Barla Lahikası 95. Mektup: Revizyonlar arasındaki fark

    Risale-i Nur Tercümeleri sitesinden
    Değişiklik özeti yok
    Değişiklik özeti yok
    1. satır: 1. satır:
    <languages/>
    <translate>
    ''(Ahmed Hüsrev’in fıkrasıdır.)''
    ''(Ahmed Hüsrev’in fıkrasıdır.)''


    43. satır: 45. satır:
    <center> [[Barla Lahikası 94. Mektup]] ⇐ | [[Barla Lahikası]] | ⇒ [[Barla Lahikası 96. Mektup]] </center>
    <center> [[Barla Lahikası 94. Mektup]] ⇐ | [[Barla Lahikası]] | ⇒ [[Barla Lahikası 96. Mektup]] </center>
    ------
    ------
    </translate>

    10.58, 20 Kasım 2023 tarihindeki hâli

    Diğer diller:
    • Türkçe

    (Ahmed Hüsrev’in fıkrasıdır.)

    بِاس۟مِهٖ سُب۟حَانَهُ وَ اِن۟ مِن۟ شَى۟ءٍ اِلَّا يُسَبِّحُ بِحَم۟دِهٖ

    اَلسَّلَامُ عَلَي۟كُم۟ وَ رَح۟مَةُ اللّٰهِ وَ بَرَكَاتُهُ اَبَدًا دَائِمًا

    Kıymettar Üstadım!

    Tarih-i mektuptan iki gün evvel idi. Yirmi Yedinci Mektup’un Üçüncü Zeylini yazmakla meşguldüm. Hulusi ve Re’fet Bey, Zekâi ve Sabri Efendi gibi kardeşlerimin, Risaletü’n-Nur ve Mektubatü’n-Nur’a karşı gösterdikleri ateşîn muhabbetle, kalbî iştiyaklarını gösteren kalemleri, beni de heyecana düşürmüştü. Bu sırada Bekir Ağa, sizden gelen bir mektupla teşrif etti. Bekir Ağa, mutadının hilafı olarak, pek gülşen yüzlü idi. Mektubu aynı sevinçle, ba’de’t-takbil beraber açtık. Bir varak-pare-i fâzılaneleriyle, Yirmi Dokuzuncu Mektup’un Sekizinci Kısmı’nın sekiz sahifeden ibaret olan Sekizinci Remzi, üç sekiz tevafukatıyla kendini gösterdi.

    Yirmi Yedinci Mektup’un Üçüncü Zeyli’nden hasıl olan sevinçli bir heyecan-ı kalbî ve Bekir Ağa’nın Üstadına ve Nurlara karşı kalbî iştiyakını gösteren sevimli yüzü ve dört aydan beri beklediğimiz tevafukatın gayesinin mebdeini gösteren Sekizinci Remiz’deki, sevgili Üstadımızın manevî bir nur ile parlayan ve gülümseyen, o yüksek en hârika, tatlı sözü, fakir talebenizde öyle bir halet-i azîme tevlid etmişti ki işte o dakikam saadet-i ebediyeye nâil olanların geçirdiği anlardan bir dakika idi.

    Bu sürur içinde mektubunuzu ve Sekizinci Remzi okudum. Okurken her bir cümlenin nihayetinde “Var ol, mesud ol, bahtiyar ol Üstadım!” nidaları kalbime tercümanlık eden lisanımdan ihtiyarsız dökülüyordu. İlk defa Bekir Ağa ile bir defa Rüşdü Efendi kardeşimle, bir defa da Re’fet Bey kardeşimle okudum.

    Evet sevgili Üstadım, senelerden beri Kur’an-ı Azîmü’l-Bürhan’ın bahr-i ummanında medfun defineleri, Risaletü’n-Nur ve Mektubatü’n-Nur ile meydana çıkarmıştınız. İşte azîm bir define daha lütf-u İlahî ile Yirmi Dokuzuncu Mektup’un Sekizinci Kısmının Sekizinci Remzi’nde en parlak ve gözler kamaştıran nurlarıyla tezahür ediyor, kendini gösteriyor. Beşerin nazarını ister istemez kendine çeviriyor.

    Bin üç yüz seneden beri, sahib-i insafı hayrette bırakan ve dünyanın her köşesinde ve beşerin her tabakasında, cin ve beşer lisanında, semavatta melek ve ruhanîler lisanında, en yüksek makam-ı mümtazı işgal eden o Furkan-ı İlahî’nin esrar-ı mühimmesinden ve i’caz-ı azîmesinden bir parçası daha, susmak bilmeyen mu’ciz-nüma bir sadâ ve latîf bir âvâz ve tükenmez bir feyizle karşımıza çıkıyor.

    O kıymettar Kur’an’ın bugün mükevvenatı yed-i kudretinde tutan ve azamet-i kibriyasıyla idare eden ve azamet-i celali karşısında her şeyi kendine secde ettiren bir Zat-ı Vâcibü’l-vücud’un kelâmı olduğunu, üzerindeki hadsiz damgalarıyla gösteren risalelerinizin kıymeti ne büyüktür. O risalelere nasıl kıymet verilir, nasıl başkasıyla muvazene edilir, nasıl bir başkasının tefevvuku tahattur edilir?

    Beşerin zulmetli simasına nurlar saçan ve tevhid haricindeki her türlü akideleri zîr ü zeber eden ve şakirdlerine gülümseyerek tatlı bir yüzle bakan ve hoş ve pek şirin bir lisan ile söyleyen o risaleler ve o risalelerin sahibi ve nâşiri olan sevgili Üstadım, siz talebelerinizin kalplerinde risalelerinizle yaşıyorsunuz. Hem öyle bir surette yaşıyorsunuz ki küçük bir işaretinize müheyya talebelerinizin ruhlarında ırmakların çağladıkları gibi tevali eden ve tükenmek bilmeyen İlahî bir muhabbetle yaşıyorsunuz. Hayat-ı fâniyeye veda etseniz bile büyük büyük cemaatlerin arasında hürmetle yâd edileceğinize (Hâşiye[1]) ve namınızın dünya ve ukbada ihtiramla taşınacağına ve risalelerinizin pek büyük hâhişle revaçta olacağına kaviyyen ümitvarım.

    Evet, nasıl sözlerim haksız olsun ki en tehlikeli anlarda bile hakkı söylemekte susmayan ve pek âlî ruhu taşıyan ve talebelerine her an teselli nurlarını dağıtan, Kur’an-ı Kerîm’in bugünkü dellâl-ı muhteremi olan Üstadım! Sizin din-i mübin-i İslâm’a olan merbutiyetinize ve o büyük muhabbetinize ve o yüksek sa’yinize mükâfat olarak defter-i hasenatınıza Cenab-ı Vâcibü’l-vücud Hazretleri lâyüad ve lâyuhsa ecirleri yazmasını rahmet-i İlahiyeden niyaz ederim.

    Nasıl bugünkü beşeriyet size ve Risaletü’n-Nur’a medyun olmasın ki semamızda dolaşan güneşin saçtığı ve her an ufûlüyle bir başka âlemi gösteren nurları gibi değil, Kur’an’ın arş-ı a’zamından gelen nurlarla ölmez, tükenmez, sermedî bir nuru, risalelerinizde gösteriyorsunuz.

    İşte o risaleler ki her biri başlı başına menbaları ve mecraları ayrı ve fakat bir bahr-i muhit-i ummana dökülen nehirler gibidir. Susuz olan, bu nehirlerin hangisine varsa nasıl doyuncaya kadar su içmez? El ve yüzlerini temizlemek isteyenler, nasıl oluyor da bu enhardan istifade etmez? Veyahut arazilerini iska için cetveller yaparak hangi tarafa götürülse azîm cemaatler nasıl tefeyyüz etmez?

    Bu enharda öyle azîm şifalar var ki hastalar içse her türlü devayı içinde bulurlar. Yaralılar içse bin türlü yaralarına merhem bulurlar. İhtiyarlar içse hayat-ı ebediyenin civanmert gençlerinden olurlar. Tazeler içse saadet-i dâreyni bir anda elde ederler.

    Risaleleri okuyanlar, sevgili Üstadım sizin ne büyük ve âlî bir kalbe mâlik bulunduğunuzu teslim için bilmem tefekküre ihtiyaç var mı?

    Bunca zamandan beri “Kur’an-ı Azîmüşşan’ın dellâlıyım ve bu kudsî vazifemi hiçbir şeye değişmem.” diye vaki olan ilanatınıza, bir kat daha kuvvet veren, bu kereki neşir buyurduğunuz Yirmi Dokuzuncu Mektup’un Sekizinci Kısmı’nın sekiz sahifelik olan Sekizinci Remzi ne güzel gösteriyor ve bu gösterilen hakikatlere meftun olmamak mümkün mü?

    Âh sevgili Üstadım, lisan ve kalemim müsait olsa her bir risale için lâyık oldukları şekilde medhiyeler yapıp takdim etsem. Heyhat, her şeyde olduğu gibi bu hususta da pek fakirim.

    Evet sevgili Üstadım! Sevincimizi artıran bir mesele daha var. O da “Kenzü’l-Arş duasının feyzinden gelen bir nükte-i Kur’aniye” namı altında neşredilen iki sahifelik huruf-u hecaiye-i Kur’aniyenin bu kısma ilâvesi ve bu kısmın da yazmakta olduğumuz tevafuklu ve hâşiyeli Kur’an-ı Kerîm’in baş tarafına, umumun istifade ve istifazalarının kolaylıkla teminine binaen dercedilmesi hakkındaki tensib-i fâzılaneleridir. Bu tensib bizce de pek çok musîb görülmekle, fakir talebenizin nazarını maziden hale, halden de istikbale çeviriyor. Ve istikbaldeki parlayan nurları göstermekle, nihayetsiz sürurlara müstağrak kılıyorsunuz.

    Ahmed Hüsrev



    Barla Lahikası 94. Mektup ⇐ | Barla Lahikası | ⇒ Barla Lahikası 96. Mektup

    1. Hâşiye: Ben, kardeşim Hüsrev’in bu makamdaki hissiyatına iştirak edemiyorum. İnsanların nazarında mevki kazanmak ve dillerinde yâd edilmek, hakikatbîn olanlarca bir şeref değildir. Eğer rıza-yı İlahî varsa o rızanın cilvesi olarak insanlarda teveccüh görünse, bir derece emare-i rıza olmak noktasında makbul olabilir. Yoksa arzu edilmemeli. Madem Hüsrev hakikatbîndir, elbette benim şahsıma havale ettiği şerefi, risaleleri niyet ediyor. Zaten o şerefte umum talebeler hissedardırlar, tek birisine verilmez.