to each of forty of the classes of humanity were explained in the Eighteenth Sign of the Nineteenth Letter, and the shares received by ten of those groups were proved. The remaining thirty classes consist of the followers of all the different ways of sainthood and the scholars of all the various sciences, who demonstrated their certain, verified  belief to the degrees of knowledge of certainty, vision of certainty, and absolute certainty that  the Qur’an is the true Word of God. That is to say, each of them discerned a different  aspect  of its miraculousness in a different way.
Hem Kur’an’ın i’cazı, tabakat-ı insaniyede kırk tabakaya karşı ayrı ayrı i’cazını gösterdiği, On Dokuzuncu Mektup’un On Sekizinci İşaret’inde beyan edilmiş ve o tabakatın on kısmının ayrı ayrı hisse-i i’caziyelerini ispat etmiş. Sair otuz tabaka-i âher, ehl-i velayetin muhtelif meşrepler ashabına ve ulûm-u mütenevvianın ayrı ayrı ashablarına ayrı ayrı i’cazını gösterdiğini, onların ilmelyakîn, aynelyakîn, hakkalyakîn derecesinde Kur’an hak kelâmullah olduğunu, iman-ı tahkikîleri göstermişler. Demek her biri, ayrı ayrı bir tarzda bir vech-i i’cazını görmüşler.
</div>


<div lang="tr" dir="ltr" class="mw-content-ltr">
Yes, just as the miraculousness a saint who  seeks knowledge of God understands will not the same as the beauty of the miraculousness a saint who is a lover of God witnesses, so the manifestations of the beauty of its miraculousness var y according  to  the  different  ways  and  paths.  And  the  aspect  of  miraculousness  a profound scholar of the principles of religion sees will not be the same as that seen by an authoritative interpreter of the secondary matters of the Shari‘a sees; and so on.
Evet, ehl-i marifet bir velinin fehmettiği i’caz ile ehl-i aşk bir velinin müşahede ettiği cemal-i i’caz bir olmadığı gibi; muhtelif meşaribe göre cemal-i i’cazın cilveleri değişir. Bir ilm-i usûlü’d-din allâmesinin ve bir imamının gördüğü vech-i i’caz ile füruat-ı şeriattaki bir müçtehidin gördüğü vech-i i’caz bir değil ve hâkeza…
</div>


<div lang="tr" dir="ltr" class="mw-content-ltr">
I am not able to show in detail all these different aspects; my compre hension cannot encompass them; my view falls short of them. For this reason only ten classes were explained and the rest were alluded to briefly. Now, of those, two that were inadequately described in The Miracles of Muhammad although they needed to be elucidated, were the following:
Bunların tafsilen ayrı ayrı vücuh-u i’cazını göstermek elimden gelmiyor. Havsalam dardır, ihata edemiyor; nazarım kısadır, göremiyor. Onun için yalnız on tabaka beyan edilmiş, mütebâkisi icmalen işaret edilmiş. Şimdi o tabakalardan iki tabaka, Mu’cizat-ı Ahmediye Risalesi’nde çok izaha muhtaç iken, o vakit pek noksan kalmıştı.
</div>


<div lang="tr" dir="ltr" class="mw-content-ltr">
The First Class is the uneducated mass of people, whom we call “the listening class;” they only listen to the Qur’an, understanding its miraculousness by means of their ears. They say: “The Qur’an, which I hear, does not resemble any other books, so it must either be  inferior to all of them, or superior. No one could say that it is inferior, nor have they said it, nor could the Devil even say it. So it must be superior to all of them.”
'''Birinci Tabaka:''' “Kulaklı tabaka” tabir ettiğimiz âmî avam; yalnız kulak ile Kur’an’ı dinler, kulak vasıtasıyla i’cazını anlar. Yani der: “Bu işittiğim Kur’an, başka kitaplara benzemez. Ya bütününün altında olacak veya bütününün fevkinde olacak. Umumun altındaki şık ise kimse diyemez ve dememiş, şeytan dahi diyemez. Öyle ise umumun fevkindedir.”
</div>


<div lang="tr" dir="ltr" class="mw-content-ltr">
It was written briefly like this in the Eighteenth Sign and is further explained in the First Topic of the  Twenty-Sixth Letter, called A Dispute with the Devil, which illustrates and proves that class’s understanding of the miraculousness.
İşte bu kadar icmal ile On Sekizinci İşaret’te yazılmıştı. Sonra onu izah için Yirmi Altıncı Mektup’un “Hüccetü’l-Kur’an Alâ Hizbi’ş-şeytan” namındaki Birinci Mebhası, o tabakanın i’cazdaki fehmini tasvir ve ispat eder.
</div>


<div lang="tr" dir="ltr" class="mw-content-ltr">
The Second Class is “the seeing class.” That  is to  say, it  is claimed in  the Eighteenth Sign that an aspect of the Qur’an’s miraculousness which may be seen with the eyes looks to the uneducated common people or to materialists whose minds see no further than their eyes. This claim needs much explanation in order to elucidate and prove it. It was not  explained there due to an important instance of dominical wisdom which only now we  understand. Only a few very minor particulars were pointed  out.
'''İkinci Tabaka:''' Gözlü tabakasıdır. Yani âmî avamdan veyahut aklı gözüne inmiş maddiyyunlar tabakasına karşı, Kur’an’ın göz ile görünecek bir işaret-i i’caziyesi bulunduğu, On Sekizinci İşaret’te dava edilmiş. Ve o davayı tenvir ve ispat etmek için çok izaha lüzum vardı. Şimdi anladığımız mühim bir hikmet-i Rabbaniye cihetiyle o izah verilmedi. Pek cüz’î birkaç cüz’iyatına işaret edilmişti. Şimdi o hikmetin sırrı anlaşıldı ve tehiri daha evlâ olduğuna kat’î kanaatimiz geldi.
</div>


<div lang="tr" dir="ltr" class="mw-content-ltr">
The  wisdom  in  in  this  is  now  understood  and  we  are  certain  its postponement was preferable. In order to facilitate this class’s understanding, we had a Qur’an written that shows this observable  aspect, one of the forty aspects of its miraculousness.
Şimdi o tabakanın fehmini ve zevkini teshil etmek için; kırk vücuh-u i’cazdan göz ile görülen bir vechini, bir Kur’an’ı yazdırdık ki o yüzü göstersin.
</div>


<div lang="tr" dir="ltr" class="mw-content-ltr">
[The remaining matters of this Third Section together with the Fourth Section are about coincidences (tevâfukat). They have been included in the Index and not repeated here. Included here are only a reminder concerning the Fourth Section and its Third Point.]
'''(Bu Üçüncü Kısmın mütebâki meseleleri ile Dördüncü Kısım tevafukata dair olduğu için; tevafukata dair olan fihriste ile iktifa edilerek, burada yazılmamışlardır. Yalnız Dördüncü Kısma ait bir ihtar ile Üçüncü Nükte yazılmıştır.)'''
</div>


<div lang="tr" dir="ltr" class="mw-content-ltr">
'''Reminder:'''One hundred and sixty verses were written in explanation of the important point concerning the word “Messenger.” In addition to these verses having a glorious quality, they form a Qur’anic supplication for those who want to memorize or recite different verses since they prove and complete one another with regard to the meaning and their  meanings are very profound.In degree, eloquence and beauty of the sixty-nine verses in the  explanation of the sublime point concerning the word “Qur’an” is also most wondrous and elevated. This may be recommended to our brothers as a second Qur’anic supplication.
'''İhtar:''' Lafz-ı Resuldeki nükte-i azîmenin beyanında yüz altmış âyet yazıldı. İşbu âyetlerin hâsiyeti pek azîm olmakla beraber; mana cihetiyle birbirini ispat ve tekmil ettiğinden, çok manidar olduğu için muhtelif âyâtı hıfzetmek veya okumak arzusunda bulunanlara bir hizb-i Kur’anî olduğu gibi; Kur’an kelimesindeki nükte-i azîmenin beyanında, altmış dokuz âyât-ı azîmenin derece-i belâgatı, pek fevkalâde ve kuvvet-i cezaleti pek ulvidir. Bu da ikinci bir hizb-i Kur’anî olarak ihvana tavsiye edilir.
</div>


<div lang="tr" dir="ltr" class="mw-content-ltr">
In regard to the word “Qur’an,” it was present in the seven lines of the word, which included all of them with the exception of two, and since these latter had the meaning of qira’at, their remaining outside the pattern strengthened the point.
Yalnız Kur’an kelimesi, yedi silsile-i Kur’an’da mevcud olup umum o kelimeyi tutmuş, hariç iki kalmış. O iki de kıraat manasında olduğundan o huruç, nükteye kuvvet vermiştir.
</div>


<div lang="tr" dir="ltr" class="mw-content-ltr">
As for the word “Messenger,” since the Suras most connected with the word are Sura Muhammad and Sura al-Fath, and since we limited it to the lines of the word appearing in those two Suras, the instances of the word outside those have not been included. If time permits,  the mysteries these hold will be explained, God willing.
Resul lafzı ise o kelime ile en ziyade münasebettar sureler içinde Sure-i Muhammed ile Sure-i Fetih olduğundan, o iki sureden çıkan silsilelere hasrettiğimizden, hariç kalan Resul lafzı şimdilik dercedilmemiştir. Vakit müsaade etse bundaki esrar yazılacaktır, inşâallah.
</div>


<div lang="tr" dir="ltr" class="mw-content-ltr">
The Third Point consists of four points.
'''Üçüncü Nükte''' '''Dört nükte'''dir.
</div>


<div lang="tr" dir="ltr" class="mw-content-ltr">
'''First Point'''
'''Birinci Nükte:''' Lafzullah, mecmu-u Kur’an’da iki bin sekiz yüz altı defa zikredilmiştir. Bismillah’takilerle beraber lafz-ı Rahman, yüz elli dokuz defa; lafz-ı Rahîm, iki yüz yirmi; lafz-ı Gafur, altmış bir; lafz-ı Rab, sekiz yüz kırk altı; lafz-ı Hakîm, seksen altı; lafz-ı Alîm, yüz yirmi altı; lafz-ı Kadîr, otuz bir; Lâ İlahe İllâ Hû’daki Hû, yirmi altı defa zikredilmiştir. '''(Hâşiye<ref>'''Hâşiye:''' Kur’an’daki âyâtın mecmu-u adedi 6666 olması ve şu sahifede mezkûr esma-i hüsnanın adedi, 6 rakamıyla alâkadar bulunması; ehemmiyetli bir sırra işaret ediyor. Şimdilik mühmel kaldı.</ref>)''' Lafzullah adedinde çok esrar ve nükteler var.
The  word  “Allah”  is  mentioned  two  thousand  eight  hundred  and  six  times. Including in the Bismillah’s (In the Name of God’s), the word “Merciful (Rahman)” one  hundred  and  fifty-nine;  “Compassionate  (Rahim),”  two  hundred  and  twenty; “Forgiving  (Ghafur),”  sixty-one; “Sustainer (Rabb),” eight  hundred  and  forty-six; “Wise  (Hakim),”  eighty-six; “Knowing  (‘Alim),”  one  hundred  and  twenty-six; “Powerful (Qadir),” thirty-one; the “He (Hu)” in “There is no god but He,” twenty-six times.(*<ref>*An important mystery is indicated by the total number of the Qur’an’s verses  being six  thousand six hundred  and sixty-six,  and  on  the eighty-ninth page here the above-mentioned number of divine names being connected with the number six, but it has been left aside for now.</ref>)The number of times the word “Allah” is repeated contains many mysteries and subtle points.
</div>


<div lang="tr" dir="ltr" class="mw-content-ltr">
For instance, the number of times “Merciful,” “Compassionate,” “Forgiving,”  and  “Wise,”  which  are  the  most  mentioned  after  “Allah”  and “Sustainer,” are repeated together with the word “Allah,” is equal to half the number of the Qur’an’s verses. And repetitions of “Allah,” together with “Sustainer,” which is mentioned instead of the word “Allah,” again equal half the number of the Qur’an’s verses. The word  “Sustainer” is mentioned eight hundred and forty-six times, but if these are studied  carefully,  it  will  be  seen that  around  five hundred  of them are mentioned in place of the word “Allah,” while around two hundred are not.
Ezcümle: Lafzullah ve Rab’den sonra en ziyade zikredilen Rahman, Rahîm, Gafur ve Hakîm ile beraber lafzullah, Kur’an âyetlerinin nısfıdır. Hem lafzullah ve Allah lafzı yerinde zikredilen lafz-ı Rab ile beraber, yine nısfıdır. Çendan Rab lafzı sekiz yüz kırk altı defa zikredilmiş fakat dikkat edilse beş yüz küsuru Allah lafzı yerinde zikredilmiş, iki yüz küsuru öyle değildir.
</div>


<div lang="tr" dir="ltr" class="mw-content-ltr">
Also,   repetitions  of  “Allah”  together  with  “Merciful,”  “Compassionate,” “Knowing,” and the “He” of the phrase “There is no god but He” are again equal in number  to  half of the verses; the difference is only four. And together with “All- Powerful” instead of “He,” they again equal half the number of verses; the difference here is nine. There are numerous subtle points in the total number of time the word “Allah,” but for now we deem this point to be sufficient.
Hem Allah, Rahman, Rahîm, Alîm ve Lâ İlahe İllâ Hû’daki Hû adediyle beraber yine nısfıdır. Fark yalnız dörttür. Ve Hû yerinde Kadîr ile beraber, yine mecmu-u âyâtın nısfıdır. Fark dokuzdur. Lafz-ı Celal’in mecmuundaki nükteler çoktur. Yalnız şimdilik bu nükte ile iktifa ediyoruz.
</div>


<div lang="tr" dir="ltr" class="mw-content-ltr">
'''Second Point'''
'''İkinci Nükte:''' Sureler itibarıyladır. Onun dahi çok nükteleri var. Bir intizam, bir kasd ve bir iradeyi gösterir bir tarzda tevafukatı vardır.
This is in respect of the Suras, and it too contains many subtle points. It contains coincidences (tevâfukat) in a way that points to an order, intention, and will.
</div>


<div lang="tr" dir="ltr" class="mw-content-ltr">
In Sura al-Baqara, the number of instances of the word “Allah” and the number of the verses is the same. There is a difference of four, but four “He’s” replace the word “Allah,” like the “He” in “There is no god but He” and they correspond exactly.
Sure-i Bakara’da, âyâtın adediyle lafz-ı Celal’in adedi birdir. Fark dörttür ki Allah lafzı yerinde dört Hû lafzı var. Mesela, Lâ İlahe İllâ Hû’daki Hû gibi. Onunla muvafakat tamam olur.
</div>


<div lang="tr" dir="ltr" class="mw-content-ltr">
In Sura Al-i ‘Imran, again the word “Allah” and the number of verses coincide and are equal. Only, “Allah” is mentioned two hundred and nine times and there are two hundred verses, making a difference of nine. But small differences do not mar the fine points of eloquence and literary merits such as these; an approximate coincidence is enough.
Âl-i İmran’da yine âyâtıyla lafz-ı Celal tevafuktadır, müsavidirler. Yalnız lafz-ı Celal, iki yüz dokuzdur, âyet iki yüzdür. Fark dokuzdur. Böyle meziyat-ı kelâmiyede ve belâgat nüktelerinde küçük farklar zarar vermez, takribî tevafukat kâfidir.
</div>


<div lang="tr" dir="ltr" class="mw-content-ltr">
The  total  number  of  verses  of  Suras  al-Nisa, al-Ma’ida, and  al-An‘am coincides with the total number of instances of  the  word  “Allah:” the number of verses  is  four  hundred  and  sixty-four, and  the  number  of  instances  of the  word “Allah” four hundred and sixt y-one; with the “Allah” of the Bismillahs, it coincides exactly.
Sure-i Nisa, Maide, En’am üçünün mecmu-u âyetleri, mecmuundaki lafz-ı Celal’in adedine tevafuktadır. Âyetlerin adedi dört yüz altmış dört, lafz-ı Celal’in adedi dört yüz altmış bir; Bismillah’taki lafzullah ile beraber tam tevafuktadır.
</div>


<div lang="tr" dir="ltr" class="mw-content-ltr">
And for example, the number of instances of the word “Allah” in the first five Suras is twice the number of the word in Suras al-A‘raf, al-Anfal, al-Tawba, Yunus, and Hud. That is, the second five are half the first five. Then the number of instances of the word in the following suras, Yusuf, al-Ra‘d, Ibrahim, al-Hijr, and al-Nahl, is half that, and in the  following  Suras, al-Isra, al-Kahf, Maryam, Ta. Ha., al-Anbiya,
Hem mesela, baştaki beş surenin lafz-ı Celal adedi; Sure-i A’raf, Enfal, Tevbe, Yunus, Hud’daki lafz-ı Celal adedinin iki mislidir. Demek bu âhirdeki beş, evvelki beşin nısfıdır. Sonra gelen Sure-i Yusuf, Ra’d, İbrahim, Hicr, Nahl surelerindeki lafz-ı Celal adedi, o nısfın nısfıdır. Sonra Sure-i İsra, Kehf, Meryem, Tâhâ, Enbiya, Hac '''(Hâşiye<ref>'''Hâşiye:''' Bu beşer taksimat üzere bir sır inkişaf etmişti. Hiçbirimizin haberi olmadan şurada altı sure kaydolmuş. Şüphemiz kalmadı ki gaibden, ihtiyarımızın haricinde altıncısı girmiş; tâ bu nısfiyet sırr-ı mühimmi kaybolmasın.</ref>)''' o nısfın nısfının nısfıdır. Sonra gelen beşer beşer, takriben o nisbetle gidiyor; yalnız bazı küsuratla fark var. Öyle farklar, böyle makam-ı hitabîde zarar vermez. Mesela, bir kısım yüz yirmi bir, bir kısmı yüz yirmi beş, bir kısmı yüz elli dört, bir kısmı yüz elli dokuzdur.
and al-Hajj, it is again halved.(*<ref>*A mystery was unfolded through this division into fives. With not one of us being aware of it, six Suras were written here. We have no doubt that outside our wills, and from the Unseen, the sixth was added here so that the important mystery concerning these halves should not be lost.</ref>)And so it continues to decrease in approximately the same  ratio  in  the  following  groups  of. five  Suras.  There  are, however,  some differences and deficiencies but they cause no harm in such stations of address. For example, some are one hundred and twenty-one, others are one hundred and twenty- five, others are one hundred and fifty-four, and yet others are one hundred and fifty- nine.
</div>


<div lang="tr" dir="ltr" class="mw-content-ltr">
Then, the five Suras which begin with Sura al-Zukhruf decrease to an eighth. And  in  the  five  beginning  with  Sura  al-Najm, it  is  a  sixty-fourth,  but  this  is approximate. Differences arising from small  errors do not harm stations of address such as these. The subsequent three groups of five  short Suras contain only three instances each of the word “Allah.
Sonra Sure-i Zuhruf’tan başlayan beş sure, o nısf-ı nısf-ı nısfın nısfına iniyor. Sure-i Necm’den başlayan beş, o nısf-ı nısf-ı nısf-ı nısfın nısfıdır fakat takribîdir. Küçük küsuratın farkları, böyle makamat-ı hitabiyede zarar vermez. Sonra gelen küçük beşler içinde, üç beşlerin yalnız üçer adet lafz-ı Celal’i var.
</div>


<div lang="tr" dir="ltr" class="mw-content-ltr">
And this shows that chance has not interfered at all in the number of the word; the numbers of it have been specified in accordance with wisdom and order.
İşte bu vaziyet gösteriyor ki lafz-ı Celal’in adedine tesadüf karışmamış, bir hikmet ve intizam ile adetleri tayin edilmiş.
</div>


<div lang="tr" dir="ltr" class="mw-content-ltr">
'''The Third Point''' is about the word “Allah”This concerns its relation to the pages and is as follows:
'''Lafzullahın Üçüncü Nüktesi:''' Sahifeler nisbetine bakar. Şöyle ki:
</div>


<div lang="tr" dir="ltr" class="mw-content-ltr">
The number of instances of the word on one page looks to that page’s reverse side, and that page sometimes looks to its facing page, and sometimes to the left-hand facing page and to the reverse face of the facing page. I studied a coincidence in my own copy of the Qur’an  and  observed  what was generally a  very fine numerical relationship. I marked them in my copy. Very often they are equal, and sometimes they are a half or a third. Their positioning tells of a wisdom, purpose, and order.
Bir sahifede olan lafz-ı Celal adedi, o sahifenin sağ yüzü ve o yüze karşıki sahifeye ve bazen soldaki karşıki sahife ve karşının arka yüzüne bakar. Ben kendi nüsha-i Kur’aniyemde bu tevafuku tetkik ettim. Ekseriyetle gayet güzel bir nisbet-i adediye ile bir tevafuk gördüm. Nüshama da işaretler koydum. Çok defa müsavi olur. Bazen nısıf veyahut sülüs oluyor. Bir hikmet ve intizamı ihsas eden bir vaziyeti vardır.
</div>


<div lang="tr" dir="ltr" class="mw-content-ltr">
'''Fourth Point'''This concerns coincidences on a single page.
'''Dördüncü Nükte:''' Sahife-i vâhiddeki tevafukattır.
</div>


<div lang="tr" dir="ltr" class="mw-content-ltr">
My brothers and I compared three or four  different copies and we came to the conclusion that the coincidences were intended in all of them. However, since copyists for printed copies had different aims in view, the coincidences lost their order to a degree. But if they were set in order, coincidences  would  become  apparent  to  the  number  of  the  two  thousand  eight hundred and six instances of the word  Allah in the whole Qur’an with only rare exceptions.
Kardeşlerimle üç dört ayrı ayrı nüshaları mukabele ettik. Umumunda tevafukat matlub olduğuna kanaatimiz geldi. Yalnız, matbaa müstensihleri başka maksatları takip ettiklerinden, bir derece tevafukatta intizamsızlık düşmüş. Tanzim edilse pek nadir istisna ile mecmu-u Kur’an’da iki bin sekiz yüz altı lafz-ı Celal’in adedinde tevafukat görünecektir.
</div>


<div lang="tr" dir="ltr" class="mw-content-ltr">
A light of miraculousness shines in this, because the human mind could not encompass a page as extensive as this and interfere in it. And the hand of chance could not reach up to such a situation, so full of meaning and wisdom.
Ve bunda bir şule-i i’caz parlıyor. Çünkü fikr-i beşer, bu pek geniş sahifeyi ihata edemez ve karışamaz. Tesadüfün ise bu manidar ve hikmettar vaziyete eli ulaşamaz.
</div>


<div lang="tr" dir="ltr" class="mw-content-ltr">
We are having a new Qur’an written in order to demonstrate this Fourth Point to a degree, which together with preserving the pages and lines of the most widely used copies of the Qur’an, will set in order the places that have lost their order due to the slackness of calligraphers, and will display the true order of the coincidences, God willing. Indeed, it was displayed.
Dördüncü Nükte’yi bir derece göstermek için yeni bir Mushaf yazdırıyoruz ki en münteşir Mushafların aynı sahife, aynı satırlarını muhafaza etmekle beraber, sanatkârların lâkaytlığı tesiriyle adem-i intizama maruz kalan yerleri tanzim edip tevafukatın hakiki intizamı inşâallah gösterilecektir. Ve gösterildi.
</div>


<div lang="tr" dir="ltr" class="mw-content-ltr">
O God! O Revealer of the Qur’an! For the sake of the Qur’an, allow us to understand its mysteries so long as the spheres revolve. And grant blessings and peace to the one to whom You revealed the Qur’an, and to all his Family and Companions. Amen.
اَللّٰهُمَّ يَا مُن۟زِلَ ال۟قُر۟اٰنِ بِحَقِّ ال۟قُر۟اٰنِ فَهِّم۟نَا اَس۟رَارَ ال۟قُر۟اٰنِ مَادَارَ ال۟قَمَرَانِ وَ صَلِّ وَ سَلِّم۟ عَلٰى مَن۟ اَن۟زَل۟تَ عَلَي۟هِ ال۟قُر۟اٰنَ وَ عَلٰى اٰلِهٖ وَ صَح۟بِهٖ اَج۟مَعٖينَ اٰمٖينَ
</div>


<div lang="tr" dir="ltr" class="mw-content-ltr">
<span id="Beşinci_Risale_Olan_Beşinci_Kısım"></span>
== Beşinci Risale Olan Beşinci Kısım ==
==The Fifth Section, which is the Fifth Treatise==
</div>


<div lang="tr" dir="ltr" class="mw-content-ltr">
In the Name of God, the Merciful, the Compassionate. God is the Light of the heavens and the earth.(24:35)
اَللّٰهُ نُورُ السَّمٰوَاتِ وَال۟اَر۟ضِ … الخ âyet-i pür-envarının çok envar-ı esrarından bir nurunu, ramazan-ı şerifte bir halet-i ruhaniyede hissettim, hayal meyal gördüm. Şöyle ki:
While in a spiritual state during the month of Ramadan, I perceived one light of the many luminous mysteries of this light-filled verse; I saw it as though from afar. It was like this:
</div>


<div lang="tr" dir="ltr" class="mw-content-ltr">
I had a vision of the heart and imagination which afforded me the conviction that, as in the famous supplication of Uways al-Qarani,O God! You are our Sustainer, for we are mere slaves; we are powerless to sustain and raise ourselves. That is to say, the One who sustains us is You! And it is You who is the Creator, for we are creatures, we are being made! And it is You who is the Provider, for we are in need of provision, we have no power!,all living creatures are offering supplications to Almighty God, and that a divine name illuminates each of the eighteen thousand worlds. It was like this:
Üveys-i Karanî’nin
اِلٰهٖى اَن۟تَ رَبّٖى وَ اَنَا ال۟عَب۟دُ ۝ وَ اَن۟تَ ال۟خَالِقُ وَ اَنَا ال۟مَخ۟لُوقُ ۝ وَ اَن۟تَ الرَّزَّاقُ وَ اَنَا ال۟مَر۟زُوقُ… الخ
münâcat-ı meşhuresi nevinden, bütün mevcudat-ı zevi’l-hayat, C­e­nab-ı Hakk’a karşı aynı münâcatı ettiklerini ve on sekiz bin âlemin her birinin ışığı, birer ism-i İlahî olduğunu bana kanaat verecek bir vakıa-i kalbiye-i hayaliyeyi gördüm. Şöyle ki:
</div>


<div lang="tr" dir="ltr" class="mw-content-ltr">
I saw that within this world are thousands of worlds enwrapped in veil after veil,one within the other like a rose-bud with numerous petals. As each veil was unfolded I saw another world. It was like that depicted by the verse following the Light Verse: Or [the unbelievers’ state] is like the depths of darkness in  a  vast deep ocean,  overwhelmed  with  billow  topped  with  billow,  topped  by  [dark] clouds; depths of darkness, one above the other; if a man stretches out his hand, he can hardly see it; for any to whom God gives not light, there is no light;(24:40)it  appeared  to me in  darkness, desolation, and  terrible  blackness. Suddenly, the manifestation of a divine  name  appeared  like a refulgent  light, illuminating  it. Whichever veil was folded back another world appeared before my mind. But while appearing dark due to heedlessness, a divine name would be manifested like the sun, filling that world with light from top to bottom. And so on. This journey of the heart and imagination continued for a long time. In short:
Birbirine sarılı çok yapraklı bir gül goncası gibi şu âlem, binler perde perde içinde sarılı, birbiri altında saklı âlemleri bu âlem içinde gördüm. Her bir perde açıldıkça diğer bir âlemi görüyordum. O âlem ise âyet-i Nur’un arkasındaki اَو۟ كَظُلُمَاتٍ فٖى بَح۟رٍ لُجِّىٍّ يَغ۟شٰيهُ مَو۟جٌ مِن۟ فَو۟قِهٖ مَو۟جٌ مِن۟ فَو۟قِهٖ سَحَابٌ ظُلُمَاتٌ بَع۟ضُهَا فَو۟قَ بَع۟ضٍ اِذَٓا اَخ۟رَجَ يَدَهُ لَم۟ يَكَد۟ يَرٰيهَا وَمَن۟ لَم۟ يَج۟عَلِ اللّٰهُ لَهُ نُورًا فَمَا لَهُ مِن۟ نُورٍ âyeti tasvir ettiği gibi; bir zulümat, bir vahşet, bir dehşet karanlığı içinde bana görünüyordu. Birden bir ism-i İlahînin cilvesi, bir nur-u azîm gibi görünüp ışıklandırıyordu. Hangi perde akla karşı açılmışsa hayale karşı başka bir âlem fakat gafletle karanlıklı bir âlem görünüyorken güneş gibi bir ism-i İlahî tecelli eder, baştan başa o âlemi tenvir eder ve hâkeza… Bu seyr-i kalbî ve seyahat-i hayaliye çok devam etti. Ezcümle:
</div>


<div lang="tr" dir="ltr" class="mw-content-ltr">
When I saw the animal world it appeared to me as truly dark and grievous due to the animals’ endless needs and acute hunger, and their weakness and impotence.
Hayvanat âlemini gördüğüm vakit, hadsiz ihtiyacat ve şiddetli açlıklarıyla beraber zaaf ve aczleri, o âlemi bana çok karanlıklı ve hazîn gösterdi.
</div>


<div lang="tr" dir="ltr" class="mw-content-ltr">
Then suddenly the name of Most Merciful rose like the shining sun in the sign of (that is, meaning) Provider,  gilding that world from top to bottom with the radiance of its mercy.
Birden Rahman ismi, Rezzak burcunda yani manasında bir şems-i tâbân gibi tulû etti; o âlemi baştan başa rahmet ziyasıyla yaldızladı.
</div>


<div lang="tr" dir="ltr" class="mw-content-ltr">
Then  within  the  animal  world  I  beheld  another  world  in  which  young  and offspring were struggling in their weakness, helplessness, and need within a grievous darkness that would fill anyone with pity.
Sonra o âlem-i hayvanat içinde, etfal ve yavruların zaaf ve acz ve ihtiyaç içinde çırpındıkları, hazîn ve herkesi rikkate getirecek bir karanlık içinde diğer bir âlemi gördüm.
</div>


<div lang="tr" dir="ltr" class="mw-content-ltr">
Suddenly the name of All-Compassionate rose in the sign of  clemency,  illuminating that  world  in so beautiful and sweet a fashion that it transformed the complaint, pity, and tears of sorrow into joy, happiness, and tears of pleasurable thanks.
Birden Rahîm ismi şefkat burcunda tulû etti, o kadar güzel ve şirin bir surette o âlemi ışıklandırdı ki şekva ve rikkat ve hüzünden gelen yaş damlalarını, ferah ve sürura ve şükrün lezzetinden gelen damlalara çevirdi.
</div>


<div lang="tr" dir="ltr" class="mw-content-ltr">
Then a further veil was lifted, as though revealing a cinema screen, and the world of man appeared to me. But it appeared to be so dark, so oppressive, so terrible that in anguish I cried out “Alas!”
Sonra sinema perdesi gibi bir perde daha açıldı, âlem-i insanî bana göründü. O âlemi o kadar karanlıklı, o kadar zulümatlı, dehşetli gördüm ki dehşetimden feryat ettim “Eyvah!” dedim.
</div>


<div lang="tr" dir="ltr" class="mw-content-ltr">
For I saw that men had desires and hopes that stretched to eternity, and  thoughts  and  imaginings  that  encompassed  the  universe,   and  a disposition  and  abilities  that  most  earnestly  yearned  for  eternity  and  everlasting happiness and Paradise, and wants and needs that were directed towards endless goals and  aims.  Yet  they  were  weak  and  impotent,  and  exposed  to  the  attacks  of innumerable calamities and enemies; they lived  tumultuous lives for a brief span in the greatest hardship and difficulties. Amid the continuous tribulations of decline and separation, a most grievous state for the heart, they were looking towards the grave, which for the heedless and neglectful is the door to everlasting darkness; singly and in groups, they were being cast into that dark well.
Çünkü gördüm ki insanlardaki ebede uzanıp giden arzuları, emelleri ve kâinatı ihata eden tasavvurat ve efkârları ve ebedî beka ve saadet-i ebediyeyi ve cenneti gayet ciddi isteyen himmetleri ve istidatları ve hadsiz makasıda ve metalibe müteveccih fakr u ihtiyacatları ve zaaf ve acziyle beraber, hücuma maruz kaldıkları hadsiz musibet ve a’dalarıyla beraber; gayet kısa bir ömür, gayet dağdağalı bir hayat, gayet perişan bir maişet içinde, kalbe en elîm ve en müthiş halet olan mütemadî zeval ve firak belası içinde, ehl-i gaflet için zulümat-ı ebedî kapısı suretinde görülen kabre ve mezaristana bakıyorlar, birer birer ve taife taife o zulümat kuyusuna atılıyorlar.
</div>


<div lang="tr" dir="ltr" class="mw-content-ltr">
The moment I saw this world in the midst of the darkness, my heart, spirit, and mind, and all my human faculties, indeed, all the particles of my being, were ready to weep and cry out in pain. But suddenly Almighty God’s name of All-Just rose in the sign of All-Wise, the name of Most Merciful rose in the sign of Munificent, the name of All-Compassionate rose in the sign of (that is, meaning) All-Forgiving, the name of Resurrector in the sign of Inheritor, the name of Giver of Life rose in the sign of Bountiful, and the name of Sustainer rose in the sign of Owner. They gilded and filled with light many worlds within the world of humanity. Opening up windows onto the luminous world of the hereafter, they scattered lights over the dark human world.
İşte bu âlemi bu zulümat içinde gördüğüm anda, kalp ve ruh ve aklımla beraber bütün letaif-i insaniyem, belki bütün zerrat-ı vücudum feryat ile ağlamaya hazır iken birden Cenab-ı Hakk’ın Âdil ismi Hakîm burcunda, Rahman ismi Kerîm burcunda, Rahîm ismi Gafur burcunda yani manasında, Bâis ismi Vâris burcunda, Muhyî ismi Muhsin burcunda, Rab ismi Mâlik burcunda tulû ettiler. O âlem-i insanî içindeki çok âlemleri tenvir ettiler, ışıklandırdılar ve nurani âhiret âleminden pencereler açıp o karanlıklı insan dünyasına nurlar serptiler.
</div>


<div lang="tr" dir="ltr" class="mw-content-ltr">
Then another, vast, veil was folded back and the world of the earth appeared. Philosophy’s dark laws of science showed a terrifying world to the imagination. The situation appeared to me of wretched humankind journeying through infinite  space on the  aged  earth, which  covers  in  one  year a distance  of twenty-five thousand years moving seventy times faster than a cannon- ball, and whose inside is in a state of upheaval ever ready to split up and disintegrate. My head started spinning and my eyes darkened.
Sonra muazzam bir perde daha açıldı, âlem-i arz göründü. Felsefenin karanlıklı kavanin-i ilmiyeleri, hayale dehşetli bir âlem gösterdi. Yetmiş defa top güllesinden daha süratli bir hareketle, yirmi beş bin sene mesafeyi bir senede devreden ve her vakit dağılmaya ve parçalanmaya müstaid ve içi zelzeleli, ihtiyar ve çok yaşlı küre-i arz içinde, âlemin hadsiz fezasında seyahat eden bîçare nev-i insan vaziyeti, bana vahşetli bir karanlık içinde göründü. Başım döndü, gözüm karardı.
</div>


<div lang="tr" dir="ltr" class="mw-content-ltr">
Then suddenly the names of Creator of the Heavens and the Earth, All-Powerful, All-Knowing, Sustainer, Allah, Sustainer of the Heavens and the Earth, and Subduer of the Sun and Moon rose in the signs of Mercy, Tremendousness, and Dominicality. They illuminated that world so that I saw the  globe  of  the  earth  to  be  a safe  liner, well-ordered, subjugated, perfect, and agreeable, all decked out for voyages of pleasure and trade.
Birden Hâlık-ı arz ve semavat’ın Kadîr, Alîm, Rab, Allah ve Rabbü’s-semavati ve’l-arz ve Musahhirü’ş-şemsi ve’l-kamer isimleri; rahmet, azamet, rububiyet burcunda tulû ettiler. O âlemi öyle nurlandırdılar ki o halette bana küre-i arz gayet muntazam, musahhar, mükemmel, hoş, emniyetli bir seyahat gemisi tenezzüh ve keyif ve ticaret için müheyya edilmiş bir şekilde gördüm.
</div>


<div lang="tr" dir="ltr" class="mw-content-ltr">
'''In Short:'''Each of the thousand and one divine  names turned towards the universe appeared like a sun, illuminating a world and the worlds within that world, and with  respect to divine oneness (ehadiyet), within the manifestation of each of them the manifestations of the rest of the names appeared to a degree.
'''Elhasıl,''' bin bir ism-i İlahînin, kâinata müteveccih olan o esmadan her biri bir âlemi ve o âlem içindeki âlemleri tenvir eden bir güneş hükmünde ve sırr-ı ehadiyet cihetiyle, her bir ismin cilvesi içinde sair isimlerin cilveleri dahi bir derece görünüyordu.
</div>


<div lang="tr" dir="ltr" class="mw-content-ltr">
Then my heart espied a different  light behind all the darknesses and felt an appetite for travel. It wanted to mount the imagination and rise to the heavens. At that point, a further, most extensive, veil was folded back, and my heart entered the world of the heavens.
Sonra kalp, her zulümat arkasında ayrı ayrı bir nuru gördüğü için seyahate iştihası açılıyordu. Hayale binip semaya çıkmak istedi. O vakit, gayet geniş bir perde daha açıldı. Kalp, semavat âlemine girdi, gördü ki:
</div>


<div lang="tr" dir="ltr" class="mw-content-ltr">
It saw that the stars larger than the earth, which appeared as twinkling smiles, were spinning and journeying faster than the earth one within the other. If any of them confused its motion it would clash with another causing such a blast the universe would explode causing the whole world to fall apart. They were scattering fire, not light, and were regarding me not with smiles, but with savagery. I saw the  heavens within endless, all-enveloping, empty, awesome, terrifying darkness. I was sorry a  thousand times over that I had come.
O nurani tebessüm eden suretinde görülen yıldızlar, küre-i arzdan daha büyük ve ondan daha süratli bir surette birbiri içinde geziyorlar, dönüyorlar. Bir dakika birisi yolunu şaşırtsa başkasıyla müsademe edecek, öyle bir patlak verecek ki kâinatın ödü patlayıp âlemi dağıtacak. Nur değil, ateş saçarlar; tebessümle değil, vahşetle bana baktılar. Hadsiz büyük, geniş, hâlî, boş, dehşet, hayret zulümatı içinde semavatı gördüm. Geldiğime bin pişman oldum.
</div>


<div lang="tr" dir="ltr" class="mw-content-ltr">
Suddenly the names of Lord of the Heavens and the Earth and Sustainer of the Angels and Spirits appeared with their manifestations in the sign of “He has subjected the sun and the moon,”(13:2, etc.) and, “And We adorned the lower heaven with lights.”(41:12) The stars, which in accordance with the former meaning had collapsed  into  darkness, each received a flash from that mighty light and lit up that world of the  heavens like shining electric lamps. The heavens too, which had seemed empty and  uninhabited, filled with angels and spirit beings. I saw that the suns and moons, which were in motion like an army of the Monarch of Pre-Eternit y and Post-Eternity – one of His innumerable armies – were with their lofty manoeuvres displaying the majesty and magnificent  dominicality of that All-Glorious Sultan.
Birden رَبُّ السَّمٰوَاتِ وَ ال۟اَر۟ضِ ۝ رَبُّ ال۟مَلٰٓئِكَةِ وَ الرُّوحِ un esma-i hüsnası وَلَقَد۟ زَيَّنَّا السَّمَٓاءَ الدُّن۟يَا بِمَصَابٖيحَ ۝ وَ سَخَّرَ الشَّم۟سَ وَ ال۟قَمَرَ burcunda cilveleriyle zuhur ettiler. O mana cihetiyle, karanlık üstüne çökmüş olan yıldızlar, o envar-ı azîmeden birer lem’a alıp yıldızlar adedince elektrik lambaları yakılmış gibi o âlem-i semavat nurlandı. O boş ve hâlî tevehhüm edilen semavat dahi melâikelerle, ruhanîlerle doldu, şenlendi. Sultan-ı ezel ve ebed’in hadsiz ordularından bir ordu hükmünde hareket eden güneşler ve yıldızlar, bir manevra-i ulvi yapıyorlar tarzında, o Sultan-ı Zülcelal’in haşmetini ve şaşaa-i rububiyetini gösteriyorlar gibi gördüm.
</div>


<div lang="tr" dir="ltr" class="mw-content-ltr">
I declared with all my strength, and had it been  possible with all the particles of my being, and if they had listened to me with the tongues of all creatures:
Bütün kuvvetimle ve mümkün olsaydı bütün zerratımla ve beni dinleselerdi bütün mahlukatın lisanlarıyla diyecektim hem umum onların namına dedim:
</div>


<div lang="tr" dir="ltr" class="mw-content-ltr">
God is the Light of the heavens and the earth. The parable of His Light is as if there were a niche and within it a lamp; the lamp enclosed by glass; the glass as it were a brilliant star; lit from a blessed tree, an olive, neither of the East nor of the West, whose oil is well-nigh luminous, though fire scarce touched it; Light upon Light! God guides to His Light whom He will.(24:35) I recited this verse in the name of all creatures. Then I returned, descended to the earth, and  awoke. “All praise be to God for the light of belief and the Qur’an,” I exclaimed.
اَللّٰهُ نُورُ السَّمٰوَاتِ وَال۟اَر۟ضِ مَثَلُ نُورِهٖ كَمِش۟كٰوةٍ فٖيهَا مِص۟بَاحٌ اَل۟مِص۟بَاحُ فٖى زُجَاجَةٍ اَلزُّجَاجَةُ كَاَنَّهَا كَو۟كَبٌ دُرِّىٌّ يُوقَدُ مِن۟ شَجَرَةٍ مُبَارَكَةٍ زَي۟تُونَةٍ لَا شَر۟قِيَّةٍ وَلَا غَر۟بِيَّةٍ يَكَادُ زَي۟تُهَا يُضٖٓىءُ وَلَو۟ لَم۟ تَم۟سَس۟هُ نَارٌ نُورٌ عَلٰى نُورٍ يَه۟دِى اللّٰهُ لِنُورِهٖ مَن۟ يَشَٓاءُ âyetini okudum; döndüm, indim, ayıldım; اَل۟حَم۟دُ لِلّٰهِ عَلٰى نُورِ ال۟اٖيمَانِ وَ ال۟قُر۟اٰنِ dedim.
</div>


<div lang="tr" dir="ltr" class="mw-content-ltr">
<span id="Altıncı_Risale_Olan_Altıncı_Kısım"></span>
== Altıncı Risale Olan Altıncı Kısım ==
==The Sixth Section, which is the Sixth Treatise==
</div>


<div lang="tr" dir="ltr" class="mw-content-ltr">
[This  was  written  to  warn  students  and  servants  of the  All-Wise Qur’an, so that they should not be deceived.]
Kur’an-ı Hakîm’in tilmizlerini ve hâdimlerini ikaz etmek ve aldanmamak için yazılmıştır.
</div>


<div lang="tr" dir="ltr" class="mw-content-ltr">
In the Name of God, the Merciful, the Compassionate.
وَلَا تَر۟كَنُٓوا اِلَى الَّذٖينَ ظَلَمُوا فَتَمَسَّكُمُ النَّارُ
And incline not towards those who do wrong, or the Fire will seize you.(11:113)
</div>


<div lang="tr" dir="ltr" class="mw-content-ltr">
God willing, this Sixth Section will confound six stratagems of satans among jinn and men, and block up six of their ways of attack.
Şu Altıncı Kısım, ins ve cin şeytanlarının '''altı desise'''lerini inşâallah akîm bırakır ve hücum yollarının altısını seddeder.
</div>


<div lang="tr" dir="ltr" class="mw-content-ltr">
<span id="Birinci_Desise"></span>
=== Birinci Desise ===
===FIRST STRATAGEM===
</div>


<div lang="tr" dir="ltr" class="mw-content-ltr">
In consequence of the instruction they have received from satans among the jinn, human satans want to deceive, by exciting the desire for rank and position, the self- sacrificing servants of the party of the Qur’an, and to make them give up their sacred service and elevated jihad of the word. It is as follows:
Şeytan-ı ins, şeytan-ı cinnîden aldığı derse binaen; hizbü’l-Kur’an’ın fedakâr hâdimlerini '''hubb-u câh''' vasıtasıyla aldatmak ve o kudsî hizmetten ve o manevî ulvi cihaddan vazgeçirmek istiyorlar. Şöyle ki:
</div>


<div lang="tr" dir="ltr" class="mw-content-ltr">
Present in most people is a hypocritical desire to be seen by people and hold a position  in  the  public  view, which  is  ambition  for  fame  and  acclaim, and  self- advertisement; it  is  present to a lesser or greater extent in all those who seek this world. The desire to accomplish this ambition will drive a person to sacrifice his life even. Such ambition is exceedingly dangerous for those who seek the hereafter, and even for those who seek this world it is a rough road. It is also the source of many bad morals and is man’s greatest weakness. A person only has to gratify this ambition to gain control over someone and draw him to himself; it ties the man to him, and he is overcome.
İnsanda, ekseriyet itibarıyla hubb-u câh denilen hırs-ı şöhret ve hodfüruşluk ve şan ve şeref denilen riyakârane halklara görünmek ve nazar-ı âmmede mevki sahibi olmaya, ehl-i dünyanın her ferdinde cüz’î küllî arzu vardır. Hattâ o arzu için hayatını feda eder derecesinde şöhret-perestlik hissi onu sevk eder. Ehl-i âhiret için bu his gayet tehlikelidir, ehl-i dünya için de gayet dağdağalıdır; çok ahlâk-ı seyyienin de menşeidir ve insanların da en zayıf damarıdır. Yani bir insanı yakalamak ve kendine çekmek, onun o hissini okşamakla kendine bağlar hem onun ile onu mağlup eder.
</div>


<div lang="tr" dir="ltr" class="mw-content-ltr">
My greatest fear for my brothers is that the atheists may take advantage of this weak vein of theirs. It has caused me much thought. For they did attract in this way some unfortunates who were not truly friends, drawing them into a dangerous situation.(*<ref>*Those unfortunates think: “Our hearts are together with Ustad,and suppose themselves to be in no danger. But someone who gives support to the atheists’ movement and is carried away by their propaganda, and perhaps unknowingly is used in spying activities, says: “My heart is pure and loyal to Ustad’s way,” resembles the following example: while performing the obligatory prayers, a person cannot hold his wind and expels it, and his prayer is invalidated. When he is told that his prayers are invalid, he replies: “Why should they be? My heart is pure.”</ref>)
Kardeşlerim hakkında en ziyade korktuğum, bunların bu zayıf damarından ehl-i ilhadın istifade etmek ihtimalidir. Bu hal beni çok düşündürüyor. Hakiki olmayan bazı bîçare dostlarımı o suretle çektiler, manen onları tehlikeye attılar. '''(Hâşiye<ref>'''Hâşiye:''' O bîçareler “Kalbimiz Üstad ile beraberdir.fikriyle kendilerini tehlikesiz zannederler. Halbuki ehl-i ilhadın cereyanına kuvvet veren ve propagandalarına kapılan, belki bilmeyerek hafiyelikte istimal edilmek tehlikesi bulunan bir adamın “Kalbim safidir, Üstadımın mesleğine sadıktır.demesi, bu misale benzer ki: Birisi namaz kılarken karnındaki yeli tutamıyor, çıkıyor; hades vuku buluyor. Ona “Namazın bozuldu.” denildiği vakit, o diyor: “Neden namazım bozulsun, kalbim safidir.”</ref>)'''
</div>


<div lang="tr" dir="ltr" class="mw-content-ltr">
My brothers and friends in the service of the Qur’an! Say the following to the secret  agents  of  the  cunning  ‘worldly,’  or  the  propagandists  of  the  people  of misguidance, or the students of Satan, for they all try to deceive you by exciting the desire  for  rank:
Ey kardeşlerim ve ey hizmet-i Kur’an’da arkadaşlarım! Bu hubb-u câh cihetinden gelen dessas ehl-i dünyanın hafiyelerine veya ehl-i dalaletin propagandacılarına veya şeytanın şakirdlerine deyiniz ki:
</div>


<div lang="tr" dir="ltr" class="mw-content-ltr">
“Firstly, divine  pleasure,  the  favours  of  the  Merciful  One,  and dominical  acceptance  are  a  position  so  high  that  beside  them  the  attention  and admiration of men are worth virtually nothing. To receive divine mercy is sufficient. The regard of men is acceptable in that it is the reflection and shadow of the regard of divine mercy; otherwise it is not desirable. For it is extinguished at the door of the grave, so is worth nothing!”
“Evvela rıza-yı İlahî ve iltifat-ı Rahmanî ve kabul-ü Rabbanî öyle bir makamdır ki insanların teveccühü ve istihsanı, ona nisbeten bir zerre hükmündedir. Eğer teveccüh-ü rahmet varsa yeter. İnsanların teveccühü; o teveccüh-ü rahmetin in’ikası ve gölgesi olmak cihetiyle makbuldür, yoksa arzu edilecek bir şey değildir. Çünkü kabir kapısında söner, beş para etmez!”
</div>


<div lang="tr" dir="ltr" class="mw-content-ltr">
If the desire for rank and position cannot be silenced and eliminated, it should be directed towards something else:
Hubb-u câh hissi eğer susturulmazsa ve izale edilmezse yüzünü başka cihete çevirmek lâzımdır. Şöyle ki:
</div>


<div lang="tr" dir="ltr" class="mw-content-ltr">
as in the following comparison, the emotion may have a  licit side; if it is for reward in the hereafter, or with the intention of being prayed for, or for making one’s work effective.
Sevab-ı uhrevî için dualarını kazanmak niyetiyle ve hizmetin hüsn-ü tesiri noktasında gelecek temsildeki sırra binaen, belki o hissin meşru bir ciheti bulunur.
</div>


<div lang="tr" dir="ltr" class="mw-content-ltr">
For example, at a time Aya Sophia Mosque is filled with eminent and blessed people, virtuous  and  excellent, one  or  two  idle  youths  and  immoral  loafers  are hanging  around  the  entrance, while  next  to  the  windows  a  few  Europeans  are watching for amusement. A man enters the mosque and joins the congregation, then recites a passage from the Qur’an beautifully in a fine voice; the gazes of thousands of the people of truth are turned  on him and they gain reward for him through their regard and prayers. This does not please the idle youths and heretic loafers and the one or two Europeans.
Mesela Ayasofya Camii, ehl-i fazl ve kemalden, mübarek ve muhterem zatlarla dolu olduğu bir zamanda, tek tük, sofada ve kapıda haylaz çocuklar ve serseri ahlâksızlar bulunup caminin pencerelerinin üstünde ve yakınında ecnebilerin eğlence-perest seyircileri bulunsa bir adam o cami içine girip ve o cemaat içine dâhil olsa; eğer güzel bir sadâ ile şirin bir tarzda Kur’an’dan bir aşir okusa o vakit binler ehl-i hakikatin nazarları ona döner, hüsn-ü teveccühle, manevî bir dua ile o adama bir sevap kazandırırlar. Yalnız, haylaz çocukların ve serseri mülhidlerin ve tek tük ecnebilerin hoşuna gitmeyecek.
</div>


<div lang="tr" dir="ltr" class="mw-content-ltr">
If when the man had  entered the blessed mosque and joined the  huge  congregation, he  had  shouted  out  lewd  songs, and  danced  and  jumped around, it would have made the idle youths laugh, have pleased the dissolute loafers since it encouraged immorality, and made the Europeans smile mockingly, since they are gratified at seeing any faults in Islam. But it would have attracted looks of disgust and contempt from the vast and blessed congregation; in its view, the man would have fallen to the very lowest of the low.
Eğer o mübarek camiye ve o muazzam cemaat içine o adam girdiği vakit, süflî ve edepsizce fuhşa ait şarkıları bağırıp çağırsa, raks edip zıplasa; o vakit o haylaz çocukları güldürecek, o serseri ahlâksızları fuhşiyata teşvik ettiği için hoşlarına gidecek ve İslâmiyet’in kusurunu görmekle mütelezziz olan ecnebilerin istihzakârane tebessümlerini celbedecek. Fakat umum o muazzam ve mübarek cemaatin bütün efradından, bir nazar-ı nefret ve tahkir celbedecektir. Esfel-i safilîne sukut derecesinde nazarlarında alçak görünecektir.
</div>


<div lang="tr" dir="ltr" class="mw-content-ltr">
Exactly like this example, the World of Islam and Asia is a huge mosque, and the people of belief and truth within it are the respected congregation in the mosque. The idle  youths are the childish sycophants. The dissolute loafers are those villains who follow Europe and have no nation or religion. While the European spectators are the journalists who spread the ideas of the Europeans. All Muslims, especially the virtuous and perfected ones, have a place in the mosque according to their degree; they are seen and attention is paid to them.
İşte aynen bu misal gibi âlem-i İslâm ve Asya, muazzam bir camidir. Ve içinde ehl-i iman ve ehl-i hakikat, o camideki muhterem cemaattir. O haylaz çocuklar ise çocuk akıllı dalkavuklardır. O serseri ahlâksızlar; Frenk-meşrep, milliyetsiz, dinsiz heriflerdir. Ecnebi seyircileri ise ecnebilerin nâşir-i efkârı olan gazetecilerdir. Her bir Müslüman, hususan ehl-i fazl ve kemal ise bu camide derecesine göre bir mevkii olur, görünür, nazar-ı dikkat ona çevrilir.
</div>


<div lang="tr" dir="ltr" class="mw-content-ltr">
If  they perform actions and works as taught by the injunctions and sacred truths the All-Wise Qur’an in accordance with the sincerity and divine pleasure which are a fundamental of Islam, and if through the tongue of disposition they recite Qur’anic verses, they will then be included in the prayer: “O God, grant forgiveness to all believing men and to all believing women,”  which is constantly uttered by everyone  in  the  World  of  Islam.  They will  have  a  share  of  it  and  will  become connected to all the others in brotherly fashion. However, the value of this will not be apparent to some of the people of misguidance who are like harmful beasts  and to some idiots who are like bearded children.
Eğer İslâmiyet’in bir sırr-ı esası olan ihlas ve rıza-yı İlahî cihetinde, Kur’an-ı Hakîm’in ders verdiği ahkâm ve hakaik-i kudsiyeye dair harekât ve a’mal ondan sudûr etse, lisan-ı hali manen âyât-ı Kur’aniyeyi okusa o vakit manen âlem-i İslâm’ın her bir ferdinin vird-i zebanı olan اَللّٰهُمَّ اغ۟فِر۟ لِل۟مُؤ۟مِنٖينَ وَ ال۟مُؤ۟مِنَاتِ duasında dâhil olup hissedar olur ve umumu ile uhuvvetkârane alâkadar olur. Yalnız hayvanat-ı muzırra nevinden bazı ehl-i dalaletin ve sakallı çocuklar hükmündeki bazı ahmakların nazarlarında kıymeti görünmez.
</div>


<div lang="tr" dir="ltr" class="mw-content-ltr">
If a man disowns all his forefathers, the source of honour, and all the past, the cause of pride, and abandons in the spirit the luminous  highway of his righteous predecessors, which they considered to be their point of support, and if he follows his own whims and passions hypocritically seeking fame and following innovations, he will fall to the very lowest position in the view of all the people of truth and  belief.
Eğer o adam, medar-ı şeref tanıdığı bütün ecdadını ve medar-ı iftihar bildiği bütün geçmişlerini ve ruhen nokta-i istinad telakki ettiği selef-i salihînin cadde-i nuranilerini terk edip heveskârane, heva-perestane, riyakârane, şöhret-perverane, bid’akârane işlerde ve harekâtta bulunsa manen bütün ehl-i hakikat ve ehl-i imanın nazarında en alçak mevkiye düşer.
</div>


<div lang="tr" dir="ltr" class="mw-content-ltr">
In accordance with: “Beware the insight of the
اِتَّقُوا فِرَاسَةَ ال۟مُؤ۟مِنِ فَاِنَّهُ يَن۟ظُرُ بِنُورِ اللّٰهِ sırrına göre; ehl-i iman ne kadar âmî ve cahil de olsa aklı derk etmediği halde, kalbi öyle hodfüruş adamları görse soğuk görür, manen nefret eder.
believer, for he sees with the light of God,”(*<ref>*Tirmidhi, Tafsir Sura, 156; Abu Nu’aym, Hilyat al-Awliya, iv, 94; al-Haythami, Majma’ al-Zawa’id, x, 268; al-‘Ajluni, Kashf al-Khafa’, i, 42.</ref>)however common and ignorant a believer may be, even if his mind does not realize it, his heart looks coldly and in disgust on such boastful, selfish men.
</div>


<div lang="tr" dir="ltr" class="mw-content-ltr">
And so, the man carried away by love of position and rank and obsessed by the desire for fame – the second man, descends to the very lowest of the low in the view of that numberless congregation. And he gains a temporary, inauspicious position in the view of a few insignificant, mocking, raving loafers.
İşte hubb-u câha meftun ve şöhret-perestliğe müptela adam –ikinci adam– hadsiz bir cemaatin nazarında esfel-i safilîne düşer. Ehemmiyetsiz ve müstehzi ve hezeyancı bazı serserilerin nazarında, muvakkat ve menhus bir mevki kazanır.
</div>


<div lang="tr" dir="ltr" class="mw-content-ltr">
In accordance with the verse,Friends on that Day will  be foes, one to another –  except the righteous,(43:67)
اَل۟اَخِلَّٓاءُ يَو۟مَئِذٍ بَع۟ضُهُم۟ لِبَع۟ضٍ عَدُوٌّ اِلَّا ال۟مُتَّقٖينَ sırrına göre; dünyada zarar, berzahta azap, âhirette düşman bazı yalancı dostları bulur.
he will find a few false friends who will be harmful in this world, torment in the Intermediate Realm, and enemies in the hereafter.
</div>


<div lang="tr" dir="ltr" class="mw-content-ltr">
As for the first man, even if he does not expunge the desire for position from his heart, on condition he takes sincerity and divine pleasure as his guiding principles and does not make rank and position his goal, he will attain a sort of spiritual rank, and a glorious one at that, which will perfectly satisfy that desire of his. The man will lose something insignificant, very insignificant, and find in place of it many, very many, valuable and harmless things. Indeed, he will chase away a few snakes and find numerous blessed creatures; he will become close friends with them. Or he will ward off stinging wild hornets and attract blessed bees, the sherbert-sellers of mercy. He will eat honey at their hand, and through their prayers find friends from all parts of the Islamic world through whom his spirit will receive effulgences like the water of Kawthar, and these will pass to his book of good deeds.
Birinci suretteki adam, faraza hubb-u câhı kalbinden çıkarmazsa fakat ihlası ve rıza-yı İlahîyi esas tutmak ve hubb-u câhı hedef ittihaz etmemek şartıyla; bir nevi meşru makam-ı manevî hem muhteşem bir makam kazanır ki o hubb-u câh damarını kemaliyle tatmin eder. Bu adam, az hem pek az ve ehemmiyetsiz bir şey kaybeder; ona mukabil, çok hem pek çok kıymettar, zararsız şeyleri bulur. Belki birkaç yılanı kendinden kaçırır; ona bedel, çok mübarek mahlukları arkadaş bulur, onlarla ünsiyet eder. Veya ısırıcı, yabani eşek arılarını kaçırıp mübarek rahmet şerbetçileri olan arıları kendine celbeder. Onların ellerinden bal yer gibi öyle dostlar bulur ki daima dualarıyla âb-ı kevser gibi feyizler, âlem-i İslâm’ın etrafından onun ruhuna içirilir ve defter-i a’maline geçirilir.
</div>


<div lang="tr" dir="ltr" class="mw-content-ltr">
At one time, when through perpetrating a great wrong due to the desire for fame, a little man who was occupying a high worldly position became a laughing-stock in the eyes of the World of Islam, I spoke to him teaching him the meaning of the above comparison; I hit him  over the head with it. He was badly shaken, but because I myself had not been saved from the desire for rank and position, my warning did not arouse him.
Bir zaman, dünyanın bir büyük makamını işgal eden küçük bir insan, şöhret-perestlik yolunda büyük bir kabahat işlemekle, âlem-i İslâm’ın nazarında maskara olduğu vakit, geçen temsilin mealini ona ders verdim; başına vurdum. İyi sarstı fakat kendimi hubb-u câhtan kurtaramadığım için o ikazım dahi onu uyandırmadı.
</div>


<div lang="tr" dir="ltr" class="mw-content-ltr">
<span id="İkinci_Desise"></span>
=== İkinci Desise ===
===SECOND STRATAGEM===
</div>


<div lang="tr" dir="ltr" class="mw-content-ltr">
One  of  the  strongest  and  most  basic  emotions  in  man  is  the  sense  of  fear. Scheming  oppressors  profit  greatly  from  the  vein  of  fear. They  restrain  the pusillanimous with it. The agents of the worldly and propagandists of the people of misguidance take advantage of this vein of the common people and of the religious scholars  in  particular. They  frighten  them  and  excite  their  groundless  fears.
İnsanda en mühim ve esaslı bir his, hiss-i havftır. Dessas zalimler, bu '''korku''' damarından çok istifade etmektedirler. Onunla korkakları gemlendiriyorlar. Ehl-i dünyanın hafiyeleri ve ehl-i dalaletin propagandacıları, avamın ve bilhassa ulemanın bu damarından çok istifade ediyorlar. Korkutuyorlar, evhamlarını tahrik ediyorlar.
</div>


<div lang="tr" dir="ltr" class="mw-content-ltr">
For example, in order  to  scare a coward  who  is on a roof and put him  in danger, a scheming man shows him something which he supposes is harmful; he excites his fear and draws him gradually towards  the edge of the roof; then he makes him fall and break his neck. In exactly the same way, they make people sacrifice most important things due to most unimportant fears. Trying to avoid a mosquito bite, they flee into the dragon’s mouth.
Mesela, nasıl ki damda bir adamı tehlikeye atmak için bir dessas adam, o evhamlının nazarında zararlı görünen bir şeyi gösterip vehmini tahrik edip kova kova tâ damın kenarına gelir, baş aşağı düşürür, boynu kırılır. Aynen onun gibi, çok ehemmiyetsiz evham ile çok ehemmiyetli şeyleri feda ettiriyorlar. Hattâ bir sinek beni ısırmasın, diyerek yılanın ağzına girer.
</div>


<div lang="tr" dir="ltr" class="mw-content-ltr">
One time, an eminent person – May God have mercy on him – was frightened of climbing  into  a  rowing-boat. One  evening, we  walked  together  to  the  Bridge  in Istanbul. We had  to board a boat; there was no carriage and we were going to Eyüp Sultan. I insisted. He said: “I’m frightened. Perhaps it’ll sink!” I said to him: “How many boats do you reckon there are, here on the Golden Horn?” He replied: “Perhaps a thousand.” So I asked him: “How many boats sink in a year?He said: “One or two. Perhaps none at all.” I asked him: “How many days  are there in a year?” “Three hundred and sixty,” he replied. So I said to him: “The possibility of sinking, which provokes these groundless fears and makes you anxious, is one in three hundred and sixty thousand. Someone who is frightened at such a possibility is not a human being, he couldn’t even be an animal!”
Bir zaman –Allah rahmet etsin– mühim bir zat kayığa binmekten korkuyordu. Onun ile beraber bir akşam vakti, İstanbul’dan köprüye geldik. Kayığa binmek lâzım geldi. Araba yok. Sultan Eyyüb’e gitmeye mecburuz. Israr ettim. Dedi: “Korkuyorum, belki batacağız!” Ona dedim: “Bu Haliç’te tahminen kaç kayık var?” Dedi: “Belki bin var.” Dedim: “Senede kaç kayık gark olur.Dedi: “Bir iki tane, bazı sene de hiç batmaz.” Dedim: “Sene kaç gündür?” Dedi: “Üç yüz altmış gündür.” Dedim: “Senin vehmine ilişen ve korkuna dokunan batmak ihtimali, üç yüz altmış bin ihtimalden bir tek ihtimaldir. Böyle bir ihtimalden korkan; insan değil, hayvan da olamaz!”
</div>


<div lang="tr" dir="ltr" class="mw-content-ltr">
Then I asked him: “How long do you reckon you will live?” He replied: “I am old; perhaps I’ll live another ten years.” So I said to him: “The appointed hour of death is secret, so we could die any day. In which case, you might die on any day of the three thousand six hundred. You see, there is a one in three thousand possibilit y that you might die today rather than one in three hundred thousand like the boat; so tremble and  weep, and  write  your will!”
Hem ona dedim: “Acaba kaç sene yaşamayı tahmin ediyorsun?” Dedi: “Ben ihtiyarım, belki on sene daha yaşamam ihtimali vardır.” Dedim: “Ecel gizli olduğundan her bir günde ölmek ihtimali var, öyle ise üç bin altı yüz günde her gün vefatın muhtemel. İşte kayık gibi üç yüz binden bir ihtimal değil belki üç binden bir ihtimal ile bugün ölümün muhtemeldir, titre ve ağla, vasiyet et!” dedim.
</div>


<div lang="tr" dir="ltr" class="mw-content-ltr">
He  came to  his  senses, and  I got  him, trembling, to board the boat. When on board, I told him: “Almighty God gave the sense of fear to preserve life, not to destroy it! He did not give life so that it would be burdensome, difficult, painful, and torment. If fear is caused by a possibility of one in two, three, or four, or even one in five or six, it is a precautionary fear and may be licit. But to fear a possibility of one in twenty, thirty, or  forty, is groundless, and makes life torture!
Aklı başına geldi, titreyerek kayığa bindirdim. Kayık içinde ona dedim: “Cenab-ı Hak havf damarını hıfz-ı hayat için vermiş, hayatı tahrip için değil! Ve hayatı ağır ve müşkül ve elîm ve azap yapmak için vermemiştir. Havf iki, üç, dört ihtimalden bir olsa, hattâ beş altı ihtimalden bir olsa ihtiyatkârane bir havf meşru olabilir. Fakat yirmi, otuz, kırk ihtimalden bir ihtimal ile havf etmek evhamdır, hayatı azaba çevirir.
</div>


<div lang="tr" dir="ltr" class="mw-content-ltr">
My brothers! If those who toady to the atheists attack you by frightening you into giving up your sacred jihad of the word, say to them:
İşte ey kardeşlerim! Eğer ehl-i ilhadın dalkavukları, sizi korkutmak ile kudsî cihad-ı manevînizden vazgeçirmek için size hücum etseler; onlara deyiniz:
</div>


<div lang="tr" dir="ltr" class="mw-content-ltr">
“We are the party of the Qur’an. According to the verse,We have, without doubt, sent down  the Message; and  We  will assuredly guard it,(15:9)we are in the citadel of the Qur’an. The verse,For us God suffices, and He is the Best Disposer of Affairs(3:173)is a firm bastion surrounding us. Utilizing fear at a one in thousands possibility of some  minor harm coming to our fleeting transient lives here, you cannot drive us through our own wills down a way on which there is a hundred per cent possibility of its causing  thousandfold harm to our eternal lives!”
“Biz hizbü’l-Kur’an’ız. اِنَّا نَح۟نُ نَزَّل۟نَا الذِّك۟رَ وَ اِنَّا لَهُ لَحَافِظُونَ sırrıyla, Kur’an’ın kalesindeyiz. حَس۟بُنَا اللّٰهُ وَنِع۟مَ ال۟وَكٖيلُ etrafımızda çevrilmiş muhkem bir surdur. Binler ihtimalden bir ihtimal ile şu kısa hayat-ı fâniyeye küçük bir zarar gelmesi korkusundan, hayat-ı ebediyemize yüzde yüz binler zarar verecek bir yola, bizi ihtiyarımızla sevk edemezsiniz!”
</div>


<div lang="tr" dir="ltr" class="mw-content-ltr">
And say too: “Is there anyone who has suffered harm due to Said Nursi, our friend in the service of the Qur’an and Master and foreman in running this sacred work, or from people of truth like us who are his companions on the way of truth? Is there anyone who has been caused any trouble at the hand of his close students, that we might be caused it too? So should we be anxious at the possibility of suffering it? This  brother of ours has thousands of friends and brothers of the hereafter. Although for twenty to thirty years he played an influential role in the social life of this world, we have not heard that a single of his brothers suffered harm because of him, and at that time he was brandishing the club of politics. Now he holds the light of reality rather than the club. For sure, long ago they mixed him up in the Thirty-First of March Incident and they crushed some of his friends, but it later became clear that others had  instigated the affair. His friends suffered misfortune, not because of him but because of his enemies. Moreover, at that time he saved very many of his friends. So satans like you shouldn’t get it into their minds to make us throw away an eternal treasury out of fear at a danger the possibility of which is not one in a thousand but in thousands.” You should say that and hit those toadies of the people of misguidance in the mouth, and drive them away!
Ve deyiniz: “Acaba hizmet-i Kur’aniyede arkadaşımız ve o hizmet-i kudsiyenin tedbirinde üstadımız ve ustabaşımız olan Said Nursî’nin yüzünden, bizim gibi hak yolunda ona dost olan ehl-i haktan kim zarar görmüş? Ve onun has talebelerinden kim bela görmüş ki biz de göreceğiz ve o görmek ihtimali ile telaş edeceğiz? Bu kardeşimizin binler uhrevî dostları ve kardeşleri var. Yirmi otuz senedir, dünya hayat-ı içtimaiyesine tesirli bir surette karıştığı halde, onun yüzünden bir kardeşinin zarar gördüğünü işitmedik. Hususan o zaman elinde siyaset topuzu vardı. Şimdi o topuz yerine nur-u hakikat var. Eskiden 31 Mart Hâdisesi’nde çendan onu da karıştırdılar, bazı dostlarını da ezdiler. Fakat sonra tebeyyün etti ki mesele başkaları tarafından çıkmış. Onun dostları, onun yüzünden değil, onun düşmanları yüzünden bela gördüler. Hem o zaman çok dostlarını da kurtardı. Buna binaen bin değil, binler ihtimalden bir tek ihtimal-i tehlike korkusuyla, bir hazine-i ebediyeyi elimizden kaçırmak, sizin gibi şeytanların hatırına gelmemeli!” deyip ehl-i dalaletin dalkavuklarının ağzına vurup tard etmelisiniz.
</div>


<div lang="tr" dir="ltr" class="mw-content-ltr">
And tell them this:“And if the possibility of death is not one in hundreds of thousands but a hundred per cent probability, if we have a jot of sense, we will not be frightened and abandon him and flee!”
Hem o dalkavuklara deyiniz ki: “Yüz binler ihtimalden bir ihtimal değil, yüzden yüz ihtimal ile bir helâket gelse; zerre kadar aklımız varsa korkup onu bırakıp kaçmayacağız!”
</div>


<div lang="tr" dir="ltr" class="mw-content-ltr">
For it has been seen through repeated experiences, and it is seen, that the calamity which is visited on those who betray their elder brother or their Master in times of danger, strikes them  first. And they are punished mercilessly and they are looked down upon contemptuously. Both physically dead and their spirits abased, they are in effect dead. Those who torment them feel no pity for them, for they say: “Since they betrayed their Master who was loyal  and kind to them, they must be completely despicable and deserve contempt, not pity!
Çünkü mükerrer tecrübelerle görülmüş ve görülüyor ki: Büyük kardeşine veyahut üstadına tehlike zamanında ihanet edenlerin, gelen bela en evvel onların başında patlar. Hem merhametsizcesine onlara ceza verilmiş ve alçak nazarıyla bakılmış. Hem cesedi ölmüş hem ruhu zillet içinde manen ölmüş. Onlara ceza verenler, kalplerinde bir merhamet hissetmezler. Çünkü derler: “Bunlar madem kendilerine sadık ve müşfik üstadlarına hain çıktılar; elbette çok alçaktırlar, merhamete değil tahkire lâyıktırlar.
</div>


<div lang="tr" dir="ltr" class="mw-content-ltr">
Yes, the reality is this. Also, if a tyrannical, unscrupulous man throws someone to the ground and stands over him certain to crush his head with his foot, and the man on the ground kisses that savage oppressor’s foot, due to his abasement his heart will be crushed before his head, and his spirit will die before his body. He will lose his head, and his self-respect and  pride will be destroyed. By displaying weakness before the savage  tyrant  without  conscience, he  encourages  him  to  crush  him. But  if  the oppressed man spits in the tyrant’s face, he will save his heart and his spirit, and his body will be a wronged martyr. Yes, spit in the shameless faces of the oppressors!
Madem hakikat budur. Hem madem bir zalim ve vicdansız bir adam, birisini yere atıp ayağıyla onun başını kat’î ezecek bir surette davransa o yerdeki adam eğer o vahşi zalimin ayağını öpse; o zillet vasıtasıyla kalbi başından evvel ezilir, ruhu cesedinden evvel ölür. Hem başı gider hem izzet ve haysiyeti mahvolur. Hem o canavar, vicdansız zalime karşı zaaf göstermekle, kendisini ezdirmeye teşci eder. Eğer ayağı altındaki mazlum adam, o zalimin yüzüne tükürse kalbini ve ruhunu kurtarır, cesedi bir şehid-i mazlum olur. Evet, tükürün zalimlerin hayâsız yüzlerine!
</div>


<div lang="tr" dir="ltr" class="mw-content-ltr">
One time when the British had destroyed the guns on the Bosphorus and occupied Istanbul, the head  clergyman  of the Anglican Church, the main religious establishment of that country, asked six questions of the Shaikh al-Islam’s Office. I was a member of the Darü’l-Hikmeti’l-Islamiye at the time.
Bir zaman İngiliz Devleti, İstanbul Boğazı’nın toplarını tahrip ve İstanbul’u istila ettiği hengâmda; o devletin en büyük daire-i diniyesi olan Anglikan Kilisesinin başpapazı tarafından Meşihat-ı İslâmiyeden dinî altı sual soruldu. Ben de o zaman Dârülhikmeti’l-İslâmiyenin azası idim. Bana dediler: “Bir cevap ver. Onlar altı suallerine, altı yüz kelime ile cevap istiyorlar.
</div>


<div lang="tr" dir="ltr" class="mw-content-ltr">
They asked me to answer them, saying that they wanted a six-hundred-word reply to their six questions. But I told them: “I’ll answer them not with six hundred words, or even with six words, or even a single word, but with a mouthful of spit! For you can see that government; the moment it set foot on our Bosphorus, its clergyman arrogantly asked us six questions. Faced with this, we should spit in his face. So  spit in the pitiless faces of those tyrants!” And now I say:
Ben dedim: “Altı yüz kelime ile değil, altı kelime ile de değil, hattâ bir kelime ile dahi değil; belki bir tükürük ile cevap veriyorum! Çünkü o devlet, işte görüyorsunuz; ayağını boğazımıza bastığı dakikada, onun papazı mağrurane üstümüzde sual sormasına karşı, yüzüne tükürmek lâzım geliyor. Tükürün o ehl-i zulmün o merhametsiz yüzüne!” demiştim. Şimdi diyorum:
</div>


<div lang="tr" dir="ltr" class="mw-content-ltr">
My brothers! At a time a tyrannical government like the British had occupied us the protection of the Qur’an was enough for me, although it was a hundred per cent certain that harm would come to me from confronting them in this way through the tongue of the press, so it is definitely a hundred times more sufficient for you in the face of the harm that may come to you at the hand of these insignificant bullies, which is only a one in a hundred possibility.
Ey kardeşlerim! İngiliz gibi cebbar bir hükûmetin istila ettiği bir zamanda, bu tarzda matbaa lisanıyla onlara mukabele etmek, tehlike yüzde yüz iken, hıfz-ı Kur’anî bana kâfi geldiği halde; size de yüzde bir ihtimal ile ehemmiyetsiz zalimlerin elinden gelen zararlara karşı, elbette yüz derece daha kâfidir.
</div>


<div lang="tr" dir="ltr" class="mw-content-ltr">
Furthermore, my brothers! Most of you have done your military service. Any who haven’t, have certainly heard this. And any who haven’t heard it, let them hear it now from me: “The people who receive most wounds are those who abandon their trenches and run away. While the people who receive fewest wounds are those who persevere in their trenches!The allusive meaning of the verse,
Hem ey kardeşlerim! Çoğunuz askerlik etmişsiniz. Etmeyenler de elbette işitmişlerdir. İşitmeyenler de benden işitsinler ki: “En ziyade yaralananlar, siperini bırakıp kaçanlardır. En az yara alanlar, siperinde sebat edenlerdir.”
</div>


<div lang="tr" dir="ltr" class="mw-content-ltr">
Say: “The death from which you flee will truly overtake you”(62:8) shows that those who run away are more likely to meet death through their flight!
قُل۟ اِنَّ ال۟مَو۟تَ الَّذٖى تَفِرُّونَ مِن۟هُ فَاِنَّهُ مُلَاقٖيكُم۟ mana-yı işarîsiyle gösteriyor ki: “Firar edenler, kaçmalarıyla ölümü daha ziyade karşılıyorlar.”
</div>


<div lang="tr" dir="ltr" class="mw-content-ltr">
<span id="Üçüncü_Desise-i_Şeytaniye"></span>
=== Üçüncü Desise-i Şeytaniye ===
===THIRD SATANIC STRATAGEM===
</div>


<div lang="tr" dir="ltr" class="mw-content-ltr">
They hunt many people through greed.
'''Tama’''' yüzünden çoklarını avlıyorlar.
</div>


<div lang="tr" dir="ltr" class="mw-content-ltr">
We have proved in many treatises with certain proofs that have issued forth from the clear verses of the All-Wise Qur’an that licit sustenance comes not in accordance with power and will, but proportionately to  powerlessness and want.
Kur’an-ı Hakîm’in âyât ve beyyinatından istifaza ettiğimiz kat’î bürhanlarla çok risalelerde ispat etmişiz ki: “Meşru rızık, iktidar ve ihtiyarın derecesine göre değil belki acz ve iftikarın nisbetinde geliyor.
</div>


<div lang="tr" dir="ltr" class="mw-content-ltr">
There are numerous signs, indications, and evidences demonstrating this truth. For instance:
Bu hakikati gösteren hadsiz işaretler, emareler, deliller vardır. Ezcümle:
</div>


<div lang="tr" dir="ltr" class="mw-content-ltr">
There  are numerous signs, indications, and evidences demonstrating this truth. For instance: Trees, which are animate beings of a sort and in need of sustenance, remain in their places and their sustenance comes hastening to them. While since animals chase after it greedily, they are not nurtured as perfectly as trees.
Bir nevi zîhayat ve rızka muhtaç olan eşcar, yerinde durup onların rızıkları onlara koşup geliyor. Hayvanat, hırs ile rızıklarının peşinde koştuklarından ağaçlar gibi mükemmel beslenmiyorlar.
</div>


<div lang="tr" dir="ltr" class="mw-content-ltr">
Also, although fishes are the most stupid and powerless of the animals and are found in sand, their being  the  best  nourished  and  generally  appearing fat while intelligent and capable animals like the monkey and fox are weak and thin from their scanty sustenance, shows that need is the means of sustenance, not power.
Hem hayvanat nevinden balıkların en aptal, iktidarsız ve kum içinde bulunduğu halde mükemmel beslenmesi ve umumiyetle semiz olarak görünmesi; maymun ve tilki gibi zeki ve muktedir hayvanat, sû-i maişetinden alîz ve zayıf olması, gösteriyor ki: Vasıta-i rızık; iktidar değil, iftikardır.
</div>


<div lang="tr" dir="ltr" class="mw-content-ltr">
Also, the fine sustenance of all young, whether human or animal, and milk, the delicate gift of the treasury of mercy, being bestowed on them in an unexpected way out of compassion for their weakness and impotence, and the difficult circumstances of wild animals,  show that impotence and want are the means of licit sustenance rather than intelligence and power.
Hem insanî olsun hayvanî olsun bütün yavruların hüsn-ü maişeti ve süt gibi hazine-i rahmetin en latîf bir hediyesi, umulmadık bir tarzda onlara zaaf ve aczlerine şefkaten ihsan edilmesi ve vahşi canavarların dıyk-ı maişetleri dahi gösteriyor ki: Vesile-i rızk-ı helâl; acz ve iftikardır, zekâ ve iktidar değildir.
</div>


<div lang="tr" dir="ltr" class="mw-content-ltr">
Also, among the nations of the world there is none that pursues sustenance more than the Jewish nation, which is notorious for its intense greed. But they have suffered more than any  from poor livelihoods amid degradation and poverty. Even the rich among them live in lowly fashion. In any event, the possessions they have acquired by such illicit means as usury do not comprise licit sustenance that it might refute our discussion here.
Hem dünyada, milletler içinde şiddet-i hırs ile meşhur olan Yahudi milletinden daha ziyade rızık peşinde koşan olmuyor. Halbuki zillet ve sefalet içinde en ziyade sû-i maişete onlar maruz oluyorlar. Onların zenginleri dahi süflî yaşıyorlar. Zaten riba gibi gayr-ı meşru yollarla kazandıkları mal, rızk-ı helâl değil ki meselemizi cerh etsin.
</div>


<div lang="tr" dir="ltr" class="mw-content-ltr">
Also, the poverty of many literary figures and scholars, and the wealth and riches of many stupid people show that the means of attracting sustenance is not intelligence and power, but impotence and want; it is submitting to God while relying on Him, and supplication by word, state, and deed.
Hem çok ediblerin ve çok ulemanın fakr-ı hali ve çok aptalların servet ve gınası dahi gösteriyor ki: Celb-i rızkın medarı, zekâ ve iktidar değildir; belki acz ve iftikardır, tevekkülvari bir teslimdir ve lisan-ı kāl ve lisan-ı hal ve lisan-ı fiil ile bir duadır.
</div>


<div lang="tr" dir="ltr" class="mw-content-ltr">
The verse,For God is He Who gives [all] sustenance, Lord of Power, and Steadfast [for ever],(51:58) proclaims this truth, and is a powerful, firm proof of this assertion of ours, which all plants and animals and young recite. Every group of creature that seeks sustenance recites this verse through the tongue of disposition.
İşte bu hakikati ilan eden اِنَّ اللّٰهَ هُوَ الرَّزَّاقُ ذُو ال۟قُوَّةِ ال۟مَتٖينُ âyeti, bu davamıza o kadar kavî ve metin bir bürhandır ki bütün nebatat ve hayvanat ve etfal lisanıyla okunuyor. Ve rızık isteyen her taife, şu âyeti lisan-ı hal ile okuyor.
</div>


<div lang="tr" dir="ltr" class="mw-content-ltr">
Since sustenance is appointed and bestowed and it is Almighty God who gives it, and  since  He  is  both  All-Compassionate  and  Munificent, those  who  degrade themselves by making illicit gains in such a way as to cast aspersions on His mercy and insult His munificence, and give their consciences and even certain sacred matters as bribes and accept things which are unlawful and inauspicious – they should ponder over just what compounded lunacy this is.
Madem rızık mukadderdir ve ihsan ediliyor ve veren de Cenab-ı Hak’tır, o hem Rahîm hem Kerîm’dir. Onun rahmetini ittiham etmek derecesinde ve keremini istihfaf eder bir surette gayr-ı meşru bir tarzda yüzsuyu dökmekle; vicdanını belki bazı mukaddesatını rüşvet verip menhus, bereketsiz bir mal-ı haramı kabul eden düşünsün ki ne kadar muzaaf bir divaneliktir.
</div>


<div lang="tr" dir="ltr" class="mw-content-ltr">
Yes, ‘the worldly’ and especially the people of misguidance do not give away their  money cheaply; they sell it at a high price. Sometimes something which may help a little towards a year of worldly life is the means of destroying infinite eternal life. And with that vile greed, the person draws divine wrath on himself and tries to attract the pleasure of the people of misguidance.
Evet ehl-i dünya, hususan ehl-i dalalet; parasını ucuz vermez, pek pahalı satar. Bir senelik hayat-ı dünyeviyeye bir derece yardım edecek bir mala mukabil, hadsiz bir hayat-ı ebediyeyi tahrip etmeye bazen vesile olur. O pis hırs ile gazab-ı İlahîyi kendine celbeder ve ehl-i dalaletin rızasını celbe çalışır.
</div>


<div lang="tr" dir="ltr" class="mw-content-ltr">
Yes, my brothers! If those who toady to ‘the worldly’ and the dissemblers among the  misguided lay hold of you due to this weak vein in human nature, think of the above truth and take this poor brother of yours as an example. I assure you with all my strength that contentment and frugality ensure your life and sustenance more than does a salary. As for any unlawful money that is given you, they will want a price a thousand times higher in return. It may also hinder your service of the Qur’an, which may open for you an everlasting treasury,  or it may make you slack in that service. And that would be such a loss and emptiness that even if they gave you a thousand salaries every month, they could not fill its place.
Ey kardeşlerim! Eğer ehl-i dünyanın dalkavukları ve ehl-i dalaletin münafıkları, sizi insaniyetin şu zayıf damarı olan tama’ yüzünden yakalasalar; geçen hakikati düşünüp bu fakir kardeşinizi numune-i imtisal ediniz. Sizi bütün kuvvetimle temin ederim ki kanaat ve iktisat, maaştan ziyade sizin hayatınızı idame ve rızkınızı temin eder. Bâhusus size verilen o gayr-ı meşru para, sizden ona mukabil bin kat fazla fiyat isteyecek. Hem her saati size ebedî bir hazineyi açabilir olan hizmet-i Kur’aniyeye set çekebilir veya fütur verir. Bu öyle bir zarar ve boşluktur ki her ay binler maaş verilse yerini dolduramaz.
</div>


<div lang="tr" dir="ltr" class="mw-content-ltr">
Warning: The people of misguidance are  not able to defend  themselves and reply to the truths of belief and the Qur’an which we take from the All-Wise Qur’an and disseminate, therefore, through intrigue and dissembling they employ snares of deception and wile. They want to deceive my friends through the desire for position, greed, and fear, and to refute me by ascribing certain things to me. We always act positively in our sacred service, but unfortunately, sometimes the duty of removing the obstacles in the way of some good matter impels us to act negatively.
'''İhtar:''' Ehl-i dalalet, Kur’an-ı Hakîm’den alıp neşrettiğimiz hakaik-i imaniye ve Kur’aniyeye karşı müdafaa ve mukabele elinden gelmediği için münafıkane ve desisekârane iğfal ve hile dâmını (tuzağını) istimal ediyor. Dostlarımı hubb-u câh, tama’ ve havf ile aldatmak ve beni bazı isnadat ile çürütmek istiyorlar. Biz, kudsî hizmetimizde daima müsbet hareket ediyoruz. Fakat maatteessüf her bir emr-i hayırda bulunan manileri def’etmek vazifesi, bizi bazen menfî harekete sevk ediyor. İşte bunun içindir ki ehl-i nifakın hilekârane propagandasına karşı, kardeşlerimi sâbık üç nokta ile ikaz ediyorum. Onlara gelen hücumu def’e çalışıyorum.
It  is  because  of  this  that  I  am  warning  my  brothers  concerning  the  above- mentioned three points, in the face of the cunning propaganda of the dissemblers. I am trying to rebuff the attacks that are levelled at them.
</div>


<div lang="tr" dir="ltr" class="mw-content-ltr">
The most significant attack now is at my person. They say: “Said is a Kurd. Why do you show him so much respect, and follow him?” So I am forced to mention the fourth satanic stratagem in the language of the Old Said although I do not want to, in order to silence such villains.
Şimdi en mühim bir hücum, benim şahsımadır. Diyorlar ki: “Said Kürt’tür, neden bu kadar ona hürmet ediyorsunuz, arkasına düşüyorsunuz?” İşte bilmecburiye böyle herifleri susturmak için Dördüncü Desise-i Şeytaniye’yi, istemeyerek Eski Said lisanıyla zikredeceğim.
</div>


<div lang="tr" dir="ltr" class="mw-content-ltr">
<span id="Dördüncü_Desise-i_Şeytaniye"></span>
=== Dördüncü Desise-i Şeytaniye ===
===FOURTH SATANIC STRATAGEM===
</div>


<div lang="tr" dir="ltr" class="mw-content-ltr">
In order  to  deceive  my  brothers  and  excite  their  nationalist  feelings, certain irreligious people who occupy high positions attack me with their propaganda. At the promptings of Satan and suggestions of the people of misguidance, they say: “You are Turks. Thanks be to  God, among the Turks  are  religious  scholars and  people of perfection of every sort. Said is a Kurd. To work along with someone who does not share your nationality is unpatriotic.”
Şeytanın telkini ile ve ehl-i dalaletin ilkaatıyla, bana karşı propaganda ile hücum eden ve mühim mevkileri işgal eden bazı mülhidler, kardeşlerimi aldatmak ve asabiyet-i milliyelerini tahrik etmek için diyorlar ki: “Siz Türk’sünüz. Mâşâallah Türklerde her nevi ulema ve ehl-i kemal vardır. Said bir Kürt’tür. Milliyetinizden olmayan birisiyle teşrik-i mesai etmek hamiyet-i milliyeye münafîdir?
</div>


<div lang="tr" dir="ltr" class="mw-content-ltr">
'''The Answer:'''You miserable person without religion! All praise be to God, I am a Muslim. At all times there are three hundred and fifty million members of my sacred nation.  I seek refuge with God a hundred thousand times from sacrificing for the idea of racialism and negative nationalism three hundred and fifty million brothers who enjoy an eternal brotherhood  and who help me with their prayers and among whom are the vast majority of Kurds. And I  seek refuge with God from gaining in place of those innumerable blessed brothers a few who have embarked on a way that is without religion or belongs to no school of law, who bear the name of Kurd and are reckoned to belong to the Kurdish people.
'''Elcevap:''' Ey bedbaht mülhid! Ben felillahi’l-hamd Müslüman’ım. Her zamanda, kudsî milletimin üç yüz elli milyon efradı vardır. Böyle ebedî bir uhuvveti tesis eden ve dualarıyla bana yardım eden ve içinde Kürtlerin ekseriyet-i mutlakası bulunan üç yüz elli milyon kardeşi, unsuriyet ve menfî milliyet fikrine feda etmek ve o mübarek hadsiz kardeşlere bedel, Kürt namını taşıyan ve Kürt unsurundan addedilen mahdud birkaç dinsiz veya mezhepsiz bir mesleğe girenleri kazanmaktan yüz bin defa istiaze ediyorum!..
</div>


<div lang="tr" dir="ltr" class="mw-content-ltr">
O you without religion! There would have to have been some idiots like you who would abandon the everlasting brotherhood of a luminous beneficial community of three hundred and fifty million true brothers, to gain the brotherhood – which even in this world is without benefit – of a handful of Hungarian infidels or Europeanized Turks who have lost their religion.
Ey mülhid! Senin gibi ahmaklar lâzım ki Macar kâfirleri veyahut dinsiz olmuş ve Frenkleşmiş birkaç Türkleri muvakkaten, dünyaca dahi faydasız uhuvvetini kazanmak için üç yüz elli milyon hakiki, nurani, menfaattar bir cemaatin bâki uhuvvetlerini terk etsin.
</div>


<div lang="tr" dir="ltr" class="mw-content-ltr">
Since, in the Third Matter of the Twenty-Sixth Letter we have shown together with the evidences the nature of negative nationalism and its harms, we refer you to that, and here only explain a truth which was mentioned briefly at the end of the Third Matter. It is as follows:
Yirmi Altıncı Mektup’un Üçüncü Mesele’sinde, delilleriyle menfî milliyetin mahiyetini ve zararlarını gösterdiğimizden ona havale edip yalnız o Üçüncü Mesele’nin âhirinde icmal edilen bir hakikati burada bir derece izah edeceğiz. Şöyle ki:
</div>


<div lang="tr" dir="ltr" class="mw-content-ltr">
I say to those pseudo-patriotic irreligious deviants who hide under the veil of Turkism and in reality are enemies of the Turks: “I am closely and truly connected by means of an eternal, true brotherhood with the nation of Islam, with the believers of this country who are called Turks. On account of Islam, I have a proud and partial love for the sons of this land who for close on a thousand  years victoriously carried the banner of the Qur’an to every corner of the world.
O Türkçülük perdesi altına giren ve hakikaten Türk düşmanı olan hamiyet-füruş mülhidlere derim ki: Din-i İslâmiyet milletiyle ebedî ve hakiki bir uhuvvet ile Türk denilen bu vatan ehl-i imanıyla şiddetli ve pek hakiki alâkadarım. Ve bin seneye yakın, Kur’an’ın bayrağını cihanın cihat-ı sittesinin etrafında galibane gezdiren bu vatan evlatlarına, İslâmiyet hesabına müftehirane ve taraftarane muhabbettarım.
</div>


<div lang="tr" dir="ltr" class="mw-content-ltr">
As for you,  you pseudo-patriotic imposters! You possess in a way that will make  you  forget  the  true  national  pride  of  the  Turks,  a  metaphorical,  racial, temporary, and hateful brotherhood.
Sen ise ey hamiyet-füruş sahtekâr! Türk’ün mefahir-i hakikiye-i milliyesini unutturacak bir surette mecazî ve unsurî ve muvakkat ve garazkârane bir uhuvvetin var.
</div>


<div lang="tr" dir="ltr" class="mw-content-ltr">
I ask you: does the Turkish nation consist only of heedless and lustful youths between the ages  of twenty and forty? And is what is beneficial for them and will serve them – as demanded by nationalist patriotism – an European education which will only increase their heedlessness, accustom them to immorality, and encourage them in what is forbidden? Is it to amuse them temporarily and so make them weep in old age? If nationalist patriotism consists of this, and this is progress and the happiness of life, yes, if you are a Turkist and nationalist like that, I flee from such Turkism, and you can flee from me, too!
Senden soruyorum: Türk milleti, yalnız yirmi ile kırk yaşı ortasındaki gafil ve heveskâr gençlerden ibaret midir? Hem onların menfaati ve onların hakkında hamiyet-i milliyenin iktiza ettiği hizmet, yalnız onların gafletini ziyadeleştiren ve ahlâksızlıklara alıştıran ve menhiyata teşci eden Frenk-meşrebane terbiyede midir? Ve ihtiyarlıkta onları ağlattıracak olan muvakkat bir güldürmekte midir? Eğer hamiyet-i milliye bunlardan ibaret ise ve terakki ve saadet-i hayatiye bu ise evet, sen böyle Türkçü isen ve böyle milliyet-perver isen; ben o Türkçülükten kaçıyorum, sen de benden kaçabilirsin!
</div>


<div lang="tr" dir="ltr" class="mw-content-ltr">
If you have even a jot of patriotism, intelligence, and fairness, consider the following divisions of society and give me an answer. It is like this:
Eğer zerre miktar hamiyet ve şuurun ve insafın varsa şimdiki taksimata bak, cevap ver. Şöyle ki:
</div>


<div lang="tr" dir="ltr" class="mw-content-ltr">
The sons of this land known as the Turkish nation consist of six parts.
Türk milleti denilen şu vatan evladı altı kısımdır:
</div>


<div lang="tr" dir="ltr" class="mw-content-ltr">
The first part are  the righteous and the pious. The second are the sick and those stricken by disaster. The third are the elderly. The fourth are the children. The fifth are the poor and the weak. And the sixth are the young.
Birinci kısmı, ehl-i salahat ve takvadır. İkinci kısmı, musibetzede ve hastalar taifesidir. Üçüncü kısmı, ihtiyarlar sınıfıdır. Dördüncü kısmı, çocuklar taifesidir. Beşinci kısmı, fakirler ve zayıflar taifesidir. Altıncı kısmı, gençlerdir.
</div>


<div lang="tr" dir="ltr" class="mw-content-ltr">
Are the first five groups not Turks? Do they have no share of nationalist patriotism? Is it nationalist patriotism to vex those five groups, spoil their pleasure in life, and destroy those things that console them in order to give drunken enjoyment to the sixth  group?  Or is it enmity towards the nation? According to the rule “The word is with the majority,” that which harms the majority is inimical, not friendly!
Acaba bütün evvelki beş taife Türk değiller mi? Hamiyet-i milliyeden hisseleri yok mu? Acaba altıncı taifeye sarhoşçasına bir keyif vermek yolunda, o beş taifeyi incitmek, keyfini kaçırmak, tesellilerini kırmak; hamiyet-i milliye midir, yoksa o millete düşmanlık mıdır? “El-hükmü li’l-ekser” sırrınca, eksere zarar dokunduran düşmandır; dost değildir!
</div>


<div lang="tr" dir="ltr" class="mw-content-ltr">
I ask you, is the greatest benefit of the believers and the pious, the first group, to be found  in a European-type civilization? Or is it to be found in thinking of eternal happiness through the truths of belief, in travelling the way of truth, for which they are most desirous, and in finding a true solace?
Senden soruyorum: Birinci kısım olan ehl-i iman ve ehl-i takvanın en büyük menfaati, Frenk-meşrebane bir medeniyette midir? Yoksa hakaik-i imaniyenin nurlarıyla saadet-i ebediyeyi düşünüp müştak ve âşık oldukları tarîk-i hakta sülûk etmek ve hakiki teselli bulmakta mıdır?
</div>


<div lang="tr" dir="ltr" class="mw-content-ltr">
The way the misguided and bogus patriots like you have taken  extinguishes the spiritual lights of the pious people of belief, destroys their true consolation, and shows death to be eternal nothingness and the grave to be the door to everlasting separation.
Senin gibi dalalet-pîşe hamiyet-füruşların tuttuğu meslek, müttaki ehl-i imanın manevî nurlarını söndürüyor ve hakiki tesellilerini bozuyor ve ölümü, idam-ı ebedî ve kabri, daimî bir firak-ı lâyezalî kapısı olduğunu gösteriyor.
</div>


<div lang="tr" dir="ltr" class="mw-content-ltr">
Are the benefits of the disaster-stricken, the sick, and those who have despaired of life,  who  form the second group, to be found in the way of a European-type, irreligious  civilization? For those unfortunates want a light, a solace. They want a reward in return for the calamities they have suffered. They want to take their revenge on those who have oppressed them. They want to repulse the terrors at the door of the grave, which they are approaching.
İkinci kısım olan musibetzede ve hastaların ve hayatından meyus olanların menfaati; Frenk-meşrebane, dinsizcesine medeniyet terbiyesinde midir? Halbuki o bîçareler bir nur isterler, bir teselli isterler. Musibetlerine karşı bir mükâfat isterler. Ve onlara zulmedenlerden intikamlarını almak isterler. Ve yakınlaştıkları kabir kapısındaki dehşeti def’etmek istiyorlar.
</div>


<div lang="tr" dir="ltr" class="mw-content-ltr">
Through their false patriotism, people like you plunge a needle into the hearts of those unhappy victims of disaster who are much in need of compassion, soothing,  and  healing, and  deserving  of them. You  hit them over the head! You mercilessly destroy all  their  hopes! You  cast  them  into  absolute despair! Is  this nationalist patriotism? Is that how you provide benefits for the nation?
Sizin gibilerin sahtekâr hamiyetiyle, pek çok şefkate ve okşamaya ve tımar etmeye çok lâyık ve muhtaç o bîçare musibetzedelerin kalplerine iğne sokuyorsunuz, başlarına tokmak vuruyorsunuz! Merhametsizcesine ümitlerini kırıyorsunuz, yeis-i mutlaka düşürüyorsunuz! Hamiyet-i milliye bu mudur? Böyle mi millete menfaat dokunduruyorsunuz?
</div>


<div lang="tr" dir="ltr" class="mw-content-ltr">
The elderly,  the  third  group, forms  a third. They are  approaching the grave, drawing close to death, growing distant from the world, coming close to the hereafter. Are  their  benefits,  lights, and  consolation  to  be  found  in  listening  to  the  cruel adventures of tyrants like Hulagu and Jenghiz? Do they have a place in your modern- type movements which make the hereafter forgotten, bind a person to the world, are without result, and have the meaning of decline while being superficially progress? Is the light of the hereafter to be found in the cinema? Is true solace to be found in the theatre?
Üçüncü taife olan ihtiyarlar, bir sülüs teşkil ediyor. Bunlar kabre yakınlaşıyorlar, ölüme yaklaşıyorlar, dünyadan uzaklaşıyorlar, âhirete yanaşıyorlar. Böylelerin menfaati ve nuru ve tesellisi, Hülâgu ve Cengiz gibi zalimlerin gaddarane sergüzeştlerini dinlemesinde midir? Ve âhireti unutturacak, dünyaya bağlandıracak, neticesiz, manen sukut, zâhiren terakki denilen şimdiki nevi hareketinizde midir? Ve uhrevî nur, sinemada mıdır? Ve hakiki teselli, tiyatroda mıdır?
</div>


<div lang="tr" dir="ltr" class="mw-content-ltr">
If nationalist patriotism is in effect  to slaughter them with an immaterial knife,  and  give  them  the  idea  that  “you  are  being  impelled  towards  everlasting nothingness,” and to transform the grave, which they consider to be the gate of mercy, into the dragon’s mouth, and to breathe in their ears: “You too will enter there!– if, while these unhappy elderly people want  respect  from patriotism,  this  is  what  it consists of, I seek refuge with God a hundred thousand times from such patriotism!
Bu bîçare ihtiyarlar hamiyetten hürmet isterlerken, manevî bıçakla o bîçareleri kesmek hükmünde ve “İdam-ı ebedîye sevk ediliyorsunuz.fikrini vermek ve rahmet kapısı tasavvur ettikleri kabir kapısını ejderha ağzına çevirmek “Sen oraya gideceksin.diye manevî kulağına üflemek, hamiyet-i milliye ise böyle hamiyetten yüz bin defa el-iyazü billah!
</div>


<div lang="tr" dir="ltr" class="mw-content-ltr">
The  fourth  group  are  the  children. They  want  kindness  from  nationalist patriotism; they await compassion. Also, in respect of their weakness, impotence, and powerlessness, their  spirits  may  expand  through  knowing  a  compassionate  and powerful Creator; their abilities may unfold in a happy manner. If instilled with the reliance on God  that springs from belief and with the submission of Islam that may withstand the awesome fears and worldly situations of the future, these innocents may look eagerly to life. Will this be achieved by teaching them things about the progress of civilization, with which they have little connection, and the principles of lightless materialist philosophy, which destroys their morale and extinguishes their spirits?
Dördüncü taife ki çocuklardır. Bunlar, hamiyet-i milliyeden merhamet isterler, şefkat beklerler. Bunlar da zaaf ve acz ve iktidarsızlık noktasında; merhametkâr, kudretli bir Hâlık’ı bilmekle ruhları inbisat edebilir, istidatları mesudane inkişaf edebilir. İleride, dünyadaki müthiş ehval ve ahvale karşı gelebilecek bir tevekkül-ü imanî ve teslim-i İslâmî telkinatıyla o masumlar hayata müştakane bakabilirler. Acaba alâkaları pek az olduğu terakkiyat-ı medeniye dersleri ve onların kuvve-i maneviyesini kıracak ve ruhlarını söndürecek, nursuz, sırf maddî, felsefî düsturların taliminde midir?
</div>


<div lang="tr" dir="ltr" class="mw-content-ltr">
If man consisted only of an animal body and he had no mind in his head, perhaps these European  principles  which  you  fancifully  call  civilized  education  and  national education could have afforded these innocent children some worldly benefit in  the form of temporary childish amusement.  Since they will be  cast  onto  the surging tumult of life, and since they are human beings, they will certainly have far-reaching desires in their small hearts and large goals will be born in their little heads.
Eğer insan bir cesed-i hayvanîden ibaret olsaydı ve kafasında akıl olmasaydı; belki bu masum çocukları muvakkaten eğlendirecek terbiye-i medeniye tabir ettiğiniz ve terbiye-i milliye süsü verdiğiniz bu Frengî usûl, onlara çocukçasına bir oyuncak olarak, dünyevî bir menfaati verebilirdi. Mademki o masumlar hayatın dağdağalarına atılacaklar, mademki insandırlar; elbette küçük kalplerinde çok uzun arzuları olacak ve küçük kafalarında büyük maksatlar tevellüd edecek.
</div>


<div lang="tr" dir="ltr" class="mw-content-ltr">
Since the reality  is  thus, compassion  requires  that  in  the  face  of  their  infinite  want  and impotence an extremely powerful support and inexhaustible place of recourse are placed  in their hearts, and these are belief in God  and belief in the hereafter. This is kindness and compassion for them. It otherwise means slaughtering those wretched innocents with the drunkenness of nationalist patriotism, like a crazy mother slaughtering her  child with a knife. It is a savage cruelty and wrong, like pulling out their brains and hearts and making them eat them to nourish their bodies.
Madem hakikat böyledir; onlara şefkatin muktezası, gayet derecede fakr ve aczinde, gayet kuvvetli bir nokta-i istinadı ve tükenmez bir nokta-i istimdadı; kalplerinde iman-ı billah ve iman-ı bi’l-âhiret suretiyle yerleştirmek lâzımdır. Onlara şefkat ve merhamet bununla olur. Yoksa divane bir validenin, veledini bıçakla kesmesi gibi hamiyet-i milliye sarhoşluğuyla, o bîçare masumları manen boğazlamaktır. Cesedini beslemek için beynini ve kalbini çıkarıp ona yedirmek nevinden, vahşiyane bir gadirdir, bir zulümdür.
</div>


<div lang="tr" dir="ltr" class="mw-content-ltr">
The fifth group  are the poor and  the weak. The poor, who, because of their poverty, suffer greatly at the heavy burdens of life, and the weak, who are grieved at life’s awesome upheavals – do they receive no share from nationalist patriotism?
Beşinci taife, fakirler ve zayıflar taifesidir. Acaba, hayatın ağır tekâlifini fakirlik vasıtasıyla elîm bir tarzda çeken fakirlerin ve hayatın müthiş dağdağalarına karşı çok müteessir olan zayıfların, hamiyet-i milliyeden hisseleri yok mudur?
</div>


<div lang="tr" dir="ltr" class="mw-content-ltr">
Is it to be found in the movements you have instituted under the name of European-style, unveiled, Pharaoh-like  civilization, which only increase their despair and suffering? The salve for the wound of indigence may be found in the sacred pharmacy of Islam, not in the idea of racialism. The  weak receive no strength and resistance from the philosophy of naturalism, which is dark, lacks consciousness, and is bound to chance; they may receive them from Islamic zeal and the sacred nationhood of Islam!
Bu bîçarelerin yeisini ve elemini artıran ve sefih bir kısım zenginlerin mel’abe-i hevesatı ve zalim bir kısım kavîlerin vesile-i şöhret ve şakaveti olan Frenk-meşrebane ve perde-birunane ve firavunane medeniyet-perverlik namı altında yaptığınız harekâtta mıdır? Bu bîçare fukaraların fakirlik yarasına merhem ise unsuriyet fikrinden değil belki İslâmiyet’in eczahane-i kudsiyesinden çıkabilir. Zayıfların kuvveti ve mukavemeti, karanlık ve tesadüfe bağlı, şuursuz, tabiî felsefeden alınmaz; belki hamiyet-i İslâmiye ve kudsî İslâmiyet milliyetinden alınır!
</div>


<div lang="tr" dir="ltr" class="mw-content-ltr">
The  sixth  group  is  the  youth. If  the  youth  of  these  young  people  had  been perpetual, the wine you have given them to drink through negative nationalism would have had  some temporary benefit and use. But when they painfully come to their senses as they  advance in years, when they awaken from that sweet sleep in the morning of old age, their distress at the pleasurable drunkenness of youth will make them weep, and the passing of their pleasant dream will cause them much grief. It will make them exclaim: “Alas! Both my youth has gone and my life has departed, and I am approaching the grave bankrupt; if only I had  used my head!Is the share of nationalist patriotism for this group to enjoy themselves briefly and temporarily, and to be made to weep regretfully for a very long time?
Altıncı taife gençlerdir. Bu gençlerin gençlikleri eğer daimî olsaydı; menfî milliyetle onlara içirdiğiniz şarabın muvakkat bir menfaati, bir faydası olurdu. Fakat o gençliğin lezzetli sarhoşluğu; ihtiyarlıkla, elemle ayılması ve o tatlı uykunun ihtiyarlık sabahında esefle uyanmasıyla, o şarabın humarı ve sıkıntısı onu çok ağlattıracak. Ve o lezzetli rüyanın zevalindeki elem, ona çok hazîn teessüf ettirecek. “Eyvah! Hem gençlik gitti hem ömür gitti hem müflis olarak kabre gidiyorum, keşke aklımı başıma alsaydım.dedirecek. Acaba bu taifenin hamiyet-i milliyeden hissesi, az bir zamanda muvakkat bir keyif görmek için pek uzun bir zamanda teessüfle ağlattırmak mıdır?
</div>


<div lang="tr" dir="ltr" class="mw-content-ltr">
Or is their worldly happiness and pleasure in life to be found in making their fleeting youth permanent through worship and by spending that fine, sweet bounty, not on the way of dissipation but  on the straight path in the form of offering thanks so as to gain eternal youth in the Realm of Bliss? You say, if you possess even a grain of intelligence!
Yoksa onların saadet-i dünyeviyeleri ve lezzet-i hayatiyeleri; o güzel, şirin gençlik nimetinin şükrünü vermek suretinde, o nimeti sefahet yolunda değil belki istikamet yolunda sarf etmekle; o fâni gençliği, ibadetle manen ibka etmek ve o gençliğin istikametiyle dâr-ı saadette ebedî bir gençlik kazanmakta mıdır? Zerre miktar şuurun varsa söyle!
</div>


<div lang="tr" dir="ltr" class="mw-content-ltr">
'''In Short:'''If the Turkish nation consisted only of young people, and if their youth was perpetual, and they had no place other than this world, your European-style movement  under  the  screen  of  Turkism  might  have  been  counted  as  nationalist patriotism. You might have been able to say about me as someone who attaches little importance to the life of this world, considers racialism to be “the European disease,” tries to prevent young people pursuing illicit amusements and vices, and came into the world in another country: “He is a Kurd. Don’t follow him!Perhaps you would have been right to say it.
'''Elhasıl:''' Eğer Türk milleti, yalnız altıncı taife olan gençlerden ibaret olsa ve gençlikleri daimî kalsa ve dünyadan başka yerleri bulunmasa sizin Türkçülük perdesi altındaki Frenk-meşrebane harekâtınız, hamiyet-i milliyeden sayılabilirdi. Benim gibi hayat-ı dünyeviyeye az ehemmiyet veren ve unsuriyet fikrini frengî illeti gibi bir maraz telakki eden ve gençleri nâmeşru keyif ve hevesattan men’e çalışan ve başka memlekette dünyaya gelen bir adama “O Kürt’tür, arkasına düşmeyiniz.” diyebilirdiniz ve demeye bir hak kazanabilirdiniz.
</div>


<div lang="tr" dir="ltr" class="mw-content-ltr">
But since, as explained above, the sons of this land, who go under the name of Turks, consist of six groups, to cause harm to five of the groups and spoil their pleasure in life, and to afford a temporary, worldly pleasure the consequences of which are bad, to only one group, rather, to intoxicate them, is scarcely friendship to the Turkish nation; it is enmity.
Fakat mademki Türk namı altında olan şu vatan evladı, sâbıkan beyan edildiği gibi altı kısımdır. Beş kısma zarar vermek ve keyiflerini kaçırmak, yalnız bir tek kısma muvakkat ve dünyevî ve âkıbeti meş’um bir keyif vermek, belki sarhoş etmek; elbette o Türk milletine dostluk değil, düşmanlıktır.
</div>


<div lang="tr" dir="ltr" class="mw-content-ltr">
Yes, according to race, I am not counted as a Turk but I have worked with all my strength,  with complete eagerness, in compassionate and brotherly fashion, for the groups among the  Turks of the God-fearing, the disaster-stricken, the elderly, the children, and the weak and the poor. I have worked for the young people as well, who are the sixth group; I want them to  give up any unlawful acts that will poison their worldly life, destroy their lives in the hereafter, and for one hour’s laughter, produce a year  of weeping. The  works  I have taken from the  Qur’an and  published  in the Turkish language – not only these six or seven years, but for twenty years – are there for everyone to see.
Evet, ben unsurca Türk sayılmıyorum fakat Türklerin ehl-i takva taifesine ve musibetzedeler kısmına ve ihtiyarlar sınıfına ve çocuklar taifesine ve zayıflar ve fakirler zümresine bütün kuvvetimle ve kemal-i iştiyakla müşfikane ve uhuvvetkârane çalışmışım ve çalışıyorum. Altıncı taife olan gençleri dahi hayat-ı dünyeviyesini zehirlettirecek ve hayat-ı uhreviyesini mahvedecek ve bir saat gülmeye bedel, bir sene ağlamayı netice veren harekât-ı nâmeşruadan vazgeçirmek istiyorum. Yalnız bu altı yedi sene değil belki yirmi senedir Kur’an’dan ahzedip Türkçe lisanıyla neşrettiğim âsâr meydandadır.
</div>


<div lang="tr" dir="ltr" class="mw-content-ltr">
Yes, praise be to God, through these works derived from the All- Wise Qur’an’s mine of lights, the light is shown which the group of the elderly wants more than anything; the most efficacious remedies for the disaster-stricken and  the sick are pointed out in the sacred pharmacy of the Qur’an; the door of the grave, which causes more thought to the elderly than anything else, is shown to be the door of mercy, not the door leading to execution. A truly powerful point of support in the face of the calamities and harmful things confronting the sensitive hearts of children, and a place of recourse to meet all their hopes and desires, have been extracted from the mine of the All-Wise Qur’an, and they have been demonstrated and profited from in fact. And the heavy obligations of life, which crush most the poor and weak, have been alleviated by the truths of belief of the All-Wise Qur’an.
Evet lillahi’l-hamd, Kur’an-ı Hakîm’in maden-i envarından iktibas edilen âsâr ile ihtiyar taifesinin en ziyade istedikleri nur gösteriliyor. Musibetzedelerin ve hastaların tiryak gibi en nâfi’ ilaçları, eczahane-i kudsiye-i Kur’aniyede gösteriliyor. Ve ihtiyarları en ziyade düşündüren kabir kapısı, rahmet kapısı olduğu ve idam kapısı olmadığı, o envar-ı Kur’aniye ile gösterildi. Ve çocukların nazik kalplerinde hadsiz mesaib ve muzır eşyaya karşı gayet kuvvetli bir nokta-i istinad ve hadsiz âmâl ve arzularına medar bir nokta-i istimdad, Kur’an-ı Hakîm’in madeninden çıkarıldı ve gösterildi ve bilfiil istifade ettirildi. Ve fukaralar ve zuafalar kısmını en ziyade ezen ve müteessir eden hayatın ağır tekâlifi, Kur’an-ı Hakîm’in hakaik-i imaniyesiyle hafifleştirildi.
</div>


<div lang="tr" dir="ltr" class="mw-content-ltr">
Thus, these five groups are five out of the six parts of the Turkish nation, and we are  working  for  their  benefit. The  sixth  group  are  the  young  people. We  feel  a powerful brotherhood with the good ones from among them. But between those like you who have  deviated from the straight path, and us, there is no friendship at all! Because we do not recognize as Turks those who embrace misguidance and want to abandon Islamic nationhood, which holds all the true causes of pride of the Turks. We consider them to be Europeans  hiding  behind the screen of Turkishness! Because even if they claim to be Turkists a  hundred thousand  times over, they could not deceive the people of truth. For their actions  and works would give the lie to what they claim.
İşte bu beş taife ki Türk milletinin altı kısmından beş kısmıdır, menfaatlerine çalışıyoruz. Altıncı kısım ki gençlerdir. Onların iyilerine karşı ciddi uhuvvetimiz var. Senin gibi mülhidlere karşı hiçbir cihetle dostluğumuz yok! Çünkü ilhada giren ve Türk’ün hakiki bütün mefahir-i milliyesini taşıyan İslâmiyet milliyetinden çıkmak isteyen adamları Türk bilmiyoruz, Türk perdesi altına girmiş Frenk telakki ediyoruz. Çünkü yüz bin defa Türkçüyüz deyip dava etseler ehl-i hakikati kandıramazlar. Zira fiilleri, harekâtları, onların davalarını tekzip ediyor.
</div>


<div lang="tr" dir="ltr" class="mw-content-ltr">
O you who follow European ways! And you deviants who with your propaganda try to make my true brothers look coldly on me! How do you benefit this nation? You extinguish the lights of the first group, the pious and the righteous. You scatter poison on the wounds of the second group, who deserve kindness and care. You destroy the solace of the third group, who  are most worthy of respect, and you cast them into despair. You destroy completely the morale of the fourth group, who are truly in need of compassion, and you extinguish their true humanity. You make fruitless the hopes and calls for help of the fifth group, who are most  needy for assistance, help, and solace, and in their eyes, you turn life into something more ghastly than death. And to the sixth group, who need to be warned and to come to their senses, you give such a heady wine to drink in the sleep of youth that its hangover is truly  grievous and terrible.
İşte ey Frenk-meşrepler ve propagandanızla hakiki kardeşlerimi benden soğutmaya çalışan mülhidler! Bu millete menfaatiniz nedir? Birinci taife olan ehl-i takva ve salahatin nurunu söndürüyorsunuz. Merhamete ve tımar etmeye şâyan ikinci taifesinin yaralarına zehir serpiyorsunuz. Ve hürmete çok lâyık olan üçüncü taifenin tesellisini kırıyorsunuz, yeis-i mutlaka atıyorsunuz. Ve şefkate çok muhtaç olan dördüncü taifenin bütün bütün kuvve-i maneviyesini kırıyorsunuz ve hakiki insaniyetini söndürüyorsunuz. Ve muavenet ve yardıma ve teselliye çok muhtaç olan beşinci taifenin ümitlerini, istimdadlarını akîm bırakıp onların nazarında hayatı, mevtten daha ziyade dehşetli bir surete çeviriyorsunuz. İkaza ve ayılmaya çok muhtaç olan altıncı taifesine, gençlik uykusu içinde öyle bir şarap içiriyorsunuz ki o şarabın humarı pek elîm, pek dehşetlidir.
</div>


<div lang="tr" dir="ltr" class="mw-content-ltr">
Is this your nationalist patriotism for the sake of which you sacrifice so many sacred things? Is this what Turkism has to offer the Turks? I seek refuge with God from it a hundred thousand times!
Acaba bu mudur hamiyet-i milliyeniz ki o hamiyet-i milliye uğrunda çok mukaddesatı feda ediyorsunuz. O Türkçülük menfaati, Türklere bu suretle midir? Yüz bin defa el-iyazü billah!
</div>


<div lang="tr" dir="ltr" class="mw-content-ltr">
Sirs! I know that when you are defeated in the face of truth, you have recourse to force. In accordance with the fact that power lies in the truth, not in force, you can set fire to the world  around my head, but this head, which has been sacrificed for the truth of the Qur’an, will not bow before you. And I tell you this, that not a limited number of people like you who are in effect despised by the nation, but if thousands like you were physically hostile to me, I would pay them no attention, attaching no more value to them than to injurious animals.
Ey efendiler! Bilirim ki hak noktasında mağlup olduğunuz zaman, kuvvete müracaat edersiniz. Kuvvet hakta olduğu, hak kuvvette olmadığı sırrıyla; dünyayı başıma ateş yapsanız hakikat-i Kur’aniyeye feda olan bu baş size eğilmeyecektir. Hem size bunu da haber veriyorum ki: Değil sizler gibi mahdud, manen millet nazarında menfur bir kısım adamlar, belki binler sizler gibi bana maddî düşmanlık etseler ehemmiyet vermeyeceğim ve bir kısım muzır hayvanattan fazla kıymet vermeyeceğim.
</div>


<div lang="tr" dir="ltr" class="mw-content-ltr">
Because what can you do to me? All you can do is to either bring my life to an end, or spoil my work and service. I am attached to nothing in the world apart from these.
Çünkü bana karşı ne yapacaksınız? Yapacağınız iş, ya hayatıma hâtime çekmekle veya hizmetimi bozmak suretiyle olur. Bu iki şeyden başka dünyada alâkam yok.
</div>


<div lang="tr" dir="ltr" class="mw-content-ltr">
As for the  appointed hour which befalls  life, I believe  as  certainly as  witnessing  it  that  it  does  not  change,  it  is determined. Since this is so, if I die as a martyr on the way of truth, I do not hang back from it, I await it longingly. Moreover, I am old and I find it hard to believe that I  shall live for more than another year. To transform one year’s apparent life into everlasting eternal life through martyrdom is an exalted aim for people like me.
Hayatın başına gelen ecel ise şuhud derecesinde kat’î iman etmişim ki tagayyür etmiyor, mukadderdir. Madem böyledir; Hak yolunda şehadet ile ölsem çekinmek değil, iştiyak ile bekliyorum. Bâhusus ben ihtiyar oldum, bir seneden fazla yaşamayı zor düşünüyorum. Zâhirî bir sene ömrü, şehadet vasıtasıyla kazanılan hadsiz bir ömr-ü bâkiye tebdil etmek; benim gibilerin en âlî bir maksadı, bir gayesi olur.
</div>


<div lang="tr" dir="ltr" class="mw-content-ltr">
As for my work and service, through His mercy, Almighty God has given such brothers in the service of belief  and  the Qur’an that through my death it will be carried out in numerous centres instead of one. If my tongue is silenced by death, powerful tongues will speak in its place, continuing my work. I can even say that just as a single seed produces the life of a shoot by entering the  earth and dying, and a hundred seeds perform their duties in place of one, so I nourish the hope that my death will be the means to service greater than was my life!
Amma hizmet ise felillahi’l-hamd hizmet-i Kur’aniye ve imaniyede Cenab-ı Hak rahmetiyle öyle kardeşleri bana vermiş ki vefatım ile o hizmet bir merkezde yapıldığına bedel, çok merkezlerde yapılacak. Benim dilim ölüm ile susturulsa pek çok kuvvetli diller benim dilime bedel konuşacaklar, o hizmeti idame ederler. Hattâ diyebilirim: Nasıl ki bir tane tohum toprak altına girip ölmesiyle bir sümbül hayatını netice verir; bir taneye bedel, yüz tane vazife başına geçer. Öyle de mevtim, hayatımdan fazla o hizmete vasıta olur ümidini besliyorum.
</div>


<div lang="tr" dir="ltr" class="mw-content-ltr">
<span id="Beşinci_Desise-i_Şeytaniye"></span>
=== Beşinci Desise-i Şeytaniye ===
===FIFTH SATANIC STRATAGEM===
</div>


<div lang="tr" dir="ltr" class="mw-content-ltr">
Profiting from egotism, the supporters of the people of misguidance want to draw my  brothers away from me. Truly, egotism man’s most dangerous vein. It is his weakest vein, too. They can make people do terrible things by encouraging it. My brothers! Beware, do not let them strike you with egotism, do not let them hunt you with it!
Ehl-i dalaletin tarafgirleri, '''enaniyetten''' istifade edip kardeşlerimi benden çekmek istiyorlar. Hakikaten insanda en tehlikeli damar, enaniyettir ve en zayıf damarı da odur. Onu okşamakla, çok fena şeyleri yaptırabilirler. Ey kardeşlerim! Dikkat ediniz; sizi enaniyette vurmasınlar, onunla sizi avlamasınlar.
</div>


<div lang="tr" dir="ltr" class="mw-content-ltr">
You should know that this century the people of misguidance have mounted the ego and are galloping through the  valleys of misguidance. The people of truth have to give it up if they are to serve the truth. Even if a person is justified in making use of the ego, since he will resemble the others and they too will suppose he is self- seeking like them, it will be an injustice to the service of the truth. In any event, the service of the Qur’an around which we are gathered does not accept the ‘I’, it requires the ‘we.’ It says: “Don’t say ‘I’, say ‘we.’”
Hem biliniz ki: Şu asırda ehl-i dalalet eneye binmiş, dalalet vâdilerinde koşuyor. Ehl-i hak, bilmecburiye eneyi terk etmekle hakka hizmet edebilir. Enenin istimalinde haklı dahi olsa; mademki ötekilere benzer ve onlar da onları kendileri gibi nefis-perest zannederler, hakkın hizmetine karşı bir haksızlıktır. Bununla beraber etrafına toplandığımız hizmet-i Kur’aniye, eneyi kabul etmiyor. “Nahnü” istiyor. “Ben demeyiniz, biz deyiniz.” diyor.
</div>


<div lang="tr" dir="ltr" class="mw-content-ltr">
Of course, you have realized that this poor brother of yours did not set out with the ‘I’. And he did not make you serve it. Indeed, he showed himself to you as an ego- free servant of the Qur’an. He does not care for himself and has made it his practice not to  take the part of  his ego. In any case, he has proved  to  you with decisive evidence that the works that  have  been presented for general benefit are common property;  that is, they have issued  from the All-Wise  Qur’an. Nobody can claim ownership of them egotistically. Even if, to suppose the impossible, I did claim them as my own because of my ego, as one of my brothers said: since this door of Qur’anic truth has been opened, the scholars and those seeking perfection should not look at my defects and insignificance and hold back from following  me; they should not deem  themselves  self-sufficient.
Elbette kanaatiniz gelmiş ki bu fakir kardeşiniz ene ile meydana çıkmamış. Sizi enesine hâdim yapmıyor. Belki enesiz bir hâdim-i Kur’anî olarak kendini size göstermiş. Ve kendini beğenmemeyi ve enesine taraftar olmamayı meslek ittihaz etmiş. Bununla beraber, kat’î deliller ile sizlere ispat etmiştir ki: Meydan-ı istifadeye vaz’edilen eserler, mîrî malıdır; yani Kur’an-ı Hakîm’in tereşşuhatıdır. Hiç kimse enesiyle onlara temellük edemez! Haydi farz-ı muhal olarak ben enemle o eserlere sahip çıkıyorum, benim bir kardeşimin dediği gibi: Madem bu Kur’anî hakikat kapısı açıldı, benim noksaniyetime ve ehemmiyetsizliğime bakılmayarak ehl-i ilim ve kemal arkamda bulunmaktan çekinmemeli ve istiğna etmemelidirler.
</div>


<div lang="tr" dir="ltr" class="mw-content-ltr">
For sure,  the works of the former  righteous and exacting  religious  scholars  are  a  huge  treasury  sufficient  for  every  ill,   but  it sometimes happens  that  a  key  holds  more  importance  than the  treasury. For  the treasury is closed and a key may open lots of treasuries. I reckon that those who are excessively egotistical in regard to their learning have understood that the published Words are each keys to the truths of the Qur’an and diamonds swords smiting those who try to deny those truths. The people of virtue and perfection and  those  who are strongly egotistical in regard to their learning should know that the students are students not of me but of the All-Wise Qur’an, and that I study along with them.
Selef-i salihînin ve muhakkikîn-i ulemanın âsârları, çendan her derde kâfi ve vâfi bir hazine-i azîmedir fakat bazı zaman olur ki bir anahtar bir hazineden ziyade ehemmiyetli olur. Çünkü hazine kapalıdır fakat bir anahtar, çok hazineleri açabilir. Zannederim ki o enaniyet-i ilmiyeyi fazla taşıyan zatlar da anladılar ki: Neşrolunan Sözler, hakaik-i Kur’aniyenin birer anahtarı ve o hakaiki inkâr etmeye çalışanların başlarına inen birer elmas kılınçtır. O ehl-i fazl ve kemal ve kuvvetli enaniyet-i ilmiyeyi taşıyan zatlar bilsinler ki bana değil, Kur’an-ı Hakîm’e talebe ve şakird oluyorlar. Ben de onların bir ders arkadaşıyım.
</div>


<div lang="tr" dir="ltr" class="mw-content-ltr">
If, to suppose the impossible, I claimed to be the master, since we have a way of saving all the classes of the people of belief – from the common people to the elite – from the doubts and scepticism to which they are exposed, then let those scholars either find an easier solution, or let them take the part of our  solution and teach it and support it.
Haydi farz-ı muhal olarak ben üstadlık dava etsem, madem şimdi ehl-i imanın tabakatını, avamdan havassa kadar, maruz kaldıkları evham ve şübehattan kurtarmak çaresini bulduk; o ulema ya daha kolay bir çaresini bulsunlar veyahut bu çareyi iltizam edip ders versinler, taraftar olsunlar. Ulemaü’s-sû hakkında bir tehdid-i azîm var. Bu zamanda ehl-i ilim ziyade dikkat etmeli.
</div>


<div lang="tr" dir="ltr" class="mw-content-ltr">
The corrupt religious scholars are faced with a grave  threat; religious scholars have to be especially careful at this time. So suppose, like my enemies, that I perform a service like this for the sake of egotism. Since a large number of people give up their egotism and gather around a Pharaoh- like man with complete loyalty for some worldly and national aim and carry out their work in complete solidarity, does this brother  of yours not have the right to ask for your solidarity around the truths of belief and the Qur’an by giving up egotism, like those corporals of that worldly society, so long as he conceals his egotism? If even the greatest of the scholars among you were not to agree, wouldn’t they be in the wrong?
Haydi farz etseniz ki düşmanlarımızın zannı gibi ben, benlik hesabına böyle bir hizmette bulunuyorum. Acaba dünyevî ve millî bir maksat için çok zatlar enaniyeti terk edip firavun-meşrep bir adamın kemal-i sadakatle etrafına toplanıp şiddetli bir tesanüdle iş gördükleri halde; acaba bu kardeşiniz, hakikat-i Kur’aniye ve hakaik-i imaniye etrafında, kendi enaniyetini setretmekle beraber, o dünyevî komitenin onbaşıları gibi terk-i enaniyetle hakaik-i Kur’aniye etrafında bir tesanüdü sizden istemeye hakkı yok mudur? Sizin en büyük âlimleriniz de ona “Lebbeyk” dememesinde haksız değil midirler?
</div>


<div lang="tr" dir="ltr" class="mw-content-ltr">
My brothers! The most dangerous aspect of egotism in our work is jealousy. If it is not purely for God’s sake, jealousy interferes and spoils it. Just as one of a person’s hands cannot be jealous of the other, and his eye cannot envy his ear, and his heart cannot compete with his reason, so each of you resembles a sense, a member, of the collective personality of the body we constitute. Your essential duty springing from the conscience is not to compete with one another, but to take pride and pleasure in each other’s good qualities.
Kardeşlerim, enaniyetin işimizde en tehlikeli ciheti, kıskançlıktır. Eğer sırf lillah için olmazsa kıskançlık müdahale eder, bozar. Nasıl ki bir insanın bir eli, bir elini kıskanmaz ve gözü, kulağına hased etmez ve kalbi aklına rekabet etmez. Öyle de bu heyetimizin şahs-ı manevîsinde her biriniz bir duygu, bir aza hükmündesiniz. '''Birbirinize karşı rekabet değil, bilakis birbirinizin meziyetiyle iftihar etmek, mütelezziz olmak bir vazife-i vicdaniyenizdir.'''
</div>


<div lang="tr" dir="ltr" class="mw-content-ltr">
One other thing remains and it is the most dangerous: for yourselves and your friends to be jealous this poor brother of yours. There are scholars of standing among you, and some scholars are egotistical when it comes to their learning. In that respect they egotistical even if  they themselves are modest. They cannot easily give it up. Whatever their  hearts  and  minds  may do, their  evil-commanding souls seek pre- eminence and to sell themselves, and even  to dispute the treatises that have been written. Although their hearts love the treatises and their minds appreciate them and recognize their worth, out of jealousy arising from the egotism of learning, their souls want to decry the value of the Words, as though nurturing implicit  enmity towards them, for then the products of their own thought can compete with them and be sold like them. But I have to tell them this:
Bir şey daha kaldı, en tehlikesi odur ki: İçinizde ve ahbabınızda, bu fakir kardeşinize karşı bir kıskançlık damarı bulunmak, en tehlikelidir. Sizlerde mühim ehl-i ilim de var. Ehl-i ilmin bir kısmında, bir enaniyet-i ilmiye bulunur. Kendi mütevazi de olsa o cihette enaniyetlidir. Çabuk enaniyetini bırakmaz. Kalbi, aklı ne kadar yapışsa da nefsi, o ilmî enaniyeti cihetinde imtiyaz ister, kendini satmak ister, hattâ yazılan risalelere karşı muaraza ister. Kalbi risaleleri sevdiği ve aklı istihsan ettiği ve yüksek bulduğu halde; nefsi ise enaniyet-i ilmiyeden gelen kıskançlık cihetinde zımnî bir adâvet besler gibi Sözler’in kıymetlerinin tenzilini arzu eder tâ ki kendi mahsulat-ı fikriyesi onlara yetişsin, onlar gibi satılsın. Halbuki bilmecburiye bunu haber veriyorum ki:
</div>


<div lang="tr" dir="ltr" class="mw-content-ltr">
Even if the members of this circle of Qur’anic teaching are leading scholars and authorities on the Law, their duties in respect of the sciences of belief are only to make  explanations and elucidations of the Words that have been written, or to set them in order. For I have understood through many signs that we have been charged with the duty of issuing fatwas concerning these sciences of belief. If someone within our circle writes anything more than this due to a feeling in his soul arising from the egotism of learning, it will be like a cold dispute or a deficient plagiarism. For it has been established through numerous evidences and signs that the parts of the Risale-i Nur have  issued  from the Qur’an. In accordance with the rule of the division of labour, each of us  has undertaken a duty, and we convey those distillations of the water of life to those who are in need of them!
“Bu dürûs-u Kur’aniyenin dairesi içinde olanlar, allâme ve müçtehidler de olsalar vazifeleri –ulûm-u imaniye cihetinde– yalnız yazılan şu Sözler’in şerhleri ve izahlarıdır veya tanzimleridir. Çünkü çok emarelerle anlamışız ki: '''Bu ulûm-u imaniyedeki fetva vazifesiyle tavzif edilmişiz.''' Eğer biri, dairemiz içinde nefsin enaniyet-i ilmiyeden aldığı bir his ile şerh ve izah haricinde bir şey yazsa; soğuk bir muaraza veya nâkıs bir taklitçilik hükmüne geçer. Çünkü çok delillerle ve emarelerle tahakkuk etmiş ki Risale-i Nur eczaları, Kur’an’ın tereşşuhatıdır; bizler, taksimü’l-a’mal kaidesiyle her birimiz, bir vazife deruhte edip o âb-ı hayat tereşşuhatını muhtaç olanlara yetiştiriyoruz!..”
</div>


<div lang="tr" dir="ltr" class="mw-content-ltr">
<span id="Altıncı_Desise-i_Şeytaniye_şudur_ki"></span>
=== Altıncı Desise-i Şeytaniye şudur ki ===
===SIXTH SATANIC STRATAGEM===
</div>


<div lang="tr" dir="ltr" class="mw-content-ltr">
It  is  this: they take advantage of the human traits  of laziness, the desire for physical  comfort, and attachment to other duties. Yes, satans among jinn and men attack from every angle. When they see those of our friends whose hearts are stout, intentions pure, loyalty strong, and enterprise, elevated, they attack from other sides. As follows:
İnsandaki '''tembellik''' ve '''ten-perverlik''' ve '''vazifedarlık''' damarından istifade eder. Evet, şeytan-ı ins ve cinnî her cihette hücum ederler. Arkadaşlarımızdan metin kalpli, sadakati kuvvetli, niyeti ihlaslı, himmeti âlî gördükleri vakit başka noktalardan hücum ederler. Şöyle ki:
</div>


<div lang="tr" dir="ltr" class="mw-content-ltr">
In order to put a stop to our work and discourage from our service, they profit from  those friends’ laziness, desire for physical comfort, and attachment to  other duties. They keep people from the service of the Qur’an with every kind of trick so that without their being aware of it, more work is found for some of them. Then they cannot find the time to serve the Qur’an. And to others, they show the enticing things of this world so that arousing their desires, they become slack in their service; and so on.
İşimize sekte ve hizmetimize fütur vermek için onların tembelliklerinden ve ten-perverliklerinden ve vazifedarlıklarından istifade ederler. Onlar, öyle desiselerle onları hizmet-i Kur’aniyeden alıkoyuyorlar ki haberleri olmadan bir kısmına fazla iş buluyorlar, tâ ki hizmet-i Kur’aniyeye vakit bulmasın. Bir kısmına da dünyanın cazibedar şeylerini gösteriyorlar ki hevesi uyanıp hizmete karşı bir gaflet gelsin ve hâkeza…
</div>


<div lang="tr" dir="ltr" class="mw-content-ltr">
These ways of attack are numerous, so cutting them short, we refer them to your perspicacious understanding.
Bu hücum yolları uzun çeker. Bu uzunlukta kısa keserek dikkatli fehminize havale ederiz.
</div>


<div lang="tr" dir="ltr" class="mw-content-ltr">
My brothers, take great care! Your duty is sacred and your service, elevated. Every hour of your time may be as valuable as a day’s worship. Be aware of this and don’t waste any of them!
'''Ey kardeşlerim! Dikkat ediniz; vazifeniz kudsiyedir, hizmetiniz ulvidir. Her bir saatiniz, bir gün ibadet hükmüne geçebilecek bir kıymettedir. Biliniz ki elinizden kaçmasın!'''
</div>


<div lang="tr" dir="ltr" class="mw-content-ltr">
O  you  who  believe!  Persevere  in  patience  and  constancy;  vie  in  such perseverance,  strengthen  each  other;  and  fear  God,  that  you  may prosper.(3:200) * And sell not My signs for a miserable price.(5:44)
يَٓا اَيُّهَا الَّذٖينَ اٰمَنُوا اص۟بِرُوا وَصَابِرُوا وَرَابِطُوا وَاتَّقُوا اللّٰهَ لَعَلَّكُم۟ تُف۟لِحُونَ ۝ وَلَا تَش۟تَرُوا بِاٰيَاتٖى ثَمَنًا قَلٖيلًا
</div>


<div lang="tr" dir="ltr" class="mw-content-ltr">
* Glory to your Sustainer, the Lord of Honour and Power! [He is free] from what they ascribe [to  Him]! * And peace be on the prophets! * And praise be to God, the Sustainer of All the Worlds.(37:180-2)
سُب۟حَانَ رَبِّكَ رَبِّ ال۟عِزَّةِ عَمَّا يَصِفُونَ وَسَلَامٌ عَلَى ال۟مُر۟سَلٖينَ وَ ال۟حَم۟دُ لِلّٰهِ رَبِّ ال۟عَالَمٖينَ
</div>


<div lang="tr" dir="ltr" class="mw-content-ltr">
Glory be unto You! We have no knowledge save that which You have taught us; indeed, You are All-Knowing, All-Wise!(2:32)
سُب۟حَانَكَ لَا عِل۟مَ لَنَٓا اِلَّا مَا عَلَّم۟تَنَٓا اِنَّكَ اَن۟تَ ال۟عَلٖيمُ ال۟حَكٖيمُ
</div>


<div lang="tr" dir="ltr" class="mw-content-ltr">
O God! Grant blessings and peace to our master Muhammad, the Beloved Unlettered Prophet, of Mighty Stature and Exalted Rank, and to his Family and Companions. Amen.
اَللّٰهُمَّ صَلِّ وَ سَلِّم۟ عَلٰى سَيِّدِنَا مُحَمَّدٍ نِ النَّبِىِّ ال۟اُمِّىِّ ال۟حَبٖيبِ ال۟عَالِى ال۟قَد۟رِ ال۟عَظٖيمِ ال۟جَاهِ وَ عَلٰى اٰلِهٖ وَ صَح۟بِهٖ وَ سَلِّم۟ اٰمٖينَ
</div>


<div lang="tr" dir="ltr" class="mw-content-ltr">
<span id="Kudsî_Bir_Tarihçe"></span>
=== Kudsî Bir Tarihçe ===
===A Sacred Date===
</div>


<div lang="tr" dir="ltr" class="mw-content-ltr">
The date a significant mystery of the All-Wise Qur’an became clear was again contained in the word “Qur’an.” It was like this:
Kur’an-ı Hakîm’in mühim bir sırr-ı i’cazîsinin zuhur ettiği senenin tarihi, yine lafz-ı Kur’an’dadır. Şöyle ki:
</div>


<div lang="tr" dir="ltr" class="mw-content-ltr">
According to the abjad system the numerical value of the word “Qur’an” is three hundred  and fifty-one. It contains two alifs; if the concealed alif is read alfun, it is alfun with the  value of a  thousand.(*<ref>*According to the rules of grammar, failun is read fa’lun, like katifun is read katfun. Therefore, alifun
Kur’an kelimesi, ebced hesabıyla üç yüz elli birdir. İçinde iki elif var, mahfî elif “elfün” okunsa bin manasındaki “elfün”dür. '''(Hâşiye<ref>'''Hâşiye:''' İlm-i sarf kaidesince feilün, fe’lün okunur. Ketifün, ketfün okunması gibi. Buna binaen elifün, elfün okunur. O halde 1351 olur.</ref>)''' Demek 1351 senesine, Sene-i Kur’aniye tabir edilebilir. Çünkü lafz-ı Kur’an’daki tevafukatın sırr-ı acibi, Kur’an’ın tefsiri olan Risale-i Nur eczalarında o sene göründü. Ve Kur’an’daki lafz-ı Celal’in i’cazkârane sırr-ı tevafuku, aynı senede tezahür etti. Ve bir nakş-ı i’cazîyi gösterecek bir Kur’an’ın yeni bir tarzda yazılması, aynı senede oluyor. Ve hatt-ı Kur’an’ın tebdiline karşı, Kur’an şakirdlerinin bütün kuvvetleriyle hatt-ı Kur’anîyi muhafazaya çalışması aynı senededir. Ve Kur’an’ın mühim ezvak-ı i’caziyesi, aynı senede tezahür ediyor. Hem aynı senede Kur’an ile çok münasebettar hâdisat olmuş ve olacak gibi…
is read alfun. Then it becomes one thousand three hundred and fifty-one</ref>)That  is to  say, the  year  one thousand three hundred and fifty-one may be called the Year of the Qur’an, for during it the strange
</div>
mystery of the ‘coincidences’ in the word “Qur’an” became apparent in the parts of the Risale-i Nur, which is the Qur’an’s commentary. The miraculous mystery of the coincidences  of the word “Allah” in the Qur’an appeared the same year. A Qur’an showing the  miraculous patterns, arranged in a new way, was written the same year. That year students of the Qur’an endeavoured to preserve the Qur’anic script with all their strength in the face of  its  being changed. Important aspects of the Qur’an’s miraculousness became apparent that same year. And the same year numerous events occurred which were related to the Qur’an, and it seems they will continue to occur.


<div lang="tr" dir="ltr" class="mw-content-ltr">
<span id="Altıncı_Risale_Olan_Altıncı_Kısmın_Zeyli_Es’ile-i_Sitte"></span>
=== Altıncı Risale Olan Altıncı Kısmın Zeyli Es’ile-i Sitte ===
===Addendum to the Sixth Section, which is the Sixth Treatise===
</div>


<div lang="tr" dir="ltr" class="mw-content-ltr">
This addendum was written in order to avoid the disgust and insults that will levelled at us in the future. That is to say, it was written so that when it is said: “Look at the spineless people of that age!”, their spit should not hit us in the face, or else to wipe it off.
İstikbalde gelecek nefret ve tahkirden sakınmak için şu mahrem zeyl yazılmıştır. Yani “Tuh o asrın gayretsiz adamlarına!” denildiği zaman, yüzümüze tükürükleri gelmemek için veyahut silmek için yazılmıştır.
</div>


<div lang="tr" dir="ltr" class="mw-content-ltr">
[Let the ears ring of the leaders of Europe, savage beneath their humanitarian masks! And let this be thrust in the unseeing eyes of those unjust oppressors who inflicted these unscrupulous tyrants on us! It is a petition with which to hit over the head the followers of modern low civilization, who this century have a hundred thousand times over necessitated the existence of Hell.]
Avrupa’nın insaniyet-perver maskesi altında vahşi reislerinin sağır kulakları çınlasın! Ve bu vicdansız gaddarları bize musallat eden o insafsız zalimlerin görmeyen gözlerine sokulsun! Ve bu asırda, yüz bin cihette “Yaşasın cehennem!” dedirten mimsiz medeniyet-perestlerin başlarına vurulmak için yazılmış bir arzuhaldir.
</div>


<div lang="tr" dir="ltr" class="mw-content-ltr">
In the Name of God, the Merciful, the Compassionate.
وَمَا لَنَٓا اَلَّا نَتَوَكَّلَ عَلَى اللّٰهِ وَقَد۟ هَدٰينَا سُبُلَنَا وَلَنَص۟بِرَنَّ عَلٰى مَٓا اٰذَي۟تُمُونَا وَعَلَى اللّٰهِ فَل۟يَتَوَكَّلِ ال۟مُتَوَكِّلُونَ
No reason have we why we should not put our trust on God. Indeed He has guided us to the way we [follow]. We shall certainly bear with patience all the hurt you  may cause us. For those who put their trust should put their trust on God.(14:12)
</div>


<div lang="tr" dir="ltr" class="mw-content-ltr">
Recently the concealed aggression of the irreligious has taken on a most ugly form;  tyrannical  aggression  against  the  unfortunate  people  of  belief  and  against religion. Our private and unofficial call to prayer and iqama1  was interrupted during the  private  worship  of  myself  and  one  or  two  brothers  in  the  mosque  I  myself repaired. “Why are you  reciting the iqama in Arabic and making the call to prayer secretly?” they asked. My patience  is exhausted by keeping silent, so I say, not to those unscrupulous vile men who  are not worth addressing, but to the heads of the Pharaoh-like society who with arbitrary despotism play with the fate of this nation:
Bu yakınlarda ehl-i ilhadın perde altında tecavüzleri gayet çirkin bir suret aldığından, çok bîçare ehl-i imana ettikleri zalimane ve dinsizcesine tecavüz nevinden bana, hususi ve gayr-ı resmî, kendim tamir ettiğim bir mabedimde, hususi bir iki kardeşimle hususi ibadetimde, gizli ezan ve kametimize müdahale edildi. “Ne için Arapça kamet ediyorsunuz ve gizli ezan okuyorsunuz?” denildi. Sükûtta sabrım tükendi. Kabil-i hitap olmayan öyle vicdansız alçaklara değil; belki milletin mukadderatıyla, keyfî istibdat ile oynayan firavun-meşrep komitenin başlarına derim ki:
</div>


<div lang="tr" dir="ltr" class="mw-content-ltr">
O you people of innovation who have deviated from the straight path of religion, I want the answer to six questions.
Ey ehl-i bid’a ve ilhad! '''Altı sual'''ime cevap isterim:
</div>


<div lang="tr" dir="ltr" class="mw-content-ltr">
'''The First'''
'''Birincisi:''' Dünyada hükûmet süren, hükmeden her kavmin, hattâ insan eti yiyen yamyamların, hattâ vahşi, canavar bir çete reisinin bir usûlü var, bir düstur ile hükmeder. Siz hangi usûlle bu acib tecavüzü yapıyorsunuz? Kanununuzu ibraz ediniz! Yoksa bazı alçak memurların keyiflerini, kanun mu kabul ediyorsunuz? Çünkü böyle hususi ibadatta kanun yapılmaz ve kanun olamaz!
Every government in the world, every people which rules, and even cannibals or the chief of a band of brigands, have some principle, some law, by which they rule. So according to which principle do you carry out this extraordinary aggression? Show your  law! Or do  you accept as  the  law  the  arbitrary  whims of a  handful of contemptible officials? Because no law can interrupt private worship in that way; there cannot be such a law!
</div>


<div lang="tr" dir="ltr" class="mw-content-ltr">
'''The Second'''
'''İkincisi:''' Nev-i beşerde, hususan bu asr-ı hürriyette ve bilhassa medeniyet dairesinde hemen umumiyetle hüküm-ferma “hürriyet-i vicdan” düsturunu kırmak ve istihfaf etmek ve dolayısıyla nev-i beşeri istihkar etmek ve itirazını hiçe saymak kadar cüretinizle, hangi kuvvete dayanıyorsunuz? Hangi kuvvetiniz var ki siz kendinize “lâdinî” ismi vermekle, ne dine ne dinsizliğe ilişmemeyi ilan ettiğiniz halde; dinsizliği mutaassıbane kendine bir din ittihaz etmek tarzında, dine ve ehl-i dine böyle tecavüz, elbette saklı kalmayacak! Sizden sorulacak! Ne cevap vereceksiniz? Yirmi hükûmetin en küçüğünün itirazına karşı dayanamadığınız halde, nasıl yirmi hükûmetin birden itirazını hiçe sayar gibi hürriyet-i vicdaniyeyi cebrî bir surette bozmaya çalışıyorsunuz?
On what force do you rely that you are so bold as to violate the principle of freedom of conscience, which governs almost everywhere in mankind, especially in this age of freedom and in civilized circles, and to treat it lightly and so indirectly to insult mankind and dismiss their objections? What power do you have that you attack religion and the people of religion in this way as though you had taken irreligion as a religion for yourselves in bigoted fashion, although by calling yourselves secular you proclaim that you will interfere with neither religion nor irreligion? Such a thing will not remain secret! You will have to answer for it! So  what answer will you give? Although you could not hold out against the objections of  the smallest of twenty governments,  you  try to  violate  by  force  freedom  of  conscience, as  though  you completely disregard the objections of twenty governments.
</div>


<div lang="tr" dir="ltr" class="mw-content-ltr">
'''The Third'''
'''Üçüncüsü:''' Mezheb-i Hanefî’nin ulviyetine ve safiyetine münafî bir surette, vicdanını dünyaya satan bir kısım ulemaü’s-sûun yanlış fetvalarıyla, benim gibi Şafiiyyü’l-mezhep adamlara, hangi usûl ile teklif ediyorsunuz? Bu meslekte milyonlar etbaı bulunan Şafiî mezhebini kaldırıp bütün Şafiîleri, Hanefîleştirdikten sonra, bana zulüm suretinde cebren teklif edilse sizin gibi dinsizlerin bir usûlüdür denilebilir. Yoksa keyfî bir alçaklıktır! Öylelerin keyfine tabi değiliz ve tanımayız!
According to what principle do you propose to people like me who follow the Shafi‘i school of law, the Hanafi school, in a way opposed to the elevatedness and purity of that school, due to the false fatwas of certain corrupt religious scholars who have sold their consciences to gain the world? If, after abrogating the Shafi‘i school, which has millions of followers, and making them all follow the Hanafi school, it is forcibly proposed to me in  tyrannical fashion, it may perhaps be said that it is a principle of irreligious people like you. Otherwise it is arbitrary and despicable, and we do not follow the whims of people such as that, and we do not recognize them!
</div>


<div lang="tr" dir="ltr" class="mw-content-ltr">
'''The Fourth'''
'''Dördüncüsü:''' İslâmiyet ile eskiden beri imtizaç ve ittihat eden, ciddi dindar ve dinine samimi hürmetkâr Türklük milliyetine bütün bütün zıt bir surette, Frenklik manasında Türkçülük namıyla, tahriftarane ve bid’akârane bir fetva ile “Türkçe kamet et!” diye benim gibi başka milletten olanlara teklif etmek hangi usûlledir? Evet, hakiki Türklere pek hakiki dostane ve uhuvvetkârane münasebettar olduğum halde, böyle sizin gibi Frenk-meşreplerin Türkçülüğü ile hiçbir cihette münasebetim yoktur. Nasıl bana teklif ediyorsunuz? Hangi kanun ile?
In accordance with which principle do you propose through a corrupt, innovating fatwa, to  “perform the iqama in Turkish” in a way completely contrary to Turkish nationalism, which is sincerely religious and sincerely respectful towards religion and has since early times blended and united with Islam, in the name of Turkism, which has the meaning of Europeanism, to those like me who belong to another nation? Yes, although I have friendly and brotherly relations with true Turks, I have in no respect any relation with the Turkism of imitators of Europe like you. How can you propose such a thing to me? Through which law?
</div>


<div lang="tr" dir="ltr" class="mw-content-ltr">
Perhaps, if you abolish the nationhood of  the Kurds, of whom there are millions and who for thousands of years have not forgotten their nationhood and language, and are the true fellow-citizens and companions in jihad of  the  Turks, and make them forget their language, then perhaps your proposal to those like me who are reckoned to be of a different race would be in accordance with some sort of savage principle. Otherwise it is purely arbitrary. The arbitrary whims of individuals may not be followed, and we do not follow them!
Eğer milyonlarla efradı bulunan ve binler seneden beri milliyetini ve lisanını unutmayan ve Türklerin hakiki bir vatandaşı ve eskiden beri cihad arkadaşı olan Kürtlerin milliyetini kaldırıp onların dilini onlara unutturduktan sonra; belki bizim gibi ayrı unsurdan sayılanlara teklifiniz, bir nevi usûl-ü vahşiyane olur. Yoksa sırf keyfîdir. Eşhasın keyfine tebaiyet edilmez ve etmeyiz!
</div>


<div lang="tr" dir="ltr" class="mw-content-ltr">
'''The Fifth'''
'''Beşincisi:''' Bir hükûmet, kendi raiyetine ve raiyet kabul ettiği adamlara her bir kanununu tatbik etse de raiyet kabul etmediği adamlara, kanununu tatbik edemez. Çünkü onlar diyebilirler ki: “Madem biz raiyetiniz değiliz, siz de bizim hükûmetimiz değilsiniz!”
A government may apply all laws to its citizens and to those it accepts as its citizens, but it cannot apply its laws to those it does not accept. For they are able to say: “Since we are not citizens, you are not our government!”
</div>


<div lang="tr" dir="ltr" class="mw-content-ltr">
Furthermore, no government can inflict two penalties at the same time. It either imprisons a murderer, or it executes him. To punish by both imprisonment and capital punishment is a principle nowhere!
Hem hiçbir hükûmet, iki cezayı birden vermez. Bir kātili, ya hapse atar veyahut idam eder. Hem hapisle ceza hem idamla ceza bir yerde vermek, hiçbir usûlde yoktur!
</div>


<div lang="tr" dir="ltr" class="mw-content-ltr">
However, despite the fact that I have caused no harm whatsoever to this country and nation, for eight years you have held me in captivity in a way not inflicted on even a criminal belonging to the wildest and most foreign nation. Although you have pardoned criminals, you have negated my freedom and deprived me of all civil rights. You have not said: “He too is a son of this land,so in accordance with what principle and  law  do  you  propose,  contrary to  the  wishes  of  your  nation,  these  freedom- destroying principles to someone like me who is a foreigner to you in every respect?
İşte madem vatana ve millete hiçbir zararım dokunmadığı halde; beni sekiz senedir, en yabani ve hariç bir milletten cani bir adama dahi yapılmayan bir esaret altına aldınız. Canileri affettiğiniz halde, hürriyetimi selbedip hukuk-u medeniyeden ıskat ederek muamele ettiniz. “Bu da vatan evladıdır.” demediğiniz halde; hangi usûl ile hangi kanun ile bîçare milletinize rızaları hilafına olarak tatbik ettiğiniz bu hürriyet-şiken usûlünüzü, benim gibi her cihetle size yabancı bir adama teklif ediyorsunuz?
</div>


<div lang="tr" dir="ltr" class="mw-content-ltr">
Since in the Great War you have counted as nothing all the heroic deeds to which this person  was  the  means  and  were  testified  to  by  the  Army’s  commanders, and considered his self-sacrficing struggles for the sake of this country to be crimes; and since you deemed his preserving the good morality of this unfortunate nation and his serious and effective work to secure its happiness in this world  and  the next to be treason; and since you have punished for eight years (and now the  punishment has been for twenty-eight years) someone who does not for himself accept your injurious, dangerous, arbitrary principles, which in reality are without benefit and spring from unbelief and from Europe; the punishment is the same. I did not accept its application so you made me suffer it. So according to what principle is it to enforce a second punishment?
Madem Harb-i Umumî’de ordu kumandanlarının şehadetiyle, vasıta olduğumuz çok fedakârlıkları ve vatan uğrunda cansiperane mücahedeleri cinayet saydınız. Ve bîçare milletin hüsn-ü ahlâkını muhafaza ve saadet-i dünyeviye ve uhreviyelerinin teminine pek ciddi ve tesirli çalışmayı hıyanet saydınız. Ve manen menfaatsiz, zararlı, hatarlı, keyfî, küfrî Frenk usûlünü kendinde kabul etmeyen bir adama sekiz sene ceza verdiniz. (Şimdi ceza yirmi sekiz sene oldu.) Ceza bir olur. Tatbikini kabul etmedim, cezayı çektirdiniz. İkinci bir cezayı cebren tatbik etmek, hangi usûl iledir?
</div>


<div lang="tr" dir="ltr" class="mw-content-ltr">
'''The Sixth'''
'''Altıncısı:''' Madem sizlerle, itikadınızca ve bana edilen muameleye nazaran, küllî bir muhalefetimiz var. Siz dininizi ve âhiretinizi, dünyanız uğrunda feda ediyorsunuz. Elbette mabeynimizde –tahmininizce– bulunan muhalefet sırrıyla, biz dahi hilafınıza olarak dünyamızı, dinimiz uğrunda ve âhiretimize her vakit feda etmeye hazırız. Sizin zalimane ve vahşiyane hükmünüz altında bir iki sene zelilane geçecek hayatımızı, kudsî bir şehadeti kazanmak için feda etmek; bize âb-ı kevser hükmüne geçer.
In view of the treatment you have meted out to me, according to your belief, I oppose you in general fashion. You are sacrifing your religion and life in the hereafter for the sake of  your lives in this world. According to  you, due to the opposition between us and contrary to you, we are all the time ready to sacrifice our life in this world  for  our  religion  and  for  the  hereafter. To  sacrifice  two  or  three  years  of humiliating life under your domination in order to gain sacred martyrdom, is like the water of Kawthar for us.
</div>


<div lang="tr" dir="ltr" class="mw-content-ltr">
However, in order to  make  you tremble, relying on the effulgence and indications of the All-Wise Qur’an, I tell you this with certainty:
Fakat Kur’an-ı Hakîm’in feyzine ve işaratına istinaden, sizi titretmek için size kat’î haber veriyorum ki:
</div>


<div lang="tr" dir="ltr" class="mw-content-ltr">
You shall not live after killing me! You shall be driven out of the world, your paradise and your beloved, by an irresistible hand, and swiftly cast into everlasting darkness. Behind me, your Nimrod-like chiefs will be quickly killed and sent to me. In the divine presence I shall grasp hold of them by their collars, and on divine justice casting them down to the lowest of the low, I shall take my revenge!
Beni öldürdükten sonra yaşayamayacaksınız! Kahhar bir el ile cennetiniz ve mahbubunuz olan dünyadan tard edilip ebedî zulümata çabuk atılacaksınız! Arkamdan, pek çabuk sizin Nemrutlaşmış reisleriniz gebertilecek, yanıma gönderilecek. Ben de huzur-u İlahîde yakalarını tutacağım. Adalet-i İlahiye, onları esfel-i safilîne atmakla intikamımı alacağım!
</div>


<div lang="tr" dir="ltr" class="mw-content-ltr">
O you miserable wretches who sell religion and your lives in the hereafter for this world! If you want to live, do not interfere with me! I hope from divine mercy that my death will serve religion more than my life and will explode over your heads like a bomb, scattering you! Cause me trouble if you have the courage! If you do anything, you shall see! With all my strength I proclaim this verse in the face of all your threats:
Ey din ve âhiretini dünyaya satan bedbahtlar! Yaşamanızı isterseniz bana ilişmeyiniz! İlişseniz, intikamım muzaaf bir surette sizden alınacağını biliniz, titreyiniz! Ben rahmet-i İlahiyeden ümit ederim ki mevtim, hayatımdan ziyade dine hizmet edecek ve ölümüm başınızda bomba gibi patlayıp başınızı dağıtacak! Cesaretiniz varsa ilişiniz! Yapacağınız varsa göreceğiniz de var! Ben bütün tehdidatınıza karşı, bütün kuvvetimle bu âyeti okuyorum:
</div>


<div lang="tr" dir="ltr" class="mw-content-ltr">
Men said to them: “A great army is gathering against you;” and frightened them; but it only increased their faith. they said: “For us God suffices, and He is the Best Disposer of Affairs.”(3:173)
اَلَّذٖينَ قَالَ لَهُمُ النَّاسُ اِنَّ النَّاسَ قَد۟ جَمَعُوا لَكُم۟ فَاخ۟شَو۟هُم۟ فَزَادَهُم۟ اٖيمَانًا وَ قَالُوا حَس۟بُنَا اللّٰهُ وَنِع۟مَ ال۟وَكٖيلُ
</div>


<div lang="tr" dir="ltr" class="mw-content-ltr">
<span id="Yedinci_Kısım_İşarat-ı_Seb’a"></span>
== Yedinci Kısım İşarat-ı Seb’a ==
==Seventh Section The Seven Signs==
</div>


<div lang="tr" dir="ltr" class="mw-content-ltr">
In the Name of God, the Merciful, the Compassionate.
فَاٰمِنُوا بِاللّٰهِ وَرَسُولِهِ النَّبِىِّ ال۟اُمِّىِّ الَّذٖى يُؤ۟مِنُ بِاللّٰهِ وَكَلِمَاتِهٖ وَاتَّبِعُوهُ لَعَلَّكُم۟ تَه۟تَدُونَ ۝ يُرٖيدُونَ اَن۟ يُط۟فِئُوا نُورَ اللّٰهِ بِاَف۟وَاهِهِم۟ وَيَا۟بَى اللّٰهُ اِلَّٓا اَن۟ يُتِمَّ نُورَهُ وَلَو۟ كَرِهَ ال۟كَافِرُونَ
So believe in God and His Apostle, the unlettered Prophet, who believes in God and His Words; follow him that [so] you may be guided.(7:158) * Fain would they extinguish God’s Light with their mouths, but God will not allow but that His Light  should be perfected, even though the unbelievers may detest [it].(9:32)
</div>


<div lang="tr" dir="ltr" class="mw-content-ltr">
[These  seven  signs  are  the  answers  to  three  questions. The  first question consists of four signs.]
Üç sualin cevabı olarak '''yedi işaret'''tir. Birinci sual, '''dört işaret'''tir.
</div>


<div lang="tr" dir="ltr" class="mw-content-ltr">
===FIRST SIGN===
=== Birinci İşaret ===
Like all the  bad  things they do, the arguments  which those  people who  are attempting to change the marks of Islam cite to support themselves spring from their blind imitation of Europe. They say:
Şeair-i İslâmiyeyi tağyire teşebbüs edenlerin senetleri ve hüccetleri, yine her fena şeylerde olduğu gibi ecnebileri körü körüne taklitçilik yüzünden geliyor. '''Diyorlar ki:'''
</div>


<div lang="tr" dir="ltr" class="mw-content-ltr">
“In London, Europeans who have embraced Islam translate many things like the call to prayer and iqama into their own languages in their own country. The World of Islam says  nothing in the face of this and does not object. That must mean it is permissible according to the Shari‘a, since they are silent?”
“Londra’da ihtida edenler ve ecnebilerden imana gelenler; memleketlerinde ezan ve kamet gibi çok şeyleri kendi lisanlarına tercüme ediyorlar, yapıyorlar. Âlem-i İslâm onlara karşı sükût ediyor, itiraz etmiyor. Demek, bir cevaz-ı şer’î var ki sükût ediliyor?”
</div>


<div lang="tr" dir="ltr" class="mw-content-ltr">
'''The Answer:'''There is such a glaring difference here that no conscious being  could make such a comparison and imitate them. For the European lands are called the Abode of War in the terminology of the Shari‘a, and there are numerous things that are permissible in the Abode of War that are not lawful in the Abode of Islam.
'''Elcevap:''' Bu kıyasın o kadar zâhir bir farkı var ki hiçbir cihette onlara kıyas etmek ve onları taklit etmek zîşuurun kârı değildir. Çünkü ecnebi diyarına, lisan-ı şeriatta “dâr-ı harp” denilir. Dâr-ı harpte çok şeylere cevaz olabilir ki “diyar-ı İslâm”da mesağ olamaz.
</div>


<div lang="tr" dir="ltr" class="mw-content-ltr">
Furthermore, the lands of Europe are the realm of Christendom. They are not an environment that communicates and instils the meanings of the terms of the Shari‘a and  concepts of the sacred words, so necessarily the  sacred meanings  have been preferred to the sacred words; the words have been abandoned for the meaning; the lesser  of two  evils  has  been  chosen.
Hem Frengistan diyarı, Hristiyan şevketi dairesidir. Istılahat-ı şer’iyenin maânîsini ve kelimat-ı mukaddesenin mefahimini lisan-ı hal ile telkin edecek ve ihsas edecek bir muhit olmadığından bilmecburiye kudsî maânî, mukaddes elfaza tercih edilmiş; maânî için elfaz terk edilmiş, ehvenü’ş-şer ihtiyar edilmiş.
</div>


<div lang="tr" dir="ltr" class="mw-content-ltr">
In the  Abode  of  Islam, however,  the  very environment teaches the  people of Islam the abbreviated meanings of those sacred words. The conversations of Muslims about Islamic traditions and Islamic history and the marks of Islam and the pillars of Islam, all continuously instil in them the concise meanings of those blessed  words. In this  country, besides  the  mosques  and  the  medreses, even  the gravestones  in  the  graveyards  inculcate  those  sacred  meanings  in  believers  like teachers and recall them to them.
Diyar-ı İslâm’da ise muhit, o kelimat-ı mukaddesenin meal-i icmalîsini ehl-i İslâm’a lisan-ı hal ile ders veriyor. An’ane-i İslâmiye ve İslâmî tarih ve umum şeair-i İslâmiye ve umum erkân-ı İslâmiyet’e ait muhaverat-ı ehl-i İslâm, o kelimat-ı mukaddesenin mücmel meallerini, mütemadiyen ehl-i imana telkin ediyorlar. Hattâ şu memleketin maâbid ve medaris-i diniyesinden başka makberistanın mezar taşları dahi birer telkin edici, birer muallim hükmündedir ki o maânî-i mukaddeseyi, ehl-i imana ihtar ediyorlar.
</div>


<div lang="tr" dir="ltr" class="mw-content-ltr">
If for some worldly advantage, someone who calls himself a Muslim learns fifty words a day from a French dictionary, and then in fifty years does not learn the sacred phrases “Glory be to God,” “All praise be to God,” “There is no god but God,” and “God is Most Great,” which are repeated fifty times daily, does he not fall lower than an animal? These sacred words cannot be translated and  corrupted  and  deported  for  such beasts! To  change  and  deport  them  means erasing all the gravestones; it means turning all the dead in the graveyards  against them, trembling at such an insult.
Acaba kendine Müslüman diyen bir adam, dünyanın bir menfaati için bir günde elli kelime Frengî lügatından taallüm ettiği halde; elli senede ve her günde elli defa tekrar ettiği Sübhanallah ve Elhamdülillah ve Lâ ilahe İllallah ve Allahu ekber gibi mukaddes kelimeleri öğrenmezse elli defa hayvandan daha aşağı düşmez mi? Böyle hayvanlar için bu kelimat-ı mukaddese, tercüme ve tahrif edilmez ve tehcir edilmezler! Onları tehcir ve tağyir etmek, bütün mezar taşlarını hakketmektir; bu tahkire karşı titreyen, mezaristandaki ehl-i kuburu aleyhlerine döndürmektir.
</div>


<div lang="tr" dir="ltr" class="mw-content-ltr">
In order to deceive the nation, corrupt religious scholars who have been misled by the irreligious, say that contrary to the other Imams, Imam-i A‘zam(*<ref>*Imam-i A’zam: Abu Hanifa Nu’man b. Thabit (80/699-150/767), the founder of the Hanifi school of law. The founders (Imams) of the other three main Sunni schools of law were Abu ‘Abdullah Malik b. Anas (94/716-179/795); Ahmad b. Muhammad b. Hanbal (164/780-241/855); and Muhammad b. Idris al-Shafi’i (150/767-205/820).</ref>)said:
Ehl-i ilhada kapılan ulemaü’s-, milleti aldatmak için '''diyorlar ki:'''
</div>


<div lang="tr" dir="ltr" class="mw-content-ltr">
“If the need arises in distant countries, it is permissible for those who know no Arabic at all
İmam-ı A’zam, sair imamlara muhalif olarak demiş ki: “İhtiyaç olsa diyar-ı baîdede, Arabî hiç bilmeyenlere, ihtiyaç derecesine göre Fatiha yerine Farisî tercümesi cevazı var.” Öyle ise biz de muhtacız, Türkçe okuyabiliriz?
to recite the Fatiha in Persian.”(*<ref>*Sarakhsi, al-Mabsut, i, 37, 234; Kashani, Bada’i al-Sana’i, i, 112.</ref>)We are in need of this, so can we recite it in Turkish?
</div>


<div lang="tr" dir="ltr" class="mw-content-ltr">
'''The Answer:'''The most important of the leading authorities as well as the other  twelve  leading mujtahids have  given fatwas opposing this fatwa  of Imam-i A‘zam. The  great  highway of  the  World  of Islam  is  their  highway;  the  Muslim community may follow it. Those who drive the community towards another, special and narrow, way are leading it  astray. Imam-i A‘zam’s fatwa is particular in five respects:
'''Elcevap:''' İmam-ı A’zam’ın bu fetvasına karşı, başta a’zamî imamların en mühimleri ve sair on iki eimme-i müçtehidîn, o fetvanın aksine fetva veriyorlar. Âlem-i İslâm’ın cadde-i kübrası, o umum eimmenin caddesidir. Mu’zam-ı ümmet, cadde-i kübrada gidebilir. Başka hususi ve dar caddeye sevk edenler, idlâl ediyorlar. İmam-ı A’zam’ın fetvası, beş cihette hususidir:
</div>


<div lang="tr" dir="ltr" class="mw-content-ltr">
'''Firstly:'''It addresses people who are far from the centre of Islam.
'''Birincisi:''' Merkez-i İslâmiyet’ten uzak diyar-ı âherde bulunanlara aittir.
</div>


<div lang="tr" dir="ltr" class="mw-content-ltr">
'''Secondly:'''It is in consequence of real need.
'''İkincisi:''' İhtiyac-ı hakikiye binaendir.
</div>


<div lang="tr" dir="ltr" class="mw-content-ltr">
'''Thirdly:'''According to one narration, it refers only to translations into Persian, which is supposed to be a language of the people of Paradise.
'''Üçüncüsü:''' Bir rivayette lisan-ı ehl-i cennetten sayılan Farisî lisanıyla tercümeye mahsustur.
</div>


<div lang="tr" dir="ltr" class="mw-content-ltr">
'''Fourthly:'''The ruling is limited to the Fatiha, so that those who do not know it will not give up performing the obligatory prayers.
'''Dördüncüsü:''' Fatiha’ya mahsus olarak cevaz verilmiş, tâ Fatiha’yı bilmeyen namazı terk etmesin.
</div>


<div lang="tr" dir="ltr" class="mw-content-ltr">
'''Fifthly:'''Permission was given so that the sacred meanings could be understood by the  ordinary people whose Islamic zeal arose from their powerful belief. But to translate them  and discard the Arabic original due to weakness of belief, negative nationalism, and hatred  for the Arabic language, driven by a destructive urge, will cause people to renounce religion.
'''Beşincisi:''' Kuvvet-i imandan gelen bir hamiyet-i İslâmiye ile maânî-i mukaddesenin, avamın tefehhümüne medar olmak için cevaz gösterilmiş. Halbuki zaaf-ı imandan gelen ve menfî fikr-i milliyetten çıkan ve lisan-ı Arabîye karşı nefret ve zaaf-ı imandan tevellüd eden meyl-i tahrip sâikasıyla tercüme edip Arabî aslını terk etmek, dini terk ettirmektir!
</div>


<div lang="tr" dir="ltr" class="mw-content-ltr">
<span id="İkinci_İşaret"></span>
=== İkinci İşaret ===
===SECOND SIGN===
</div>


<div lang="tr" dir="ltr" class="mw-content-ltr">
The people of innovation who have changed the marks of Islam first of all sought fatwas from corrupt religious scholars. They had previously pointed out that the fatwa we  explained  was  particular in five respects.
Şeair-i İslâmiyeyi tağyir eden ehl-i bid’a, evvela ulemaü’s-sûdan fetva istediler. Sâbıkan beş vecihle hususi olduğunu gösterdiğimiz fetvayı gösterdiler.
</div>


<div lang="tr" dir="ltr" class="mw-content-ltr">
Secondly, the  people of innovation adopted  the  following inauspicious idea from the European  reformists: being dissatisfied with the Catholic  Church foremost the revolutionaries, reformists, and philosophers, who were innovators according to the Church, favoured Protestantism, which was considered to Mu‘tazilite, and taking advantage of the French Revolution they partially destroyed the Catholic Church and proclaimed Protestantism.
Sâniyen: Ehl-i bid’a, ecnebi inkılabcılarından böyle meş’um bir fikir aldılar ki: Avrupa, Katolik mezhebini beğenmeyerek başta ihtilalciler, inkılabcılar ve feylesoflar olarak, Katolik mezhebine göre ehl-i bid’a ve Mutezile telakki edilen Protestanlık mezhebini iltizam edip Fransızların İhtilal-i Kebiri’nden istifade ederek, Katolik mezhebini kısmen tahrip edip Protestanlığı ilan ettiler.
</div>


<div lang="tr" dir="ltr" class="mw-content-ltr">
Then the pseudo-patriots here, who are accustomed to imitating blindly, said:
İşte körü körüne taklitçiliğe alışan buradaki hamiyet-füruşlar '''diyorlar ki:'''
</div>


<div lang="tr" dir="ltr" class="mw-content-ltr">
“A revolution like that came about in the Christian religion. At first the revolutionaries were  called apostates, then later they were  again accepted as Christians. So  why shouldn’t there be a similar religious revolution in Islam?”
“Madem Hristiyan dininde böyle bir inkılab oldu; bidayette inkılabcılara mürted denildi, sonra Hristiyan olarak yine kabul edildi. Öyle ise İslâmiyet’te de böyle dinî bir inkılab olabilir?”
</div>


<div lang="tr" dir="ltr" class="mw-content-ltr">
'''The Answer:'''The difference  here  is  even greater  than in  the false comparison in the First Sign. Because in the religion of Jesus (Upon whom be peace), only the  fundamentals of religion were  taken from  him. Most  of the  injunctions relating to social  life and the secondary matters of the law were formulated by the disciples and other spiritual  leaders. The greater part were taken from former holy scriptures. Since Jesus (Upon whom be peace) was not a worldly ruler and sovereign, and  since  he was  not  the  source of general  social  laws, the  fundamentals of his religion were as though clothed with the garment of  common laws and civil rules taken from outside, having been given a different form and called the Christian law. If this form is changed and the garment transformed, the fundamental religion of Jesus (Upon whom be peace) may persist. It does not infer denying or giving the lie to Jesus himself (Upon whom be peace).
'''Elcevap:''' Bu kıyasın, Birinci İşaret’teki kıyastan daha ziyade farkı zâhirdir. Çünkü din-i İsevîde yalnız esasat-ı diniye Hazret-i İsa aleyhisselâmdan alındı. Hayat-ı içtimaiyeye ve füruat-ı şer’iyeye dair ekser ahkâmlar, Havariyyun ve sair rüesa-yı ruhaniye tarafından teşkil edildi. Kısm-ı a’zamı, kütüb-ü sâbıka-i mukaddeseden alındı. Hazret-i İsa aleyhisselâm, dünyaca hâkim ve sultan olmadığından ve kavanin-i umumiye-i içtimaiyeye merci olmadığından esasat-ı diniyesi, hariçten bir libas giydirilmiş gibi şeriat-ı Hristiyaniye namına örfî kanunlar, medeni düsturlar alınmış, başka bir suret verilmiş. Bu suret tebdil edilse, o libas değiştirilse yine Hazret-i İsa aleyhisselâmın esas dini bâki kalabilir. Hazret-i İsa aleyhisselâmı inkâr ve tekzip çıkmaz.
</div>


<div lang="tr" dir="ltr" class="mw-content-ltr">
However, the Glory of the World (Upon whom be blessings and peace) was the founder of the religion and Shari‘a of Islam. He was the sovereign of this world and the next, and the East and West and Andalusia and India were his seat of rule. He himself therefore both taught the fundamentals of the religion of Islam, and brought its secondary matters and other injunctions, including even minor matters of conduct; he himself taught them; he commanded them.
Halbuki din ve şeriat-ı İslâmiyenin sahibi olan Fahr-i Âlem aleyhissalâtü vesselâm iki cihanın sultanı, şark ve garp ve Endülüs ve Hint, birer taht-ı saltanatı olduğundan din-i İslâm’ın esasatını bizzat kendisi gösterdiği gibi o dinin teferruatını ve sair ahkâmını, hattâ en cüz’î âdabını dahi bizzat o getiriyor, o haber veriyor, o emir veriyor.
</div>


<div lang="tr" dir="ltr" class="mw-content-ltr">
That is to say, the secondary matters of Islam are not like a  garment capable of  change,  so that if they are changed, the essential religion will persist. They are rather a  sort  body for the fundamentals of religion, or at least a skin. They have blended and  combined with it and cannot be separated. To  change them  infers  direct denial  and  contradiction of the  one who brought the Shari‘a.
Demek füruat-ı İslâmiye, değişmeye kabil bir libas hükmünde değil ki onlar tebdil edilse esas-ı din bâki kalabilsin. Belki esas-ı dine bir cesettir, lâekall bir cilttir. Onunla imtizaç ve iltiham etmiş, kabil-i tefrik değildir. Onları tebdil etmek, doğrudan doğruya sahib-i şeriatı inkâr ve tekzip etmek çıkar.
</div>


<div lang="tr" dir="ltr" class="mw-content-ltr">
As for the differences in the schools of law, this has arisen from differences in ways  of  understanding  the  theoretical  principles  shown  by  the  Shari‘a’s  owner. Principles called “the essentials of religion,” which are not open to interpretation, and those  called  “incontrovertible”  cannot  be  changed  in  any  way  and  may  not  be interpreted. Anyone who does change them quits the religion and is included under the rule: “They renounce religion as the arrow flies from the bow.”(*<ref>*Bukhari, Anbiya’, 6; Manaqib, 25; Maghazi, 61; Fada’il al-Qur’an, 36.</ref>)
Mezahibin ihtilafı ise: Sahib-i şeriatın gösterdiği nazarî düsturların tarz-ı tefehhümünden ileri gelmiştir. “Zaruriyat-ı diniye” denilen ve kabil-i tevil olmayan ve “muhkemat” denilen düsturları ise hiçbir cihette kabil-i tebdil değildir ve medar-ı içtihad olamaz. Onları tebdil eden, başını dinden çıkarıyor يَم۟رُقُونَ مِنَ الدّٖينِ كَمَا يَم۟رُقُ السَّه۟مُ مِنَ ال۟قَو۟سِ kaidesine dâhil oluyor.
</div>


<div lang="tr" dir="ltr" class="mw-content-ltr">
The people of innovation have found the following pretext for their irreligion and deviation from the straight path. They say:
Ehl-i bid’a, dinsizliklerine ve ilhadlarına şöyle bir bahane buluyorlar. '''Diyorlar ki:'''
</div>


<div lang="tr" dir="ltr" class="mw-content-ltr">
“The French Revolution was the cause of a sequence of events in the world of humanity; the clergy and spiritual leaders and the Catholic Church, which was  their Church, were attacked and eliminated. Later the Revolution was condoned by a lot of people; also, the French made greater progress. Is this not so?”
“Âlem-i insaniyetin müteselsil hâdisatına sebep olan Fransız İhtilal-i Kebiri’nde, papazlara ve rüesa-yı ruhaniyeye ve onların mezheb-i hâssı olan Katolik mezhebine hücum edildi ve tahrip edildi. Sonra çokları tarafından tasvip edildi. Frenkler dahi ondan sonra daha ziyade terakki ettiler?”
</div>


<div lang="tr" dir="ltr" class="mw-content-ltr">
'''The Answer:'''Like with the previous comparisons, the differences here are clear. For in France, the Christian religion and particularly the Catholic Church had for a long time been a means of domination and despotism in the hands of the upper and ruling classes. It  was  the means by which they perpetuated their hold over the ordinary people. And since it was through the Catholic Church that the patriots were oppressed,  who  among  the  common people  were  awakened  and  were  called “Jacobins,” and the  freedom-seeking  thinkers  were  persecuted, who attacked  the despotism of the upper class tyrants; and since for  nearly four hundred  years the Catholic Church had been an imputed cause,  through revolutions in Europe, of overturning the stability of social life, it had been  attacked, not  in the name of irreligion, but by the other Christian sects. A feeling of indignation and enmity arose among the common people and the philosophers as a result of which the  above- mentioned historical event took place.
'''Elcevap:''' Bu kıyasın dahi evvelki kıyaslar gibi farkı zâhirdir. Çünkü Fransızlarda, havas ve hükûmet adamları elinde çok zaman din-i Hristiyanî, bâhusus Katolik mezhebi; bir vasıta-i tahakküm ve istibdat olmuştu. Havas, o vasıta ile nüfuzlarını avam üzerinde idame ediyorlardı. Ve “serseri” tabir ettikleri avam tabakasında intibaha gelen hamiyet-perverlerini ve havas zalimlerin istibdadına karşı hücum eden hürriyet-perverlerin mütefekkir kısımlarını ezmeye vasıta olduğundan ve dört yüz seneye yakın Frengistanda ihtilaller ile istirahat-i beşeriyeyi bozmaya ve hayat-ı içtimaiyeyi zîr ü zeber etmeye bir sebep telakki edildiğinden o mezhebe, dinsizlik namına değil belki Hristiyanlığın diğer bir mezhebi namına hücum edildi. Ve tabaka-i avamda ve feylesoflarda bir küsmek, bir adâvet hasıl olmuştu ki malûm hâdise-i tarihiye vukua gelmiştir.
</div>


<div lang="tr" dir="ltr" class="mw-content-ltr">
However, no oppressed person and no thinker has the right to complain about the religion of Muhammad (UWBP) and the Shari‘a of Islam. For it does not injure them, it  protects  them. Islamic  history  is  there  for  all  to  see. Apart  from one  or  two incidents, no internal wars  of religion have occurred. Whereas the Catholic Church caused four hundred years of internal revolutions.
Halbuki din-i Muhammedî (asm) ve şeriat-ı İslâmiyeye karşı; hiçbir mazlumun, hiçbir mütefekkirin hakkı yoktur ki ondan şekva etsin. Çünkü onları küstürmüyor, onları himaye ediyor. Tarih-i İslâm meydandadır. İslâmlar içinde bir iki vukuattan başka dâhilî muharebe-i diniye olmamış. Katolik mezhebi ise dört yüz sene ihtilalat-ı dâhiliyeye sebep olmuş.
</div>


<div lang="tr" dir="ltr" class="mw-content-ltr">
Furthermore, Islam has been the stronghold of the common people rather than of the upper classes. Through enjoining the payment of zakat and prohibiting usury and interest, it has  made the upper classes  not despots  over the common people  but servants in a way! It says: “The master of a people is its  servant.”(*<ref>*al-Maghribi, Jami’ al-Shaml, i, 450, no: 1668; al-‘Ajluni, Kashf al-Khafa’, ii, 463.</ref>)
Hem İslâmiyet, havastan ziyade avamın tahassungâhı olmuştur. Vücub-u zekât ve hurmet-i riba ile havassı, avamın üstünde müstebit yapmak değil, bir cihette hâdim yapıyor.
And, “The best of people is the one most useful to people.”(*<ref>*al-‘Ajluni, Kashf al-Khafa’, ii, 463; al-Manawi, Fayd al-Qadir, iii, 481, no: 4044.</ref>)
سَيِّدُ ال۟قَو۟مِ خَادِمُهُم۟ ۝ خَي۟رُ النَّاسِ مَن۟ يَن۟فَعُ النَّاسَ diyor.
Also, through sacred phrases like,So will they not think?(6:50)  * So will they not reflect on it?(4:82)  * So will they not reason?(2:44),the All-Wise Qur’an calls on the intellect to testify; it warns, refers to the reason, it urges  investigation.
</div>


<div lang="tr" dir="ltr" class="mw-content-ltr">
Through this, it  accords  scholars  and  the people of reason a position; it  gives  them importance. It does not dismiss the reason like the Catholic Church; it does not silence thinkers, or require blind imitation of them.
Hem Kur’an-ı Hakîm lisanıyla اَفَلَا تَع۟قِلُونَ ۝ اَفَلَا يَتَدَبَّرُونَ ۝ اَفَلَا يَتَفَكَّرُونَ gibi kudsî havaleler ile aklı istişhad ediyor ve ikaz ediyor ve akla havale ediyor, tahkike sevk ediyor. Onun ile ehl-i ilim ve ashab-ı akla din namına makam veriyor, ehemmiyet veriyor. Katolik mezhebi gibi aklı azletmiyor, ehl-i tefekkürü susturmuyor, körü körüne taklit istemiyor.
</div>


<div lang="tr" dir="ltr" class="mw-content-ltr">
Since the fundamentals of, not true Christianity, but the present-day Christian religion and the fundamentals of Islam have parted on another important point, they go their separate  ways in many respects like the above-mentioned differences. The important point is this:
Hakiki Hristiyanlık değil belki şimdiki Hristiyan dininin esasıyla İslâmiyet’in esası, mühim bir noktadan ayrıldığından sâbık farklar gibi çok cihetlerle ayrı ayrı gidiyorlar. O mühim nokta şudur:
</div>


<div lang="tr" dir="ltr" class="mw-content-ltr">
Islam is the religion of the true affirmation of divine unity (tevhid-i hakikî) so that it  dismisses  intermediaries  and  causes. It  breaks  egotism  and  establishes  sincere worship. It cuts at the root every sort of false dominicality, starting from that of the soul, and rebuffs it. It  is because of this that if a person of high position from the upper class is going to be completely religious, he will have to give up his egotism. If he does not give up egotism, he will lose his strength of religion and to an extent give up his religion.
İslâmiyet, tevhid-i hakiki dinidir ki vasıtaları, esbabları ıskat ediyor. Enaniyeti kırıyor, ubudiyet-i hâlisa tesis ediyor. Nefsin rububiyetinden tut, tâ her nevi rububiyet-i bâtılayı katediyor, reddediyor. Bu sır içindir ki havastan bir büyük insan, tam dindar olsa enaniyeti terk etmeye mecbur olur. Enaniyeti terk etmeyen, salabet-i diniyeyi ve kısmen de dinini terk eder.
</div>


<div lang="tr" dir="ltr" class="mw-content-ltr">
As for the Christian religion of the present day, since it has accepted the belief of Jesus  (Upon whom be peace) being the Son of God, it ascribes an actual effect to causes and  intermediaries. It cannot break egotism in the name of religion. Rather, saying that egotism is a holy deputy of Jesus (Upon whom be peace), it ascribes it a sacredness. For this reason, members of the Christian upper classes who occupy the highest worldly positions may be completely religious. In fact, there are many like the former American President, Wilson, and  the former British Prime Minister, Lloyd George, who were as religious as bigoted priests.
Şimdiki Hristiyanlık dini ise “velediyet akidesi”ni kabul ettiği için vesait ve esbaba tesir-i hakiki verir. Din namına enaniyeti kırmaz, belki Hazret-i İsa aleyhisselâmın bir mukaddes vekili diye o enaniyete bir kudsiyet verir. Onun için dünyaca en büyük makam işgal eden Hristiyan havasları, tam dindar olabilirler. Hattâ Amerika’nın esbak Reisicumhuru Wilson ve İngilizlerin esbak Reis-i Vükelası Loid George gibi çoklar var ki mutaassıp birer papaz hükmünde dindar oldular.
</div>


<div lang="tr" dir="ltr" class="mw-content-ltr">
But any Muslims who rise to those positions rarely remain completely religious and firm in their religion, for they cannot give up their pride and egotism. And true taqwa cannot be combined with pride and egotism.
Müslümanlarda ise öyle makamlara girenler, nadiren tam dindar ve salabetli kalırlar. Çünkü gururu ve enaniyeti bırakamıyorlar. Takva-yı hakiki ise gurur ve enaniyetle içtima edemiyor.
</div>


<div lang="tr" dir="ltr" class="mw-content-ltr">
Yes, just as the religious bigotry of the Christian upper class and slackness in religion of the Muslim upper class demonstrate an important difference, so the fact that the philosophers who emerged from Christianity were Furthermore, generally, ordinary Christians who have fallen on hard times or are sent to prison cannot expect assistance from religion.
Evet, nasıl ki Hristiyan havassının taassubu, Müslüman havaslarının adem-i salabeti mühim bir farkı gösteriyor; öyle de Hristiyan’dan çıkan feylesoflar, dinlerine karşı lâkayt veya muarız vaziyeti alması ve İslâm’dan çıkan hükemaların kısm-ı a’zamı, hikmetlerini esasat-ı İslâmiyeye bina etmesi; yine mühim bir farkı gösteriyor.
</div>


<div lang="tr" dir="ltr" class="mw-content-ltr">
Formerly, most of them became irreligious. In  fact, the revolutionaries famous in history who instigated the French Revolution  and  were  called  “irreligious  Jacobins,”  were  mostly  disaster-stricken common people. Whereas in Islam, the great majority of those who suffer disaster or imprisonment await succour from religion and they become religious. This situation too, demonstrates an important difference.
Hem ekseriyetle zindanlara ve musibetlere düşen âmî Hristiyanlar, dinden meded beklemiyorlar. Eskiden çoğu dinsiz oluyordular. Hattâ Fransa’nın İhtilal-i Kebiri’ni çıkaran ve “serseri dinsiz” tabir edilen tarihçe meşhur inkılabcılar, o musibetzede avam kısmıdır. İslâmiyet’te ise ekseriyet-i mutlaka ile hapse ve musibete düşenler, dinden meded beklerler ve dindar oluyorlar. İşte bu hal dahi mühim bir farkı gösteriyor.
</div>


<div lang="tr" dir="ltr" class="mw-content-ltr">
<span id="Üçüncü_İşaret"></span>
=== Üçüncü İşaret ===
===THIRD SIGN===
</div>


<div lang="tr" dir="ltr" class="mw-content-ltr">
The people of innovation say:
'''Ehl-i bid’a''' diyorlar ki:
</div>


<div lang="tr" dir="ltr" class="mw-content-ltr">
“Religious bigotry made us backward. Living this age necessitates giving up bigotry. Europe advanced when it abandoned it. Isn’t this so?”
“Bu taassub-u dinî, bizi geri bıraktı. Bu asırda yaşamak, taassubu bırakmakla olur. Avrupa, taassubu bıraktıktan sonra terakki etti?”
</div>


<div lang="tr" dir="ltr" class="mw-content-ltr">
'''The Answer:'''You are wrong and you have been deceived! Or else you are deceiving, for Europe is bigoted in religion. Tell an ordinary Bulgar or an English soldier or a French Jacobin: “Wear this turban, or else you’ll be thrown into prison!”, and their bigotry will force them to reply: “Not  prison, if you kill me even, I won’t insult my religion and nation in that way!”
'''Elcevap:''' Yanlışsınız ve aldanmışsınız veya aldatıyorsunuz. Çünkü Avrupa, dininde mutaassıptır. Hattâ bir âdi Bulgar’a veya bir nefer-i İngiliz’e veya bir serseri Fransız’a “Sarık sar. Sarmazsan hapse atılacaksın!” denilse taassupları muktezasınca diyecek: “Hapse değil, öldürseniz bile dinime ve milliyetime bu hakareti yapmayacağım!”
</div>


<div lang="tr" dir="ltr" class="mw-content-ltr">
Also, history testifies that whenever the people of Islam have adhered to their religion, they have  advanced in relation to  the  strength of their  adherence. And whenever they have become less firm in their religion, they have declined. Whereas with Christianity, it is the opposite.
Hem tarih şahittir ki: Ehl-i İslâm ne vakit dinine tam temessük etmiş ise o zamana nisbeten terakki etmiş. Ne vakit salabeti terk etmişse tedenni etmiş. Hristiyanlık ise bilakistir. Bu da mühim bir fark-ı esasîden neş’et etmiş.
</div>


<div lang="tr" dir="ltr" class="mw-content-ltr">
This too arises from an essential difference.
Hem İslâmiyet, sair dinlere kıyas edilmez. Bir Müslüman İslâmiyet’ten çıksa ve dinini terk etse daha hiçbir peygamberi kabul edemez; belki Cenab-ı Hakk’ı dahi ikrar edemez ve belki hiçbir mukaddes şeyi tanımaz; belki kendinde kemalâta medar olacak bir vicdan bulunmaz, tefessüh eder. Onun için İslâmiyet nazarında, harbî kâfirin hakk-ı hayatı var. Hariçte olsa musalaha etse, dâhilde olsa cizye verse; İslâmiyetçe hayatı mahfuzdur. Fakat mürtedin hakk-ı hayatı yoktur. Çünkü vicdanı tefessüh eder, hayat-ı içtimaiyeye bir zehir hükmüne geçer.
Also, Islam cannot be compared with other religions; if a Muslim abandons Islam and gives up his religion, he will not accept any other prophet; indeed, he will not acknowledge Almighty God either nor probably recognize anything sacred. He will have  no  conscience that will allow him  moral and spiritual attainment;  it will be corrupted. Therefore, in the view of Islam, in wartime, an unbeliever has the right to life. His life is protected according to Islam if he is outside the country and makes peace, or if he is inside the country and pays the head-tax. But an apostate does not have the right to life. For his conscience is corrupted and he becomes like poison in the  life of  society.
</div>


<div lang="tr" dir="ltr" class="mw-content-ltr">
But a  Christian  may  still  contribute to  society, even if he  is irreligious. He may accept some  sacred  matters and  may believe  in some of the prophets, and may assent to Almighty God in some respects.
Halbuki Hristiyan’ın bir dinsizi, yine hayat-ı içtimaiyeye nâfi’ bir vaziyette kalabilir. Bazı mukaddesatı kabul eder ve bazı peygamberlere inanabilir ve Cenab-ı Hakk’ı bir cihette tasdik edebilir.
</div>


<div lang="tr" dir="ltr" class="mw-content-ltr">
I wonder, what advantage do these innovators, or more accurately deviants or heretics, find in this irreligion? If they are thinking of government and public order, to govern ten irreligious anarchists who do not know God and to repulse their evils is much more difficult than governing a thousand people with religion.
Acaba bu ehl-i bid’a ve doğrusu ehl-i ilhad, bu dinsizlikte hangi menfaati buluyorlar? Eğer idare ve asayişi düşünüyorlarsa Allah’ı bilmeyen dinsiz on serserinin idaresi ve şerlerini def’etmesi, bin ehl-i diyanetin idaresinden daha müşküldür.
</div>


<div lang="tr" dir="ltr" class="mw-content-ltr">
If they are thinking of progress, such irreligious people are an obstacle to progress, just as they are harmful for the administration and government. They destroy security and public  order, which are the  basis of progress  and  commerce. In truth, they are destructive due to the very way they have taken. The biggest fool in the world is one who expects progress, prosperity, and happiness from irreligious anarchists like them.
Eğer terakkiyi düşünüyorlarsa öyle dinsizler, idare-i hükûmete muzır oldukları gibi terakkiye dahi manidirler. Terakki ve ticaretin esası olan emniyet ve asayişi kırıyorlar. Doğrusu onlar, meslekçe tahribatçıdırlar. Dünyada en büyük ahmak odur ki böyle dinsiz serserilerden terakki ve saadet-i hayatiyeyi beklesin.
</div>


<div lang="tr" dir="ltr" class="mw-content-ltr">
One of those fools who occupied a high position, said: “We said ‘Allah! Allah!’ and remained backward. Europe said ‘Guns and cannons,’ and advanced.”
Böyle ahmaklardan mühim bir mevkii işgal eden birisi demiş ki: “Biz, Allah Allah diye diye geri kaldık. Avrupa, top tüfek diye diye ileri gitti.”
</div>


<div lang="tr" dir="ltr" class="mw-content-ltr">
According to the rule, “A fool should be answered with silence,” the answer for such people is silence. But because behind certain fools there are inauspicious clever people, we say this:
“Cevabü’l-ahmaki’s-sükût” kaidesince, böylelere karşı cevap sükûttur. Fakat bazı ahmakların arkasında bedbaht gafiller bulunduğundan deriz ki:
</div>


<div lang="tr" dir="ltr" class="mw-content-ltr">
O you wretches! This world is a guesthouse. Every day thirty thousand witnesses put their signature with their corpses to the decree “Death is a reality” and they testify to it. Can you kill death? Can you contradict those witnesses? Since you can’t, death makes people say: “Allah! Allah!”  Which of your guns and cannons can illuminate the  everlasting darkness  confronting  someone  in  the  throes  of death  in  place  of “Allah! Allah!”, and transform his absolute despair into absolute hope? Since there is death and we shall enter the grave, and this life departs and an eternal life comes, if guns and cannons are said once, “Allah! Allah!” should be said a thousand times. And if it is in Allah’s way, the gun also says “Allah!”, and  the cannon booms “Allahu Akbar!” It breaks the fast with “Allah,” and starts it.
Ey bîçareler! Bu dünya bir misafirhanedir. Her günde otuz bin şahit, cenazeleriyle “El-mevtü hak” hükmünü imza ediyorlar ve o davaya şehadet ediyorlar. Ölümü öldürebilir misiniz? Bu şahitleri tekzip edebilir misiniz? Madem edemiyorsunuz; mevt, Allah Allah dedirtir. Sekeratta Allah Allah yerine; hangi topunuz, hangi tüfeğiniz, zulümat-ı ebedîyi o sekerattakinin önünde ışıklandırır, yeis-i mutlakını ümit-i mutlaka çevirebilir? Madem ölüm var, kabre girilecek; bu hayat gidiyor, bâki bir hayat geliyor. Bir defa top tüfek denilse bin defa Allah Allah demek lâzım gelir. Hem Allah yolunda olsa; tüfek de Allah der, top da Allahu ekber diye bağırır, Allah ile iftar eder, imsak eder.
</div>


<div lang="tr" dir="ltr" class="mw-content-ltr">
<span id="Dördüncü_İşaret"></span>
=== Dördüncü İşaret ===
===FOURTH SIGN===
</div>


<div lang="tr" dir="ltr" class="mw-content-ltr">
The destructive innovators are of two kinds:
Tahribatçı ehl-i bid’a '''iki kısım'''dır:
</div>


<div lang="tr" dir="ltr" class="mw-content-ltr">
'''The First Kind''' say as though on account of religion and out of loyality to Islam, as  though  to strengthen religion with nationalism: “We want to plant the luminous tree  of  religion, which  has  grown weak, in the  earth of  nationalism,  in order to strengthen it.” They appear to be supporting religion.
'''Bir kısmı''' –güya din hesabına, İslâmiyet’e sadakat namına– güya dini milliyetle takviye etmek için “Zaafa düşmüş din şecere-i nuraniyesini, milliyet toprağında dikmek, kuvvetleştirmek istiyoruz.” diye dine taraftar vaziyeti gösteriyorlar.
</div>


<div lang="tr" dir="ltr" class="mw-content-ltr">
'''The Second Sort''' say in the name of the nation and on account of nationalism, in order to  strengthen racialism, say: “We want to graft Islam onto the nation,” thus creating innovations.
'''İkinci kısım'''; millet namına, milliyet hesabına, unsuriyete kuvvet vermek fikrine binaen “Milliyeti, İslâmiyet’le aşılamak istiyoruz.diye bid’aları icad ediyorlar.
</div>


<div lang="tr" dir="ltr" class="mw-content-ltr">
'''To the First Sort, we say:'''O unhappy, corrupt scholars of religion who confirm the  saying “loyal fools,” or ecstatic, unthinking, ignorant Sufis! The Tuba-tree of Islam, whose  roots are founded in the reality of the universe and whose branches spread through the truths of the universe, cannot be planted in the earth of imaginary, temporary, partial, particular, negative, indeed, baseless, rancorous, tyrannical, and dark racialism! To  try to  do  so is to  attempt something foolish, destructive, and innovative.
'''Birinci kısma deriz ki:''' Ey “sadık ahmak” ıtlakına mâsadak bîçare ulemaü’s-sû veya meczup, akılsız, cahil sofiler! Hakikat-i kâinat içinde kökü yerleşmiş ve hakaik-i kâinata kökler salmış olan Şecere-i Tûba-i İslâmiyet; mevhum, muvakkat, cüz’î, hususi, menfî, belki esassız, garazkâr, zulümkâr, zulmanî unsuriyet toprağına dikilmez! Onu oraya dikmeye çalışmak, ahmakane ve tahripkârane, bid’akârane bir teşebbüstür.
</div>


<div lang="tr" dir="ltr" class="mw-content-ltr">
To the Second Sort of nationalists, we say this: O you drunken pseudo-patriots! Perhaps the previous century could have been the age of nationalism. This century is not the age of racialism! Communism and socialism pervade everything, destroying the idea of racialism. The age of racialism is passing. Eternal, permanent Islamic nationalism cannot be bound  onto temporary unstable racialism and grafted onto it. And even if it were to be, it would corrupt the Islamic nation, but it would not reform racialist nationalism. Yes, there appears to be a pleasure and temporary strength in a temporary graft, but it is very temporary and the consequences are dangerous.
'''İkinci kısım milliyetçilere deriz ki:''' Ey sarhoş hamiyet-füruşlar! Bir asır evvel milliyet asrı olabilirdi. Şu asır unsuriyet asrı değil. Bolşevizm, sosyalizm meseleleri istila ediyor; unsuriyet fikrini kırıyor, unsuriyet asrı geçiyor. Ebedî ve daimî olan İslâmiyet milliyeti; muvakkat, dağdağalı unsuriyetle bağlanmaz ve aşılanmaz. Ve aşılamak olsa da İslâm milliyetini ifsad ettiği gibi unsuriyet milliyetini dahi ıslah edemez, ibka edemez. Evet, muvakkat aşılamakta bir zevk ve bir muvakkat kuvvet görünüyor fakat pek muvakkat ve âkıbeti hatarlıdır.
</div>


<div lang="tr" dir="ltr" class="mw-content-ltr">
Furthermore, it would open up a split in the Turkish people that could not be healed in all eternity. Then the nation’s strength would be reduced to nothing, since one section would have broken the power of the other. If two mountains are placed in the two pans of some scales, a few pounds weight can move the two, raising one, and lowering the other.
Hem Türk unsurunda ebedî kabil-i iltiyam olmamak suretinde bir inşikak çıkacak. O vakit milletin kuvveti, bir şık, bir şıkkın kuvvetini kırdığı için hiçe inecek. İki dağ birbirine karşı bir mizanın iki gözünde bulunsa; bir batman kuvvet, o iki kuvvet ile oynayabilir; yukarı kaldırır, aşağı indirir.
</div>


<div lang="tr" dir="ltr" class="mw-content-ltr">
'''The Second Question''' consists of two signs:
'''İkinci Sual,''' '''iki işarettir:'''
</div>


<div lang="tr" dir="ltr" class="mw-content-ltr">
===The First is  the  FIFTH  SIGN,=== and  is  a  very  brief answer  to  an important question:
=== Birinci İşaret ki BEŞİNCİ İŞARET’tir. ===
Mühim bir sualin gayet muhtasar bir cevabıdır.
</div>


<div lang="tr" dir="ltr" class="mw-content-ltr">
'''Question:'''There are numerous authentic narrations about the appearance of the Mahdi at the end of time and his putting the world to rights, which will have been corrupted. However, the present time is the time of the group or social collectivity, not  of  the  individual. However  great  a  genius  an  individual  person  is,  even  a hundredfold genius,  if he is  not the representative of a group and if he does not represent  a  group’s  collective  personality,  he  will be defeated  in the  face of the collective personality of an opposing group. At this time, however exalted the power of his sainthood, how can he reform the world  amid the widespread corruption of a human group  such as  that? If all the  Mahdi’s  works  are wondrous,  it  would  be contrary to the divine wisdom and laws in the world. We want  to understand the reality of this matter of the Mahdi. How can we?
'''Sual:''' Âhir zamanda Hazret-i Mehdi geleceğine ve fesada girmiş âlemi ıslah edeceğine dair müteaddid rivayat-ı sahiha var. Halbuki şu zaman, cemaat zamanıdır; şahıs zamanı değil. Şahıs ne kadar dâhî ve hattâ yüz dâhî derecesinde olsa bir cemaatin mümessili olmazsa bir cemaatin şahs-ı manevîsini temsil etmezse; muhalif bir cemaatin şahs-ı manevîsine karşı mağluptur. Şu zamanda –kuvvet-i velayeti ne kadar yüksek olursa olsun– böyle bir cemaat-i beşeriyenin ifsadat-ı azîmesi içinde nasıl ıslah eder? Eğer Mehdi’nin bütün işleri hârika olsa şu dünyadaki hikmet-i İlahiyeye ve kavanin-i âdetullaha muhalif düşer. Bu Mehdi meselesinin sırrını anlamak istiyoruz?
</div>


<div lang="tr" dir="ltr" class="mw-content-ltr">
'''The Answer:'''Out of His perfect mercy, every time the Muslim community has  been  corrupted, Almighty  God  has  sent  a  reformer,  or  a  regenerator,  or  a vicegerent of high standing, or a supreme spiritual pole, or a perfect guide, or blessed persons resembling a Mahdi, as a mark of His protecting the Shari‘a of Islam until eternity; they  have  removed  the  corruption,  reformed  the  nation, and  preserved Muhammad’s (UWBP) religion.
'''Elcevap:''' Cenab-ı Hak kemal-i rahmetinden, şeriat-ı İslâmiyenin ebediyetine bir eser-i himayet olarak, her bir fesad-ı ümmet zamanında bir muslih veya bir müceddid veya bir halife-i zîşan veya bir kutb-u a’zam veya bir mürşid-i ekmel veyahut bir nevi Mehdi hükmünde mübarek zatları göndermiş; fesadı izale edip milleti ıslah etmiş, din-i Ahmedîyi (asm) muhafaza etmiş.
</div>


<div lang="tr" dir="ltr" class="mw-content-ltr">
Since His custom has always been thus, certainly at the time of greatest corruption at the end of time He will send a luminous person as both the greatest interpreter of the Law, and the supreme renewer, and ruler, and Mahdi, and guide, and spiritual pole, and that person will be from the Prophet’s (UWBP) Family.
Madem âdeti öyle cereyan ediyor, âhir zamanın en büyük fesadı zamanında; elbette en büyük bir müçtehid hem en büyük bir müceddid hem hâkim hem mehdi hem mürşid hem kutb-u a’zam olarak bir zat-ı nuraniyi gönderecek ve o zat da Ehl-i Beyt-i Nebevîden olacaktır.
</div>


<div lang="tr" dir="ltr" class="mw-content-ltr">
Almighty God fills and empties the world between the heavens and earth with clouds, and in an instant stills the storms of the sea, and in an hour in spring creates samples of the summer and in an hour in summer creates a winter storm. Such  an All-Powerful One of Glory can also scatter the darkness covering the World of Islam by means of the Mahdi. He has promised this and certainly He will carry out His promise.
Cenab-ı Hak bir dakika zarfında beyne’s-sema ve’l-arz âlemini bulutlarla doldurup boşalttığı gibi bir saniyede denizin fırtınalarını teskin eder ve bahar içinde bir saatte yaz mevsiminin numunesini ve yazda bir saatte kış fırtınasını icad eden Kadîr-i Zülcelal; Mehdi ile de âlem-i İslâm’ın zulümatını dağıtabilir. Ve vaad etmiştir, vaadini elbette yapacaktır.
</div>


<div lang="tr" dir="ltr" class="mw-content-ltr">
If considered from the point of view of divine power, it is most easy. And if thought  of  from  the  point  of  view  of causes  and  divine  wisdom,  it  is  again  so reasonable  and necessary that thinkers  have asserted that even if it had  not been narrated from the Bringer of Sure News (UWBP), it still should be thus. And it will be. It is like this: All praise be to God, the prayer, “O God, grant blessings to our master Muhammad  and  to  the Family of our master Muhammad, as  you  granted blessings to Abraham and to the Family of Abraham, in all the world; indeed You are worthy of all praise, exalted!,” which is repeated by the Muslim community five times every day in all the obligatory prayers, has self-evidently been accepted. For like the Family of Abraham (Upon whom be peace), the  members of Muhammad’s (Upon whom be blessings and peace) Family stand as commanders at the heads of all blessed chains of spiritual authorities in the assemblies of all the regions of the world in all centuries.(*<ref>*Just one of them is Sayyid Ahmad al-Sanusi, who commands millions of followers. Another is Sayyid Idrês, who commands more than one hundred thousand. Another Sayyid, Sayyid Yahya, commands hundreds of thousands of men. And so on. Just as among the members of this tribe of Sayyids there are numerous outward commanders, so too there are the champions of spiritual heroes, like Sayyid ‘Abd al-Qadir Gilani, Sayyid Abu’l-Hasan al-Shazali, and Sayyid Ahmad Badawi.</ref>)They are so numerous that together they form a mighty army.
Kudret-i İlahiye noktasında bakılsa gayet kolaydır. Eğer daire-i esbab ve hikmet-i Rabbaniye noktasında düşünülse yine o kadar makul ve vukua lâyıktır ki eğer Muhbir-i Sadık’tan rivayet olmazsa dahi herhalde öyle olmak lâzım gelir ve olacaktır, diye ehl-i tefekkür hükmeder. Şöyle ki: Felillahi’l-hamd اَللّٰهُمَّ صَلِّ وَ سَلِّم۟ عَلٰى سَيِّدِنَا مُحَمَّدٍ وَ عَلٰى اٰلِ سَيِّدِنَا مُحَمَّدٍ كَمَا صَلَّي۟تَ عَلٰى اِب۟رَاهٖيمَ وَ عَلٰى اٰلِ اِب۟رَاهٖيمَ فِى ال۟عَالَمٖينَ اِنَّكَ حَمٖيدٌ مَجٖيدٌ duası –umum ümmet, umum namazında, günde beş defa tekrar ettikleri bu dua– bilmüşahede makbul olmuştur ki Âl-i Muhammed aleyhissalâtü vesselâm, Âl-i İbrahim aleyhisselâm gibi öyle bir vaziyet almış ki umum mübarek silsilelerin başında, umum aktar ve a’sarın mecmalarında o nurani zatlar kumandanlık ediyorlar. '''(Hâşiye<ref>'''Hâşiye:''' Hattâ onlardan bir tanesi olan Seyyid Ahmedü’s-Sünûsî, milyonlar müride kumandanlık ediyor. Seyyid İdris gibi diğer bir zat, yüz binden fazla Müslümanlara kumandanlık ediyor. Seyyid Yahya gibi bir başka seyyid, yüz binler adamlara emirlik ediyor ve hâkeza… Bu seyyidler kabilesinin efradlarında böyle zâhirî kahramanlar çok olduğu gibi; Seyyid Abdülkadir-i Geylanî, Seyyid Ebu’l-Hasan-ı Şazelî, Seyyid Ahmed-i Bedevî gibi manevî kahramanların kahramanları dahi varlarmış.</ref>)''' Ve öyle bir kesrettedirler ki o kumandanların mecmuu, muazzam bir ordu teşkil ediyorlar.
</div>


<div lang="tr" dir="ltr" class="mw-content-ltr">
If they took on  physical  form  and  with  their  solidarity  were  formed  into  a  division, if  they awakened the religion of Islam and bound it together in unity and established a sort of sacred  nationhood, the army of no  other nation  could  withstand  them.
Eğer maddî şekle girse ve bir tesanüd ile bir fırka vaziyetini alsalar İslâmiyet dinini milliyet-i mukaddese hükmünde rabıta-i ittifak ve intibah yapsalar hiçbir milletin ordusu onlara karşı dayanamaz! İşte o pek kesretli, o muktedir ordu, Âl-i Muhammed aleyhissalâtü vesselâmdır ve Hazret-i Mehdi’nin en has ordusudur.
</div>


<div lang="tr" dir="ltr" class="mw-content-ltr">
Thus, that numerous, powerful army is the Family of the Muhammad (Upon whom be blessings and peace), the Mahdi’s most select army.Yes, today in the world there is no family distinguished by such high honour and elevated qualities and nobility in its descendants, in unbroken succession and well- documented genealogy, which is as powerful and important as the line of Sayyids of the Family of the Prophet (UWBP). Since early times it is they who have been at the heads of all the groups of the people of truth, and they who have  been the renowned leaders of the people of perfection. Now it is a blessed line numbering millions. Vigilant and circumspect, their hearts full of belief and love of the Prophet (UWBP), they are distinguished by the honour of their world- renowned lineage.
Evet, bugün tarih-i âlemde hiçbir nesil, şecere ile ve senetlerle ve an’ane ile birbirine muttasıl ve en yüksek şeref ve âlî haseb ve asil neseb ile mümtaz hiçbir nesil yoktur ki Âl-i Beyt’ten gelen seyyidler nesli kadar kuvvetli ve ehemmiyetli bulunsun. Eski zamandan beri bütün ehl-i hakikatin fırkaları başında onlar ve ehl-i kemalin namdar reisleri yine onlardır. Şimdi de kemiyeten milyonları geçen bir nesl-i mübarektir. Mütenebbih ve kalpleri imanlı ve muhabbet-i Nebevî ile dolu ve cihan-değer şeref-i intisabıyla serfirazdırlar.
</div>


<div lang="tr" dir="ltr" class="mw-content-ltr">
Momentous events shall occur which will awaken and arouse that sacred force within the vast community. Certainly,  the elevated ardour in that huge force will surge up and the Mahdi shall come to lead it, guiding it to the way of truth and reality. We await from the divine law and divine mercy that it should be such, and its being such, like we await the coming of spring after winter; and we are right to await it.
Böyle bir cemaat-i azîme içindeki mukaddes kuvveti tehyic edecek ve uyandıracak hâdisat-ı azîme vücuda geliyor. Elbette o kuvvet-i azîmedeki bir hamiyet-i âliye feveran edecek ve Hazret-i Mehdi başına geçip tarîk-i hak ve hakikate sevk edecek. Böyle olmak ve böyle olmasını, bu kıştan sonra baharın gelmesi gibi âdetullahtan ve rahmet-i İlahiyeden bekleriz ve beklemekte haklıyız.
</div>


<div lang="tr" dir="ltr" class="mw-content-ltr">
<span id="İkinci_İşaret_yani_ALTINCI_İŞARET"></span>
=== İkinci İşaret yani ALTINCI İŞARET ===
===The Second Sign, that is, the SIXTH SIGN===
</div>


<div lang="tr" dir="ltr" class="mw-content-ltr">
The Mahdi’s luminous community will repair the destruction of the innovative regime  of  the secret society of the Sufyan, and will restore the Prophet’s (UWBP) glorious Sunna. That is to say, the secret society of the Sufyan will try to destroy the Shari‘a of Muhammad (UWBP) in the World of Islam with the intention of denying his messengership, and will be killed and routed by the miraculous immaterial sword of the Mahdi’s community.
Hazret-i Mehdi’nin cemiyet-i nuraniyesi, Süfyan komitesinin tahribatçı rejim-i bid’akâranesini tamir edecek, sünnet-i seniyeyi ihya edecek; yani âlem-i İslâmiyet’te risalet-i Ahmediyeyi (asm) inkâr niyetiyle şeriat-ı Ahmediyeyi (asm) tahribe çalışan Süfyan komitesi, Hazret-i Mehdi cemiyetinin mu’cizekâr manevî kılıncıyla öldürülecek ve dağıtılacak.
</div>


<div lang="tr" dir="ltr" class="mw-content-ltr">
Moreover, in the world of humanity, the secret society of the Dajjal will overturn civilization and subvert all mankind’s sacred matters, with the intention of denying the Godhead. A zealous, self-sacrificing community known as a Christian communit y but worthy of being called “Muslim Christians,” will work to unite the true religion of Jesus (Upon whom be  peace) with the reality of Islam and will kill and rout that society of the Dajjal under the leadership of Jesus (UWP), thus saving humanity from atheism.
Hem âlem-i insaniyette inkâr-ı uluhiyet niyetiyle medeniyet ve mukaddesat-ı beşeriyeyi zîr ü zeber eden Deccal komitesini, Hazret-i İsa aleyhisselâmın din-i hakikisini İslâmiyet’in hakikatiyle birleştirmeye çalışan hamiyetkâr ve fedakâr bir İsevî cemaati namı altında ve “Müslüman İsevîleri” unvanına lâyık bir cemiyet, o Deccal komitesini, Hazret-i İsa aleyhisselâmın riyaseti altında öldürecek ve dağıtacak; beşeri, inkâr-ı uluhiyetten kurtaracak.
</div>


<div lang="tr" dir="ltr" class="mw-content-ltr">
This important mystery is very lengthy. Since we have discussed it briefly in other places, here we make do with this indication.
Şu mühim sır pek uzundur. Başka yerlerde bir nebze bahsettiğimizden burada bu kısa işaretle iktifa ediyoruz.
</div>


<div lang="tr" dir="ltr" class="mw-content-ltr">
<span id="YEDİNCİ_İŞARET_yani_Üçüncü_Sual"></span>
=== YEDİNCİ İŞARET yani Üçüncü Sual ===
===SEVENTH SIGN===
</div>
That is, the Third Question.


<div lang="tr" dir="ltr" class="mw-content-ltr">
They say: “Your former refutations and strivings in the way of Islam were not in your present style. Also you do not defend Islam against Europe in the manner of the philosophers and thinkers. Why have you changed the style of the Old Said? Why do you not act in the same way as those who strive for the cause of Islam by non-physical means?
'''Diyorlar ki:''' “Senin eski zamandaki müdafaatın ve İslâmiyet hakkındaki mücahedatın, şimdiki tarzda değil. Hem Avrupa’ya karşı İslâmiyet’i müdafaa eden mütefekkirîn tarzında gitmiyorsun. Neden Eski Said vaziyetini değiştirdin? Neden manevî mücahidîn-i İslâmiye tarzında hareket etmiyorsun?
</div>


<div lang="tr" dir="ltr" class="mw-content-ltr">
'''The Answer:'''The Old Said and certain thinkers in part accepted the principles of human and European philosophy, and contested them with their own weapons; they accepted them to a degree. They submitted unshakeably to some of their principles in the form of the physical sciences, and therefore could not demonstrate the true worth of Islam. It was quite simply as though they were grafting Islam with the branches of philosophy, the roots of which they supposed to be ver y deep; as though strengthening it. But since this method produced few victories and it reduced Islam’s worth to a degree, I gave  it up,
'''Elcevap:''' Eski Said ile mütefekkirîn kısmı, felsefe-i beşeriyenin ve hikmet-i Avrupaiyenin düsturlarını kısmen kabul edip onların silahlarıyla onlarla mübareze ediyorlar; bir derece onları kabul ediyorlar. Bir kısım düsturlarını, fünun-u müsbete suretinde lâyetezelzel teslim ediyorlar, o suretle İslâmiyet’in hakiki kıymetini gösteremiyorlar. Âdeta kökleri çok derin zannettikleri hikmetin dallarıyla İslâmiyet’i aşılıyorlar, güya takviye ediyorlar. Bu tarzda galebe az olduğundan ve İslâmiyet’in kıymetini bir derece tenzil etmek olduğundan o mesleği terk ettim.
</div>


<div lang="tr" dir="ltr" class="mw-content-ltr">
and I showed in fact that Islam’s principles are so profound  that the deepest  principles  of philosophy cannot reach them;  indeed, they remain superficial  beside them. The Thirtieth  Word, Twenty- Fourth Letter, and Twenty-Ninth Word have demonstrated this truth with proofs.
Hem bilfiil gösterdim ki: İslâmiyet’in esasları o kadar derindir ki felsefenin en derin esasları onlara yetişmez, belki sathî kalır. Otuzuncu Söz, Yirmi Dördüncü Mektup, Yirmi Dokuzuncu Söz bu hakikati bürhanlarıyla ispat ederek göstermiştir.
</div>


<div lang="tr" dir="ltr" class="mw-content-ltr">
In the former way, philosophy was supposed to be profound and the matters of Islam, external; it was supposed that by binding it with the branches of  philosophy, Islam would be preserved and made to endure. As if the principles of philosophy could in any way reach the matters of Islam!
Eski meslekte, felsefeyi derin zannedip ahkâm-ı İslâmiyeyi zâhirî telakki edip felsefenin dallarıyla bağlamakla durutmak ve muhafaza edilmek zannediliyordu. Halbuki felsefenin düsturlarının ne haddi var ki onlara yetişsin?
</div>


<div lang="tr" dir="ltr" class="mw-content-ltr">
Glory be unto You! We have no knowledge save that which you have taught us; indeed, You are All-Knowing, All-Wise!(2:32)
سُب۟حَانَكَ لَا عِل۟مَ لَنَٓا اِلَّا مَا عَلَّم۟تَنَٓا اِنَّكَ اَن۟تَ ال۟عَلٖيمُ ال۟حَكٖيمُ
</div>


<div lang="tr" dir="ltr" class="mw-content-ltr">
And they shall say: “Praise be to God, Who has guided us to this [felicity]; never  could we have found guidance, had it not been for the guidance of God; indeed, it was the truth that the prophets of our Sustainer brought to us!”(7:43)
اَل۟حَم۟دُ لِلّٰهِ الَّذٖى هَدٰينَا لِهٰذَا وَمَا كُنَّا لِنَه۟تَدِىَ لَو۟لَٓا اَن۟ هَدٰينَا اللّٰهُ لَقَد۟ جَٓاءَت۟ رُسُلُ رَبِّنَا بِال۟حَقِّ
</div>


<div lang="tr" dir="ltr" class="mw-content-ltr">
O God! Grant blessings to our master Muhammad and to the Family of our master Muhammad, as you granted blessings to our master Abraham and to the  Family of Abraham, in all the worlds; indeed, You are worthy of all praise, exalted!
اَللّٰهُمَّ صَلِّ وَ سَلِّم۟ عَلٰى سَيِّدِنَا مُحَمَّدٍ وَ عَلٰى اٰلِ سَيِّدِنَا مُحَمَّدٍ كَمَا صَلَّي۟تَ عَلٰى سَيِّدِنَا اِب۟رَاهٖيمَ وَ عَلٰى اٰلِ اِب۟رَاهٖيمَ فِى ال۟عَالَمٖينَ اِنَّكَ حَمٖيدٌ مَجٖيدٌ
</div>


<div lang="tr" dir="ltr" class="mw-content-ltr">
<span id="Sekizinci_Kısım_Olan_Rumuzat-ı_Semaniye"></span>
== Sekizinci Kısım Olan Rumuzat-ı Semaniye ==
==The Eight Symbols, Which is the Eighth Section==
</div>


<div lang="tr" dir="ltr" class="mw-content-ltr">
This treatise consists of eight symbols, that is, eight short treatises. The basis of these symbols  is coincidence (tevafuk), which is an important principle of the science of jafr, and a valuable key to the occult sciences, and to some of the Qur’an’s mysteries pertaining to the Unseen.
“Sekiz Remiz”dir, yani sekiz küçük risaledir. Şu remizlerin esası, ilm-i cifrin mühim bir düsturu ve ulûm-u hafiyenin mühim bir anahtarı ve bir kısım esrar-ı gaybiye-i Kur’aniyenin mühim bir miftahı olan tevafuktur.
</div>


<div lang="tr" dir="ltr" class="mw-content-ltr">
It has not been included here since it is to be published in another collection.
İleride müstakillen neşredileceğinden buraya dercedilmedi.
</div>


<div lang="tr" dir="ltr" class="mw-content-ltr">
<span id="Dokuzuncu_Kısım_Telvihat-ı_Tis’a"></span>
== Dokuzuncu Kısım Telvihat-ı Tis’a ==
==The Ninth Section Nine Allusions==
</div>


<div lang="tr" dir="ltr" class="mw-content-ltr">
In the Name of God, the Merciful, the Compassionate.
اَلَٓا اِنَّ اَو۟لِيَٓاءَ اللّٰهِ لَا خَو۟فٌ عَلَي۟هِم۟ وَلَاهُم۟ يَح۟زَنُونَ
Behold!  Verily  on  the  friends  of  God  there  is  no  fear,  nor  shall  they grieve.(10:62)
</div>


<div lang="tr" dir="ltr" class="mw-content-ltr">
[This section  is  about the paths  of sainthood, and consists of  nine allusions.]
Şu kısım, turuk-u velayet hakkında olup '''Dokuz Telvih'''tir.
</div>


<div lang="tr" dir="ltr" class="mw-content-ltr">
<span id="Birinci_Telvih"></span>
=== Birinci Telvih ===
===First Allusion===
</div>


<div lang="tr" dir="ltr" class="mw-content-ltr">
Underlying  the  terms  Sufism, path, sainthood, and  spiritual  journeying  is  an agreeable, luminous, joyful, and spiritual sacred truth. This truth has been proclaimed, taught, and described in thousands of books written by authoritative scholars among the people of illumination and unveiling, who have told the Muslim community and us about it.
“Tasavvuf”, “tarîkat”, “velayet”, “seyr ü sülûk” namları altında şirin, nurani, neşeli, ruhanî bir hakikat-i kudsiye vardır ki o hakikat-i kudsiyeyi ilan eden, ders veren, tavsif eden binler cilt kitap ehl-i zevk ve keşfin muhakkikleri yazmışlar, o hakikati ümmete ve bize söylemişler.
</div>


<div lang="tr" dir="ltr" class="mw-content-ltr">
May God  reward them abundantly! Now, because of some compelling circumstances at this time, we  shall point out a few droplets, like sprinklings, from that vast ocean.
جَزَاهُمُ اللّٰهُ خَي۟رًا كَثٖيرًا Biz, o muhit denizinden birkaç katre hükmünde birkaç reşhalarını şu zamanın bazı ilcaatına binaen göstereceğiz.
</div>


<div lang="tr" dir="ltr" class="mw-content-ltr">
'''Question?'''What is the Sufi path?
'''Sual:''' Tarîkat nedir?
</div>


<div lang="tr" dir="ltr" class="mw-content-ltr">
'''The Answer:'''The aim and goal of the Sufi path is – knowledge of God and the unfolding  of the truths of faith – through a spiritual journeying with the feet of the heart  under the shadow of the Ascension of Muhammad (UWBP), to manifest the truths of faith and the Qur’an through tasting and certain enhanced states, and to an extent through direct vision; it is an elevated human mystery and perfection called the Sufi path or Sufism.
'''Elcevap:''' Tarîkatın gaye-i maksadı, marifet ve inkişaf-ı hakaik-i imaniye olarak, mi’rac-ı Ahmedînin (asm) gölgesinde ve sayesi altında kalp ayağıyla bir seyr ü sülûk-u ruhanî neticesinde, zevkî, halî ve bir derece şuhudî hakaik-i imaniye ve Kur’aniyeye mazhariyet; “tarîkat”, “tasavvuf” namıyla ulvi bir sırr-ı insanî ve bir kemal-i beşerîdir.
</div>


<div lang="tr" dir="ltr" class="mw-content-ltr">
Yes, since man is a comprehensive index of the universe, his heart resembles a map  of  thousands  of  worlds. For  innumerable  human  sciences  and  fields  of knowledge show that man’s brain in his head is a sort of centre of the universe, like a telephone  and telegraph exchange for innumerable lines. Similarly, the millions of light-scattering books written by incalculable saints show man’s heart in his essential being to be the place of manifestation of innumerable cosmic truths, and to be their pivot, and seed.
Evet, şu kâinatta insan bir fihriste-i câmia olduğundan, insanın kalbi binler âlemin harita-i maneviyesi hükmündedir. Evet, insanın kafasındaki dimağı, hadsiz telsiz telgraf ve telefonların santral denilen merkezi misillü, kâinatın bir nevi merkez-i manevîsi olduğunu gösteren hadsiz fünun ve ulûm-u beşeriye olduğu gibi; insanın mahiyetindeki kalbi dahi hadsiz hakaik-i kâinatın mazharı, medarı, çekirdeği olduğunu hadd ü hesaba gelmeyen ehl-i velayetin yazdıkları milyonlarla nurani kitaplar gösteriyorlar.
</div>


<div lang="tr" dir="ltr" class="mw-content-ltr">
Since the human heart and brain are thus central, and comprise the members of a mighty tree in the form of a seed, and within them are encapsulated the parts and  components of an eternal, majestic machine pertaining to  the hereafter, certainly the heart’s Creator willed that it should be worked and brought out from the potential to the actual, and  developed, and put into action, for that is what He did. Since He willed it, the heart will certainly work like the mind. And the most effective means of working it is to be turned towards the truths of faith on the Sufi path through the remembrance of God in the degrees of sainthood.
İşte madem kalp ve dimağ-ı insanî bu merkezdedir; çekirdek haletinde bir şecere-i azîmenin cihazatını tazammun eder ve ebedî, uhrevî, haşmetli bir makinenin âletleri ve çarkları, içinde dercedilmiştir. Elbette ve herhalde o kalbin Fâtır’ı, o kalbi işlettirmesini ve bi’l-kuvve tavırdan bilfiil vaziyetine çıkarmasını ve inkişafını ve hareketini irade etmiş ki öyle yapmış. Madem irade etmiş, elbette o kalp dahi akıl gibi işleyecek. Ve kalbi işlettirmek için en büyük vasıta, velayet meratibinde zikr-i İlahî ile tarîkat yolunda hakaik-i imaniyeye teveccüh etmektir.
</div>


<div lang="tr" dir="ltr" class="mw-content-ltr">
<span id="İkinci_Telvih"></span>
=== İkinci Telvih ===
===Second Allusion===
</div>


<div lang="tr" dir="ltr" class="mw-content-ltr">
The keys and means of this journeying of the heart and spiritual progress are remembrance of God and reflective thought. Their virtues are too numerous to be described. Apart from uncountable benefits in the hereafter and human attainments and  perfections, a  minor  benefit  pertaining  to  this  tumultuous  worldly  life  is  as follows:
Bu seyr ü sülûk-u kalbînin ve hareket-i ruhaniyenin miftahları ve vesileleri, zikr-i İlahî ve tefekkürdür. Bu zikir ve fikrin mehasini, ta’dad ile bitmez. Hadsiz fevaid-i uhreviyeden ve kemalât-ı insaniyeden kat’-ı nazar, yalnız şu dağdağalı hayat-ı dünyeviyeye ait cüz’î bir faydası şudur ki:
</div>


<div lang="tr" dir="ltr" class="mw-content-ltr">
everyone wants a  solace and seeks enjoyment in order to be saved a little from the upheavals of life and its  heavy burdens, and to take a breather; everyone searches out something friendly to banish the loneliness. For one or two people out of ten, the social gatherings in civilized life offer a temporary, but heedless and drunken familiarity, intimacy, and solace. But eighty per cent live solitary lives in mountains or valleys, or are driven to distant places in search of a  livelihood, or due to such agencies as calamities or old age which recall the hereafter, they are deprived of the companionship of human groups and societies. Their circumstances allow  them no familiarity, friendliness, or consolation.
'''H'''er insan, hayatın dağdağasından ve ağır tekâlifinden bir derece kurtulmak ve teneffüs etmek için herhalde bir teselli ister, bir zevki arar ve vahşeti izale edecek bir ünsiyeti taharri eder. Medeniyet-i insaniye neticesindeki içtimaat-ı ünsiyetkârane, on insanda bir ikisine muvakkat olarak, belki gafletkârane ve sarhoşçasına bir ünsiyet ve bir ülfet ve bir teselli verir. Fakat yüzde sekseni ya dağlarda, derelerde münferid yaşıyor ya derd-i maişet onu hücra köşelere sevk ediyor ya musibetler ve ihtiyarlık gibi âhireti düşündüren vasıtalar cihetiyle insanların cemaatlerinden gelen ünsiyetten mahrumdurlar. O hal onlara ünsiyet verip teselli etmez.
</div>


<div lang="tr" dir="ltr" class="mw-content-ltr">
For such a person, true solace, intimacy, and sweet pleasure are to be found in addressing  his  own  heart  in  those  distant  places  and  desolate  mountains  and distressing valleys, in working it through remembrance of God and reflection. Calling on God  Almighty, he may become intimate with Him in his heart, and by virtue of that intimacy think of the things around him, which were regarding him savagely, as smiling on him  familiarly. He will say: “My Creator, whom I am recollecting, has innumerable servants here in my place of solitude, just as He has everywhere. I am not alone; loneliness has no meaning.” Thanks to his faith, he receives pleasure from that sense of familiarity. He grasps  the meaning of life’s happiness, and he offers thanks to God.
İşte böylelerin hakiki tesellisi ve ciddi ünsiyeti ve tatlı zevki; zikir ve fikir vasıtasıyla kalbi işletmek, o hücra köşelerde, o vahşetli dağ ve sıkıntılı derelerde kalbine müteveccih olup “Allah!” diyerek kalbi ile ünsiyet edip o ünsiyet ile etrafında vahşetle ona bakan eşyayı ünsiyetkârane tebessüm vaziyetinde düşünüp “Zikrettiğim Hâlık’ımın hadsiz ibadı her tarafta bulunduğu gibi bu vahşetgâhımda da çokturlar. Ben yalnız değilim, tevahhuş manasızdır.” diyerek imanlı bir hayattan ünsiyetli bir zevk alır. Saadet-i hayatiye manasını anlar, Allah’a şükreder.
</div>


<div lang="tr" dir="ltr" class="mw-content-ltr">
<span id="Üçüncü_Telvih"></span>
=== Üçüncü Telvih ===
===Third Allusion===
</div>


<div lang="tr" dir="ltr" class="mw-content-ltr">
Sainthood is a proof of divine messengership; the Sufi path is a proof of the Shari‘a. For the truths of belief which messengership preaches, sainthood sees and confirms with a sort of direct vision with the heart and tasting with the spirit at the degree of the vision of certainty. Its confirmation is a certain proof of  the veracity of messengership. Through the experiential knowledge of the Sufi path and its  unveilings, and through its benefits and effulgences, it is a clear proof of the truths and the matters which the Shari‘a teaches; it demonstrates that they are the truth and that they come from the truth.
Velayet, bir hüccet-i risalettir; tarîkat, bir bürhan-ı şeriattır. Çünkü risaletin tebliğ ettiği hakaik-i imaniyeyi, velayet bir nevi şuhud-u kalbî ve zevk-i ruhanî ile aynelyakîn derecesinde görür, tasdik eder. Onun tasdiki, risaletin hakkaniyetine kat’î bir hüccettir. Şeriat ders verdiği ahkâmın hakaikini, tarîkat zevkiyle, keşfiyle ve ondan istifadesiyle ve istifazasıyla o ahkâm-ı şeriatın hak olduğuna ve Hak’tan geldiğine bir bürhan-ı bâhirdir.
</div>


<div lang="tr" dir="ltr" class="mw-content-ltr">
Yes, just as sainthood and the Sufi path are evidence and proof of divine messengership and the Shari‘a, so they are a perfection of Islam and a means of attaining to its lights, and through Islam, a source of humanity’s progress and moral enlightenment.
Evet, nasıl ki velayet ve tarîkat, risalet ve şeriatın hücceti ve delilidir; öyle de İslâmiyet’in bir sırr-ı kemali ve medar-ı envarı ve insaniyetin İslâmiyet sırrıyla bir maden-i terakkiyatı ve bir menba-ı tefeyyüzatıdır.
</div>


<div lang="tr" dir="ltr" class="mw-content-ltr">
Although this vast mystery holds such importance, certain deviant sects have tended to  deny it. They have been deprived of those lights and they have caused others to be deprived.
İşte bu sırr-ı azîmin bu derece ehemmiyetiyle beraber, bazı fırak-ı dâlle onun inkârı tarafına gitmişler. Kendileri mahrum kaldıkları o envardan, başkalarının mahrumiyetine sebep olmuşlar.
</div>


<div lang="tr" dir="ltr" class="mw-content-ltr">
The most regretable thing is that making a pretext of abuses and faults they have seen  committed by the followers of the Sufi path, some literalist Sunni scholars and some neglectful politicians who are also Sunnis are trying to close up that supreme treasury, indeed, to destroy it, and to dry up that source of Kawthar which distributes a sort of water of life.
En ziyade medar-ı teessüf şudur ki: Ehl-i Sünnet ve Cemaat’in bir kısım zâhirî uleması ve Ehl-i Sünnet ve Cemaat’e mensup bir kısım ehl-i siyaset gafil insanlar; ehl-i tarîkatın içinde gördükleri bazı sû-i istimalatı ve bir kısım hatîatı bahane ederek o hazine-i uzmayı kapatmak, belki tahrip etmek ve bir nevi âb-ı hayatı dağıtan o kevser menbaını kurutmak için çalışıyorlar.
</div>


<div lang="tr" dir="ltr" class="mw-content-ltr">
However, there are few things and ways and paths that are without fault and are good in every respect. They are bound to contain some faults and abuses. For if the uninitiated embark on something, they are sure to misuse  it. But  as  with  the  accounting  of  deeds  in  the  hereafter, Almighty  God demonstrates His dominical justice through the weighing up of good deeds and bad deeds. That is to say, if good deeds preponderate and weigh heavier, He accepts them and grants reward; whereas if evil deeds preponderate, he punishes for them  and rejects them. The  balancing  of  good  and  evil  deeds  looks  to  quality  rather  than quantity. It sometimes happens that a single good deed will weigh heavier than a thousand evils, and cause them to be forgiven.
Halbuki eşyada, kusursuz ve her ciheti hayırlı şeyler, meşrepler, meslekler az bulunur. Alâküllihal bazı kusurlar ve sû-i istimalat olacak. Çünkü ehil olmayanlar bir işe girseler elbette sû-i istimal ederler. Fakat Cenab-ı Hak âhirette muhasebe-i a’mal düsturuyla, adalet-i Rabbaniyesini, hasenat ve seyyiatın muvazenesiyle gösteriyor. Yani hasenat râcih ve ağır gelse mükâfatlandırır, kabul eder; seyyiat râcih gelse cezalandırır, reddeder. Hasenat ve seyyiatın muvazenesi, kemiyete bakmaz, keyfiyete bakar. Bazı olur, bir tek hasene bin seyyiata tereccuh eder, affettirir.
</div>


<div lang="tr" dir="ltr" class="mw-content-ltr">
Divine justice judges thus and reality too considers it right. Thus, the evidence that the good deeds of the Sufi path – that is, paths within the bounds of the Prophet’s (UWBP) practices – definitely preponderate over their evils is that those who follow them preserve their belief when attacked by the people of misguidance. A sincere  ordinary follower of the Sufi path preserves himself  better  than  a  superficial, apparent  Muslim  with  a  modern, scientific background. Through the illumination of the Sufi path and the love of the saints, he saves  his  faith. If  he  commits  grievous  sins,  he  becomes  a  sinner  but  not  an unbeliever; he is not easily drawn into atheism. No power at all can refute the chain of shaikhs he accepts, with a strong love and firm belief, to be spiritual poles.And because no power can refute it, his confidence in them cannot be shaken. And so long as his confidence is not shaken, he will not accept atheism. In the face of the atheists’ stratagems at the present time, it has become difficult for a person unconnected with the Sufi path, whose heart has not been brought to action, to preserve himself completely, even if he is a learned scholar.
Madem adalet-i İlahiye böyle hükmeder ve hakikat dahi bunu hak görür; tarîkat, yani sünnet-i seniye dairesinde tarîkatın hasenatı, seyyiatına kat’iyen müreccah olduğuna delil; ehl-i tarîkat, ehl-i dalaletin hücumu zamanında imanlarını muhafaza etmesidir. Âdi bir samimi ehl-i tarîkat; surî, zâhirî bir mütefenninden daha ziyade kendini muhafaza eder. O zevk-i tarîkat vasıtasıyla ve o muhabbet-i evliya cihetiyle imanını kurtarır. Kebairle fâsık olur fakat kâfir olmaz, kolaylıkla zındıkaya sokulmaz. Şedit bir muhabbet ve metin bir itikad ile aktab kabul ettiği bir silsile-i meşayihi, onun nazarında hiçbir kuvvet çürütemez. Çürütmediği için onlardan itimadını kesemez. Onlardan itimadı kesilmezse zındıkaya giremez. Tarîkatta hissesi olmayan ve kalbi harekete gelmeyen, bir muhakkik âlim zat da olsa şimdiki zındıkların desiselerine karşı kendini tam muhafaza etmesi müşkülleşmiştir.
</div>


<div lang="tr" dir="ltr" class="mw-content-ltr">
There is another thing; the Sufi path should not be condemned because of the evils of  some orders that have adopted practices outside the bounds of taqwa, and even of Islam, and have wrongfully called themselves Sufi paths.
Bir şey daha var ki: Daire-i takvadan hariç, belki daire-i İslâmiyet’ten hariç bir suret almış bazı meşreplerin ve tarîkat namını haksız olarak kendine takanların seyyiatıyla, tarîkat mahkûm olamaz.
</div>


<div lang="tr" dir="ltr" class="mw-content-ltr">
Quite apart from the elevated  religious and  spiritual fruits of the Sufi path and  those that  look to  the hereafter, Sufi  orders  were  the  first, and  most  effective  and  ardent, means  of spreading and strengthening brotherhood, the sacred bond of the Islamic world. They were also one of the three unassailable strongholds of Islam, which held out against the awesome attacks of the world of unbelief and the politics of Christendom.
Tarîkatın dinî ve uhrevî ve ruhanî çok mühim ve ulvi neticelerinden sarf-ı nazar, yalnız âlem-i İslâm içindeki kudsî bir rabıta olan uhuvvetin inkişafına ve inbisatına en birinci, tesirli ve hararetli vasıta tarîkatlar olduğu gibi; âlem-i küfrün ve siyaset-i Hristiyaniyenin, nur-u İslâmiyet’i söndürmek için müthiş hücumlarına karşı dahi üç mühim ve sarsılmaz kale-i İslâmiyeden bir kalesidir.
</div>


<div lang="tr" dir="ltr" class="mw-content-ltr">
What preserved Istanbul, the centre of the Caliphate for five hundred and fifty years against the whole Christian world, were the lights of belief that poured out of five  hundred places in Istanbul and the powerful faith of those who recited “Allah! Allah!” in the tekkes behind the big mosques, which were a firm source of support for the people of belief in that centre of Islam, and their spiritual love arising from knowledge of God, and their fervent murmurings.
Merkez-i hilafet olan İstanbul’u beş yüz elli sene bütün âlem-i Hristiyaniyenin karşısında muhafaza ettiren, İstanbul’da beş yüz yerde fışkıran envar-ı tevhid ve o merkez-i İslâmiyedeki ehl-i imanın mühim bir nokta-i istinadı, o büyük camilerin arkalarındaki tekyelerde “Allah Allah!” diyenlerin kuvvet-i imaniyeleri ve marifet-i İlahiyeden gelen bir muhabbet-i ruhanî ile cûş u hurûşlarıdır.
</div>


<div lang="tr" dir="ltr" class="mw-content-ltr">
O you unreasoning pseudo-patriots and false nationalists! What evils are there in the Sufi paths that can negate all this good in the life of your society? You say!
İşte ey akılsız hamiyet-füruşlar ve sahtekâr milliyet-perverler! Tarîkatın, hayat-ı içtimaiyenizde bu hasenesini çürütecek hangi seyyiatlarıdır, söyleyiniz?
</div>


<div lang="tr" dir="ltr" class="mw-content-ltr">
<span id="Dördüncü_Telvih"></span>
=== Dördüncü Telvih ===
===Fourth Allusion===
</div>


<div lang="tr" dir="ltr" class="mw-content-ltr">
Together with being very easy, the way of sainthood is very difficult. Together with being very short, it is very long. In addition to being most valuable, it is very dangerous.  And  together with being very broad, it is very narrow.
Meslek-i velayet çok kolay olmakla beraber çok müşkülatlıdır, çok kısa olmakla beraber çok uzundur, çok kıymettar olmakla beraber çok hatarlıdır, çok geniş olmakla beraber çok dardır.
</div>


<div lang="tr" dir="ltr" class="mw-content-ltr">
It is because of these points that some of those who take the path drown, others become harmful, and yet others return and lead other people astray.
İşte bu sırlar içindir ki o yolda sülûk edenler bazen boğulur, bazen zararlı düşer, bazen döner başkalarını yoldan çıkarır.
</div>


<div lang="tr" dir="ltr" class="mw-content-ltr">
'''In Short:'''There are two ways on the Sufi path, known by the terms of inner journeying and outer journeying.
Ezcümle: Tarîkatta “seyr-i enfüsî” ve “seyr-i âfakî” tabirleri altında iki meşrep var.
</div>


<div lang="tr" dir="ltr" class="mw-content-ltr">
The Inner Way starts from the self, and drawing the eyes away from the outer world, looks to the heart. It pierces egotism, opens up a way from the heart, and finds reality. Then it  enters the outer world. The outer world then looks luminous. The journey is completed quickly on this way. The reality seen in the inner world, is seen on a large scale in the outer world. Most of the paths that practise silent recollection take this way. Its essential principles are breaking the ego, renouncing the desires of the flesh, and killing the evil-commanding soul.
'''Birinci meşrep''', enfüsî meşrebidir; nefisten başlar, hariçten gözünü çeker, kalbe bakar, enaniyeti deler geçer, kalbinden yol açar, hakikati bulur. Sonra âfaka girer. O vakit âfakı nurani görür. Çabuk o seyri bitirir. Enfüsî dairesinde gördüğü hakikati, büyük bir mikyasta onda da görür. Turuk-u hafiyenin çoğu bu yol ile gidiyor. Bunun da en mühim esası; enaniyeti kırmak, hevayı terk etmek, nefsi öldürmektir.
</div>


<div lang="tr" dir="ltr" class="mw-content-ltr">
The Second Way starts from the outer world; it gazes on the reflections of the divine names and attributes in their places of manifestation in the greater sphere, then it enters the inner world. It observes their lights on a small scale in the sphere of the heart and opens up the shortest way within them. It sees that the heart is a mirror to the Eternally Besoughted One, and is united with the goal it is seeking.
'''İkinci meşrep'''; âfaktan başlar, o daire-i kübranın mezâhirinde cilve-i esma ve sıfâtı seyredip sonra daire-i enfüsiyeye girer. Küçük bir mikyasta, daire-i kalbinde o envarı müşahede edip onda en yakın yolu açar. Kalp, âyine-i Samed olduğunu görür, aradığı maksada vâsıl olur.
</div>


<div lang="tr" dir="ltr" class="mw-content-ltr">
If people who travel the first way are unsuccessful  in  killing  the  evil- commanding soul, and if they cannot give up the desires of the flesh and break the ego, they  fall from the rank of thanks to that of pride, then descend from pride to conceit. If such a person feels the captivation of love and becomes intoxicated by it, he will make high-flown  claims far exceeding his mark, called ecstatic utterances. This is harmful both for himself and for others.
İşte birinci meşrepte sülûk eden insanlar; nefs-i emmareyi öldürmeye muvaffak olamazsa, hevayı terk edip enaniyeti kırmazsa şükür makamından fahir makamına düşer, fahirden gurura sukut eder. Eğer muhabbetten gelen bir incizab ve incizabdan gelen bir nevi sekir beraber bulunsa “şatahat” namıyla haddinden çok fazla davalar ondan sudûr eder. Hem kendi zarar eder hem başkasının zararına sebep olur.
</div>


<div lang="tr" dir="ltr" class="mw-content-ltr">
For example, if a lieutenant becomes conceited out of pleasure at his position of command, he will suppose himself to be a field marshal and will confuse his small sphere with the universal one. He will confuse a sun that appears in a small mirror with the sun whose manifestation appears in all its splendour on the surface of the sea, due to their similarity in one respect.In just the same way, there are many people of sainthood who, resembling the difference between a fly and a peacock, see themselves as greater than those who in reality are greater than them to the same degree; that is how they see it and they think they are right.
Mesela, nasıl ki bir mülazım, kendinde bulunan kumandanlık zevkiyle ve neşesiyle gururlansa kendini bir müşir zanneder. Küçücük dairesini, o küllî daire ile iltibas eder. Ve bir küçük âyinede görünen bir güneşi, denizin yüzünde haşmetiyle cilvesi görünen güneşle bir cihet-i müşabehetle iltibasa sebep olur. Öyle de çok ehl-i velayet var ki bir sineğin bir tavus kuşuna nisbeti gibi kendinden o derece büyük olanlardan kendini büyük görür ve öyle de müşahede ediyor, kendini haklı buluyor.
</div>


<div lang="tr" dir="ltr" class="mw-content-ltr">
I myself even saw someone whose heart had just been awakened and had faintly perceived in himself the mystery of sainthood; he supposed himself to be the supreme spiritual pole and assumed airs accordingly. I said to him: “My brother, just as the law of sovereignty has  particular and universal manifestations from the office of Prime Minister down to that of District Officer, so sainthood and the rank of spiritual pole have varying spheres and manifestations. Each station has many shades and shadows. You  have evidently seen the  manifestation of the rank of supreme spiritual pole, the equivalent of Prime Minister, in your own sphere, which is like that of a District Officer, and you have been deceived. What you saw was right, but your judgement of it was wrong. To a fly, a cup of water is a small sea.” The person came to his senses, God willing, as a result of this answer of mine, and was saved from the abyss.
Hattâ ben gördüm ki: Yalnız kalbi intibaha gelmiş, uzaktan uzağa velayetin sırrını kendinde hissetmiş, kendini kutb-u a’zam telakki edip o tavrı takınıyordu. Ben dedim: “Kardeşim! Nasıl ki kanun-u saltanatın, sadrazam dairesinden tâ nahiye müdürü dairesine kadar bir tarzda cüz’î küllî cilveleri var; öyle de velayetin ve kutbiyetin dahi öyle muhtelif daire ve cilveleri var. Her bir makamın çok zılleri ve gölgeleri var. Sen, sadrazam-misal kutbiyetin a’zam cilvesini, bir müdür dairesi hükmünde olan kendi dairende o cilveyi görmüşsün, aldanmışsın. Gördüğün doğrudur fakat hükmün yanlıştır. Bir sineğe bir kap su, bir küçük denizdir.” O zat şu cevabımdan inşâallah ayıldı ve o vartadan kurtuldu.
</div>


<div lang="tr" dir="ltr" class="mw-content-ltr">
I have also seen many people who thought themselves to be Mahdis of a sort, and they proclaimed their Mahdiship. Such people are not liars and deceivers, they are deceived. They  suppose  what  they  see  to  be  reality. As  the  divine  names  have manifestations from the sphere of the Sublime Throne down to an atom, and their places of manifestation differ to the same degree; so the  degrees of sainthood, which consist of manifesting the names, differ in the same way. The most important reason for the confusion is this:
Hem ben müteaddid insanları gördüm ki bir nevi Mehdi kendilerini biliyorlardı ve “Mehdi olacağım.” diyorlardı. Bu zatlar yalancı ve aldatıcı değiller, belki aldanıyorlar. Gördüklerini, hakikat zannediyorlar. Esma-i İlahînin nasıl ki tecelliyatı, arş-ı a’zam dairesinden tâ bir zerreye kadar cilveleri var ve o esmaya mazhariyet de o nisbette tefavüt eder. Öyle de mazhariyet-i esmadan ibaret olan meratib-i velayet dahi öyle mütefavittir. Şu iltibasın en mühim sebebi şudur:
</div>


<div lang="tr" dir="ltr" class="mw-content-ltr">
In some of the stations of the saints, the characteristics of the Mahdi’s function may be  observed, or a special relation may be formed with the Supreme Spiritual Pole, or with  Khidr; certain stations are connected with certain famous persons. In fact, the stations are called the station of Khidr, the station of Uwais, or the station of the Mahdi.
Makamat-ı evliyadan bazı makamlarda Mehdi vazifesinin hususiyeti bulunduğu ve kutb-u a’zama has bir nisbeti göründüğü ve Hazret-i Hızır’ın bir münasebet-i hâssası olduğu gibi, bazı meşahirle münasebettar bazı makamat var. Hattâ o makamlara “Makam-ı Hızır”, “Makam-ı Üveys”, “Makam-ı Mehdiyet” tabir edilir.
</div>


<div lang="tr" dir="ltr" class="mw-content-ltr">
Because of this, people who attain to these stations or to minor samples or shadows of them, suppose themselves to be the famous persons connected with them. They suppose themselves to be Khidr, or the Mahdi, or the Supreme Spiritual Pole.
İşte bu sırra binaen, o makama ve o makamın cüz’î bir numunesine veya bir gölgesine girenler, kendilerini o makamla has münasebettar meşhur zatlar zannediyorlar. Kendini Hızır telakki eder veya Mehdi itikad eder veya kutb-u a’zam tahayyül eder.
</div>


<div lang="tr" dir="ltr" class="mw-content-ltr">
If such a person’s ego does not seek rank and position, he is not condemned to the state. His excessively high-flown claims are deemed ecstatic  utterances for which he is probably not responsible.
Eğer hubb-u câha talip enaniyeti yoksa o halde mahkûm olmaz. Onun haddinden fazla davaları, şatahat sayılır. Onunla belki mes’ul olmaz.
</div>


<div lang="tr" dir="ltr" class="mw-content-ltr">
But if his ego is secretly set on acquiring rank and position, and if he defeated by it and leaves off thanks and becomes proud, from there he will gradually fall into arrogance, or descend to the depths of madness, or deviate from the path of truth. For he reckons the great saints to be like himself and his good opinion of them is spoiled, for however arrogant a soul is, it still perceives its own faults. Comparing those great saints with himself,  he  imagines  them to  be at  fault. His respect towards the prophets diminishes, even.
Eğer enaniyeti perde ardında hubb-u câha müteveccih ise o zat, enaniyete mağlup olup şükrü bırakıp fahre girse fahirden gitgide gurura sukut eder. Ya divanelik derecesine sukut eder veyahut tarîk-i haktan sapar. Çünkü büyük evliyayı, kendi gibi telakki eder, haklarındaki hüsn-ü zannı kırılır. Zira nefis ne kadar mağrur da olsa kendisi kendi kusurunu derk eder. O büyükleri de kendine kıyas edip kusurlu tevehhüm eder. Hattâ enbiyalar hakkında da hürmeti noksanlaşır.
</div>


<div lang="tr" dir="ltr" class="mw-content-ltr">
Those suffering from this should hold fast to the balance of the Shari‘a, and adopt the rules  of the scholars of the principles of religion, and take as their guides the instructions of such authoritative scholars from among the saints as Imam Ghazali and Imam-i Rabbani. They should constantly accuse their own souls, and attribute nothing to themselves other than fault,  impotence, and want.
İşte bu hale giriftar olanlar, mizan-ı şeriatı elde tutmak ve usûlü’d-din ulemasının düsturlarını kendine ölçü ittihaz etmek ve İmam-ı Gazalî ve İmam-ı Rabbanî gibi muhakkikîn-i evliyanın talimatlarını rehber etmek gerektir. Ve daima nefsini ittiham etmektir. Ve kusurdan, acz ve fakrdan başka nefsin eline vermemektir.
</div>


<div lang="tr" dir="ltr" class="mw-content-ltr">
Ecstatic utterances made by followers  of  this  way arise  from  love  of self, for  love-filled  eyes  see  no  faults. Because of his self-love, such a person supposes a faulty, unworthy fragment of glass to be a brilliant or a diamond.
Bu meşrepteki şatahat, hubb-u nefisten neş’et ediyor. Çünkü muhabbet gözü, kusuru görmez. Nefsine muhabbeti için o kusurlu ve liyakatsiz bir cam parçası gibi nefsini, bir pırlanta, bir elmas zanneder.
</div>


<div lang="tr" dir="ltr" class="mw-content-ltr">
The most dangerous of  all  these faults  is  that  he imagines the partial meanings which occur to his heart in the form of inspiration to be “God’s Word,” and  he calls them  “verses (âyât).” This  infers  disrespect  towards divine revelation, which is at the most holy and exalted degree. Yes, all inspirations from the inspirations of bees and animals to those of ordinary people and the elite among  men, and from the inspirations of ordinary angels to those of the sublime cherubim, are divine words of a sort. But they are dominical speech in conformity with the capacity of the places of manifestation and their stations; they are the varying manifestations of dominical address shining through seventy thousand veils.
Bu nevi içindeki en tehlikeli bir hata şudur ki kalbine ilhamî bir tarzda gelen cüz’î manaları “kelâmullah” tahayyül edip âyet tabir etmeleridir. Ve onunla, vahyin mertebe-i ulyâ-yı akdesine bir hürmetsizlik gelir. Evet, bal arısının ve hayvanatın ilhamatından tut, tâ avam-ı nâsın ve havass-ı beşeriyenin ilhamatına kadar ve avam-ı melâikenin ilhamatından, tâ havass-ı kerrûbiyyunun ilhamatına kadar bütün ilhamat, bir nevi kelimat-ı Rabbaniyedir. Fakat mazharların ve makamların kabiliyetine göre kelâm-ı Rabbanî, yetmiş bin perdede telemmu eden ayrı ayrı cilve-i hitab-ı Rabbanîdir.
</div>


<div lang="tr" dir="ltr" class="mw-content-ltr">
However, it is absolutely wrong to use the proper nouns “revelation” and “divine speech”  for such inspirations, and the word “verse,” which is a noun proper to the stars of the Qur’an – the most evident exemplification of God’s Word. As is explained and  proved  in  the  Twelfth,  Twenty-Fifth,  and  Thirty-First  Words,  the  relation between the inspiration in the hearts of those making the above claims and the verses of the  sun of the Qur’an, which is  divine speech directly, resembles the relation between the tiny, dim, obscure image of the sun appearing in the coloured mirror in your hand and the sun in the sky. Yes, if it is said  that the sun’s reflected images appearing in all mirrors are the sun’s and are related to it, it would be right, but the globe of the earth cannot be attached to the suns in those tiny mirrors, nor be bound by their attraction.
Amma vahiy ve kelâmullahın ism-i hâssı ve onun en bâhir misal-i müşahhası olan Kur’an’ın necimlerine ism-i has olan “âyet” namı öyle ilhamata verilmesi, hata-yı mahzdır. On İkinci ve Yirmi Beşinci ve Otuz Birinci Sözlerde beyan ve ispat edildiği gibi elimizdeki boyalı âyinede görünen küçük ve sönük ve perdeli güneşin misali, semadaki güneşe ne nisbeti varsa; öyle de o müddeîlerin kalbindeki ilham dahi doğrudan doğruya kelâm-ı İlahî olan Kur’an güneşinin âyetlerine nisbeti, o derecededir. Evet, her bir âyinede görünen güneşin misalleri, güneşindir ve onunla münasebettardır denilse haktır fakat o güneşçiklerin âyinesine küre-i arz takılmaz ve onun cazibesiyle bağlanmaz!
</div>


<div lang="tr" dir="ltr" class="mw-content-ltr">
<span id="Beşinci_Telvih"></span>
=== Beşinci Telvih ===
===Fifth Allusion===
</div>


<div lang="tr" dir="ltr" class="mw-content-ltr">
An extremely important way within Sufism is the Unity of Witnessing, which is another name for the Unity of Existence. This restricts the gaze to the existence of the Necessarily Existent, and sees other beings to be so weak and shadow-like in relation to Him that it  declares that they do not deserve the name of existence. It envelops them in veils of  imagination, and in the station of abandoning all things other than God, counts them as nothing. It even imagines them to be non-existent, and goes so far  as  to  belittle  the  manifestations  of  the  divine  names, saying  they  are  mere imaginary mirrors.
Tarîkatın gayet mühim bir meşrebi olan “vahdetü’l-vücud” namı altındaki vahdetü’ş-şuhud, yani Vâcibü’l-vücud’un vücuduna hasr-ı nazar edip sair mevcudatı, o vücud-u Vâcib’e nisbeten o kadar zayıf ve gölge görür ki vücud ismine lâyık olmadığını hükmedip, hayal perdesine sarıp terk-i mâsiva makamında onları hiç saymak, hattâ ma’dum tasavvur etmek, yalnız cilve-i esma-i İlahiyeye hayalî bir âyine vaziyeti vermek kadar ileri gider.
</div>


<div lang="tr" dir="ltr" class="mw-content-ltr">
A significant fact about this way is that due to the powerful faith it inculcates and the elevated sainthood of those on it advancing to the degree of absolute certainty, the existence of contingent beings is so diminished that nothing remains in its view other than imagination and non-existence; it is as though it denies the universe on account of the Necessarily Existent One.
İşte bu meşrebin ehemmiyetli bir hakikati var ki: Vâcibü’l-vücud’un vücudu, iman kuvvetiyle ve yüksek bir velayetin hakkalyakîn derecesinde inkişafıyla, vücud-u mümkinat o derece aşağıya düşer ki hayal ve ademden başka onun nazarında makamları kalmaz; âdeta Vâcibü’l-vücud’un hesabına kâinatı inkâr eder.
</div>


<div lang="tr" dir="ltr" class="mw-content-ltr">
But this way holds dangers, the first of which is this: there are six pillars of faith, and such pillars as belief in the Last Day and belief in God require the existence of contingent beings. These firmly-founded pillars of belief cannot be constructed on imagination! For this reason, when a person following this way re-enters the world of sobriety from the worlds of ecstasy and intoxication, he should not bring them with him, nor should he act in accordance with them.
Fakat bu meşrebin tehlikeleri var. En birincisi şudur ki: Erkân-ı imaniye altıdır. İman-ı billahtan başka, iman-ı bi’l-yevmi’l-âhir gibi rükünler var. Bu rükünler ise mümkinatın vücudlarını ister. O muhkem erkân-ı imaniye, hayal üstünde bina edilmez! Onun için o meşrep sahibi, âlem-i istiğrak ve sekirden âlem-i sahve girdiği vakit, o meşrebi beraber almamak gerektir ve o meşrebin muktezasıyla amel etmemek lâzımdır.
</div>


<div lang="tr" dir="ltr" class="mw-content-ltr">
Furthermore, he should not convert this way, which pertains to the heart and to illuminations and certain states, into a form that pertains to the reason, knowledge, and  words. For the laws and principles related to reason, knowledge, and speech, which proceed from the Qur’an and the practices of the Prophet (UWBP), cannot sustain that way and are inapplicable to it. For this reason, the four Rightly-Guided Caliphs, and the leading authorities and interpreters of the law, and  the authorities of the  first generations of Islam were not seen to practise it.
Hem kalbî ve halî ve zevkî olan bu meşrebi, aklî ve kavlî ve ilmî suretine çevirmemektir. Çünkü Kitap ve sünnetten gelen desatir-i akliye ve kavanin-i ilmiye ve usûl-ü kelâmiye o meşrebi kaldıramıyor, kabil-i tatbik olamıyor. Onun için Hulefa-yı Raşidîn’den ve Eimme-i Müçtehidîn’den ve selef-i salihînin büyüklerinden, o meşrep sarîhan görünmüyor.
</div>


<div lang="tr" dir="ltr" class="mw-content-ltr">
This means that it is not the most elevated way. It may be elevated, but it is also deficient. It is very important, but it is also very perilous and difficult. Yet, it is still very pleasurable. Those who embark on it for the pleasure, do not want to leave it, and because of their self-centredness, they suppose it to be the highest degree.
Demek, en âlî bir meşrep değil. Belki yüksek fakat nâkıs. Çok ehemmiyetli fakat çok hatarlı. Çok ağır fakat çok zevklidir. O zevk için ona girenler, ondan çıkmak istemiyorlar, hodgâmlık ile en yüksek mertebe zannediyorlar.
</div>


<div lang="tr" dir="ltr" class="mw-content-ltr">
We have explained the basis and nature of this way to an extent  in the treatise called Nokta Risalesi, and in some of the Words and Letters, and shall suffice with them. Here, we shall describe one of the serious hazards on that important way. It is  as follows:
Bu meşrebin esasını ve mahiyetini, Nokta Risalesi’nde ve bir kısım Sözlerde ve Mektubatta bir derece beyan ettiğimizden, onlara iktifaen, şurada o mühim meşrebin ehemmiyetli bir vartasını beyan edeceğiz. Şöyle ki:
</div>


<div lang="tr" dir="ltr" class="mw-content-ltr">
For the highest of the elite, who pass beyond the sphere of causes and renouncing everything other than God, sever their attachment to contingent beings and enter a state of complete absorption in God, this way is a righteous way. But, to present it in terms of intellectual knowledge to those who are submerged in causes, are enamoured of the world, and are plunged into materialist philosophy and nature, will drown them in nature and materiality and distance them from the reality of Islam.
O meşrep, daire-i esbabdan geçip terk-i mâsiva sırrıyla mümkinattan alâkasını kesen ehass-ı havassın istiğrak-ı mutlak haletinde mazhar olduğu salih bir meşreptir. Şu meşrebi, esbab içinde boğulanların ve dünyaya âşık olanların ve felsefe-i maddiye ile tabiata saplananların nazarına ilmî bir surette telkin etmek, tabiat ve maddede onları boğdurmaktır ve hakikat-i İslâmiyeden uzaklaştırmaktır.
</div>


<div lang="tr" dir="ltr" class="mw-content-ltr">
For those who love the world and are attached  to  the sphere of causes want to ascribe a sort of permanence to this transitory world. They do not want to lose their beloved. On the pretext of the Unity of Existence, they imagine it  to have permanent existence. On account of the world, their beloved, and by ascribing permanence and eternity to it, they make it an object of worship; and, I seek refuge with God, this paves the way to the abyss of denying God.
Çünkü dünyaya âşık ve daire-i esbaba bağlı bir nazar, bu fâni dünyaya bir nevi beka vermek ister. O dünya mahbubunu elinden kaçırmak istemiyor; vahdetü’l-vücud bahanesiyle ona bir bâki vücud tevehhüm eder, o mahbubu olan dünya hesabına ve beka ve ebediyeti ona tam mal etmesine binaen, bir mabudiyet derecesine çıkarır –neûzübillah– Allah’ı inkâr etmek vartasına yol açar.
</div>


<div lang="tr" dir="ltr" class="mw-content-ltr">
This century, materialism is so widespread, materiality is thought to be the source of  everything. If in such an age, the elite believers consider materiality to be so unimportant as to be non-existent, thus furthering the way of the Unity of Existence, the materialists will lay claim to it, saying: “We say the same thing.” Whereas, among all the ways in the world, the one furthest from that of the materialists and nature- worshippers, is the way of the Unity of Existence. For the followers of the Unity of Existence attach such importance, due to their belief, to the divine existence that they deny the universe and beings. Whereas the materialists attach so much importance to beings that on account of the universe they deny God. How can the two come together or be compared?
Şu asırda maddiyyunluk fikri o derece istila etmiş ki maddiyatı her şeye merci biliyorlar. Böyle bir asırda has ehl-i iman, maddiyatı idam eder derecesinde ehemmiyetsiz gördüklerinden; vahdetü’l-vücud meşrebi ortaya atılsa belki maddiyyunlar sahip çıkacaklar “Biz de böyle diyoruz.” diyecekler. Halbuki dünyada meşarib içinde, maddiyyunların ve tabiat-perestlerin mesleğinden en uzak meşrep, vahdetü’l-vücud meşrebidir. Çünkü ehl-i vahdetü’l-vücud, o kadar vücud-u İlahîye kuvvet-i iman ile ehemmiyet veriyorlar ki kâinatı ve mevcudatı inkâr ediyorlar. Maddiyyunlar ise o kadar mevcudata ehemmiyet veriyorlar ki kâinat hesabına, Allah’ı inkâr ediyorlar. İşte bunlar nerede? Ötekiler nerede?
</div>


<div lang="tr" dir="ltr" class="mw-content-ltr">
<span id="Altıncı_Telvih"></span>
=== Altıncı Telvih ===
===Sixth Allusion===
</div>


<div lang="tr" dir="ltr" class="mw-content-ltr">
This consists of three points.
'''Üç nokta'''dır.
</div>


<div lang="tr" dir="ltr" class="mw-content-ltr">
<span id="Birinci_Nokta:"></span>
==== Birinci Nokta: ====
====First Point:====
</div>


<div lang="tr" dir="ltr" class="mw-content-ltr">
Among the ways of sainthood, the finest, straightest, richest, and most brilliant is following the practices (Sunna) of the Prophet (UWBP). That is, to think of the practices in one’s actions and deeds, and to follow and imitate them. In conduct and dealings with others, it is to think of the rulings of the Shari‘a and take them as one’s guide.
Velayet yolları içinde en güzeli en müstakimi en parlağı en zengini, sünnet-i seniyeye ittibadır. Yani a’mal ve harekâtında sünnet-i seniyeyi düşünüp ona tabi olmak ve taklit etmek ve muamelat ve ef’alinde ahkâm-ı şer’iyeyi düşünüp rehber ittihaz etmektir.
</div>


<div lang="tr" dir="ltr" class="mw-content-ltr">
When followed in this way, daily conduct, dealings, and habitual acts become worship,  and  thinking  of  the  practices  and  Shari‘a  in  one’s  actions,  recalls  the injunctions of the Shari‘a. This causes a person to think of the Shari‘a’s owner. By thinking of him, it brings to mind Almighty God, and that induces a sort of sense of His presence. This may transform all the moments of the person’s life into worship in the divine presence. This  great highway is the highway of the Companions and the righteous of the first generations of Islam, who received the legacy of prophethood, the greater sainthood.
İşte bu ittiba ve iktida vasıtasıyla, âdi ahvali ve örfî muameleleri ve fıtrî hareketleri ibadet şekline girmekle beraber; her bir ameli, sünneti ve şer’i o ittiba noktasında düşündürmekle, bir tahattur-u hükm-ü şer’î veriyor. O tahattur ise sahib-i şeriatı düşündürüyor. O düşünmek ise Cenab-ı Hakk’ı hatıra getiriyor. O hatıra, bir nevi huzur veriyor. O halde mütemadiyen ömür dakikaları, huzur içinde bir ibadet hükmüne getirilebilir. İşte bu cadde-i kübra, velayet-i kübra olan ehl-i veraset-i nübüvvet olan sahabe ve selef-i salihînin caddesidir.
</div>


<div lang="tr" dir="ltr" class="mw-content-ltr">
<span id="İkinci_Nokta:"></span>
==== İkinci Nokta: ====
====Second Point:====
</div>


<div lang="tr" dir="ltr" class="mw-content-ltr">
Sincerity is the basis of the ways of sainthood and of the branches of the Sufi path, for through sincerity a person may be saved from implicitly associating partners with God. One who does not obtain sincerity cannot travel those ways. The most powerful force of those ways is love. Yes, love does not seek pretexts for its beloved and does not wish to see the beloved’s faults. It looks on frail signs of its beloved’s perfection as powerful proofs, and always takes the part of its beloved.
Velayet yollarının ve tarîkat şubelerinin en mühim esası, ihlastır. Çünkü ihlas ile hafî şirklerden halâs olur. İhlası kazanmayan, o yollarda gezemez. Ve o yolların en keskin kuvveti, muhabbettir. Evet muhabbet, mahbubunda bahaneler aramaz ve kusurlarını görmek istemez. Ve kemaline delâlet eden zayıf emareleri, kavî hüccetler hükmünde görür. Daima mahbubuna taraftardır.
</div>


<div lang="tr" dir="ltr" class="mw-content-ltr">
It is because of this that those who are turned towards knowledge of God with the feet of love, do not give ear to doubts and objections; they are easily saved. Even a thousand satans can not negate a hint of their true beloved’s perfection. If they do not possess such love, they would struggle desperately in the face of their souls and Satan and the objections of the outside devils. They would have to have heroic fortitude and strength of belief and an attentive gaze in order to save themselves.
İşte bu sırra binaendir ki muhabbet ayağıyla marifetullaha teveccüh eden zatlar; şübehata ve itirazata kulak vermezler, ucuz kurtulurlar. Binler şeytan toplansa onların mahbub-u hakikisinin kemaline işaret eden bir emareyi, onların nazarında iptal edemez. Eğer muhabbet olmazsa o vakit kendi nefsi ve şeytanı ve haricî şeytanların ettikleri itirazat içinde çok çırpınacak. Kahramancasına bir metanet ve kuvvet-i iman ve dikkat-i nazar lâzımdır ki kendisini kurtarsın.
</div>


<div lang="tr" dir="ltr" class="mw-content-ltr">
It is because of this that in all the degrees of sainthood, the chief leaven and elixir is the love arising from knowledge of God. But love leads to an abyss, which is this: it jumps  from beseeching and self-effacement, which are the essence of worship, to complaint and  claims and to imbalanced actions. When regarding things other than God, a person ceases to see how they point to their Maker and starts to see them as signifying themselves alone, so while being the cure, love becomes poison. That is to say, although when loving things other than God, the person should fix his heart on them for God’s sake and in His name and because they are mirrors reflecting His names, sometimes he loves them for themselves and on account of their personal perfections and own beauty. He loves them with no thought for God and His Messenger (UWBP). Such love does not lead to love of God; it obscures it. Whereas if the person loves  those things as signifying their Maker, it leads to love of God; indeed, such love may be said to be its manifestation.
İşte bu sırra binaendir ki umum meratib-i velayette marifetullahtan gelen muhabbet, en mühim mâye ve iksirdir. Fakat muhabbetin bir vartası var ki ubudiyetin sırrı olan niyazdan, mahviyetten naza ve davaya atlar, mizansız hareket eder. Mâsiva-yı İlahiyeye teveccühü hengâmında, mana-yı harfîden mana-yı ismîye geçmesiyle tiryak iken zehir olur. Yani gayrullahı sevdiği vakit, Cenab-ı Hak hesabına ve onun namına, onun bir âyine-i esması olmak cihetiyle rabt-ı kalp etmek lâzımken; bazen o zatı, o zat hesabına, kendi kemalât-ı şahsiyesi ve cemal-i zatîsi namına düşünüp mana-yı ismiyle sever. Allah’ı ve peygamberi düşünmeden yine onları sevebilir. Bu muhabbet, muhabbetullaha vesile değil, perde oluyor. Mana-yı harfî ile olsa muhabbetullaha vesile olur, belki cilvesidir denilebilir.
</div>


<div lang="tr" dir="ltr" class="mw-content-ltr">
<span id="Üçüncü_Nokta:"></span>
==== Üçüncü Nokta: ====
====Third Point:====
</div>


<div lang="tr" dir="ltr" class="mw-content-ltr">
This world is the realm of wisdom, the realm of service; it is not the realm of reward and recompense. The wage for deeds and acts of service here is given in the Intermediate Realm and the hereafter. Acts here produce fruits there. This being the truth of  the matter, the results of actions that look to the hereafter should not be sought in this  world. If they are given, they should be received not gratefully, but regretfully. For in Paradise, the more fruits are picked the more they grow. So it is hardly sensible to consume in this world in fleeting fashion the fruits of actions  that  pertain  to  the  hereafter, which  are lasting. It  is  like  exchanging  a permanent lamp for one that will last a minute and then flicker out.
Bu dünya dârü’l-hikmettir, dârü’l-hizmettir; dârü’l-ücret ve mükâfat değil. Buradaki a’mal ve hizmetlerin ücretleri berzahta ve âhirettedir. Buradaki a’mal, berzahta ve âhirette meyve verir. Madem hakikat budur, a’mal-i uhreviyeye ait neticeleri dünyada istememek gerektir. Verilse de memnunane değil, mahzunane kabul etmek lâzımdır. Çünkü cennetin meyveleri gibi kopardıkça yerine aynı gelmek sırrıyla, bâki hükmünde olan amel-i uhrevî meyvesini, bu dünyada fâni bir surette yemek, kâr-ı akıl değildir. Bâki bir lambayı, bir dakika yaşayacak ve sönecek bir lamba ile mübadele etmek gibidir.
</div>


<div lang="tr" dir="ltr" class="mw-content-ltr">
It  is  because of this that  the people of sainthood  look on service, difficulty, misfortune, and hardship as agreeable. They do not complain and lament, but say: “All praise be to God for all situations!”
İşte bu sırra binaen ehl-i velayet, hizmet ve meşakkat ve musibet ve külfeti hoş görüyorlar, nazlanmıyorlar, şekva etmiyorlar.
</div>


<div lang="tr" dir="ltr" class="mw-content-ltr">
When illuminations and wonders, unfoldings and lights  are  bestowed on them, they accept them as divine  favours, and try to conceal them. They do not become proud, but offer more thanks and worship. Many of them have wanted those  states  to be concealed or to cease, lest they spoil the sincerity of their actions.
اَل۟حَم۟دُ لِلّٰهِ عَلٰى كُلِّ حَالٍ diyorlar. Keşif ve keramet, ezvak ve envar verildiği vakit, bir iltifat-ı İlahî nevinden kabul edip setrine çalışıyorlar. Fahre değil belki şükre, ubudiyete daha ziyade giriyorlar. Çokları o ahvalin istitar ve inkıtaını istemişler, tâ ki amellerindeki ihlas zedelenmesin.
</div>


<div lang="tr" dir="ltr" class="mw-content-ltr">
Yes, the highest divine favour for an acceptable person is not to  make  him  realize the favour, so  that  he does not  give up beseeching and offering thanks, or become complacent and start complaining.
Evet, makbul bir insan hakkında en mühim bir ihsan-ı İlahî, ihsanını ona ihsas etmemektir; tâ niyazdan naza ve şükürden fahre girmesin.
</div>


<div lang="tr" dir="ltr" class="mw-content-ltr">
It is because of this truth that if those who seek sainthood and follow the Sufi path do  so  for illuminations  and  wonders, which are some of the emanations of sainthood, and they are turned towards those and receive pleasure from them, they as though consume in transient fashion in this transient world the enduring fruits of the hereafter. This too opens up the way to loss of sincerity, the leaven of sainthood, and to sainthood eluding them.
İşte bu hakikate binaendir ki velayeti ve tarîkatı isteyenler; eğer velayetin bazı tereşşuhatı olan ezvak ve keramatı isterlerse ve onlara müteveccih ise ve onlardan hoşlansa; bâki, uhrevî meyveleri, fâni dünyada, fâni bir surette yemek kabîlinden olmakla beraber; velayetin mâyesi olan ihlası kaybedip velayetin kaçmasına meydan açar.
</div>


<div lang="tr" dir="ltr" class="mw-content-ltr">
<span id="Yedinci_Telvih"></span>
=== Yedinci Telvih ===
===Seventh Allusion===
</div>


<div lang="tr" dir="ltr" class="mw-content-ltr">
This consists of four points.
'''Dört nükte'''dir.
</div>


<div lang="tr" dir="ltr" class="mw-content-ltr">
<span id="Birinci_Nükte:"></span>
==== Birinci Nükte: ====
====First Point:====
</div>


<div lang="tr" dir="ltr" class="mw-content-ltr">
The Shari‘a is directly, without shadow or veil, the result of the  divine  address, through the  mystery of divine oneness  in respect  of absolute dominicalitY. The highest degrees of the Sufi path and of reality are like parts of the Shari‘a. Or they are always like its means, introduction, and servant. Their results are the incontrovertible matters of the Shari‘a.
Şeriat; doğrudan doğruya, gölgesiz, perdesiz, sırr-ı ehadiyet ile rububiyet-i mutlaka noktasında hitab-ı İlahînin neticesidir. Tarîkatın ve hakikatin en yüksek mertebeleri, şeriatın cüzleri hükmüne geçer. Yoksa daima vesile ve mukaddime ve hâdim hükmündedirler. Neticeleri, şeriatın muhkematıdır.
</div>


<div lang="tr" dir="ltr" class="mw-content-ltr">
That is to say, the ways of the Sufi orders and of reality are like means, servants, and steps for reaching the truths of the Shari‘a, till at the highest level they are transformed into the meaning of reality and essence of the Sufi way, which are at the heart of the Shari‘a. So then they become parts of the Greater Shari‘a.
Yani hakaik-i şeriata yetişmek için tarîkat ve hakikat meslekleri, vesile ve hâdim ve basamaklar hükmündedir. Gitgide en yüksek mertebede, nefs-i şeriatta bulunan mana-yı hakikat ve sırr-ı tarîkata inkılab ederler. O vakit, şeriat-ı kübranın cüzleri oluyorlar.
</div>


<div lang="tr" dir="ltr" class="mw-content-ltr">
It is not right to think of the Shari‘a as an outer shell and reality as its inner part and result and aim, as some Sufis do.
Yoksa bazı ehl-i tasavvufun zannettikleri gibi şeriatı zâhirî bir kışır, hakikati onun içi ve neticesi ve gayesi tasavvur etmek doğru değildir.
</div>


<div lang="tr" dir="ltr" class="mw-content-ltr">
Yes, the Shari‘a unfolds according to the levels of men. It is wrong to suppose that what the mass of people imagine is the external aspect of the Shari‘a is its reality, and to give the names of reality and Sufi path to the degrees of the Shari‘a that are disclosed to the elite. The Shari‘a has degrees which look to all classes.
Evet şeriatın, tabakat-ı nâsa göre inkişafatı ayrı ayrıdır. Avam-ı nâsa göre zâhir-i şeriatı, hakikat-i şeriat zannedip havassa münkeşif olan şeriatın mertebesine “hakikat ve tarîkat” namı vermek yanlıştır. Şeriatın umum tabakata bakacak meratibi var.
</div>


<div lang="tr" dir="ltr" class="mw-content-ltr">
It is in consequence of this that the further the Sufis and those who seek reality advance, their longing for the truths of the Shari‘a increases, as does their captivation by them  and  their  following them. They  consider  the  most  minor  aspect  of  the Prophet’s (UWBP) practices to be their greatest aim, and strive to follow them and imitate them. For however higher divine revelation is than inspiration, the conduct of the Shari‘a, which is the fruit of  revelation, is higher to the same degree than the conduct of the Sufi path, the fruit of inspiration. Therefore, following the Prophet’s (UWBP) practices is the basis and principal element of the Sufi path.
İşte bu sırra binaendir ki ehl-i tarîkat ve ashab-ı hakikat ileri gittikçe hakaik-i şeriata karşı incizabları, iştiyakları, ittibaları ziyadeleşiyor. En küçük bir sünnet-i seniyeyi, en büyük bir maksat gibi telakki edip onun ittibaına çalışıyorlar, onu taklit ediyorlar. Çünkü vahiy ne kadar ilhamdan yüksek ise semere-i vahiy olan âdab-ı şer’iye, o derece semere-i ilham olan âdab-ı tarîkattan yüksek ve ehemmiyetlidir. Onun için tarîkatın en mühim esası, sünnet-i seniyeye ittiba etmektir.
</div>


<div lang="tr" dir="ltr" class="mw-content-ltr">
<span id="İkinci_Nükte:"></span>
==== İkinci Nükte: ====
====Second Point:====
</div>


<div lang="tr" dir="ltr" class="mw-content-ltr">
The Sufi path and way of reality should not exceed being means. If they are made the ultimate aim, the incontrovertible teachings and actions of the Shari‘a and  following the practices of the Prophet (UWBP) become merely a matter of form, while the  heart looks beyond them. That is to say, such a person thinks of his circle for the remembrance of God rather than the obligatory prayers; he is drawn more to his recitations and supplications than to his religious obligations; he is more concerned with avoiding offending against his order’s rules of behaviour than with avoiding grievous sins. Whereas the recitations of the Sufi path cannot be the equivalent  of  the  obligatory  acts  that  constitute  the  incontestible  matters  of  the Shari‘a; they cannot take their place.
Tarîkat ve hakikat, vesilelikten çıkmamak gerektir. Eğer maksud-u bizzat hükmüne geçseler o vakit şeriatın muhkematı ve ameliyatı ve sünnet-i seniyeye ittiba, resmî hükmünde kalır; kalp öteki tarafa müteveccih olur. Yani namazdan ziyade halka-i zikri düşünür; feraizden ziyade, evradına müncezib olur; kebairden kaçmaktan ziyade, âdab-ı tarîkatın muhalefetinden kaçar. Halbuki muhkemat-ı şeriat olan farzların bir tanesine, evrad-ı tarîkat mukabil gelemez; yerini dolduramaz.
</div>


<div lang="tr" dir="ltr" class="mw-content-ltr">
The etiquette of the Sufi path and its invocations should be a solace and a way of obtaining true pleasure from the obligatory acts; they should  not  themselves  be  the  source. That  is, the  tekke  should  lead  a  person  to perform the five daily prayers assiduously in the mosque. If he performs them there hurriedly as a formality, thinking that he will find true pleasure and perfection in the tekke, he is drawing away from reality.
Âdab-ı tarîkat ve evrad-ı tasavvuf, o feraizin içindeki hakiki zevke medar-ı teselli olmalı, menşe olmamalı. Yani tekyesi, camideki namazın zevkine ve ta’dil-i erkânına vesile olmalı; yoksa camideki namazı çabuk resmî kılıp hakiki zevkini ve kemalini tekyede bulmayı düşünen, hakikatten uzaklaşıyor.
</div>


<div lang="tr" dir="ltr" class="mw-content-ltr">
<span id="Üçüncü_Nükte:"></span>
==== Üçüncü Nükte: ====
====Third Point:====
</div>


<div lang="tr" dir="ltr" class="mw-content-ltr">
It is sometimes asked: “Can there be any Sufi path outside the practices of the Prophet (UWBP) and matters of the Shari‘a?”
“Sünnet-i seniye ve ahkâm-ı şeriat haricinde tarîkat olabilir mi?” diye sual ediliyor.
</div>


<div lang="tr" dir="ltr" class="mw-content-ltr">
'''The Answer:'''There are some such paths, and there are not. There are, because some of the highest saints were executed by the sword of the Shari‘a. And there are not, because the authoritative scholars among the saints have agreed on this rule of Sa‘di-i Shirazi:
'''Elcevap:''' Hem var hem yok. Vardır, çünkü bazı evliya-yı kâmilîn, şeriat kılıncıyla idam edilmişler. Hem yoktur, çünkü muhakkikîn-i evliya, Sa’dî-i Şirazî’nin bu düsturunda ittifak etmişler:
</div>


<div lang="tr" dir="ltr" class="mw-content-ltr">
“It is impossible, Sa‘di, to be victorious on the way of felicity, except by following the Chosen One.”
مُحَالَس۟ت۟ سَع۟دٖى بَرَاهِ صَفَا ظَفَر۟ بُر۟دَن۟ جُز۟ دَر۟ پَىِ مُص۟طَفٰى
</div>


<div lang="tr" dir="ltr" class="mw-content-ltr">
That is, it is impossible for one outside the highway of God’s Messenger (Upon whom be blessings and peace), who does not follow him, to attain the true  lights of reality. The meaning of this is as follows:
Yani “Resul-i Ekrem aleyhissalâtü vesselâmın caddesinden hariç ve onun arkasından gitmeyen muhaldir ki hakiki envar-ı hakikate vâsıl olabilsin.” Bu meselenin sırrı şudur ki:
</div>


<div lang="tr" dir="ltr" class="mw-content-ltr">
God’s Messenger (Peace  and  blessings  be upon  him)  was  the  Seal of the Prophets and the addressee of God in the name of all mankind; mankind, therefore, cannot advance outside his highway; it is essential to be under his banner.
Madem Resul-i Ekrem aleyhissalâtü vesselâm Hâtemü’l-enbiya’dır ve umum nev-i beşer namına muhatab-ı İlahîdir; elbette nev-i beşer, onun caddesi haricinde gidemez ve bayrağı altında bulunmak zarurîdir.
</div>


<div lang="tr" dir="ltr" class="mw-content-ltr">
But since ecstatics and  those immersed in divine contemplation are not responsible for their opposition;  and  since  man  possesses  certain  subtle  faculties  that  are  not  held accountable,  and  when  such  faculties  dominate  a  person, he  cannot  be  held responsible for opposing the obligations  of the Shari‘a; and  since man possesses subtle  faculties  that  just  as  they  are  not  accountable, so  they are  not  under  the jurisdiction of the will and cannot be controlled by the mind, for they do not heed the heart or the mind; certainly, when those faculties dominate in a person, – but only at that time – he does not fall from the rank of sainthood by opposing the Shari‘a, he is held excused. On condition, however, that he does not deny or insult the truths of the Shari‘a and rules of belief, or display contempt towards them. Even if he does  not carry out the injunctions, he has to  acknowledge that they are right. But if he is overcome by that state and assumes a position, I seek refuge with God, which infers denial and giving the lie to those incontestible truths, it is the sign that he has deviated from the path!
Ve madem ehl-i cezbe ve ehl-i istiğrak, muhalefetlerinden mes’ul olamazlar. Ve madem insanda bazı letaif var ki teklif altına giremez; o latîfe hâkim olduğu vakit, tekâlif-i şer’iyeye muhalefetiyle mes’ul tutulmaz. Ve madem insanda bazı letaif var ki teklif altına girmediği gibi ihtiyar altına da girmez, hattâ aklın tedbiri altına da girmez; o latîfe, kalbi ve aklı dinlemez. Elbette o latîfe bir insanda hâkim olduğu zaman –fakat o zamana mahsus olarak– o zat, şeriata muhalefette velayet derecesinden sukut etmez, mazur sayılır. Fakat bir şartla ki hakaik-i şeriata ve kavaid-i imaniyeye karşı bir inkâr, bir tezyif, bir istihfaf olmasın. Ahkâmı yapmasa da ahkâmı hak bilmek gerektir. Yoksa o hale mağlup olup neûzübillah, o hakaik-i muhkemeye karşı inkâr ve tekzibi işmam edecek bir vaziyet, alâmet-i sukuttur!
</div>


<div lang="tr" dir="ltr" class="mw-content-ltr">
'''In Short:'''There are two groups that follow the Sufi path outside the bounds of the Shari‘a.
'''Elhasıl:''' Daire-i şeriatın haricinde bulunan ehl-i tarîkat iki kısımdır:
</div>


<div lang="tr" dir="ltr" class="mw-content-ltr">
'''One group:'''As described above, these people are either overwhelmed by their mental state, immersion, or ecstasy or intoxication, or they are dominated by some of their subtle faculties that do not heed the injunctions of religion nor listen to the will; they therefore  transgress  the  bounds  of  the  Shari‘a.
'''Bir kısmı:''' –Sâbıkan geçtiği gibi– ya hale, istiğraka, cezbeye ve sekre mağlup olup veya teklifi dinlemeyen veya ihtiyarı işitmeyen latîfelerin mahkûmu olup daire-i şeriatın haricine çıkıyor. Fakat o çıkmak, ahkâm-ı şeriatı beğenmemekten veya istememekten değil; belki mecburiyetle ihtiyarsız terk ediyor.
</div>


<div lang="tr" dir="ltr" class="mw-content-ltr">
But this is not due to  their disliking its rulings or  not wanting to  follow them; they are rather compelled to, involuntarily. Among this group  are people of sainthood some of whom have even been temporary saints of high rank. But  the authoritative scholars from among the saints have ruled that of these some have been not  only outside the bounds of the Shari‘a, but outside the bounds of Islam. But they are  considered to be people of sainthood  on  condition  they  have  not  denied  any of  the  injunctions  brought  by Muhammad (Peace and blessings be upon him). It is that they do not think of them, or cannot keep them in view, or are not aware of them. They cannot not accept them if they are aware of them.
Bu kısım ehl-i velayet var. Hem mühim veliler, bunların içinde muvakkaten bulunmuş. Hattâ bu neviden; değil yalnız daire-i şeriattan, belki daire-i İslâmiyet haricinde bulunduğunu bazı muhakkikîn-i evliya hükmetmişler. Fakat bir şartla: Muhammed aleyhissalâtü vesselâmın getirdiği ahkâmın hiçbirini tekzip etmemektir. Belki ya düşünmüyor veya müteveccih olamıyor veyahut bilemiyor ve bilmiyor. Bilse kabul etmese olmaz!
</div>


<div lang="tr" dir="ltr" class="mw-content-ltr">
'''As for the Second Group,'''they are carried away by the brilliant pleasures of the Sufi path and way of reality, and since they cannot attain to the pleasures of the truths of the Shari‘a, which are far more elevated, they suppose them to be dull formalities and are indifferent towards them. They gradually accept the idea that the Shari‘a is an external shell, and that the reality they have found is the essential goal. They say: “I have found it; it is enough for me,” and act in a way contrary to the injunctions of the Shari‘a. Any in this group who are in their  right minds are responsible; they stray from the path, indeed, become the playthings of Satan to an extent.
'''İkinci kısım ise:''' Tarîkat ve hakikatin parlak ezvaklarına kapılıp mezâkından çok yüksek olan hakaik-i şeriatın derece-i zevkine yetişemediği için zevksiz, resmî bir şey telakki edip ona karşı lâkayt kalır. Gitgide, şeriatı zâhirî bir kışır zanneder. Bulduğu hakikati, esas ve maksud telakki eder. “Ben onu buldum, o bana yeter.der, ahkâm-ı şeriata muhalif hareket eder. Bu kısımdan aklı başında olanlar mes’uldürler, sukut ediyorlar, belki kısmen şeytana maskara oluyorlar.
</div>


<div lang="tr" dir="ltr" class="mw-content-ltr">
<span id="Dördüncü_Nükte:"></span>
==== Dördüncü Nükte: ====
====Fourth Point:====
</div>


<div lang="tr" dir="ltr" class="mw-content-ltr">
Some persons who belong to the divisions of the people of misguidance and innovation are found acceptable by the Muslim community, while others,  just  like them and not apparently different, are rejected. I always used  to wonder about this.
Ehl-i dalalet ve bid’at fırkalarından bir kısım zatlar, ümmet nazarında makbul oluyorlar. Aynen onlar gibi zatlar var, zâhirî hiçbir fark yokken ümmet reddediyor. Bunda hayret ediyordum.
</div>


<div lang="tr" dir="ltr" class="mw-content-ltr">
For example, although someone like Zamakhshari was one of the most bigoted members of the Mu‘tazilite sect, the authoritative Sunni scholars did not pronounce him an unbeliever or misguided, despite his severe objections; they rather searched for a way to exonerate him. But then they held that Mu‘tazilite authorities like Abu ‘Ali Jubba’i, who was far less bigoted than Zamakhshari, should be rejected and refuted.
Mesela, Mutezile mezhebinde Zemahşerî gibi İtizal’de en mutaassıp bir fert olduğu halde, muhakkikîn-i Ehl-i Sünnet, onun o şedit itirazatına karşı onu tekfir ve tadlil etmiyorlar, belki bir râh-ı necat onun için arıyorlar. Zemahşerî’nin derece-i şiddetinden çok aşağı Ebu Ali Cübbaî gibi Mutezile imamlarını, merdud ve matrud sayıyorlar.
</div>


<div lang="tr" dir="ltr" class="mw-content-ltr">
I was curious about this for a long time. Then  through divine grace I understood that Zamakhshari’s objections about the Sunnis arose from his love of his way, which he looked on as right.That is to say, for example, in his view God could be truly declared free of all fault and defect by saying that animals create their own actions. It was out of love for declaring God free of all fault that he did not accept the Sunnis’ principles concerning the  creation  of  actions. Whereas  the  other  Mu‘tazilite  authorities  were  rejected because their inadequate intelligences could not aspire to the elevated principles of the Sunnis and they could not fit the Sunnis’ extensive laws within their own narrow ideas, and so denied them.
Çok zaman bu sır benim merakıma dokunuyordu. Sonra lütf-u İlahî ile anladım ki: Zemahşerî’nin Ehl-i Sünnet’e itirazatı, hak zannettiği mesleğindeki muhabbet-i haktan ileri geliyordu. Yani mesela, tenzih-i hakiki; onun nazarında, hayvanlar kendi ef’aline hâlık olmasıyla oluyor. Onun için Cenab-ı Hakk’ı tenzih muhabbetinden, Ehl-i Sünnet’in halk-ı ef’al meselesinde düsturunu kabul etmiyor. Merdud olan sair Mutezile imamları muhabbet-i haktan ziyade, Ehl-i Sünnet’in yüksek düsturlarına kısa akılları yetişemediğinden ve geniş kavanin-i Ehl-i Sünnet, onların dar fikirlerine yerleşmediğinden, inkâr ettiklerinden merduddurlar.
</div>


<div lang="tr" dir="ltr" class="mw-content-ltr">
In the same way that the Mu‘tazilites opposed the Sunnis in theology, so the opposition of some followers of the Sufi path outside the Prophet’s (UWBP) practices is of two kinds:
Aynen bu ilm-i kelâmdaki Ehl-i İtizal’in Ehl-i Sünnet ve Cemaat’e muhalefeti olduğu gibi sünnet-i seniye haricindeki bir kısım ehl-i tarîkatın muhalefeti dahi iki cihetledir:
</div>


<div lang="tr" dir="ltr" class="mw-content-ltr">
'''The first:'''Like Zamakhshari, out of love for their way or state, they remain somewhat  indifferent towards the conduct of the Shari‘a, because through it they cannot obtain the same degree of pleasure.
'''Biri:''' Zemahşerî gibi; haline, meşrebine meftuniyet cihetinde daha derece-i zevkine yetişemediği âdab-ı şeriata karşı bir derece lâkayt kalır.
</div>


<div lang="tr" dir="ltr" class="mw-content-ltr">
'''As for the other kind:'''God forbid! They think the conduct of the Shari‘a is unimportant relatively  to  the principles  of the Sufi path. For their narrow understandings cannot comprehend those broad  pleasures, and their short stations cannot attain to that elevated conduct.
'''Diğer kısmı ise:''' Hâşâ âdab-ı şeriata, desatir-i tarîkata nisbeten ehemmiyetsiz bakar. Çünkü dar havsalası, o geniş ezvakı ihata edemiyor ve kısa makamı, o yüksek âdaba yetişemiyor.
</div>


<div lang="tr" dir="ltr" class="mw-content-ltr">
<span id="Sekizinci_Telvih"></span>
=== Sekizinci Telvih ===
===Eighth Allusion===
</div>


<div lang="tr" dir="ltr" class="mw-content-ltr">
This describes eight abysses.
'''Sekiz varta'''yı beyan eder:
</div>


<div lang="tr" dir="ltr" class="mw-content-ltr">
<span id="Birincisi:"></span>
==== Birincisi: ====
====The First:====
</div>


<div lang="tr" dir="ltr" class="mw-content-ltr">
Some people who embark on spiritual journeying do not conform completely to the Prophet’s (UWBP) practices, and fall into the abyss of preferring sainthood  to prophethood.
Sünnet-i seniyeye tamam ittibaı riayet etmeyen bir kısım ehl-i sülûk; velayeti, nübüvvete tercih etmekle vartaya düşer.
</div>


<div lang="tr" dir="ltr" class="mw-content-ltr">
It is proved in the Twenty-Fourth and Thirty-First Words how elevated is prophethood, and how dull sainthood is in relation to it.
Yirmi Dördüncü ve Otuz Birinci Sözlerde, nübüvvet ne kadar yüksek olduğu ve velayet ona nisbeten ne kadar sönük olduğu ispat edilmiştir.
</div>


<div lang="tr" dir="ltr" class="mw-content-ltr">
<span id="İkincisi:"></span>
==== İkincisi: ====
====The Second:====
</div>


<div lang="tr" dir="ltr" class="mw-content-ltr">
Some of followers of the Sufi path fall into the abyss of preferring extremist  saints to the Prophet’s (UWBP) Companions and even of believing those saints to be  prophets.
Ehl-i tarîkatın müfrit bir kısmı evliyayı sahabeye tercih, hattâ enbiya derecesinde görmekle vartaya düşer.
</div>


<div lang="tr" dir="ltr" class="mw-content-ltr">
It  is proved  decisively in the Twelfth and Twenty-Seventh Words and in the Addendum on the Companions, that the Companions acquired such qualities  through  conversation with  the  Prophet  (UWBP)  that  cannot  be  attained through sainthood, and that the Companions cannot be surpassed, and that the saints can never reach the degree of the Companions.
On İkinci ve Yirmi Yedinci Sözlerde ve sahabeler hakkındaki zeylinde kat’î ispat edilmiştir ki sahabelerde öyle bir hâssa-i sohbet var ki velayet ile yetişilmez ve sahabelere tefevvuk edilmez ve enbiyaya hiçbir vakit evliya yetişmez.
</div>


<div lang="tr" dir="ltr" class="mw-content-ltr">
<span id="Üçüncüsü:"></span>
==== Üçüncüsü: ====
====The Third:====
</div>


<div lang="tr" dir="ltr" class="mw-content-ltr">
Some of those who are excessively bigoted concerning the Sufi path oppose  the  practices  of the Prophet  (UWBP) and  give them  up  because of their preference for the customs, conduct, and recitations of the Sufi way, which they never give up. In this way, they become slack in practising the conduct of the Shari‘a, and fall into that abyss.
İfrat ile tarîkat taassubu taşıyanların bir kısmı, âdab ve evrad-ı tarîkatı sünnet-i seniyeye tercih etmekle sünnete muhalefet edip sünneti terk eder fakat virdini bırakmaz. O suretle âdab-ı şer’iyeye bir lâkaytlık vaziyeti gelir, vartaya düşer.
</div>


<div lang="tr" dir="ltr" class="mw-content-ltr">
As is proved in many of the Words, and as veracious authorities of the Sufi path like  Imam Ghazali and Imam-i Rabbani said: “The degree of acceptance gained by following  a  single  of  the  Prophet’s  (UWBP)  practices  cannot  be  won  through  a hundred personal practices and supererogatory acts of worship. And just as a single obligatory act is superior to a thousand acts taken from the Prophet’s practices, so a single of those practices is superior to a thousand practices of Sufism.”
Çok Sözlerde ispat edildiği gibi ve İmam-ı Gazalî, İmam-ı Rabbanî gibi muhakkikîn-i ehl-i tarîkat derler ki: “Bir tek sünnet-i seniyeye ittiba noktasında hasıl olan makbuliyet, yüz âdab ve nevafil-i hususiyeden gelemez. Bir farz, bin sünnete müreccah olduğu gibi; bir sünnet-i seniye dahi bin âdab-ı tasavvufa müreccahtır.” demişler.
</div>


<div lang="tr" dir="ltr" class="mw-content-ltr">
<span id="Dördüncüsü:"></span>
==== Dördüncüsü: ====
====The Fourth:====
</div>


<div lang="tr" dir="ltr" class="mw-content-ltr">
Some  extremist  Sufis  suppose  inspiration  to  be  like  divine revelation and of similar kind to revelation, and fall into an abyss.
Müfrit bir kısım ehl-i tasavvuf; ilhamı vahiy gibi zanneder ve ilhamı vahiy nevinden telakki eder, vartaya düşer.
</div>


<div lang="tr" dir="ltr" class="mw-content-ltr">
It has been proved most  definitely  in  the  Twelfth  Word  and  in  the  Twenty-Fifth  Word  about  the miraculousness  of  the  Qur’an,  how  elevated,  universal,  and  sacred  is  divine revelation, and how insignificant and dull inspirations are in comparison.
Vahyin derecesi ne kadar yüksek ve küllî ve kudsî olduğu ve ilhamat ona nisbeten ne derece cüz’î ve sönük olduğu, On İkinci Söz’de ve i’caz-ı Kur’an’a dair Yirmi Beşinci Söz’de ve sair risalelerde gayet kat’î ispat edilmiştir.
</div>


<div lang="tr" dir="ltr" class="mw-content-ltr">
<span id="Beşincisi:"></span>
==== Beşincisi: ====
====The Fifth:====
</div>


<div lang="tr" dir="ltr" class="mw-content-ltr">
Some Sufis who do not understand the essence of the Sufi path, in order to  strengthen the weak, encourage the slack, and to lighten the hardships and weariness arising from strenuous service, find the lights, illuminations, and wonders, which are not sought but  given, to be pleasurable, and they become captivated by them and  fall  into  the  abyss  of  preferring them  to  worship,  acts  of service,  and recitation of supplications.
Sırr-ı tarîkatı anlamayan bir kısım mutasavvıfe, zayıfları takviye etmek ve gevşekleri teşci etmek ve şiddet-i hizmetten gelen usanç ve meşakkati tahfif etmek için istenilmeyerek verilen ezvak ve envar ve keramatı hoş görüp meftun olur; ibadata, hidemata ve evrada tercih etmekle vartaya düşer.
</div>


<div lang="tr" dir="ltr" class="mw-content-ltr">
It is mentioned briefly in the Third Point of the Sixth Allusion in the present treatise and proved decisively in others of the Words that this world is the realm of service and not the realm of  reward. People who  seek their recompense here, both transform enduring, perpetual fruits into a transitory, temporary form, and find permanence in this world pleasing, so they do not  yearn for the Intermediate Realm. Quite simply, they love the life of this world in one respect, since they find a sort of hereafter within it.
Şu risalenin Altıncı Telvih’inin Üçüncü Nokta’sında icmalen beyan olunduğu ve sair Sözlerde kat’iyen ispat edilmiştir ki: Bu dâr-ı dünya dârü’l-hizmettir, dârü’l-ücret değil! Burada ücretini isteyenler; bâki, daimî meyveleri, fâni ve muvakkat bir surete çevirmekle beraber, dünyadaki beka hoşuna geliyor, müştakane berzaha bakamıyor. Âdeta bir cihette dünya hayatını sever, çünkü içinde bir nevi âhireti bulur.
</div>


<div lang="tr" dir="ltr" class="mw-content-ltr">
<span id="Altıncısı:"></span>
==== Altıncısı: ====
====The Sixth:====
</div>


<div lang="tr" dir="ltr" class="mw-content-ltr">
Some of those who embark on spiritual journeying fall into an abyss by confusing the shades and shadows and partial samples of the stations of sainthood with its fundamental, universal stations.
Ehl-i hakikat olmayan bir kısım ehl-i sülûk, makamat-ı velayetin gölgelerini ve zıllerini ve cüz’î numunelerini, makamat-ı asliye-i külliye ile iltibas etmekle vartaya düşer.
</div>


<div lang="tr" dir="ltr" class="mw-content-ltr">
As is proved clearly in the Second Branch of the Twenty-Fourth Word and in others of the Words, the sun becomes numerous by means of mirrors and thousands of its similitudes possess light and heat like the sun itself, despite their paltriness in relation to the actual sun. In exactly the same way, the stations of the prophets and the great saints possess shades and shadows. Those who journey with the spirit enter these,  and see themselves as greater than those great saints, or even to have advanced further than the prophets, and so fall into an abyss.
Yirmi Dördüncü Söz’ün İkinci Dal’ında ve sair Sözlerde kat’iyen ispat edilmiştir ki: Nasıl güneş, âyineler vasıtasıyla taaddüd ediyor; binler misalî güneş, aynı güneş gibi ziya ve hararet sahibi olur. Fakat o misalî güneşler, hakiki güneşe nisbeten çok zayıftırlar. Aynen onun gibi makamat-ı enbiya ve eâzım-ı evliyanın makamatının bazı gölgeleri ve zılleri var. Ehl-i sülûk onlara girer; kendini, o evliya-yı azîmeden daha azîm görür; belki enbiyadan ileri geçtiğini zanneder, vartaya düşer.
</div>


<div lang="tr" dir="ltr" class="mw-content-ltr">
However,  the  way  to  avoid  this  is  to  always  take  the  principles  of  belief  and fundamentals  of  the  Shari‘a  as  one’s  basis  and  guide,  and  to  look  on  one’s illuminations and visions as opposed to them.
Fakat bu geçmiş umum vartalardan zarar görmemek için usûl-ü imaniyeyi ve esasat-ı şeriatı daima rehber ve esas tutmak ve meşhudunu ve zevkini onlara karşı muhalefetinde ittiham etmekledir.
</div>


<div lang="tr" dir="ltr" class="mw-content-ltr">
<span id="Yedincisi:"></span>
==== Yedincisi: ====
====The Seventh:====
</div>


<div lang="tr" dir="ltr" class="mw-content-ltr">
Some of the people of illumination and ecstasy fall into an abyss in their  spiritual journeyings by preferring pride, complaint, ecstatic utterances, public regard, and  being referred to, to offering  thanks and supplication, beseeching Almighty God, and  self-sufficiency.
Bir kısım ehl-i zevk ve şevk, sülûkunda fahri, nazı, şatahatı, teveccüh-ü nâsı ve merciiyeti; şükre, niyaza, tazarruata ve nâstan istiğnaya tercih etmekle vartaya düşer.
</div>


<div lang="tr" dir="ltr" class="mw-content-ltr">
Whereas the highest degree  is Muhammadan worship,  which  is  termed  “belovedness.” The basis  and  essence  of worship  is to manifest the perfection of that reality b y supplicating and beseeching Almighty God, showing deep humility before Him, offering thanks, and through impotence and want, and by displaying self-sufficiency in the face of others. Some of the great saints have involuntarily  and  temporarily  become  proud  and  made  complaints  and  ecstatic utterances, but  they should  not be  followed  voluntarily on  such points; they are rightly-guided but not the guide; their way may not be taken!
Halbuki en yüksek mertebe ise ubudiyet-i Muhammediyedir ki “mahbubiyet” unvanıyla tabir edilir. Ubudiyetin ise sırr-ı esası; niyaz, şükür, tazarru, huşû, acz, fakr, halktan istiğna cihetiyle o hakikatin kemaline mazhar olur. Bazı evliya-yı azîme, fahir ve naz ve şatahata muvakkaten, ihtiyarsız girmişler fakat o noktada, ihtiyaren onlara iktida edilmez; hâdîdirler, mühdî değillerdir; arkalarından gidilmez!
</div>


<div lang="tr" dir="ltr" class="mw-content-ltr">
<span id="Sekizinci_Varta:"></span>
==== Sekizinci Varta: ====
====The Eighth Abyss:====
</div>


<div lang="tr" dir="ltr" class="mw-content-ltr">
Some of those who journey spiritually are self-centred and precipitate and want to consume in this world the fruits of sainthood, which will be given in  the  hereafter; they fall into  an abyss by seeking them on  their  spiritual journeyings.
Hodgâm, aceleci bir kısım ehl-i sülûk; âhirette alınacak ve koparılacak velayet meyvelerini, dünyada yemesini ister ve sülûkunda onları istemekle vartaya düşer.
</div>


<div lang="tr" dir="ltr" class="mw-content-ltr">
But, as such verses as,“The life of this world is but goods and chattels”(3:185)proclaim, and as is proved decisively in many of the Words, a single fruit in the realm of eternity is superior to a thousand gardens in this fleeting world. For this reason, those blessed fruits should not be consumed here. If without being sought they are  given  to eat here, they should be thanked for, and deemed divine favours bestowed, not as reward, but for encouragement.
Halbuki وَمَا ال۟حَيٰوةُ الدُّن۟يَٓا اِلَّا مَتَاعُ ال۟غُرُورِ gibi âyetlerle ilan edildiği gibi çok Sözlerde kat’iyen ispat edilmiştir ki âlem-i bekada bir tek meyve, fâni dünyanın bin bahçesine müreccahtır. Onun için o mübarek meyveleri burada yememeli. Eğer istenilmeyerek yedirilse şükredilmeli, mükâfat için değil belki teşvik için bir ihsan-ı İlahî olarak telakki edilmeli.
</div>


<div lang="tr" dir="ltr" class="mw-content-ltr">
<span id="Dokuzuncu_Telvih"></span>
=== Dokuzuncu Telvih ===
===Ninth Allusion===
</div>


<div lang="tr" dir="ltr" class="mw-content-ltr">
Here we shall describe briefly nine out of the truly numerous fruits and benefits of the Sufi path.
Tarîkatın pek çok semeratından ve faydalarından yalnız burada '''dokuz adedini''' icmalen beyan edeceğiz:
</div>


<div lang="tr" dir="ltr" class="mw-content-ltr">
<span id="Birincisi:"></span>
==== Birincisi: ====
====The First====
</div>


<div lang="tr" dir="ltr" class="mw-content-ltr">
is the unfolding and clarification, by means of the Sufi paths that are on the straight way, of the truths of faith, which are the keys, sources, and springs of the eternal treasuries of everlasting happiness; it is their manifestation at the degree of the vision of certainty.
İstikametli tarîkat vasıtasıyla, saadet-i ebediyedeki ebedî hazinelerin anahtarları ve menşeleri ve madenleri olan hakaik-i imaniyenin inkişafı ve vuzuhu ve aynelyakîn derecesinde zuhurlarıdır.
</div>


<div lang="tr" dir="ltr" class="mw-content-ltr">
<span id="İkincisi:"></span>
==== İkincisi: ====
====The Second:====
</div>


<div lang="tr" dir="ltr" class="mw-content-ltr">
Since the Sufi path is a means of working the heart, the mainspring of the human machine, and of causing it to stir the other subtle faculties into motion, it drives them to fulfil the purposes of their creation and thus makes a person into a true human being.
Makine-i insaniyenin merkezi ve zembereği olan kalbi, tarîkat vasıta olup işletmesiyle ve o işletmekle, sair letaif-i insaniyeyi harekete getirip, netice-i fıtratlarına sevk ederek hakiki insan olmaktır.
</div>


<div lang="tr" dir="ltr" class="mw-content-ltr">
<span id="Üçüncüsü:"></span>
==== Üçüncüsü: ====
====The Third:====
</div>


<div lang="tr" dir="ltr" class="mw-content-ltr">
On the journey to the Intermediate Realm and the hereafter, it is to join one of the lines of the Sufi orders, and become a member of its luminous caravan on the  road  to  eternity.  The  person  is  thus  saved  from  loneliness  and  finds  the friendship of the other  members in this world and in the Intermediate Realm; and relying on their consensus and accord in the face of the attacks of doubts and fears, and seeing each of their masters as a powerful support and proof, he repulses through them those doubts and instances of misguidance.
Âlem-i berzah ve âhiret seferinde, tarîkat silsilelerinden bir silsileye iltihak edip ve o kafile-i nuraniye ile ebedü’l-âbâd yolunda arkadaş olmak ve yalnızlık vahşetinden kurtulmak ve onlarla, dünyada ve berzahta manen ünsiyet etmek ve evham ve şübehatın hücumlarına karşı, onların icmaına ve ittifakına istinad edip her bir üstadını kavî bir senet ve kuvvetli bir bürhan derecesinde görüp onlarla o hatıra gelen dalalet ve şübehatı def’etmektir.
</div>


<div lang="tr" dir="ltr" class="mw-content-ltr">
<span id="Dördüncüsü:"></span>
==== Dördüncüsü: ====
====The Fourth====
</div>


<div lang="tr" dir="ltr" class="mw-content-ltr">
is to understand by means of the pure Sufi way the knowledge of God  to  be  found  in  belief  in  God, and  the  pleasure  of  love  of  God  within  the knowledge of God, and by so understanding, to be saved from the desolation of this world and man’s exile in the universe.
İmandaki marifetullah ve o marifetteki muhabbetullahın zevkini, safi tarîkat vasıtasıyla anlamak ve o anlamakla dünyanın vahşet-i mutlakasından ve insanın kâinattaki gurbet-i mutlakasından kurtulmaktır.
</div>


<div lang="tr" dir="ltr" class="mw-content-ltr">
We have proved in many of the Words that the happiness  of both worlds, and pain-free  pleasure, and intimacy untainted  by loneliness, and true delight, and untroubled happiness are all to be found in faith and the reality of Islam. As is explained in the Second Word, faith produces the seed of a Tuba-tree of Paradise. It is through the training and nurturing of the Sufi path that the seed grows and develops.
Çok Sözlerde ispat etmişiz ki saadet-i dâreyn ve elemsiz lezzet ve vahşetsiz ünsiyet ve hakiki zevk ve ciddi saadet, iman ve İslâmiyet’in hakikatindedir. İkinci Söz’de beyan edildiği gibi iman, şecere-i tûba-i cennetin bir çekirdeğini taşıyor. İşte tarîkatın terbiyesiyle, o çekirdek neşv ü nema bulur, inkişaf eder.
</div>


<div lang="tr" dir="ltr" class="mw-content-ltr">
<span id="Beşincisi:"></span>
==== Beşincisi: ====
====The Fifth====
</div>


<div lang="tr" dir="ltr" class="mw-content-ltr">
is to perceive through an awakening of the heart elicited by the Sufi path and  remembrance of God, the subtle truths contained in the obligations of the Shari‘a, and to appreciate them. Then the person obeys and performs his worship, not under compulsion, but with longing.
Tekâlif-i şer’iyedeki hakaik-i latîfeyi, tarîkattan ve zikr-i İlahîden gelen bir intibah-ı kalbî vasıtasıyla hissetmek, takdir etmek… O vakit taate, suhre gibi değil belki iştiyakla itaat edip ubudiyeti îfa eder.
</div>


<div lang="tr" dir="ltr" class="mw-content-ltr">
<span id="Altıncısı:"></span>
==== Altıncısı: ====
====The Sixth====
</div>


<div lang="tr" dir="ltr" class="mw-content-ltr">
is to rise to the station of reliance on God and the rank of submission to Him and winning His pleasure, which are the means of obtaining true delight, real solace, painfree pleasure, and friendship untainted by loneliness.
Hakiki zevke ve ciddi teselliye ve kedersiz lezzete ve vahşetsiz ünsiyete, hakiki medar ve vasıta olan tevekkül makamını ve teslim rütbesini ve rıza derecesini kazanmaktır.
</div>


<div lang="tr" dir="ltr" class="mw-content-ltr">
<span id="Yedincisi:"></span>
==== Yedincisi: ====
====The Seventh====
</div>


<div lang="tr" dir="ltr" class="mw-content-ltr">
The Seventh is, through  sincerity, which  is  the  essential precondition for travelling the  Sufi  way  and its most  valuable result, to be delivered  from base qualities like implicitly associating partners with God, hypocrisy, and artificiality. It is also to be saved, through purifying the soul, which is like the surgical operation of the Sufi path, from the dangers of the evil-commanding soul and the perils of egotism.
Sülûk-u tarîkatın en mühim şartı, en ehemmiyetli neticesi olan ihlas vasıtasıyla, şirk-i hafîden ve riya ve tasannu gibi rezailden halâs olmak ve tarîkatın mahiyet-i ameliyesi olan tezkiye-i nefis vasıtasıyla, nefs-i emmarenin ve enaniyetin tehlikelerinden kurtulmaktır.
</div>


<div lang="tr" dir="ltr" class="mw-content-ltr">
<span id="Sekizincisi:"></span>
==== Sekizincisi: ====
====The Eighth:====
</div>


<div lang="tr" dir="ltr" class="mw-content-ltr">
Through the regard, sense of the divine presence, and powerful intentions of the Sufi path, gained by recalling God with the heart and reflecting on Him  with  the mind, this is to transform customary actions into worship and make mundane dealings into actions benefiting the hereafter. Utilizing the capital of life, it is to make all its minutes into seeds that will produce the shoots of eternal happiness.
Tarîkatta, zikr-i kalbî ile ve tefekkür-ü aklî ile kazandığı teveccüh ve huzur ve kuvvetli niyetler vasıtasıyla, âdetlerini ibadet hükmüne çevirmek ve muamelat-ı dünyeviyesini, a’mal-i uhreviye hükmüne getirip sermaye-i ömrünü hüsn-ü istimal etmek cihetiyle, ömrünün dakikalarını hayat-ı ebediyenin sümbüllerini verecek çekirdekler hükmüne getirmektir.
</div>


<div lang="tr" dir="ltr" class="mw-content-ltr">
<span id="Dokuzuncusu:"></span>
==== Dokuzuncusu: ====
====The Ninth====
</div>


<div lang="tr" dir="ltr" class="mw-content-ltr">
is to struggle to be a perfect human being through journeying with the heart  and  striving with the spirit and spiritual progress; that is to say, to be a true believer and  total Muslim; that is, to gain not superficial belief, but the reality of belief and the reality of  Islam; that is, to be directly the bondsman of the Glorious Creator  of  the  Universe, in  the  universe  and  in  one  respect  as  the  universe’s representative, and to be His addressee, and friend, and beloved, and to be a mirror to Him; and through showing man to be on the  best of patterns, it is to prove man’s superiority to the angels. It is to fly through the lofty stations with the Shari‘a’s wings of faith and works, and to behold eternal happiness in this world, and even to enter upon it.
Seyr ü sülûk-u kalbî ile ve mücahede-i ruhî ile ve terakkiyat-ı maneviye ile insan-ı kâmil olmak için çalışmak, yani hakiki mü’min ve tam bir Müslüman olmak, yani yalnız surî değil belki hakikat-i imanı ve hakikat-i İslâm’ı kazanmak, yani şu kâinat içinde ve bir cihette kâinat mümessili olarak, doğrudan doğruya kâinatın Hâlık-ı Zülcelal’ine abd olmak ve muhatap olmak ve dost olmak ve halil olmak ve âyine olmak ve ahsen-i takvimde olduğunu göstermekle, benî-Âdem’in melâikeye rüçhaniyetini ispat etmek ve şeriatın imanî ve amelî cenahlarıyla makamat-ı âliyede uçmak ve bu dünyada saadet-i ebediyeye bakmak, belki de o saadete girmektir.
</div>


<div lang="tr" dir="ltr" class="mw-content-ltr">
Glory be unto You! We have no knowledge save that which You have taught us; indeed, You are All-Knowing, All-Wise!(2:32)
سُب۟حَانَكَ لَا عِل۟مَ لَنَٓا اِلَّا مَا عَلَّم۟تَنَٓا اِنَّكَ اَن۟تَ ال۟عَلٖيمُ ال۟حَكٖيمُ
</div>


<div lang="tr" dir="ltr" class="mw-content-ltr">
O God! Grant blessings and peace to the Supreme Help in every age and the Sublime Spiritual Pole at all times, our master Muhammad, the magnificence of whose sainthood was manifested in his Ascension, as was the station of his being the beloved  of God, and under the shadow of whose Ascension are included all sainthoods, and to all his Family and Companions. Amen. And all praise be to God, the Sustainer of All the Worlds.
اَللّٰهُمَّ صَلِّ وَ سَلِّم۟ عَلَى ال۟غَو۟ثِ ال۟اَك۟بَرِ فٖى كُلِّ ال۟عُصُورِ وَ ال۟قُط۟بِ ال۟اَع۟ظَمِ فٖى كُلِّ الدُّهُورِ سَيِّدِنَا مُحَمَّدٍ نِ الَّذٖى تَظَاهَرَت۟ حِش۟مَةُ وَلَايَتِهٖ وَ مَقَامُ مَح۟بُوبِيَّتِهٖ فٖى مِع۟رَاجِهٖ وَ اِن۟دَرَجَ كُلُّ ال۟وَلَايَاتِ فٖى ظِلِّ مِع۟رَاجِهٖ وَ عَلٰى اٰلِهٖ وَ صَح۟بِهٖ اَج۟مَعٖينَ اٰمٖينَ وَ ال۟حَم۟دُ لِلّٰهِ رَبِّ ال۟عَالَمٖينَ
</div>


<div lang="tr" dir="ltr" class="mw-content-ltr">
<span id="Zeyl"></span>
== Zeyl ==
==Addendum==
</div>


<div lang="tr" dir="ltr" class="mw-content-ltr">
[This short addendum has great importance;]
'''Bu küçücük zeylin büyük bir ehemmiyeti var.'''
</div>


<div lang="tr" dir="ltr" class="mw-content-ltr">
it is beneficial for everyone.
'''Herkese menfaatlidir.'''
</div>


<div lang="tr" dir="ltr" class="mw-content-ltr">
The ways leading to Almighty God are truly numerous. While all true ways are taken from the Qur’an, some are shorter, safer, and more general than others. Of these ways taken from the Qur’an is that of impotence, poverty, compassion, and reflection, from which, with my defective understanding, I have benefited.
Cenab-ı Hakk’a vâsıl olacak tarîkler pek çoktur. Bütün hak tarîkler Kur’an’dan alınmıştır. Fakat tarîkatların bazısı, bazısından daha kısa, daha selâmetli, daha umumiyetli oluyor. O tarîkler içinde, kāsır fehmimle Kur’an’dan istifade ettiğim '''acz''' ve '''fakr''' ve '''şefkat''' ve '''tefekkür''' tarîkıdır.
</div>


<div lang="tr" dir="ltr" class="mw-content-ltr">
Like ecstatic love, impotence is a path which, by way of worship, leads to winning God’s love; but it is safer.
Evet, acz dahi aşk gibi belki daha eslem bir tarîktir ki ubudiyet tarîkıyla mahbubiyete kadar gider.
</div>


<div lang="tr" dir="ltr" class="mw-content-ltr">
Poverty too leads to the divine name of All- Merciful.
Fakr dahi Rahman ismine îsal eder.
</div>


<div lang="tr" dir="ltr" class="mw-content-ltr">
And, like ecstatic love, compassion leads to the name of All- Compassionate, but it is a swifter and broader path.
Hem şefkat dahi aşk gibi belki daha keskin ve daha geniş bir tarîktir ki Rahîm ismine îsal eder.
</div>


<div lang="tr" dir="ltr" class="mw-content-ltr">
Also like ecstatic love, reflection leads to the name of All-Wise, but it is richer, broader, and more brilliant path.
Hem tefekkür dahi aşk gibi belki daha zengin, daha parlak, daha geniş bir tarîktir ki Hakîm ismine îsal eder.
</div>


<div lang="tr" dir="ltr" class="mw-content-ltr">
This path consists not of ten steps like the ten subtle faculties of some of the Sufi paths employing  silent  recollection, nor  of  seven  stages  like  the  seven  souls  of  those practising public recitation, but of four steps. It is reality (hakikat), rather than a Sufi way (tarikat). It is Shari‘a.However, let it not be misunderstood. It means to see one’s impotence, poverty and faults before Almighty God, not to fabricate them or display them to people.
Şu tarîk, hafî tarîkler misillü “Letaif-i Aşere” gibi on hatve değil ve tarîk-i cehriye gibi “Nüfus-u Seb’a” yedi mertebeye atılan adımlar değil belki '''dört hatve'''den ibarettir. Tarîkattan ziyade hakikattir, şeriattır. Yanlış anlaşılmasın, acz ve fakr ve kusurunu Cenab-ı Hakk’a karşı görmek demektir. Yoksa onları yapmak veya halka göstermek demek değildir.
</div>


<div lang="tr" dir="ltr" class="mw-content-ltr">
The method of this short path is to follow the practices of the Prophet (UWBP), perform the religious  obligations  and  give up  serious sins. It  is  especially to  perform  the prescribed  prayers  correctly  and  with  attention, and  following  them  to  say  the tesbihat.
Şu kısa tarîkın evradı: İttiba-ı sünnettir, feraizi işlemek, kebairi terk etmektir. Ve bilhassa namazı ta’dil-i erkân ile kılmak, namazın arkasındaki tesbihatı yapmaktır.
</div>


<div lang="tr" dir="ltr" class="mw-content-ltr">
The verse, “Therefore, do not justify yourselves,”(53:32) points to the first step.
Birinci hatveye فَلَا تُزَكُّٓوا اَن۟فُسَكُم۟ âyeti işaret ediyor.
</div>


<div lang="tr" dir="ltr" class="mw-content-ltr">
The verse, “And be not like those who forget God, and He therefore makes them forget their own selves,”(59:19) points to the second step.
İkinci hatveye وَلَا تَكُونُوا كَالَّذٖينَ نَسُوا اللّٰهَ فَاَن۟سٰيهُم۟ اَن۟فُسَهُم۟ âyeti işaret ediyor.
</div>


<div lang="tr" dir="ltr" class="mw-content-ltr">
The verse, “Whatever good happens to you is from God, but whatever evil befalls you is from yourself,”(4:79) points to the third step.
Üçüncü hatveye مَٓا اَصَابَكَ مِن۟ حَسَنَةٍ فَمِنَ اللّٰهِ وَمَٓا اَصَابَكَ مِن۟ سَيِّئَةٍ فَمِن۟ نَف۟سِكَ âyeti işaret ediyor.
</div>


<div lang="tr" dir="ltr" class="mw-content-ltr">
The verse, “Everything will perish save His countenance,”(28:88) points to the fourth step.
Dördüncü hatveye كُلُّ شَى۟ءٍ هَالِكٌ اِلَّا وَج۟هَهُ âyeti işaret ediyor.
</div>


<div lang="tr" dir="ltr" class="mw-content-ltr">
A brief explanation of these four steps is as follows:
'''Şu dört hatvenin kısa bir izahı şudur ki:'''
</div>


<div lang="tr" dir="ltr" class="mw-content-ltr">
<span id="Birinci_hatvede"></span>
=== Birinci hatvede ===
===First Step===
</div>


<div lang="tr" dir="ltr" class="mw-content-ltr">
As the verse, “Therefore, do not justify yourselves” suggests, it is to not purify the soul. For on account of his nature and innate disposition, man loves himself. Indeed, he  loves  himself  before  anything  else,  and  only  himself.  He  sacrifices everything  other  than  himself  to  his  own  soul. He  praises  himself  in  a  manner befitting some object worthy of  worship. He absolves and exonerates himself from faults in the same way. As far as he  possibly can, he does not see faults as being appropriate for him, and does not accept them. He defends himself passionately as though worshipping himself. Even, using on himself the members and faculties given him as part of his nature in order to praise and glorify the True Object of Worship, he displays the meaning of the verse,“Who takes as his god his own desires.”(25:43; 45:23)He considers himself, he relies on himself, he fancies himself.
فَلَا تُزَكُّٓوا اَن۟فُسَكُم۟ âyeti işaret ettiği gibi: Tezkiye-i nefis etmemek. Zira insan, cibilliyeti ve fıtratı hasebiyle nefsini sever. Belki evvela ve bizzat yalnız zatını sever, başka her şeyi nefsine feda eder. Mabuda lâyık bir tarzda nefsini medheder. Mabuda lâyık bir tenzih ile nefsini meayibden tenzih ve tebrie eder. Elden geldiği kadar kusurları kendine lâyık görmez ve kabul etmez. Nefsine perestiş eder tarzında şiddetle müdafaa eder. Hattâ fıtratında tevdi edilen ve Mabud-u Hakiki’nin hamd ve tesbihi için ona verilen cihazat ve istidadı, kendi nefsine sarf ederek مَنِ اتَّخَذَ اِلٰهَهُ هَوٰيهُ sırrına mazhar olur. Kendini görür, kendine güvenir, kendini beğenir.
</div>


<div lang="tr" dir="ltr" class="mw-content-ltr">
Thus, his purification and  cleansing at this stage, in this step, is to not purify himself; it is not to absolve himself.
İşte şu mertebede, şu hatvede tezkiyesi, tathiri: Onu tezkiye etmemek, tebrie etmemektir.
</div>


<div lang="tr" dir="ltr" class="mw-content-ltr">
<span id="İkinci_hatvede"></span>
=== İkinci hatvede ===
===Second Step===
</div>


<div lang="tr" dir="ltr" class="mw-content-ltr">
As the verse, “And be not like those who forget God, and He therefore makes them forget their own selves” teaches, man is oblivious of himself and not aware of himself. If he  thinks of death, it is in relation to others. If he sees transience and decline, he does not  attribute them to himself. His evil-commanding soul demands that when it comes to  inconvenience and service of others, he forgets himself, but when it comes to receiving his recompense, and to benefits and enjoyment, he thinks of himself and takes his own part fervently.
وَلَا تَكُونُوا كَالَّذٖينَ نَسُوا اللّٰهَ فَاَن۟سٰيهُم۟ اَن۟فُسَهُم۟ dersini verdiği gibi: Kendini unutmuş, kendinden haberi yok. Mevti düşünse başkasına verir. Fena ve zevali görse kendine almaz. Ve külfet ve hizmet makamında nefsini unutmak fakat ahz-ı ücret ve istifade-i huzuzat makamında nefsini düşünmek, şiddetle iltizam etmek, nefs-i emmarenin muktezasıdır.
</div>


<div lang="tr" dir="ltr" class="mw-content-ltr">
His purification, cleansing, and training at this stage is the reverse of this. That is to say, when oblivious of himself, it is not to be oblivious. That is, to forget himself when it comes to pleasure, and ambition and greed, and to think of himself when it comes to death and service of others.
Şu makamda tezkiyesi, tathiri, terbiyesi şu halin aksidir. Yani nisyan-ı nefis içinde nisyan etmemek. Yani huzuzat ve ihtirasatta unutmak ve mevtte ve hizmette düşünmek.
</div>


<div lang="tr" dir="ltr" class="mw-content-ltr">
<span id="Üçüncü_hatvede"></span>
=== Üçüncü hatvede ===
===Third Step===
</div>


<div lang="tr" dir="ltr" class="mw-content-ltr">
As the verse, “Whatever good happens to you is from God, but whatever evil befalls  you  is  from  yourself”  teaches,  the  nature  of  the  evil-commanding  soul demands that it always considers goodness to be from itself and it becomes vain and conceited.  Thus,  at  this  step,  a  person  sees  only  faults,  defects,  impotence, and poverty in himself, and understands that all his good qualities and perfections are bounties bestowed on him by the All- Glorious  Creator.  He  gives  thanks  instead  of  being  conceited, and  offers  praise instead of boasting.
مَٓا اَصَابَكَ مِن۟ حَسَنَةٍ فَمِنَ اللّٰهِ وَمَٓا اَصَابَكَ مِن۟ سَيِّئَةٍ فَمِن۟ نَف۟سِكَ dersini verdiği gibi: Nefsin muktezası, daima iyiliği kendinden bilip fahir ve ucbe girer. Bu hatvede nefsinde yalnız kusuru ve naksı ve aczi ve fakrı görüp bütün mehasin ve kemalâtını, Fâtır-ı Zülcelal tarafından ona ihsan edilmiş nimetler olduğunu anlayıp, fahir yerinde şükür ve temeddüh yerinde hamdetmektir.
</div>


<div lang="tr" dir="ltr" class="mw-content-ltr">
According to the meaning of the verse,Truly he succeeds who purifies it,(91:9)his purification at this stage is to know his perfection to lie in imperfection, his power in impotence, and his wealth in poverty.
Şu mertebede tezkiyesi قَد۟ اَف۟لَحَ مَن۟ زَكّٰيهَا sırrıyla şudur ki: Kemalini kemalsizlikte, kudretini aczde, gınasını fakrda bilmektir.
</div>


<div lang="tr" dir="ltr" class="mw-content-ltr">
<span id="Dördüncü_hatvede"></span>
=== Dördüncü hatvede ===
===Fourth Step===
</div>


<div lang="tr" dir="ltr" class="mw-content-ltr">
As the verse, “Everything will perish save His countenance” teaches, the evil- commanding soul considers itself to be free and independent and to exist of itself. Because of this, man claims to possess a sort of dominicality. He harbours a hostile rebelliousness towards his True Object of Worship. Thus, through understanding the following fact, he is saved from this.
كُلُّ شَى۟ءٍ هَالِكٌ اِلَّا وَج۟هَهُ dersini verdiği gibi: Nefis, kendini serbest ve müstakil ve bizzat mevcud bilir. Ondan bir nevi rububiyet dava eder. Mabud’una karşı adâvetkârane bir isyanı taşır. İşte gelecek şu hakikati derk etmekle ondan kurtulur.
</div>


<div lang="tr" dir="ltr" class="mw-content-ltr">
The fact is this:According to the apparent meaning of things, which looks to each thing itself, everything  is  transitory, wanting, accidental, non-existent. But  according  to  the meaning that signifies something other than itself and in respect of each thing being a mirror to the All-Glorious Maker’s names and charged with various duties, each is a witness, it is witnessed, and it is existent.
Hakikat şudur ki: Her şey nefsinde mana-yı ismiyle fânidir, mefkuddur, hâdistir, ma’dumdur. Fakat mana-yı harfiyle ve Sâni’-i Zülcelal’in esmasına âyinedarlık cihetiyle ve vazifedarlık itibarıyla şahittir, meşhuddur, vâciddir, mevcuddur.
</div>


<div lang="tr" dir="ltr" class="mw-content-ltr">
The purification and cleansing of a person at this stage is as follows: In his existence he is non-existent, and in his non-existence he has existence. That is to say, if he values himself and attributes existence to himself, he is in the darkness of  non-existence  as  great  as  the  universe. That  is, if  he  relies  on  his  individual existence and is unmindful of the True Giver of Existence, he has an individual light of existence like that of a fire-fly and is submerged in an endless darkness of non- existence and separation. But if he gives up egotism and sees that he is a mirror of the manifestations of the True Giver of Existence, he  gains all beings and an infinite existence. For he who finds the Necessary Existent, the manifestation of whose names all beings manifest, finds everything.
Şu makamda tezkiyesi ve tathiri şudur ki: Vücudunda adem, ademinde vücudu vardır. Yani kendini bilse, vücud verse kâinat kadar bir zulümat-ı adem içindedir. Yani vücud-u şahsîsine güvenip Mûcid-i Hakiki’den gaflet etse yıldız böceği gibi bir şahsî ziya-yı vücudu, nihayetsiz zulümat-ı adem ve firaklar içinde bulunur, boğulur. Fakat enaniyeti bırakıp, bizzat nefsi hiç olduğunu ve Mûcid-i Hakiki’nin bir âyine-i tecellisi bulunduğunu gördüğü vakit, bütün mevcudatı ve nihayetsiz bir vücudu kazanır. Zira bütün mevcudat, esmasının cilvelerine mazhar olan Zat-ı Vâcibü’l-vücud’u bulan bir kalp, her şeyi bulur.
</div>


<div lang="tr" dir="ltr" class="mw-content-ltr">
<span id="Hâtime"></span>
=== Hâtime ===
===Conclusion===
</div>


<div lang="tr" dir="ltr" class="mw-content-ltr">
The four steps in this way of impotence, poverty, compassion, and reflection have been  explained in the twenty-six Words so far written, which are concerned with knowledge of  reality, the reality of the Shari‘a, and the wisdom of the Qur’an. So here, we shall allude briefly to only one or two points, as follows:
Şu acz, fakr, şefkat, tefekkür tarîkındaki dört hatvenin izahatı; hakikatin ilmine, şeriatın hakikatine, Kur’an’ın hikmetine dair olan yirmi altı adet Sözlerde geçmiştir. Yalnız şurada bir iki noktaya kısa bir işaret edeceğiz. Şöyle ki:
</div>


<div lang="tr" dir="ltr" class="mw-content-ltr">
This path is shorter, because it consists of four steps. When impotence causes a person to give up the soul, it turns him directly to the All-Powerful One of Glory. Whereas when a person on the way of ecstatic love, the swiftest way, gives up the soul, his  way  directs him to a temporary beloved. Only when he discovers the beloved’s impermanence does he turn to the True Beloved.
Evet, şu tarîk daha kısadır. Çünkü dört hatvedir. Acz, elini nefisten çekse doğrudan doğruya Kadîr-i Zülcelal’e verir. Halbuki en keskin tarîk olan aşk, nefisten elini çeker fakat maşuk-u mecazîye yapışır. Onun zevalini bulduktan sonra Mahbub-u Hakiki’ye gider.
</div>


<div lang="tr" dir="ltr" class="mw-content-ltr">
Also, this path is much safer, because the ravings and high-flown claims of the soul are  not present on it. For apart from impotence, poverty, and defect, the soul possesses nothing so that it oversteps its mark.
Hem şu tarîk daha eslemdir. Çünkü nefsin şatahat ve bâlâ-pervazane davaları bulunmaz. Çünkü acz ve fakr ve kusurdan başka nefsinde bulmuyor ki haddinden fazla geçsin.
</div>


<div lang="tr" dir="ltr" class="mw-content-ltr">
Also, this path is much broader and more universal. For in order to attain to a constant  awareness of God’s presence,  a person is  not  compelled  to  imagine the universe to be condemned to non-existence and to declare: “There is no existent but He,” like those who believe in the Unity of Existence, nor to suppose the universe to be condemned to  imprisonment in absolute oblivion and to say, “There is nothing witnessed but He,” like those who believe in the Unity of Witnessing. Rather, since the Qur’an has most explicitly pardoned the universe and released it from execution and  imprisonment, the  person  on  this  path  disregards  the  above,  and  dismissing beings from working on their own account and employing them on account of the All- Glorious Creator, and in the duty of manifesting the Most Beautiful Names and being mirrors to them, he considers them from the point of view of  signifying something other than themselves; and being saved from absolute heedlessness, he enters the divine presence  permanently; he finds a way leading to the Almighty God in everything.
Hem bu tarîk daha umumî ve cadde-i kübradır. Çünkü kâinatı ehl-i vahdetü’l-vücud gibi huzur-u daimî kazanmak için idama mahkûm zannedip لَا مَو۟جُودَ اِلَّا هُوَ hükmetmeye veyahut ehl-i vahdetü’ş-şuhud gibi huzur-u daimî için kâinatı nisyan-ı mutlak hapsinde hapse mahkûm tahayyül edip لَا مَش۟هُودَ اِلَّا هُوَ demeye mecbur olmuyor. Belki idamdan ve hapisten gayet zâhir olarak Kur’an affettiğinden, o da sarf-ı nazar edip ve mevcudatı kendileri hesabına hizmetten azlederek Fâtır-ı Zülcelal hesabına istihdam edip, esma-i hüsnasının mazhariyet ve âyinedarlık vazifesinde istimal ederek mana-yı harfî nazarıyla onlara bakıp, mutlak gafletten kurtulup huzur-u daimîye girmektir; her şeyde Cenab-ı Hakk’a bir yol bulmaktır.
</div>


<div lang="tr" dir="ltr" class="mw-content-ltr">
'''In Short:'''Dismissing beings from working on account of other beings, this way is to not look at them as signifying themselves.
'''Elhasıl,''' mevcudatı mevcudat hesabına hizmetten azlederek, mana-yı ismiyle bakmamaktır.
</div>


<div lang="tr" dir="ltr" class="mw-content-ltr">
------
------
<center> [[Yirmi Sekizinci Mektup]] ⇐ | [[Mektubat]] | ⇒ [[Otuzuncu Mektup]] </center>
<center> [[Yirmi Sekizinci Mektup/en|TheTwenty-Eighth Letter]] ⇐ | [[Mektubat/en|The Letters]] | ⇒ [[Hakikat Çekirdekleri/en|Seeds of Reality]] </center>
------
------
</div>