Bakara Sûresi/bg: Revizyonlar arasındaki fark

    Risale-i Nur Tercümeleri sitesinden
    ("'''Първо.''' Човекът е сътворен привилегирован и прави изключение сред всички създания с чудния си, прекрасен нрав, от който произтича склонност към избор, склонност към най-хубавото, склонност към украса и природна склонност да се живее и да се води пъ..." içeriğiyle yeni sayfa oluşturdu)
    Etiketler: Mobil değişiklik Mobil ağ değişikliği
    Değişiklik özeti yok
     
    681. satır: 681. satır:


    <div lang="tr" dir="ltr" class="mw-content-ltr">
    <div lang="tr" dir="ltr" class="mw-content-ltr">
    Ve keza يُؤ۟مِنُونَ بِال۟غَي۟بِ sadefinde bulunan imanın rükünlerini
    Ve keza يُؤ۟مِنُونَ بِال۟غَي۟بِ sadefinde bulunan imanın rükünlerini beyan etmek için icmalden sonra tafsile geçmiştir. Çünkü bu âyet; kitaplara, kıyamete sarahaten; rusül ve melâikeye zımnen delâlet eder.
    </div>
     
    <div lang="tr" dir="ltr" class="mw-content-ltr">
    beyan etmek için icmalden sonra tafsile geçmiştir. Çünkü bu âyet; kitaplara, kıyamete sarahaten; rusül ve melâikeye zımnen delâlet eder.
    </div>
    </div>


    4.161. satır: 4.157. satır:


    <span id="MUKADDİME"></span>
    <span id="MUKADDİME"></span>
    <div class="mw-translate-fuzzy">
    == ТАЙНИТЕ НА БОГОСЛУЖЕНЕТО ==
    == ТАЙНИТЕ НА БОГОСЛУЖЕНЕТО ==
    </div>


    Знай, че богослуженето е онова, което укрепва убежденията и ги превръща в състоя-ние и способност, защото ако чувствените и рационалните неща не ги подхранва и възпи-тава богослуженето, което се състои в подчине-ние пред Божиите повели и спазване на Божиите забрани, резултатите от вярата и нейното въздействие биха били слаби. Днеш-ното състояние на исляма е свидетел на това.
    Знай, че богослуженето е онова, което укрепва убежденията и ги превръща в състоя-ние и способност, защото ако чувствените и рационалните неща не ги подхранва и възпи-тава богослуженето, което се състои в подчине-ние пред Божиите повели и спазване на Божиите забрани, резултатите от вярата и нейното въздействие биха били слаби. Днеш-ното състояние на исляма е свидетел на това.

    08.56, 24 Temmuz 2024 itibarı ile sayfanın şu anki hâli

    Diğer diller:

    Sure-i Bakara

    Sual: Îcaz ile i’caz sıfatlarını hâvi Kur’an-ı Azîmüşşan’da بِس۟مِ اللّٰهِ الرَّح۟مٰنِ الرَّحٖيمِ ve فَبِاَىِّ اٰلَٓاءِ رَبِّكُمَا...الخ ve وَي۟لٌ يَو۟مَئِذٍ...الخ gibi pek çok âyetler tekerrür etmektedir. Halbuki bu tekrarlar belâgata münafîdir, usanç veriyor?

    Cevap: Ey arkadaş! Her parlayan şey, yakıcı ateş değildir. Evet, tekrar ve tekerrür bazen usanç veriyor fakat umumî değildir. Her yere, her kelâma ve her kitaba şâmil değildir. Usanç verici addedilen pek çok zâhirî tekrarlar, belâgatça istihsan ve takdir edilmektedir.

    Evet, insanın yediği yemekler; biri gıda diğeri tefekküh (meyve) olmak üzere iki kısımdır. Birinci kısım tekerrür ettikçe memnuniyet verir, kuvvet verir, kat kat teşekkürlere sebep olur. İkinci kısmın tekerrüründe usanç, teceddüdünde lezzet vardır.

    Kezalik kelâmlar da iki kısımdır. Bir kısmı ruhlara kut, fikirlere kuvvet verici hakikatlerdir ki tekerrür ettikçe güneşin ziyası gibi ruhlara, fikirlere hayat verir. Meyve kabîlinden iştihayı açan kısımda tekerrür makbul değildir, istihsan edilmez.

    Buna binaen Kur’an, heyet-i mecmuasıyla kalplere kut ve kuvvet olup tekrarı usanç değil, halâvet ve lezzet verdiği gibi; Kur’an’ın âyetlerinde de öyle bir kısım vardır ki o kuvvetin ruhu hükmünde olup tekerrür ettikçe daha ziyade parlar, hak ve hakikat nurlarını saçar.

    هُوَ ال۟مِس۟كُ مَا كَرَّر۟تَهُ يَتَضَوَّعُ

    Ezcümle: بِس۟مِ اللّٰهِ الرَّح۟مٰنِ الرَّحٖيمِ gibi âyetlerde bulunan ukde-i hayatiye ve nurani esaslar, tekerrür ettikçe iştihaları açar; misk gibi karıştırıldıkça kokar. Demek tekerrür zannedilen, hakikatte tekerrür değildir. Ancak وَاُتُوا بِهٖ مُتَشَابِهًا kabîlinden, o ayrı ayrı hikmetleri, nükteleri, gayeleri ifade eden tekrarlı kelâmlar yalnız ibarece, lafızca birbirine benzedikleri için tekrar zannedilir.

    Hattâ kıssa-i Musa çok meziyetleri ve hikmetleri müştemildir. Her makamda o makama münasip bir vecihle zikredilmesi, ayn-ı belâgattır. Evet Kur’an-ı Azîmüşşan, o kıssa-i meşhureyi, gümüş iken yed-i beyzasına alarak altın şekline ifrağıyla öyle bir nakş-ı belâgata mazhar etmiştir ki bütün ehl-i belâgat, onun belâgatına hayran olmuşlar, secdeye varmışlardır.

    Ve keza teyemmün, teberrük ve istiane gibi çok vecihleri hâvi; ve tevhid, tenzih, sena, celal ve cemal ve ihsan gibi çok makamları tazammun; ve tevhid ve nübüvvet, haşir ve adalet gibi makasıd-ı erbaaya işaret eden Besmele, zikredilen yerlerin her birisinde bu vecihlerden, bu makamlardan biri itibarıyla zikredilmiş ve edilmektedir.

    Maahâzâ hangi surede tekerrür varsa o surenin ruhuyla münasip olan bir vecih bizzat kasdedilmekle, öteki vecihlerin istitradî ve tebeî zikirleri, belâgata münafî değildir.

    الٓمٓ

    Surelerin başlarında bulunan huruf-u mukattaaya ait izahatı dört mebhasta zikredeceğiz.

    BİRİNCİ MEBHAS

    الٓمٓ ile surelerin evvellerinde bulunan huruf-u mukattaadan teneffüs eden i’caz hakkındadır. İ’caz, inci gibi incecik letaif-i belâgatın parıltılarının imtizaç ve içtimaından tecelli eden bir nurdur. Bu mebhasta, bu nuru birkaç letaif zımnında izah etmekle parlatacağız. Fakat her bir latîfe ince ve ziyası az ise de letaifin heyet-i mecmuasından hasıl olan tam bir ziya ile fecr-i sadık çıkacaktır.

    1- Hece harflerinin adedi –elif-i sakine hariç kalmak şartıyla– yirmi sekiz harftir. Kur’an-ı Azîmüşşan, surelerin başında bu harflerin yarısını zikretmiş, yarısını da terk etmiştir.

    2- Kur’an’ın almış olduğu nısıf, terk ettiği nısıftan daha ziyade kesîrü’l-istimaldir.

    3- Kur’an, surelerin başında zikrettiği kısım içinde, lisan üzerine daha suhuletli olan “elif, lâm”ı çok tekrar etmiştir.

    4- Kur’an aldığı harfleri, hece harflerinin adedince surelere tevzi etmiştir.

    5- Hece harflerinin mehmuse, mechure, şedide, rahve, müsta’liye, münhafıza, müntabıka, münfetiha gibi çiftli cinslerinin her birisinden yine nısıf almıştır.

    6- Çifti, yani eşi olmayan –evtar– kısmında sakîlden azı, hafiften çoğu almıştır. Kalkale, zelâka gibi.

    7- Kur’an-ı Azîmüşşan’ın, surelerin başındaki huruf-u mukattaanın zikredilen minval üzerine tansifleri hakkında ihtiyar ettiği tarîk, beş yüz dört ihtimalden intihab edilmiştir. Ve intihab edilen şu tarîkten başka hiçbir ihtimal ile mezkûr tansif mümkün değildir. Çünkü taksimler pek çok birbirine girmiş ve çok mütefavittir. Bu gibi i’caz lem’alarından hisse alamayan, zevkine levm ve itab etsin.

    İKİNCİ MEBHAS

    Bu mebhasta da birkaç letaif vardır:

    1- الٓمٓ ile emsalinde göze çarpan garabet, bu harflerin pek garib ve acib bir şeyin mukaddimesi ve keşif kolları olduklarına işarettir.

    2- Bu surelerin başlarındaki taktî-i huruf ile isimleri hecelemek, müsemmanın me’hazine ve neden neş’et ettiğine işarettir.

    3- Bu harflerin taktîi, müsemmanın vâhid-i itibarî olup terkib-i mezcî olmadığına işarettir.

    4- Bu harflerin taktî ile ta’dadı, sanatın madde ve me’hazini muhataba göstermekle muarazaya talip olanlara karşı meydan okuyarak “İşte i’caz sanatını, şu gördüğünüz harflerin nazım ve nakışlarından yaptım. Buyurunuz meydana!” diye onların tahkirane tebkitlerine (tekdirlerine) işarettir.

    5- Manadan soyulmuş şu hece harflerinin zikri, muarızları hüccetsiz bırakmaya işarettir. Evet Kur’an-ı Mu’cizü’l-Beyan, şu manasız harflerin lisan-ı haliyle ilan ediyor ki: “Ben sizden beliğ manaları, hükümleri, hakikatleri ifade eden yüksek hutbeleri ve nutukları istemiyorum. Yalnız şu ta’dad ettiğim harflerden bir nazire yapınız, velev iftira ve hikâyelerden ibaret bile olursa olsun!”

    6- Harfleri ta’dad ile hecelemek, yeni kıraata ve kitabete başlayan müptedilere mahsustur. Bundan anlaşılıyor ki Kur’an, ümmi bir kavme ve müptedi bir muhite muallimlik yapıyor.

    7- ا , ل , د gibi harfleri, mesela “elif, lâm, dal” gibi isimleriyle tabir ve zikretmek, ehl-i kıraat ve erbab-ı kitabetin ittihaz ettikleri bir usûldür. Bundan anlaşılıyor ki hem söyleyen hem dinleyen ümmi olduklarına nazaran bu tabirler, söyleyenden doğmuyor ve onun malı değildir ancak başka bir yerden ona geliyor.

    Ey arkadaş! Bu letaifin ince iplerinden dokunan yüksek nakş-ı belâgatı göremeyen adam, belâgat ehlinden değildir. Erbab-ı belâgata müracaat etsin.

    ÜÇÜNCÜ MEBHAS

    الٓمٓ i’cazın esaslarından îcazın en yüksek ve en ince derecesine bir misaldir. Bunda da birkaç letaif vardır:

    1- الٓمٓ üç harfiyle üç hükme işarettir. Şöyle ki:

    Elif, هٰذَا كَلَامُ اللّٰهِ ال۟اَزَلِىِّ hükmüne ve kaziyesine;

    Lâm, نَزَلَ بِهٖ جِب۟رٖيلُ hükmüne ve kaziyesine;

    Mim, عَلٰى مُحَمَّدٍ ع ص م hükmüne ve kaziyesine remzen ve îmaen işarettir.

    Evet, nasıl ki Kur’an’ın hükümleri uzun bir surede, uzun bir sure kısa bir surede, kısa bir sure bir âyette, bir âyet bir cümlede, bir cümle bir kelimede, o kelime de “sin, lâm, mim” gibi huruf-u mukattaada irtisam eder, görünür. Kezalik الٓمٓ in her bir harfinde mezkûr hükümlerden biri temessül etmiş görünüyor.

    2- Surelerin başlarındaki huruf-u mukattaa, İlahî bir şifredir. Beşer fikri ona yetişemiyor. Anahtarı ancak Hazret-i Muhammed aleyhissalâtü vesselâmdadır.

    3- Şifrevari şu huruf-u mukattaanın zikri, Hazret-i Muhammed aleyhissalâtü vesselâmın fevkalâde bir zekâya mâlik olduğuna işarettir ki Muhammed aleyhissalâtü vesselâm remizleri, îmaları ve en gizli şeyleri sarîh gibi telakki eder, anlar.

    4- Şu harflerin taktîi; harf ve lafızların hâvi oldukları kıymet, yalnız ifade ettikleri manalara göre olmayıp ilm-i esrarü’l-hurufta beyan edildiği gibi adet ve sayılar misillü, harflerin arasında fıtrî münasebetlerin bulunduğuna işarettir. (Hâşiye[1])

    5- الٓمٓ taktîiyle, bütün harflerin esas mahreçleri olan “halk, vasat, şefe” mahreçlerine işarettir. Ve zihinlerin nazar-ı dikkatini şu mahreçlere çeviriyor ki zihinler, gerek bu üç mahreçte gerek bunlara bağlı küçük küçük mahreçlerde lafızların ve harflerin nasıl vücuda geldiklerini hayret ve ibretle mütalaa etsinler.

    Ey zihnini belâgatın boyasıyla boyayan arkadaş! Bu letaifi sıkacak olursan هٰذَا كَلَامُ اللّٰهِ içinden çıkacaktır.

    DÖRDÜNCÜ MEBHAS

    الٓمٓ emsaliyle beraber terkip şeklinden taktî suretinde zikirleri, bu şeklin müstakil olup hiçbir imama tabi olmadığına ve hiç kimseyi taklit etmiş olmadığına ve üslupları acib, çeşitleri garib yeni saha-i vücuda gelen bir bedîa olduğuna işarettir. Bu mebhasta da birkaç letaif vardır:

    1- Hatip ve beliğlerin âdetindendir ki mesleklerinde daima bir misale tabi oluyorlar ve bir örnek üzerine nakış dokuyorlar ve işlenmiş bir yolda yürüyorlar. Halbuki bu harflerden anlaşıldığına nazaran Kur’an, hiçbir misale tabi olmamıştır ve hiçbir nakş-ı belâgat örneği üzerine nakış yapmamıştır ve işlenmemiş bir yolda yürümüştür.

    2- Kur’an baştan aşağıya kadar, nâzil olduğu heyet üzerine bâkidir. Bu kadar Kur’an’ı taklit etmeye müştak olan dostlar ve mütehacim düşmanlara rağmen, şimdiye kadar Kur’an’ın ne taklidi yapılmış ve ne de bir misali gösterilmiştir. Evet Kur’an, milyonlarca Arabî kitaplarla mukayese edilirse benzeri bulunamaz. O halde Kur’an ya hepsinin altındadır, bu ise muhaldir; öyle ise hepsinin fevkindedir, öyle ise Allah’ın kelâmıdır.

    3- Beşerin sanatı olan bir şey, bidayette çirkin ve gayr-ı muntazam olur, sonra yavaş yavaş intizama sokulur. Kur’an ise ilk zuhurunda gösterdiği halâveti, güzelliği, gençliği şimdi de öylece muhafaza etmektedir.

    Ey belâgat letafetinin kokusunu koklayan arkadaş! Zihnini şu mebahis-i erbaaya gönder ki bal arısı اَش۟هَدُ اَنَّ هٰذَا كَلَامُ اللّٰهِ balını çıkarsın.

    ذٰلِكَ ال۟كِتَابُ لَا رَي۟بَ فٖيهِ هُدًى لِل۟مُتَّقٖينَ

    Arkadaş! Kelâmların hüsnünü artıran ve güzelliğini fazlaca parlatan belâgatın esaslarından biri de şudur ki: Bir havuzu doldurmak için etrafından süzülen sular gibi beliğ kelâmlarda da zikredilen kelimelerin, kayıtların, heyetlerin tamamen o kelâmın takip ettiği esas maksada nâzır olmakla onun takviyesine hizmet etmeleri, belâgat mezhebinde lâzımdır.

    Birinci Misal:

    وَلَئِن۟ مَسَّت۟هُم۟ نَف۟حَةٌ مِن۟ عَذَابِ رَبِّكَ

    olan âyet-i kerîme nazar-ı dikkate alınırsa görülür ki: Bu kelâmdaki maksat ve esas, “pek az bir azap ile fazla korkutmak”tır. Ve bu kelâmda olan mezkûr kelimeler ve kayıtlar, tamamen o maksadı takviye için çalışıyorlar.

    Ezcümle: Şek ve ihtimali ifade eden اِن۟ şartiye olup azabın azlığına ve ehemmiyetsizliğine işarettir.

    Ve keza نَف۟حَةٌ sîgasıyla ve tenviniyle, azabın ehemmiyetsizliğine îmadır.

    Ve keza مَسَّ kelimesi, azabın şedit olmadığına işarettir.

    Ve keza teb’izi ifade eden مِن۟ ve şiddeti gösteren نَكَال۟ kelimesine bedel, hiffeti îma eden عَذَابِ kelimesi ve رَبِّ kelimesinden îma edilen şefkat, hepsi de azabın kıllet ve ehemmiyetsizliğine işaret etmekle, şu şiiri lisan-ı halleriyle temessül ediyorlar:

    عِبَارَاتُنَا شَتّٰى وَحُس۟نُكَ وَاحِدٌ وَكُلٌّ اِلٰى ذَاكَ ال۟جَمَالِ يُشٖيرُ

    Yani “İbarelerimiz ayrı ayrı ise de hüsnün birdir. Hepsi de o hüsne işaret ediyorlar.”

    İkinci Misal:

    الٓمٓ ۝ ذٰلِكَ ال۟كِتَابُ لَا رَي۟بَ فٖيهِ هُدًى لِل۟مُتَّقٖينَ olan âyet-i kerîmedir. Bu âyette maksad-ı esas, “Kur’an’ın yüksekliğini göstermek”tir. Ve bu maksadı takviye eden الٓمٓ ، ذٰلِكَ ، اَل۟كِتَابُ ، لَا رَي۟بَ فٖيهِ kayıtlarıdır. Evet bu kayıtlar, istinad ettikleri pek ince ve gizli delillerine işaret etmekle beraber, o maksadın takviyesine koşuyorlar.

    Ezcümle: الٓمٓ kasem olduğu cihetle Kur’an’ın azametine ve altında müstetir, gizli o mezkûr letaif cihetiyle de davanın ispatına işaret eder.

    Ve keza ذٰلِكَ zat ile sıfâtı gösteren bir işaret olması itibarıyla hem Kur’an’ın azametine hem azameti ispat eden sıfât-ı kemaliyeye işaret eder.

    Ve keza ذٰلِكَ işaret-i hissiyeye mahsus iken işaret-i akliyede kullanılması, tazim ve ehemmiyeti ifade ettiği gibi makul olan Kur’an’ı mahsûs suretinde göstermesi, Kur’an’ı ezhan ve enzarın nazar-ı dikkatine arz etmekle, tesettürü icab eden hile, zafiyet ve sair çirkin şeylerden münezzeh olduğunu izhar ve itiraf ettirmektir.

    Ve keza ذٰلِكَ nin ل vasıtasıyla ifade ettiği bu’d, Kur’an’ın kemaline delâlet eden ulüvv-ü rütbesine işarettir.

    Ve keza اَل۟كِتَابُ deki اَل۟ hasr-ı örfîyi ifade ettiğinden, Kur’an’ın azametine ve başka kitapların mehasinini cem’etmekle onların fevkinde olduğuna işarettir.

    Ve keza كِتَابُ tabiri, ehl-i kıraat ve kitabetten olmayan bir ümminin mahsulü olmadığına işarettir.

    Ve keza لَا رَي۟بَ فٖيهِ zamirinin her iki ihtimaline binaen Kur’an’ın kemalini ispat veya tekid eder. Ve keza istiğrakı ifade eden لَا Kur’an’ın her köşesinde rekz ve her yerinde zikredilen deliller, bürhanlar, hücuma gelen şek ve şüpheleri def’ ile Kur’an’ın o gibi lekelerden münezzeh olduğunu ilan eder. Ve lisan-ı haliyle şu şiiri okur:

    وَكَم۟ مِن۟ عَائِبٍ قَو۟لًا صَحٖيحًا وَاٰفَتُهُ مِنَ ال۟فَه۟مِ السَّقٖيمِ

    Yani “Kur’an’da ta’yib edilecek hiçbir nokta yoktur. Kur’an gibi sahih kavilleri ta’yib etmek ancak fehimlerin sekametinden ileri geliyor.” Ve keza zarfiyeti ifade eden فٖى tabiri, Kur’an’ın sathına ve zâhirine konan şek ve şüphe varsa içerisindeki hakaik ile def’edilebileceğine işarettir.

    Arkadaş! Tahlil vasıtasıyla terkibin kıymetini ve küll ile cüzler arasındaki farkı idrak edebildiysen, bu misallerdeki kuyud ve hey’ata dikkat et. Ve o kelimelerden nebean eden zülâl-i belâgatı ve kevser-i fesahati doyuncaya kadar iç “Elhamdülillah!” de.

    Sual:

    الٓمٓ ۝ ذٰلِكَ ال۟كِتَابُ لَا رَي۟بَ فٖيهِ هُدًى لِل۟مُتَّقٖينَ âyet-i kerîmesinin cümleleri, atıf ile birbiriyle bağlanmamış olması neye binaendir?

    Cevap: O cümleler arasındaki şiddet-i ittisal, bağlılık ve sarılmaktan bir ayrılık yoktur ki birbiriyle bağlanmaya lüzum olsun. Zira o cümlelerin her birisi, arkadaşlarına hem babadır hem oğul. Yani hem delildir hem neticedir.

    Evet الٓمٓ lisan-ı haliyle hem muarazaya meydan okur hem mu’ciz olduğunu ilan eder.

    ذٰلِكَ ال۟كِتَابُ hem bütün kitaplara faik olduğunu tasrih eder hem müstesna ve mümtaz olduğunu izhar eder.

    لَا رَي۟بَ فٖيهِ hem Kur’an’ın şek ve şüphe yeri olmadığını tasrih eder hem müstesna ve mümtaz olduğunu izhar eder.

    هُدًى لِل۟مُتَّقٖينَ hem tarîk-i müstakimi irae etmekle muvazzaf olduğunu gösterir hem mücessem bir nur-u hidayet olduğunu ilan eder.

    İşte bu cümlelerden her birisi, ifade ettiği birinci manasıyla arkadaşlarına delil olduğu gibi ikinci manasıyla da onlara neticedir.

    Sonra bu âyetin şu cümleleri arasında i’caza menba, belâgata medar olan on iki münasebet, alâka ve bağlılık vardır. Bunlardan misal olarak üç taneyi zikir, ötekileri de sana havale ederim.

    1- الٓمٓ bütün muarızları, muarazaya davet eder. Öyle ise en yüksek bir kitaptır. Öyle ise bir yakîn sadefidir. Zira kitabın kemali, yakîn iledir. Öyle ise nev-i beşer için mücessem bir hidayettir.

    2- ذٰلِكَ ال۟كِتَابُ yani emsaline tefevvuk etmiştir. Öyle ise müstesnadır. Çünkü şek ve şüphe yeri değildir. Çünkü müttakilere doğru yolu gösterir. Öyle ise mu’cizdir.

    3- هُدًى لِل۟مُتَّقٖينَ yani tarîk-i müstakime irşad eder. Öyle ise yakîniyattandır. Öyle ise mümtazdır. Öyle ise mu’cizdir.

    Ey arkadaş! Şu هُدًى لِل۟مُتَّقٖينَ cümlesindeki nur-u belâgat ve hüsn-ü kelâm, dört noktadan tezahür etmiştir:

    1- Bu cümlede “mübteda” mahzuftur. Bu hazf, cümleyi teşkil eden “mübteda” ile “haber” arasındaki ittihat öyle bir dereceye varmış ki sanki “mübteda” hazfolmayıp haberin içerisine girmiş. Haricen ikisi müttehid oldukları gibi zihnen de müttehid olduklarına işarettir.

    2- هَادٖى yerinde هُدًى yani ism-i fâil mevkiinde masdarın kullanılması, tecessüm eden nur-u hidayetten cevher-i Kur’an’ın husule geldiğine işarettir.

    3- هُدًى deki tenvin-i tenkirden anlaşılıyor ki hidayet-i Kur’an öyle ince bir dereceye varmıştır ki hakikati idrak edilemez ve öyle geniş bir sahayı işgal etmiştir ki ihatası ilmen kabil değildir. Çünkü “marife”

    nin zıddı olan “nekre” ya şiddet-i hafâdan olur veya kesret-i zuhurdan neş’et eder. Buna binaendir ki “Tenkir, bazen tahkiri bazen tazimi ifade eder.” denilmiştir.

    4- Müteaddid kelimelere bedel ism-i fâil sîgasıyla ihtiyar edilen مُتَّقٖينَ kelimesi ile yapılan îcaz, hidayetin semeresine ve tesirine işaret olduğu gibi hidayetin vücuduna da bir delil-i innîdir.

    Sual: Gayet mahdud, az birkaç noktadan beşerin tâkatinden hariç denilen i’cazın doğması ihtimali var mıdır?

    Cevap: Maddî ve manevî her şeyde yardımın ve içtimaın büyük kuvvet ve tesiri vardır. Evet in’ikas sırrıyla, üç şeyin hüsnü içtima ederse beş olur. Beş içtima ederse on olur. On içtima ederse kırk olur. Çünkü her şeyde bir nevi in’ikas ve bir nevi temessül vardır. Nasıl ki birbirine mukabil tutulan iki âyinede çok âyineler görünüyor; kezalik iki üç nükte veya iki üç hüsün içtima ettikleri zaman pek çok nükteler, pek çok hüsünler tevellüd eder.

    Bu sırra binaendir ki her hüsün sahibinin ve her bir sahib-i kemalin emsaliyle içtima etmeye fıtrî bir meyli vardır ki içtimaları zamanında hüsünleri, kemalleri bir iken iki olur. Hattâ bir taş, taşlığıyla beraber kubbeli binalarda ustanın elinden çıkar çıkmaz başını eğer, arkadaşıyla birleşmeye meyleder ki sukut tehlikesinden kurtulsunlar. Maalesef insanlar, teavün sırrını idrak edememişler. Hiç olmazsa taşlar arasındaki yardım vaziyetinden ders alsınlar.

    Sual: Belâgat ve hidayetten maksat, hakikati vâzıh bir şekilde gösterip fikirleri ve zihinleri ihtilaflardan kurtarmak iken müfessirlerin bu gibi âyetlerde yaptıkları ihtilafat, gösterdikleri ihtimaller, beyan ettikleri ayrı ayrı birbirine uymayan vecihler altında hak ve hakikat ne suretle görülebilir?

    Cevap: Malûmdur ki Kur’an-ı Azîmüşşan yalnız bir asra değil, bütün asırlara nâzil olmuştur. Hem bir tabaka insanlara mahsus değil, bütün tabakat-ı beşere şümulü vardır. Hem bir sınıf insanlara ait değil, bütün beşerin sınıflarına râcidir.

    Binaenaleyh herkes, her tabaka, her zaman; fehmine, istidadına göre Kur’an’ın hakaikinden hisse alabilir ve hissedardır.

    Halbuki nev-i beşer derece itibarıyla muhtelif ve zevk cihetiyle mütefavit ve keza meyil, istihsan, lezzet, tabiat itibarıyla birbirine uymuyor. Mesela, bir taifenin istihsan ettiği bir şey, öteki taifenin zevkine muhaliftir. Bir kavmin meylettiği bir şeyden, öteki kavim nefret ediyor. Bu sırra binaendir ki Kur’an-ı Kerîm günahların cezası veya hayırların mükâfatı hakkında zikrettiği âyetlerde tahsisat yapmamış, âmm bir şekilde bırakmıştır ki herkes zevkine göre fehmetsin.

    Hülâsa: Kur’an-ı Mu’cizü’l-Beyan âyetlerini, cümlelerini öyle bir şekilde nazmetmiş ve vaz’etmiştir ki her cihetten ihtimal yolları bulunsun ki muhtelif fehimler ve istidatlar, zevklerine göre hisselerini alabilsinler.

    Binaenaleyh ulûm-u Arabiyenin kaidelerine muvafık ve belâgatın prensiplerine uygun ve ilm-i usûle mutabık olmak şartıyla, müfessirlerin birbirine muhalif olan beyanatı ve ihtimalleri; zamanlara, tabakalara ve fehimlere göre murad ve caizdir diye hükmedilebilir.

    Bu nükteden anlaşıldı ki Kur’an’ın i’caz vecihlerinden biri odur ki nazmı, öyle bir üsluptadır ki bütün asırlara, tabakalara intibak edebilir.

    اَلَّذٖينَ يُؤ۟مِنُونَ بِال۟غَي۟بِ

    Bu cümlenin evvelki cümle ile nazmını icab ettiren münasebet vecihleri ise:

    Bu cümle, mü’minleri medheder, evvelki cümle de Kur’an’ı medheder. Şu her iki medih arasında bir insibab (dökülmek) vardır ki o onu ister, o onu ister. Çünkü ikinci medih, birinci medhin neticesidir ve birinci medhe bir bürhan-ı innîdir ve hidayetin semeresi ve şahididir. Ve aynı zamanda hidayete bir yardımcı vazifesi görüyor. Çünkü mü’minleri medhetmekte imana gelmek için bir teşvik vardır. Teşvik ise bir nevi hidayettir.

    اَلَّذٖينَ ile مُتَّقٖينَ arasındaki münasebete gelince:

    Bunların biri tahliye ( تَخ۟لِيَه ), diğeri tahliye ( تَح۟لِيَه ) dir. Tahliye ( تَخ۟لِيَه )

    tathir etmek ve temizlemektir. Tahliye ( تَح۟لِيَه ) ise tezyin etmek ve süslendirmek manasınadır. Bunlar birbiriyle arkadaş olup burada olduğu gibi daima birbirini takip ediyorlar. Onun için kalp, takva ile seyyiattan temizlenir temizlenmez hemen onun ardında iman ile tezyin edilmiş ve süslendirilmiştir.

    Kur’an-ı Kerîm, tahliye-i seyyiatı üç mertebesiyle zikretmiştir:

    Birincisi, şirki terk.

    İkincisi, maâsiyi terk.

    Üçüncüsü, mâsivaullahı terk etmektir.

    Tahliye ( تَح۟لِيَه ) ise hasenat ile olur. Hasenat da ya kalp ile olur veya kalıp ve beden ile olur veyahut mal ile olur.

    A’mal-i kalbînin şemsi, imandır.

    A’mal-i bedeniyenin fihristesi, namazdır.

    A’mal-i maliyenin kutbu, zekâttır.

    Sual: اَلَّذٖينَ يُؤ۟مِنُونَ بِال۟غَي۟بِ hal iktizasına göre îcaz ise de aynı manayı ifade eden اَل۟مُؤ۟مِنُونَ kelimesine nazaran itnabdır (uzundur). Evet اَل۟ harfi اَلَّذٖينَ ile; مُؤ۟مِنُونَ kelimesi يُؤ۟مِنُونَ fiiliyle tebdil edilmiştir. Bu itnabın îcaza tercih sebebi nedir?

    Cevap: اَلَّذٖينَ esma-i mübhemeden olduğundan onu tayin ve temyiz eden yalnız sılasıdır. Demek bütün kıymet, sılasına aittir. Başka sıfatlarında hiç kıymet yoktur. Bu ise burada sılası olan imana büyük bir azamet vermekle insanları iman etmeye teşvik eder.

    Amma مُؤ۟مِنُونَ kelimesine bedel, fiil sîgasıyla يُؤ۟مِنُونَ nin tercihi; iman fiilini hayal nazarına gösterip keyfiyetin tasvir edilmesine, dâhilî ve haricî delillerin tecellisiyle imanın istimrar ve devam ile teceddüd etmesine işarettir. Evet, delailin zuhuru nisbetinde iman ziyadeleşir, teceddüd eder.

    بِال۟غَي۟بِ : Yani nifaksız, ihlas-ı kalp ile iman ediyorlar. Veya iman edilen şeyler gayb olmakla beraber iman ediyorlar. Veyahut gaibe veya âlem-i gayba iman ediyorlar.

    İman, Resul-i Ekrem aleyhissalâtü vesselâmın tebliğ ettiği zaruriyat-ı diniyeyi tafsilen ve zaruriyatın gayrısını icmalen tasdik etmekten hasıl olan bir nurdur.

    Sual: Avam-ı nâstan hakaik-i diniyeyi tabir eden ancak yüzde birdir?

    Cevap: Tabir etmemesi, bilmemesine delil olamaz. Evet çok defa lisan, insanın tasavvuratından incelerini tabirden âciz olduğu gibi kalbindeki ve vicdanındaki inceler de akla görünmez. Hattâ belâgat dâhîlerinden Sekkakî gibi bir zat; İmruu’l-Kays veya başka bir bedevînin ibraz ettiği belâgat incelerini kavramamıştır. Maahâzâ imanın var olup olmadığı sorgu ile anlaşılır. Mesela âmî bir adama, bu âlem bütün cihetleri ile, eczasıyla kudretinde, tasarrufunda bulunan Sâni’in, yarattığı bu âlemin bir cihetinde olup olmadığı gibi bir sorgu yapıldığı zaman “Hiçbir cihette değildir!” dese kâfidir. Çünkü nefiy cihetinin onun vicdanında sabit olduğuna delâlet eder.

    İman, Sa’d-ı Taftazanî’nin tefsirine göre: “Cenab-ı Hakk’ın istediği kulunun kalbine, cüz-i ihtiyarının sarfından sonra ilka ettiği bir nurdur.” denilmiştir. Öyle ise iman, Şems-i Ezelî’den vicdan-ı beşere ihsan edilen bir nur ve bir şuâdır ki vicdanın içyüzünü tamamıyla ışıklandırır. Ve bu sayede bütün kâinat ile bir ünsiyet, bir emniyet peyda olur. Ve her şeyle kesb-i muarefe eder. Ve insanın kalbinde öyle bir kuvve-i maneviye husule gelir ki insan o kuvvet ile her musibete, her hâdiseye karşı mukavemet edebilir. Ve öyle bir vüs’at ve genişlik verir ki insan o vüs’atle geçmiş ve gelecek zamanları yutabilir.

    Ve keza iman, Şems-i Ezelî’den ihsan edilmiş bir nur olduğu gibi saadet-i ebediyeden de bir parıltıdır. Ve o parıltı ile vicdanında bulunan bütün emel ve istidatlarının tohumları, bir şecere-i tûba gibi neşv ü nemaya başlar, ebed memleketine doğru hareket eder, gider.

    وَيُقٖيمُونَ الصَّلَاةَ

    Bu cümlenin evvelki cümle ile bağlılığı ve münasebeti gün gibi aşikârdır. Lâkin bedenî ibadet ve taatlerden namazın tahsisi, namazın bütün hasenata fihrist ve örnek olduğuna işarettir.

    Evet nasıl ki Fatiha Kur’an’a, insan kâinata fihristedir; namaz da hasenata fihristedir. Çünkü namaz; savm, hac, zekât ve sair hakikatleri hâvi olduğu gibi idrakli ve idraksiz mahlukatın ihtiyarî ve fıtrî ibadetlerinin numunelerine de şâmildir. Mesela secdede, rükûda, kıyamda olan melâikenin ibadetlerini hem taş, ağaç ve hayvanların o ibadetlere benzeyen durumlarını andıran bir ibadettir.

    Sual: يُقٖيمُونَ nin fiil sîgasıyla zikrinde ne hikmet vardır?

    Cevap: Ruha hayat veren namazın o geniş hareketini ve âlem-i İslâm’a yayılmış olan o intibah-ı ruhanîyi muhataba ihtar edip göstermektir. Ve o güzel vaziyeti ve o muntazam haleti, hayale götürüp tasvir etmekle sâmi’lerin namaza meylini ikaz edip artırmaktır.

    Evet, dağınık bir vaziyette bulunan efradı büyük bir sevinçle içtimaya sevk ettiren malûm âletin sesi gibi âlem sahrasında dağılmış insanları, cemaate davet eden ezan-ı Muhammedî’nin (asm) o tatlı sesiyle, ibadete ve cemaate bir meyil, bir şevk husule gelir.

    Sual: يُصَلُّونَ kelimesine bedel, itnablı يُقٖيمُونَ الصَّلَاةَ nin zikrinde ne hikmet vardır?

    Cevap: Namazda lâzım olan ta’dil-i erkân, müdavemet, muhafaza gibi ikamenin manalarını müraat etmeye işarettir.

    Arkadaş! Namaz, kul ile Allah arasında yüksek bir nisbet ve ulvi bir münasebet ve nezih bir hizmettir ki her ruhu celb ve cezbetmek namazın şe’nindendir. Namazın erkânı, Fütuhat-ı Mekkiye’nin şerh ettiği gibi öyle esrarı hâvidir ki her vicdanın muhabbetini celbetmek, namazın şe’nindendir.

    Namaz, Hâlık-ı Zülcelal tarafından her yirmi dört saat zarfında tayin edilen vakitlerde manevî huzuruna yapılan bir davettir. Bu davetin şe’nindendir ki her kalp kemal-i şevk ve iştiyakla icabet etsin. Ve mi’racvari olan o yüksek münâcata mazhar olsun.

    Namaz, kalplerde azamet-i İlahiyeyi tesbit ve idame ve akılları ona tevcih ettirmekle adalet-i İlahiyenin kanununa itaat ve nizam-ı Rabbanîye imtisal ettirmek için yegâne İlahî bir vesiledir. Zaten insan medeni olduğu cihetle, şahsî ve içtimaî hayatını kurtarmak için o kanun-u İlahîye muhtaçtır. O vesileye müraat etmeyen veya tembellikle namazı terk eden veyahut kıymetini bilmeyen; ne kadar cahil, ne derece hâsir, ne kadar zararlı olduğunu bilâhare anlar amma iş işten geçer.

    وَمِمَّا رَزَق۟نَاهُم۟ يُن۟فِقُونَ

    Bu kelâmın mâkabliyle nazmını icab ettiren münasebet ise:

    Namaz عِمَادُ الدّٖينِ yani dinin direği ve kıvamı olduğu gibi zekât da İslâm’ın kantarası yani köprüsüdür. Demek birisi dini, diğeri asayişi muhafaza eden İlahî iki esastırlar. Bunun için birbiriyle bağlanmışlardır.

    Zekât ile sadakanın lâyık oldukları mevkilerini bulmak için birkaç şart vardır:

    1- Sadakayı vermekte israf olmaması.

    2- Başkasından alıp başkasına vermek suretiyle halkın malından olmayıp kendi malından olması.

    3- Minnetle in’amın bozulmaması.

    4- Fakir olmak korkusuyla sadakanın terk edilmemesi.

    5- Sadakanın yalnız mala ve paraya münhasır olmadığı bilinmesiyle ilim, fikir, kuvvet, amel gibi şeylerde de muhtaç olanlara sadakanın verilmesi.

    6- Sadakayı alan adam, o sadakayı sefahette değil, hâcat-ı zaruriyesinde sarf etmesi lâzımdır.

    Kur’an-ı Kerîm bu şartları, bu nükteleri insanlara sadaka olarak ihsan ve ihsas etmek için يُزَكُّونَ veya يَتَصَدَّقُونَ veyahut يُؤ۟تُونَ الزَّكَاةَ gibi îcazlı bir ifadeyi terk edip وَمِمَّا رَزَق۟نَاهُم۟ يُن۟فِقُونَ gibi itnablı bir cümleyi ihtiyar etmiştir.

    1- Teb’izi ifade eden مِن۟ israfın reddine.

    2- مِمَّا nın takdimi, sadakanın kendi malından olduğuna.

    3- رَزَق۟نَا minnetin olmamasına. Çünkü veren Allah’tır, kul ise bir vasıtadır.

    4- Rızkın نَا ya olan isnadı, fakirlikten korkulmamasına.

    5- Rızkın âmm ve mutlak olarak zikredilmesi, sadakanın ilim ve fikir gibi şeylere de şâmil olmasına.

    6- نَفَقَ maddesi; alanın, sefahete değil, hâcat-ı zaruriyesine sarf etmesine işaretlerdir.

    Bütün muavenet ve yardım nevilerini hâvi olan zekât hakkında sahih olarak Resul-i Ekrem aleyhissalâtü vesselâmdan

    اَلزَّكَاةُ قَن۟طَرَةُ ال۟اِس۟لَامِ hadîs-i şerifi mervîdir. Yani Müslümanların birbirine yardımları ancak zekât köprüsü üzerinden geçmekle yapılır. Zira yardım vasıtası zekâttır. İnsanların heyet-i içtimaiyesinde intizam ve asayişi temin eden köprü zekâttır. Âlem-i beşerde hayat-ı içtimaiyenin hayatı, muavenetten doğar. İnsanların terakkiyatına engel olan isyanlardan, ihtilallerden, ihtilaflardan meydana gelen felaketlerin tiryakı, ilacı muavenettir.

    Evet, zekâtın vücubu ile ribanın hurmetinde büyük bir hikmet, yüksek bir maslahat, geniş bir rahmet vardır.

    Evet, eğer tarihî bir nazarla sahife-i âleme bakacak olursan ve o sahifeyi lekelendiren beşerin mesavîsine, hatalarına dikkat edersen, heyet-i içtimaiyede görünen ihtilaller, fesatlar ve bütün ahlâk-ı rezilenin iki kelimeden doğduğunu görürsün.

    Birisi: “Ben tok olayım da başkası açlığından ölürse ölsün bana ne.”

    İkincisi: “Sen zahmetler içinde boğul ki ben nimetler ve lezzetler içinde rahat edeyim.”

    Âlem-i insaniyeti zelzelelere maruz bırakmakla yıkılmaya yaklaştıran birinci kelimeyi sildiren ancak zekâttır.

    Nev-i beşeri umumî felaketlere sürükleyen ve Bolşevikliğe sevk edip terakkiyatı, asayişi mahveden ikinci kelimeyi kökünden kesip atan, hurmet-i ribadır.

    Arkadaş! Heyet-i içtimaiyenin hayatını koruyan intizamın en büyük şartı, insanların tabakaları arasında boşluk kalmamasıdır. Havas kısmı avamdan, zengin kısmı fukaradan hatt-ı muvasalayı kesecek derecede uzaklaşmamaları lâzımdır. Bu tabakalar arasında muvasalayı temin eden, zekât ve muavenettir. Halbuki vücub-u zekât ile hurmet-i ribaya müraat etmediklerinden tabakalar arası gittikçe gerginleşir, hatt-ı muvasala kesilir, sıla-i rahim kalmaz.

    Bu yüzdendir ki aşağı tabakadan yukarı tabakaya ihtiram, itaat, muhabbet yerine ihtilal sadâları, hased bağırtıları, kin ve nefret vaveylâları yükselir. Kezalik yüksek tabakadan aşağı tabakaya merhamet, ihsan, taltif yerine zulüm ateşleri, tahakkümler, şimşek gibi tahkirler yağıyor.

    Maalesef tabaka-i havastaki meziyetler, tevazu ve terahhuma sebep iken tekebbür ve gurura bâis oluyor. Tabaka-i fukaradaki acz ve fakirlik, ihsan ve merhameti mûcib iken esaret ve sefaleti intac ediyor. Eğer bu söylediklerime bir şahit istersen âlem-i medeniyete bak, istediğin kadar şahitler mevcuddur.

    Hülâsa: Tabakalar arasında musalahanın temini ve münasebetin tesisi ancak ve ancak erkân-ı İslâmiyeden olan zekât ve zekâtın yavruları olan sadaka ve teberruatın heyet-i içtimaiyece yüksek bir düstur ittihaz edilmesiyle olur.

    وَالَّذٖينَ يُؤ۟مِنُونَ بِمَٓا اُن۟زِلَ اِلَي۟كَ وَمَٓا اُن۟زِلَ مِن۟ قَب۟لِكَ وَبِال۟اٰخِرَةِ هُم۟ يُوقِنُونَ

    Kur’an-ı Kerîm, bu âyet gibi çok âyetlerde terkiplerin, kelâmların muhtemel bulundukları ihtimallerden, vecihlerden bir ihtimalini veya bir vechini bir emare ile tayin etmemekle, nazm-ı kelâmı mürsel ve mutlak bırakmıştır. Bu da i’cazı intac eden îcaza menşe olarak latîf bir sırdır. Şöyle ki:

    Belâgat, mukteza-yı hale mutabakattan ibarettir. Kur’an’ın muhatapları, muhtelif asırlarda mütefavit tabakalardır. Bu tabakalara müraaten, muhavere ve mükâlemeyi o asırlara teşmil etmek üzere, çok yerlerde ta'mim için hazf yapıyor; çok yerlerde nazm-ı kelâmı mutlak bırakıyor ki ehl-i belâgat ve ulûm-u Arabiyece güzel görünen vecihler, ihtimaller çoğalsın ki her asırda her tabaka, fehimlerine göre hissesini alsın.

    Bu âyeti mâkabliyle nazım ve rabteden münasebet:

    Kur’an-ı Kerîm, evvelki âyetle ta'mim yaptıktan sonra, bu âyetle tahsis yapmıştır. Evet bu âyet, ehl-i kitaptan iman edenleri tahsisle şereflerini ilan ve imana gelmeyenleri imana teşvik ediyor. Abdullah İbn-i Selâm ele alınarak diğerlerinin Abdullah İbn-i Selâm gibi olmaları için yapılan teşvik gibi.

    Ve keza Kur’an-ı Kerîm’in bütün ümmetlere ve risalet-i Muhammediyenin bütün milletlere şâmil olduklarını tasrih etmek üzere, her iki اَلَّذٖينَ ile مُتَّقٖينَ nin her iki kısmına tansis edilmiştir.

    Ve keza يُؤ۟مِنُونَ بِال۟غَي۟بِ sadefinde bulunan imanın rükünlerini beyan etmek için icmalden sonra tafsile geçmiştir. Çünkü bu âyet; kitaplara, kıyamete sarahaten; rusül ve melâikeye zımnen delâlet eder.

    Kur’an-ı Azîmüşşan burada وَال۟مُؤ۟مِنُونَ بِال۟قُر۟اٰنِ gibi îcazlı ifadeleri terk edip وَالَّذٖينَ يُؤ۟مِنُونَ بِمَٓا اُن۟زِلَ اِلَي۟كَ ile itnabı ihtiyar etmiştir. Şu itnab, bu makamı yüksek nükte ve letaifle tezyin etmek için ihtiyar edilmiştir:

    1- Esma-i mevsule ve mübhemeden bulunan اَلَّذٖينَ burada hükmün medarı ve maksadın esası iman sıfatı olduğuna ve mevsufu ile sair sıfatları iman sıfatına tabi ve altında görünmez bir durumda olduklarına işarettir.

    2- Yalnız zamanların birinde sübutu ifade eden مُؤ۟مِنُونَ kelimesine bedel fiil sîgasıyla يُؤ۟مِنُونَ tabiri, nüzul ve zuhur tekerrür ettikçe imanın teceddüd ettiğine işarettir.

    3- İbhamı ifade eden مَا iman-ı icmalînin kâfi geldiğine ve imanın, hadîs gibi bâtınî ve Kur’an gibi zâhirî vahiylere şâmil olduğuna işarettir.

    4- اُن۟زِلَ maddesi itibarıyla Kur’an’a iman, Kur’an’ın Allah’tan nüzulüne iman demek olduğunu gösteriyor. Kezalik Allah’a iman, Allah’ın vücuduna iman; âhirete iman, âhiretin gelmesine iman demektir.

    5- اُن۟زِلَ maziye delâlet eden heyeti itibarıyla, henüz nâzil olmayanın nüzulü, nâzil olanın nüzulü kadar muhakkak olduğuna işarettir. Maahâzâ يُؤ۟مِنُونَ deki istikbal اُن۟زِلَ nin maziliğinden neş’et eden noksanı telafi eder. Yani henüz nâzil olmayan kısım اُن۟زِلَ nin şümulü dâhilinde değilse de يُؤ۟مِنُونَ nin şümulü altındadır.

    Bu tenzil meselesi, Kur’an’ın çok yerlerinde vuku bulmuştur. Bazen mazi, istikbale misafir gider. Bazen de muzari, mazinin memleketine gelir. Bunda çok latîf bir belâgat vardır. Şöyle ki:

    Bir adam, kendisine göre henüz geçmemiş bir şeyi maziye delâlet eden bir sîga ile işittiği zaman, zihni heyecana gelir, ayılır; anlar ki muhatap yalnız o değildir. Belki arkasında muhtelif mesafelerde pek çok ayrı ayrı taifeler, saflar bulunmakla kendisine tevcih edilen hitapları, nidaları, İlahî hitabeleri, arkasında bulunan bütün o taifeler işitir gibi zihnine gelir.

    عَلَي۟كَ ye bedel اِلَي۟كَ nin zikri: Resul-i Ekrem’in (asm) teklif edilen risalet vazifesini cüz-i ihtiyarîsiyle haml ve kabul etmiş olduğuna ve bu hizmet Cibril tarafından görüldüğünden, Resul-i Ekrem’in (asm) daha yüksek olduğuna işarettir. Çünkü عَلٰى da ihtiyar olmadığı gibi vasıta-i nüzulün daha yüksek olduğuna delâlet eder.

    اِلَي۟كَ deki zamirin ism-i zâhire tercih sebebi, Kur’an ve Kur’an’a ait hususat hususunda Hazret-i Muhammed (asm) yalnız muhatap olup kelâm, Allah’ın kelâmı olduğuna işarettir.

    Bu kelâmın îcaz derecesi, şu zikredilen letaiften anlaşıldı.

    وَمَٓا اُن۟زِلَ مِن۟ قَب۟لِكَ

    Bu gibi sıfatlarda bir teşvik vardır. Ve o teşvikten sâmi’leri imtisale sevk eden emirler ve nehiyler doğuyor.

    Bu cümlenin mâkabliyle nazmına dair “dört letaif” vardır.

    1- Bu cümlenin mâkabline atfı, medlûlün delile olan bir atfıdır. Şöyle ki:

    “Ey insanlar! Kur’an’a iman ettiğiniz gibi kütüb-ü sâbıkaya da iman ediniz. Çünkü Kur’an, onların sıdkına delil ve şahittir.”

    2- Yahut o atıf, delilin medlûle olan atfıdır. Şöyle ki:

    “Ey ehl-i kitap! Geçmiş olan enbiya ve kitaplara iman ettiğiniz gibi Hazret-i Muhammed (asm) ile Kur’an’a da iman ediniz! Zira onlar, Hazret-i Muhammed’in (asm) gelmesini tebşir ettikleri gibi onların ve kitaplarının sıdkına olan deliller, hakikatiyle, ruhuyla Kur’an’da ve Hazret-i Muhammed’de (asm) bulunmuştur. Öyle ise Kur’an Allah’ın kelâmı ve Hazret-i Muhammed (asm) de resulü olduğunu tarîk-i ûlâ ile kabul ediniz ve etmelisiniz.”

    3- Zaman-ı saadette, Kur’an’dan neş’et eden İslâmiyet sanki bir şeceredir. Kökü zaman-ı saadette sabit olmakla damarları, o zamanın âb-ı hayat menbalarından kuvvet ve hayat alarak, her tarafa intişar ettikleri gibi dal ve budakları da istikbal semasına kadar uzanarak âlem-i beşere maddî ve manevî semereleri yetiştiriyor.

    Evet İslâmiyet, mazi ile istikbali kanatları altına almış, gölgelendirerek istirahat-i umumiyeyi temin ediyor.

    4- Kur’an-ı Kerîm, o cümlede ehl-i kitabı imana teşvik etmekle onlara bir ünsiyet, bir suhulet gösteriyor. Şöyle ki:

    “Ey ehl-i kitap! İslâmiyet’i kabul etmekte size bir meşakkat yoktur. Size ağır gelmesin! Zira size bütün bütün dininizi terk etmenizi emretmiyor. Ancak itikadatınızı ikmal ve yanınızda bulunan esasat-ı diniye üzerine bina ediniz.” diye teklifte bulunuyor. Zira Kur’an, bütün kütüb-ü sâlifenin güzelliklerini ve eski şeriatlarının kavaid-i esasiyelerini cem’etmiş olduğundan, usûlde muaddil ve mükemmildir. Yani ta’dil ve tekmil edicidir. Yalnız, zaman ve mekânın tagayyür etmesi tesiriyle tahavvül ve tebeddüle maruz olan füruat kısmında müessistir. Bunda aklî ve mantıkî olmayan bir cihet yoktur.

    Evet, mevasim-i erbaada giyecek, yiyecek ve sair ilaçların tebeddülüne lüzum ve ihtiyaç hasıl olduğu gibi bir şahsın yaşayış devrelerinde, talim ve terbiye keyfiyeti tebeddül eder. Kezalik hikmet ve maslahatın iktizası üzerine, ömr-ü beşerin mertebelerine göre ahkâm-ı fer’iyede tebeddül vardır. Çünkü fer’î hükümlerden biri, bir zamanda maslahat iken diğer bir zamana göre mazarrat olur. Veya bir ilaç, bir şahsa deva iken şahs-ı âhere dâ’ olur. Bu sırdandır ki Kur’an fer’î hükümlerden bir kısmını nesh etmiştir. Yani “Vakitleri bitti, nöbet başka hükümlere geldi.” diye hükmetmiştir.

    مِن۟ قَب۟لِكَ: Kur’an’da hiçbir kelime bulunmuyor ki mevkiiyle münasebettar olmasın. Veyahut mevkiinin başka bir kelimeye münasebeti daha çok olsun. Evet, Kur’an’ın herhangi bir yerinde bulunan bir kelime, o mevkiin başında bir tac-ı zerrîn gibi görünür. Ve aralarındaki münasebetlerden dolayı, aralarında geçimsizlik yeri yoktur.

    Ezcümle: مِن۟ قَب۟لِكَ kelimesine bak. Bu âyetin her tarafından uçup bu kelimenin başına konan letaifi gör. Zira bu âyet, nübüvvet hakkındadır. Nübüvvet meselesinde beş maksat vardır. Bu maksatlar, beş nükte ve letaiften in’ikas etmiştir. Bu beş letaif مِن۟ قَب۟لِكَ nin sadefindedir. Maksatlar ise:

    1- Hazret-i Muhammed aleyhissalâtü vesselâm, resuldür.

    2- Ekmelü’r-Rusüldür.

    3- Hâtemü’l-enbiya’dır.

    4- Risaleti, âmmedir.

    5- Şeriatı, sair şeriatların mehasinini cem’ ile onların nâsihidir.

    Birinci maksadın مِن۟ قَب۟لِكَ den vech-i in’ikası: Meslekleri ve yolları bir olan bir cemaat مِن۟ قَب۟لِكَ kelimesinden îmaen fehmolunur. Binaenaleyh Hazret-i Muhammed’in (asm) مِن۟ قَب۟لِكَ deki zamire merci olması, o cemaatten ma’dud olmasını iktiza eder. Ve onların meslekleri olan nübüvvetlerine ve kitaplarının sıdkına olan bütün deliller, Hazret-i Muhammed aleyhissalâtü vesselâmın risaletine ve Kur’an’ın Allah’tan nâzil olduğuna bir hüccet-i kātıa olduğu gibi onların mu’cizeleri de Hazret-i Muhammed’in (asm) davasına bir mu’cize hükmüne geçer.

    İkinci maksadın vech-i in’ikası: Üç kaideden tezahür eder.

    1- Sultanlar daima halkın, cemaatin, ordunun sonunda çıkarlar.

    2- Nev-i beşerde tekemmül vardır. Bu tekemmül kanunu, ikinci mürebbinin ve ikinci mükemmilin evvelki mürebbilerden daha ekmel olmasını iktiza eder.

    3- Ale’l-ekser, halefin mahareti, selefinden daha ziyadedir.

    İşte bu üç kaideden, Hazret-i Muhammed’in (asm) ekmel-i enbiya olduğu tezahür eder.

    Üçüncü maksadın vech-i in’ikası: Meşhur bir kaidedir ki bir vâhid çoğalsa teselsül eder, gittikçe gider, bir yerde durmaz. Fakat çoklar ve kesîr olanlar ittihat etse kuvvetlenir, istikrar peyda eder, yerinde kalır, daha değişmez. Demek Muhammed aleyhissalâtü vesselâm, Hâtemü’l-enbiya’dır. Mefhum-u muhalifiyle işmam eder ki ondan sonra peygamber gelmez. Hâtemiyetine hâtem ve imza basar.

    Dördüncü maksadın vech-i in’ikası: مِن۟ قَب۟لِكَ kelimesinin ifade ettiği gibi Hazret-i Muhammed (asm) onların halefidir. Ve onlar, tamamen o Hazretin selefleridir. Binaenaleyh halefin selefe ait vazifeyi tamamıyla üzerine alarak onların yerine kaim olması, o Hazretin bütün seleflerine nâib ve bütün ümmetlerine resul olduğunu iktiza eder.

    Evet bu kaide, hikmete uygun fıtrî bir kaidedir. Zira zaman-ı saadetten evvel insan âleminin ihtiva ettiği ümmetler, milletler arasında maddeten ve manen, istidaden ve terbiyeten pek muhtelif ve geniş mesafeler vardı. Bunun içindi ki terbiye-i vâhide ve davet-i münferide kâfi gelmiyordu. Vaktâ ki âlem-i insaniyet “zaman-ı saadet”in şems-i saadetiyle uyandı ve müdavele-i efkâr ile an’anelerinin terkiyle, tebdiliyle ve kavimlerin birbirine ihtilatlarıyla ittihada meyil gösterdi ve aralarında münakale ve muhabere başladı; hattâ küre-i arz bir memleket, belki bir vilayet, belki bir köy gibi oldu; bir davet ve bir nübüvvet umum insanlara kâfi görüldü.

    Beşinci maksadın vech-i in’ikası: مِن۟ قَب۟لِكَ deki مِن۟ iptida manasını ifade eder. İptida ise bir intihaya bakar. İntiha, adem-i ihtiyaca delâlet eder. Öyle ise o Hazret, Hâtemü’l-enbiya’dır ve âlem-i insaniyetin başka bir resule ihtiyacı yoktur.

    مِن۟ قَب۟لِكَ kelimesinin bu beş letaife ma’kes ve mazhar olmasına nazar-ı belâgatça delâlet eden emare şudur ki: Bu beş maksat, bir nehir gibi şu âyetlerin altında cereyan etmekle, âyetten âyete intikal neticesinde مِن۟ قَب۟لِكَ havuzunda içtima etmiştir. Evet, kelimenin sathında görünen bir tereşşuh, bir yaşlık, kelimenin altında havuzun bulunduğuna delâlet ve îma eder. Maahâzâ bu maksatların beyanına ayrı ayrı âyetler tahsis edilmiştir.

    وَبِال۟اٰخِرَةِ هُم۟ يُوقِنُونَ

    Bu âyet, haşir meselesine işarettir. Haşrin ispatı hakkında feyz-i Kur’an’dan fehmettiğim ve başka bir risalede tafsilatıyla zikrettiğim on bürhanın hülâsasına burada işaret edeceğiz. Şöyle ki:

    Kasd ve iradeden doğan bir nizam-ı ekmel vardır.

    Hilkat ve yaratılışta tam bir hikmet hüküm-fermadır.

    Âlemde abes yok.

    Fıtratta israf yok.

    Bu şahitleri tezkiye eden, istikra-i tamdır ki her fen, mevzuu bulunduğu nev’in nizamına bir şahid-i âdildir.

    Ve keza yevm ve sene vesaire gibi her nevide, nev’î bir kıyamet-i mükerrere vardır.

    Ve keza beşerdeki istidat, kıyamete bir remizdir.

    Ve keza beşerin gayr-ı mütenahî meyil ve emelleri, kıyameti ister.

    Ve keza Sâni’-i Hakîm’in rahmet hazinesinin mahall-i sarfı ancak kıyamet ve haşirdir.

    Ve keza sıdk ve emanetle maruf Resul-i Ekrem aleyhissalâtü vesselâm, sarahaten ilan ediyor.

    Ve keza Kur’an-ı Mu’cizü’l-Beyan وَقَد۟ خَلَقَكُم۟ اَط۟وَارًا ۝ وَمَا رَبُّكَ بِظَلَّامٍ لِل۟عَبٖيدِ âyetleriyle ve bu âyetlerin emsaliyle haşrin vukuunu kat’iyetle ispat ediyor.

    İşte tam on’a bâliğ olan şahitler, saadet-i ebediyenin anahtarı olup o cennetin kapılarını açarlar.

    Birinci Bürhan: Evet kâinat, saadet-i ebediyeyi intac etmese akılları hayrette bırakan, kâinatta görünen en bâriz en mükemmel şu nizam; aldatıcı, zayıf bir suretten ibaret kalır. Ve bütün maneviyat ve alâkalar, rabıtalar ve nisbetler hep heba olur. Öyle ise o nizamın nizam olması ancak ve ancak saadet-i ebediyeyi intac etmekle olur. Yani o nizamdaki maneviyat ve nükteler ancak âlem-i âhirette sümbüllenecektir. Yoksa bütün maneviyat söner, rabıtalar kesilir, nisbetler darmadağınık olur, nizam da berheva olur. Halbuki o nizamda bulunan kuvvet, bütün kuvvetiyle o nizamın berheva edilmeyeceğini ilan ediyor.

    İkinci Bürhan: Her bir nevide, her bir fertte hikmetlere, maslahatlara riayet eden ve inayet-i ezeliyenin timsali olan hikmet-i tamme, saadet-i ebediyenin gelmesini tebşir ediyor. Çünkü aksi halde, bedahetle ikrar ve tasdik ettiğimiz şu hikmetleri ve faydaları inkâr etmemiz lâzım gelir. Çünkü o faydaların, o hikmetlerin, o maslahatların her birisi zıddına inkılab ederler. Bu hal ise safsatadır.

    Üçüncü Bürhan: İkinci Bürhan’ı tefsir eder. Fennin de şehadet ettiği gibi Sâni’-i Hakîm her şeyde en kısa yolu en yakın ciheti en güzel ve en hafif sureti ihtiyar etmiştir. Bu ihtiyar, kâinatta abesiyetin bulunmadığına delâlet eder. Bu ise ciddiyete delâlet eder. Ciddiyet ise saadet-i ebediyenin gelmesiyle olur, yoksa bu varlık adem sayılır ve her şey abesiyete tahavvül eder. Halbuki abes ve israf gibi bâtıldan pâk ve münezzeh olduğunu şu سُب۟حَانَكَ مَا خَلَق۟تَ هٰذَا بَاطِلًا kelâmıyla i’lam ve talim eden Zat-ı Zülcelal sözüne nasıl muhalefet eder?

    Dördüncü Bürhan: Üçüncü Bürhan’ı izah eder. Bütün fenlerin şehadetiyle, fıtratta israf yoktur. Eğer insan-ı ekber denilen âlemdeki hikmetleri idrakten âciz isen, âlem-i asgar denilen insandaki nüktelere, hikmetlere dikkat et.

    Evet “fenn-i menafiü’l-aza”nın şerh ve beyan ettiği vecihle, insanın cisminde, her birisi bir menfaat için takriben iki yüz küsur kemik vardır. Ve her birisi bir fayda için altı bin damar vardır. Ve hüceyrata hizmet eden [yüz] yirmi dört bin mesame ve pencere vardır. O hüceyratta cazibe, dâfia, mümsike, musavvire, müvellide namıyla her birisi bir maslahat için beş kuvvet çalışıyor. Âlem-i asgar böyle olsa insan-ı ekber ondan geri kalır mı? Ruha nisbeten ehemmiyetsiz olan ceset bu derece israftan uzak bulunsa ne suretle cevher-i ruhla âsârında, emellerinde, efkârında ve maneviyatında israf olur? Çünkü saadet-i ebediye olmasa bütün maneviyat kurur. O hakikatler, israf memleketine kaçarlar.

    Acaba dünya kadar kıymetli olan bir cevhere mâlik olmakla hem daima onun zarfını ve gılafını muhafaza ettikten sonra, o cevheri birdenbire yere vurup kırmak ihtimali var mıdır? Hangi akıl kabul eder?

    Hem bir şahsın bünyesindeki kuvvet, azasındaki sıhhat, istidadındaki kabiliyet, o şahsın yaşayışına ve tekemmülüne delil olduğu gibi kâinatın ruhuna kadar nüfuz eden hakikat-i sabite ve devam ile yaşayışını îma eden intizamındaki kuvvet-i kâmile ve tekemmülüne giden nizamındaki kemal acaba haşr-i cismanî yoluyla saadet-i ebediyeye delil olmaz mı? Zira intizamını ihtilalden ve bozulmaktan kurtaran, saadet-i ebediyedir. Ve tekemmüle vasıta odur ve o kuvveti inkişaf ettiren odur.

    Beşinci Bürhan: Evet, her nevi mahlukatta bir nevi kıyametin ve bir çeşit haşrin tekrar ile vukua gelmekte olduğu, büyük kıyametin vukuuna ve geleceğine işarettir. Buna bir misal: Evet, haftalık saate bak. O saatte saniyeleri, dakikaları, saatleri, günleri sayan ibrelerden ve millerden saniyeleri sayan ibre, dakikaları sayan ibrenin hareketini ihbar ediyor. Dakikaları sayan ibre, saatleri sayan ibrenin hareketini ilan ediyor. Saatleri sayan ibre de günleri gösteren ibrenin hareketini husule getiriyor ve i’lam ediyor. İşte birincinin hareketinin tamam olması, ikincisinin de hareketinin tamam olacağına ve ikincinin tamam-ı hareket etmesi, üçüncünün de itmam-ı hareket edeceğine işarettir.

    Kezalik Sâni’-i Hakîm’in kâinat denilen büyük bir saati vardır. Bu saatin milleri, feleklerin çeşit çeşit deveranından ibarettir. İşte bu deveranlar; günleri, seneleri, ömr-ü beşeri, dünyanın beka müddetini gösteriyorlar. Binaenaleyh her geceden sonra sabahın, her kıştan sonra baharın gelmesi gibi haşrin sabahı, o büyük saatten doğacağına delil ve işarettir.

    Sual: Kâinatta görünen şu nev’î kıyametlerde eşya aynıyla iade edilmiyor. Halbuki büyük kıyamette neden ecsam aynıyla iade edilir?

    Cevap: İnsanın bir ferdi, başka mahlukatın bir nev’i gibidir. Zira insandaki o nur-u fikir; emellerine, ruhuna öyle bir inkişaf, öyle bir inbisat vermiştir ki bütün zamanları yutsa doymaz. Zira ondaki o yüksek fikir, insanın mahiyetini ulvi, kıymetini umumî, nazarını küllî, kemalini gayr-ı mahsur, lezzet ve elemini daimî kılmıştır. Başka nevilerin fertleri ise böyle değildir. Onların mahiyetleri cüz’î, kıymetleri şahsî, nazarları mahdud, kemalleri mahsur, lezzet ve elemleri ânidir.

    Bundan anlaşılıyor ki insanın bir ferdi, sair mahlukatın bir nev’i hükmündedir. Binaenaleyh o nevilerde görünen şu kıyametlerin ve haşir ve neşirlerin keyfiyetleri nasılsa efrad-ı insaniye de öyledir.

    Altıncı Bürhan: Saadet-i ebediyeye işaret eden bürhanlardan biri de insandaki gayr-ı mütenahî istidatlardır.

    Evet, Cenab-ı Hak tarafından mükerrem kılınan insanın cevher-i ruhunda ekilen ve rakamlara sığmayan istidatlar var.

    Bu istidatların altında, hesaba gelmeyen kabiliyetler var.

    Ve bunlardan neş’et eden hadde gelmeyen meyiller var.

    Ve bunlardan husule gelen gayr-ı mütenahî efkâr ve tasavvurat var.

    İşte bunların her birisi haşr-i cismanînin arkasındaki saadet-i ebediyeye, şehadet parmaklarını uzatarak gösteriyorlar.

    Yedinci Bürhan: Evet, Rahman ve Rahîm olan Sâni’-i Hakîm’in rahmeti, rahmetlerin en büyüğü olan saadet-i ebediyenin geleceğini tebşir ediyor. Zira rahmet ancak saadet-i ebediye ile rahmet olur. Ve nimet ancak o saadet ile nimet olur. Evet, bütün nimetleri nıkmetlere çeviren ebedî ayrılmaktan doğan ve umumî matemlerden yükselen o belalardan, kâinatı bilhassa şuurlu olan mahlukatı kurtaran şey, saadet-i ebediyenin gelmesidir. Çünkü bütün nimetlerin, rahatların, lezzetlerin ruhu olan saadet-i ebediye gelmezse umum kâinatın şehadetiyle sabit olan ve güneş gibi parlayan rahmet ve şefkat-i İlahiyenin bedahetine karşı mükâbere ile inkâr lâzım gelir.

    Ey Habib-i Şefik ve ey Şefik-i Habib! Ey Said-i Mecid ve ey Mecid-i Said! Rahmet-i İlahiyenin en latîfi en zarifi en lezizi olan muhabbet ve şefkate bakınız. O muhabbet ve şefkati, firak-ı ebedî ve hicran-ı lâyezalî ile karşıladığınız takdirde; vicdan, hayal ve ruh ne hale gireceklerdir. O muhabbet ve o şefkat en büyük en tatlı bir nimet iken en azîm bir musibete, bir belaya inkılab eder.

    Acaba göz önünde bilbedahe görünen rahmet-i İlahiye, firak-ı ebedînin muhabbet ve şefkat aleyhine hücum etmesine müsaade eder mi?

    Vallahi hayır! لَا وَاللّٰهِ

    Ancak o rahmetin şe’nindendir ki firak-ı ebedîyi hicran-ı lâyezalîye, hicran-ı lâyezalîyi firak-ı ebedîye ve adem-i mutlakı da her ikisine musallat eder ki o firakların, o hicranların kökleri ortadan kalksın.

    Sekizinci Bürhan: Bütün âlemce her hususta sıdkı ve doğruluğu malûm ve müsellem olan Hazret-i Muhammed-i Arabî aleyhissalâtü vesselâm, parmağıyla kameri şakkettiği gibi lisanıyla da saadet-i ebediyenin kapılarını açmıştır. Ve bütün enbiya-yı izamın bu hakikat üzerine icmaları, bir hüccet-i kātıadır.

    Dokuzuncu Bürhan: On üç asırdan beri yedi vecihle i’cazı tasdik edilen Kur’an-ı Mu’cizü’l-Beyan’ın haşir hakkındaki beyanatı, saadet-i ebediyenin geleceğine kâfi bir delil değil midir? Başka bir delile ihtiyaç var mıdır?

    Onuncu Bürhan: Bu bürhan, binlerce bürhanları müctemidir. Bu bürhanları, çok âyetler tazammun etmişlerdir. Evet Kur’an-ı Kerîm, çok âyetlerinden haşre nâzır pencereler açmıştır.

    Ezcümle: وَقَد۟ خَلَقَكُم۟ اَط۟وَارًا âyetiyle, saadet-i ebediyeye yol açan bir “kıyas-ı temsilî”ye işaret etmiştir.

    Kezalik وَمَا رَبُّكَ بِظَلَّامٍ لِل۟عَبٖيدِ âyet-i kerîmesiyle, o saadeti gösteren bir “kıyas-ı adlî”ye işaret etmiştir.

    Birinci âyetle işaret edilen kıyas-ı temsilî:

    Evvela insanın vücuduna bak. Nasıl tavırdan tavra, yani nutfeden alakaya, alakadan mudgaya, mudgadan et ve kemiğe, et ve kemikten insan suretine bir kasd, bir irade ve bir ihtiyar altında mahsus kanunlarla, muayyen nizamlarla, muntazam hareketlerle intikal ettiğini ve kalıptan kalıba girip çıktığını gör.

    Sonra insanın bekasına dikkat et. İnsan, bu vücud libasını her sene değiştirir. Bu vücud değişmesi, bedendeki hüceyratın yıkılıp yapılmasıyla olur. Bu tamirat da bütün azanın erzak mahzeni hükmünde olan, Cenab-ı Hakk’ın bir kanun-u mahsusla ihzar ettiği o madde-i latîfeden alınan ecza ile yapılır.

    Sonra o madde-i latîfenin ahvaline bak. Nasıl azanın ihtiyaçlarına göre muayyen bir kanun ile taksim edilir ve bedenin her tarafına mahsus bir nizam ile muntazaman dağıtılır.

    Yine şâyan-ı dikkattir ki o madde-i latîfe, dört matbahta pişirildikten sonra ve dört inkılabdan geçtikten sonra ve dört süzgeçten tasfiye edildikten sonra rızık olarak taksim edilir.

    Hem yine şâyan-ı dikkattir ki o madde-i latîfe, yemeklerin ruhu ve hülâsasıdır. O yemekler, âlem-i anâsırda dağınık menbalardan muntazam bir düstur ile mahsus bir nizam ile cem’ ve tahsil edilirler.

    İşte bütün bu nizamlar, bu kanunlar, bu intizamlar; hep bir kasd, bir irade, bir hikmetten çıkıyor. Evet mesela, Habib’in gözünde yerleşen bir zerrenin, unsur-u havadan veya unsur-u türabdan o garib, acib tavırlarda, inkılablarda yaptığı muntazam hareketinden anlaşılır ki o zerre, toprakta iken Habib’in gözüne tayin edilmiş ve bir memur gibi mahall-i memuriyetine muntazaman i’zam kılınmıştır (yükseltilmiştir).

    Evet, fennî bir nazarla dikkat edilirse anlaşılır ki o zerrenin hareketi, körü körüne, tesadüf eseri değildir. Çünkü o zerre, hangi mertebeye girerse o mertebenin nizamına tabi olur. Ve hangi bir tavra intikal etmiş ise onun muayyen kanunuyla amel etmiştir. Ve hangi bir tabakaya misafir gitmiş ise muntazam bir hareket ile sevk edilmiştir.

    Hülâsa: Neş’e-i ûlâya dikkat edenin, neş’e-i uhra hakkında tereddüdü kalmaz. Peygamber aleyhissalâtü vesselâmın emrettiği gibi: “Neş’e-i ûlâyı gören adam, neş’e-i uhrayı inkâr edebilir mi?” Çünkü ikinci teşekkül, yani ikinci yapılış; birinci teşekkülden daha kolaydır. Bunu yapan, onu daha kolay yapar.

    Mesela, bir fırka askerin ilk teşekkülünde, efradın birbiriyle ünsiyetleri, muarefeleri olmadığından ve talim ve terbiye görmemeleri yüzünden, yontulmamış taşlar gibi olduklarından, o efrad o fırkanın bünyesinde yerleştirilinceye kadar çok zahmetler vardır. Fakat ba’de’t-teşekkül terhis edilip de bir daha taht-ı silaha davet edildiği zaman, pek kolay içtima eder ve fırkayı teşkil ederler. Bu teşekkül, evvelki teşekkülden daha kolay olur.

    Kezalik birbiriyle ülfet peyda eden ve her birisi yerini tanıyan ve bir derece yontulmuş taşlar gibi kesb-i letafet eden bedenin zerratı, ölüm ile dağıldıktan sonra, haşirde Hâlık’ın izniyle, İsrafil’in borusuyla o zerrat-ı asliye ve esasiye içtimaya davet edildikleri zaman, pek kolay içtima ederler ve beden-i insanîyi yine eskisi gibi teşkil ederler. Maahâzâ kudret-i ezeliyeye nisbeten en büyük en küçük gibidir, hiçbir şey o kudrete ağır gelemez.

    Arkadaş! Zâhire nazaran, haşirde ecza-yı asliye ile ecza-yı zâide birlikte iade edilir. Evet, cünüb iken tırnakların, saçların kesilmesi mekruh ve bedenden ayrılan her bir cüzün bir yere gömülmesi sünnet olduğu ona işarettir. Fakat tahkike göre, nebatatın tohumları gibi “acbü’z-zeneb” tabir edilen bir kısım zerreler, insanın tohumu hükmünde olup haşirde o zerreler üzerine beden-i insanî neşv ü nema ile teşekkül eder.

    İkinci âyetle işaret edilen delil-i adlî ise:

    Evet, görüyoruz ki ale’l-ekser gaddar, fâcir zalimler; lezzetler, nimetler içinde pek rahat yaşıyorlar. Yine görüyoruz ki masum, mütedeyyin, fakir mazlumlar; zahmetler, zilletler, tahkirler, tahakkümler altında can veriyorlar. Sonra ölüm gelir, ikisini de götürür. Bu vaziyetten bir zulüm kokusu gelir. Halbuki kâinatın şehadetiyle, adalet ve hikmet-i İlahiye zulümden pâk ve münezzehtirler.

    Öyle ise adalet-i İlahiyenin tam manasıyla tecelli etmesi için haşre ve mahkeme-i kübraya lüzum vardır ki biri cezasını, diğeri mükâfatını görsün.

    وَبِال۟اٰخِرَةِ هُم۟ يُوقِنُونَ

    Bu cümledeki kelimelerin arasında bulunan nazım ve nizam:

    1- Bu cümlenin mâkabliyle bağlanmasını ifade eden و bu rükn-ü imanînin burada sarahaten zikredilmesi için âmm olarak zikredilen evvelki cümleden bu cümlenin tahsis lüzumuna binaen atıf yapılmıştır.

    2- Takdimiyle hasrı ifade eden بِال۟اٰخِرَةِ kelimesi, bazı ehl-i kitabın iman ettikleri âhiret, hakiki bir âhiret olmadığına ta’rizdir. Çünkü onların لَن۟ تَمَسَّنَا النَّارُ اِلَّاۤ اَيَّامًا مَع۟دُودَةً âyet-i kerîmesinin hikâye ettiği gibi: “Cehennem ateşi, bizi daima yakacak değil ya! Ancak birkaç gün yakacaktır.” gibi sözleriyle ve bir cihette lezaiz-i cismaniyeyi nefiy ve inkâr ettiklerinden anlaşıldığına göre, bildikleri âhiret, mecazî bir âhiret imiş.

    3- Malûm ve ma’hud olan şeye işaret için vaz’edilen اَل۟ edatı, bütün kütüb-ü semaviyenin lisanlarında deveran eden ma’hud âhirete işarettir. Veyahut mezkûr delail-i fıtriye ile akılların gözleri önünde hazır olan ve âhiret ile anılan hakikate işarettir.

    4- Mukadder bulunan neş’enin sıfatına âhiret tabiri, zihinleri neş’e-i ûlâya çevirip ondan neş’e-i uhraya bi’l-intikal imkân yolunu göstermek için ihtiyar edilmiştir.

    5- Yakîn ile beraber tasdiki birlikte ifade eden يُؤ۟مِنُونَ kelimesine bedel يُوقِنُونَ tabiri, haşir meselesi şek ve şüphelere bir mahşer ve bir mecma olduğu için tasdikten fazla îkan ve yakîn daha ehemmiyetli olduğuna işarettir. Veya ehl-i kitabın iddia ettikleri iman, yakînden hâlî olduğundan onların imanı, iman olmadığına işarettir.

    اُولٰٓئِكَ عَلٰى هُدًى مِن۟ رَبِّهِم۟

    Bu cümledeki nüktelere işaret eden me’hazler şunlardır:

    1- Evvelki cümle ile bu cümlenin nazmı.

    2- اُولٰٓئِكَ ile işaret-i hissiye.

    3- اُولٰٓئِكَ deki uzaklık.

    4- عَلٰى daki ulviyet.

    5- هُدًى deki tenkir.

    6- مِن۟

    7- رَبِّهِم۟ deki terbiyeden ibaret yedi me’hazdir.

    Birincisi:

    Bu cümleyi mâkabliyle bağlayan münasebetlerdir.

    Birinci münasebet: Bu cümle mâkablinden neş’et eden üç suale cevaptır.

    Birincisi: Hidayetten neş’et eden o güzel vasıfları lâbis olarak hidayet tahtı üstünde oturan o şahısları görmek isteyen sâile cevaptır.

    İkincisi: “O adamların hidayete istihkak ve ihtisasları nedendir?” diye sual eden sâmi’e cevaptır. Yani illet ve sebep اُولٰٓئِكَ ile işaret edilen vasıflardır.

    Sual: Sâbıkan mezkûr vasıfların tafsilen zikirleri اُولٰٓئِكَ kelimesindeki icmalden daha vâzıh bir surette sebebi gösteriyor?

    Cevap: İcmal, bazen tafsilden daha vâzıh olur. Bilhassa matlub, birkaç şeyden mürekkeb olduğu zaman, sâmi’in gabaveti veya nisyanı dolayısıyla o mürekkebin eczasını mezcetmekle sebebi çıkarmak müşkül olur.

    Üçüncüsü: “Hidayetin neticesi, semeresi ve hidayetteki lezzet ve nimet nedir?” diye sual eden sâile cevaptır.

    Yani hidayette saadet-i dâreyn vardır. Hidayetin neticesi, nefs-i hidayettir. Hidayetin semeresi, ayn-ı hidayettir. Zira hidayet haddizatında büyük bir nimettir ve vicdanî bir lezzettir, ruhun cennetidir (nasıl ki dalalet, ruhun cehennemidir) ve bilâhare âhiretin felâh ve saadetini intac eder.

    İkinci Me’haz: اُولٰٓئِكَ ile yapılan işaret-i hissiye.

    Bir şeyin müteaddid sıfatlarını zikretmek, o şeyin zihinlerde tecessüm etmesine ve akılda hazır ve hayalde mahsûs olmasına sebep olduğuna işarettir. Maahâzâ sâbıkan zikirlerinden bir ma’hudiyet çıkar. Bu ma’hudiyet-i zikriye, ma’hudiyet-i hariciyelerine kapı açar. Haricî olan ma’hudiyetlerinden, mümtaz ve müstesna insanlar oldukları tebarüz eder ki nev-i beşer içinde gözünü açıp bakanların gözlerine en evvel onların parıltıları çarpar.

    Üçüncü Me’haz:

    Uzaklığı ifade eden اُولٰٓئِكَ onların filcümle yakın oldukları halde uzak gösterilmeleri, ulüvv-ü mertebelerine mecazî bir işaret olduğuna işarettir. Çünkü uzakta bulunanlara bakıldığı zaman, boyca en uzunları görünür. Maahâzâ zamanî ve mekânî olan bu’d, hakiki kasdedilirse belâgata daha uygun olur. Çünkü bütün asırlar asr-ı saadet gibi bu âyeti zikrediyorlar. Öyle ise اُولٰٓئِكَ ile yapılan işaret, safların evvellerine işarettir. Ve bu itibarla bu’d, hakiki olur, mecazî değildir.

    Binaenaleyh onların hakikaten zaman ve mekânca uzak oldukları halde işaret-i hissiye ile gösterilmeleri, azametlerine ve ulüvv-ü mertebelerine işarettir.

    Dördüncü Me’haz: Ulviyeti ifade eden عَلٰى kelimesidir.

    Arkadaş! Eşya ve şeyler arasında öyle münasebetler vardır ki onları âyine gibi yapıyor. Her birisi, ötekisini gösteriyor. Birisine bakıldığı zaman, ötekisi görünür. Mesela bir parça cam, büyük bir sahrayı gösterdiği gibi bazen olur ki bir kelime, uzun ve hayalî bir macerayı sana gösterir. Bir kelime, pek acib bir vukuatı senin gözünün önüne getirir, temessül ettirir. Yahut bir kelâm, zihnini alır, misalî âlem-i misallere kadar götürür, gezdirir. Mesela بَارَزَ kelimesi, muharebe meydanını; ثَمَرَةٌ kelimesi, büyük bir meyve bahçesini insanın fikrine getirir.

    Buna binaen buradaki عَلٰى kelimesi, temsilî bir üsluba pencere açar, gösterir kasdıyla zikredilmiştir. Şöyle ki:

    Sanki hidayet-i İlahî, bir burak olup mü’minlere gönderilmiştir. Mü’minler tarîk-i müstakimde ona binerek arş-ı kemalâta yürürler.

    Beşinci Me’haz: هُدًى deki tenkirdir.

    Bir nekre, marife olarak mükerreren zikredilirse o marife, o nekrenin aynı olur. Fakat o nekre, nekre olarak zikredildiği takdirde, ale’l-ekser birbirinin aynı olamaz. Bu kaideye göre, nekre olarak tekerrür eden هُدًى evvelki هُدًى in aynı değildir. Ancak evvelki هُدًى masdardır. İkincisi, hasıl-ı bi’l-masdardır ve birincisinin semeresi hükmünde mahsus ve sabit bir sıfattır.

    Altıncı Me’haz:

    Hidayetin Allah’tan olduğunu ifade eden مِن۟ kelimesinden burada bir cebir hissedilmekte ise de hakikatte cebir değildir. Çünkü onların cüz-i ihtiyarlarıyla hasıl-ı bi’l-masdar olan hidayete yürümeleri üzerine Cenab-ı Hak, o sıfat-ı sabite olan hidayeti halk ve ihsan etmiştir.

    Demek ihtida, yani hidayete doğru yürümek, onların kesb ve ihtiyarları dâhilindedir. Fakat sıfat-ı sabite olan hidayet, Allah’tandır.

    Yedinci Me’haz: Terbiyeyi ifade eden رَبِّ kelimesidir.

    Bu kelimenin burada ihtiyar edilmesi, onların rızık ile terbiyeleri rububiyetin şe’ninden olduğu gibi hidayetle de tagaddileri rububiyetin şe’ninden olduğuna işarettir.

    وَاُولٰٓئِكَ هُمُ ال۟مُف۟لِحُونَ

    Bu cümledeki nüktelerin me’hazleri:

    1- و ile atıf.

    2- اُولٰٓئِكَ nin tekrarı.

    3- Zamirü’l-fasl olan هُم۟

    4- اَل۟ edatı.

    5- Felâh yollarının adem-i zikriyle مُف۟لِحُونَ nin âmm ve mutlak bırakılması gibi beş me’hazdan ibarettir.

    Birincisi: و ile yapılan atıf, her iki cümle arasında bulunan münasebete binaen yapılmıştır. Zira birinci اُولٰٓئِكَ saadet-i âcile ( عَاجِلَه ) olan hidayet semeresine işarettir. İkinci اُولٰٓئِكَ hidayetin semere-i âcilesine ( اٰجِلَه ) işarettir.

    Evet, her bir اُولٰٓئِكَ mâkabline bir fezleke, bir icmaldir. Fakat erkân-ı İslâmiye me’haz tutulmakla, birinci اُولٰٓئِكَ yi birinci اَلَّذٖينَ ye rabtı ve ikisinin de ümmi mü’minlere tahsisi ve keza erkân-ı imaniye ile yakîn me’haz tutulmakla ikinci اُولٰٓئِكَ yi ikinci اَلَّذٖينَ ye rabtı ve ikisinin de ehl-i kitap mü’minlere ircâı daha evlâdır.

    İkincisi: اُولٰٓئِكَ nin tekrarı, her iki saadetin gerek hidayete gerek onların medh ü senalarına müstakil ve ayrı ayrı gayeler ve sebepler olduklarına işarettir. Fakat ikinci اُولٰٓئِكَ nin hükmüyle beraber, birinci اُولٰٓئِكَ ye işareti daha evlâdır.

    Üçüncüsü: Zamirü’l-fasl olan هُم۟ ehl-i kitaptan olup Hazret-i Muhammed aleyhissalâtü vesselâma iman etmeyenlere bir ta’riz olmak üzere bu cümle ile yapılan hasrı tekid etmek ile beraber, güzel bir nükteyi tazammun etmiştir. Şöyle ki:

    Mübteda ile haber arasında bulunan هُم۟ zamiri, mübtedayı çok haberlere mübteda yapar. Ve bu gibi haberlerin tayinini de hayale havale eder. Yani haberlerin mahdud ve muayyen olmadığını hayale arz etmekle hayali, münasip haberleri taharri etmeye teşvik eder.

    Nasıl ki Zeyd’i ele almakla “Zeyd âlimdir, Zeyd fâzıldır, Zeyd güzeldir.” gibi Zeyd’in sıfatlarından çok hükümleri dizebilirsin. Kezalik اُولٰٓئِكَ den sonra gelen هُم۟ zamiri hayali harekete getirmekle “Onlar ateşten kurtulurlar.” “Onlar cennete girerler.” “Onlar rü’yete mazhar olurlar.” ve daha bu gibi sıfatlarına münasip çok hükümleri ve cümleleri hayale yaptırır.

    Dördüncüsü: اَل۟مُف۟لِحُونَ kelimesindeki اَل۟ hakikati tasvire işarettir. Sanki lisan-ı haliyle diyor ki: “Eğer müflihlerin hakikatini görmek istersen اُولٰٓئِكَ nin âyinesine bak, sana temessül edecektir.” Yahut onların tayin ve temyizlerine işarettir. Sanki diyor: “Ehl-i felâh olanları tanımak istersen اُولٰٓئِكَ ye bak, içindedirler.” Veya hükmün zâhir ve bedihî olduğuna işarettir.

    Beşincisi: Felâh ve necat yollarını tayin etmeyen اَل۟مُف۟لِحُونَ kelimesindeki ıtlak, ta'mim içindir. Şöyle ki:

    Kur’an’a muhatap olan, matlubları ve istekleri muhtelif pek çok tabakalardır ki bir kısmı, ateşten necat istiyorlar; bir kısmı, cennete girmek istiyorlar; bir kısmı, rü’yete mazhar olmak istiyorlar. Ve bunlar gibi o tabakaların pek çok dilekleri vardır. Kur’an-ı Kerîm اَل۟مُف۟لِحُونَ kelimesini âmm ve mutlak bırakmıştır ki herkes istediğini takip etsin.

    اِنَّ الَّذٖينَ كَفَرُوا سَوَٓاءٌ عَلَي۟هِم۟ ءَاَن۟ذَر۟تَهُم۟ اَم۟ لَم۟ تُن۟ذِر۟هُم۟ لَا يُؤ۟مِنُونَ

    Bu cümlenin mâkabliyle cihet-i nazmı:

    Arkadaş! Cenab-ı Hakk’ın sıfât-ı ezeliye âleminde biri celalî, diğeri cemalî iki türlü tecellisi vardır.

    Celal ile Cemal’in sıfât-ı ef’al âleminde tecellisinden; lütuf ve kahr, hüsün ve heybet tezahür eder.

    Ef’al âlemine tecelli edince tahliye (تَح۟لِيَه ) ile tahliye (تَخ۟لِيَه ) (tezyin ile tenzih) doğar.

    Âsâr ve a’mal âleminden âlem-i âhirete intıba edince lütuf, cennet ve nur olarak; kahr da cehennem ve nâr olarak tecelli eder.

    Sonra âlem-i zikre in’ikas edince biri hamd, diğeri tesbih olmak üzere iki kısma ayrılır.

    Sonra âlem-i kelâmda tecelli edince kelâmın emir ve nehye taksimine sebep olur.

    Sonra âlem-i irşada intikal edince irşadı tergib ve terhib, tebşir ve inzara taksim eder.

    Sonra vicdana tecelli edince reca ve havf husule gelir.

    Sonra irşadın iktizasındandır ki havf ile reca arasındaki muvazene devamla muhafaza edilsin ki reca ile doğru yollara sülûk edilsin, havf ile de eğri yollara gidilmesin. Ne Allah’ın rahmetinden meyus ne de azabından emin olunsun.

    İşte böylece teselsül eden şu hikmetten dolayı Kur’an-ı Kerîm, ale’d-devam tergibden sonra terhib ve ebrarı medhettikten sonra füccarı zemmetmiştir.

    Sual: Bu cümle ile اِنَّ ال۟اَب۟رَارَ لَفٖى نَعٖيمٍ ۝ وَاِنَّ ال۟فُجَّارَ لَفٖى جَحٖيمٍ cümlesi arasında ne gibi bir fark vardır ki orada atıf var, burada yoktur?

    Cevap: Atfın hüsnü, münasebetin hüsnüne bakar. Hüsn-ü münasebet, her iki cümleden takip edilen garaz ve maksadın bir olmasına mütevakkıftır. Halbuki oradaki maksat, burada yoktur. Burada birinci cümledeki maksat, Kur’an’ın medhine incirar eden mü’minlerin medhidir. İkinci cümleden maksat, yalnız tahvif ve terhib için kâfirlerin zemmidir. Bu ise Kur’an’ın medhiyle alâkadar değildir.

    Sonra bu cümlenin ihtiva ettiği eczanın nazmında tezahür eden letaif cihetine bakalım:

    اِنَّ ile اَلَّذٖينَ mevkilere göre ifade ettikleri nüktelerden maada, belâgatça kıymetli sayılan iki nükteyi daha tazammun etmişlerdir ki Kur’an, pek çok yerlerinde اِنَّ ile اَلَّذٖينَ yi mükerreren zikretmiştir.

    Tahkiki ifade eden اِنَّ deki nükte şöyle tasvir edilebilir ki:

    اِنَّ herhangi bir cümlede bulunursa o cümlenin damını deler, hakikate nüfuz eder. Ve o davayı veya hükmü aşağıya indirir, hakikate yapıştırmakla o hükmün hayalî veya zannî veya mevzu veya hurafe hükümlerden olmadığını ve ancak hakaik-i sabiteden olduğunu ispat eder.

    Bu cümlede اِنَّ nin hususi nüktesi: Bu âyetin muhatabı olan Hazret-i Muhammed’de (asm) şek ve inkâr bulunmadığı halde şek ve inkârı ref’etmek şe’ninde olan اِنَّ ile karşılanması, onların iman etmesi için Peygamber’in (asm) şiddet-i hırsına işarettir.

    اَلَّذٖينَ kelimesi ise göze görünmezden evvel akla görünen garib ve yeni hakikatlere bir vasıta-i işarettir. Bunun içindir ki hakikatleri tebdil ve tecdid eden inkılabları tasvir için kullanılan işaret ve vasıtalardan en çok kullanılan اَلَّذٖينَ ve emsalidir.

    Kur’an’ın tecellisiyle çok neviler silindi, hakikatler yıkıldı. Onlara bedel, yeni yeni neviler, hakikatler teşekkül etti. Evet, zaman-ı cahiliyete bak! O zamanda bütün neviler millî rabıtalar üzerine teşekkül ettiği gibi içtimaî hakikatler de taassub-u kavmî üzerine bina edilmişti. Kur’an’ın tecellisiyle o rabıtalar kesildi, o hakikatler tahrip edildi. Onlara bedel, dinî rabıtalar üzerine yeni neviler ve hakikatler ihdas edildi.

    Evet, Şems-i Kur’an’ın tulûu ile bazı kalpler onun ziyasıyla tenevvür etti. Ve mü’minlerin nevini temyiz ve tayin eden bir hakikat-i nuraniye meydana geldi. Kezalik o keskin ziya karşısında, mezbeleye benzeyen bazı pis kalpler de yanıp kömür oldular. Ve o kâfirlerin nevini ilan eden zehirli bir hakikat-i küfriye husule geldi. İşte bu hakikat-i küfriyeye işaret için اَلَّذٖينَ zikredilmiştir.

    Maahâzâ her iki اَلَّذٖينَ arasında tam bir münasebet vardır. Çünkü her birisi birbirine zıt olan bir hakikate işarettir.

    Ve keza harf-i tarif olan اَل۟ in ifade ettiği beş manayı اَلَّذٖينَ de ifade ediyor. O manaların en meşhuru, “ahd”dir. Yani gerek اَل۟ den gerek اَلَّذٖينَ den ma’hud ve malûm bir şey kasdedilir. Binaenaleyh Ebucehil, Ebu Leheb, Ümeyye İbn-i Halef vesaire gibi ma’hud ve meşhur büyük kâfirlere اَلَّذٖينَ ile işaret edilmiş olduğu ihtimali pek kavîdir. Bu ihtimale binaen şu âyet, gaybdan ihbar eden âyetlerden biri olur. Çünkü onlar küfür üzerine ölmüşlerdir. Ve aynı zamanda i’caz-ı manevînin dört nevinden bir nev’i, şu gaybî ihbarlardan tezahür eder.

    Sual: Kur’an zaruriyat-ı diniyedendir. Zaruriyatta ihtilaf olamaz. Halbuki müfessirlerce verilen ayrı ayrı manaların bir kısmı, birbirine muhaliftir?

    Cevap: Azizim! Kur’an’ın her bir kelâmı, üç kaziyeyi müştemildir:

    Birincisi: Bu, Allah’ın kelâmıdır.

    İkincisi: Allahça murad olan mana haktır.

    Üçüncüsü: Mana-yı murad, budur.

    Eğer Kur’an’ın o kelâmı, başka bir manaya ihtimali olmayan muhkemattan olursa veya Kur’an’ın başka bir yerinde beyan edilmiş ise birinci ve ikinci kaziyeleri aynen kabul etmek lâzımdır ve inkârları da küfürdür.

    Şayet Kur’an’ın o kelâmı, başka bir manaya ihtimali olan bir nass veya zâhir olursa üçüncü kaziyeyi kabul etmek lâzım olmadığı gibi inkârı da küfür değildir. İşte müfessirlerin ihtilafları ancak ve ancak şu kısma aittir.

    İhtar: Mütevatir hadîsler de bu hususta, âyetler gibidir. Yalnız birinci kaziye, teemmül yeridir. Çünkü هٰذَا ile işaret edilen hadîsin, hakikaten hadîs olup olmadığında tereddüt yeri vardır.

    Sual: Küfür, cehildir. Halbuki kâfirler, Hazret-i Muhammed’i (asm) evlatları kadar tanıyorlardı?

    Cevap: Küfür, iki kısımdır. Bir kısmı, bilmediği için inkâr eder; ikincisi, bildiği halde inkâr eder. Bu da birkaç şubedir. Birincisi, bilir lâkin kabul etmez. İkincisi, yakîni var lâkin itikadı yoktur. Üçüncüsü, tasdiki var lâkin vicdanî iz’anı yoktur.

    Sual: Şeytanın kalbinde marifet var mıdır?

    Cevap: Yoktur. Çünkü sanat-ı fıtriyesi iktizasınca kalbi daima idlâl ile telkin için, fikri daima küfrü tasavvur etmekle meşgul olduğundan kalbinde veya fikrinde boş bir yer marifet için kalmıyor.

    Sual: Küfür, kalbe ait bir sıfattır. Kalpte o sıfat bulunmadığı takdirde, zünnar bağlanmasından veya ona kıyas edilen şapkanın giyilmesinden ne için küfür hasıl olsun?

    Cevap: Gizli olan umûra, şeriat emarelere göre hükmeder. Hattâ illet olmayan esbab-ı zâhirîyi, illet yerine kabul eder. Binaenaleyh itmam-ı rükûya mani olan bir kısım zünnarların bağlanması ve secdenin ikmaline mani olan bazı şapkaların giyilmesi, ubudiyetten istiğna ve küfre teşebbüh etmeye emarelerdir. Gizli olan o sıfat-ı küfriyenin yok olduğuna kat’iyetle hükmedilemediğinden bu gibi emarelere göre hükmedilir.

    Sual: İnzar yapılmadıkça teklif nasıl yapılır?

    Cevap: İnzar yapılmadığı takdirde teklif de yapılmazsa adem-i tecziyelerine bir hüccet olur. Zira “Biz ne yapalım? Ne tebligat yapıldı ve ne tekâliften haberimiz var.” diye mücazattan kurtuluşlarına bir medar olur.

    Sual: Cenab-ı Hakk’ın onların küfür ve temerrüdlerinden yaptığı ihbar, onların imana gelmelerini imtina derecesine çıkarıyor. Mümteni ve muhal bir şey teklif edilir mi?

    Cevap: Cenab-ı Hakk’ın ihbarı, ilmi ve iradesi, sebepten kat’-ı nazarla yalnız küfürlerine taalluk etmez. Ancak ihtiyarlarıyla küfürlerine birlikte taalluk eder. Bu ise ihtiyarlarını nefyetmez ki teklif-i bilmuhal olsun. Bu bahsin tafsilatı gelecektir.

    Sual: İman etmeyeceklerini ifade eden لَا يُؤ۟مِنُونَ ve emsali âyetlere, onları iman etmeye davet etmekten; adem-i imana iman çıkıyor. Bu ise muhal-i aklîdir?

    Cevap: Onlara teklif edilen iman, icmalîdir; tafsilî değildir. Her bir âyete, her bir hükme ayrı ayrı, birer birer iman ediniz diye teklif yapılmıyor ki bu mahzur lâzım gelsin.

    Sonra küfürlerini sîga-i mazi ile zikretmek, hakkın izhar ve ispatından sonra onların küfrü kucaklayıp kabul etmelerine işarettir. Bunun içindir ki onlara karşı inzarın adem-i inzar gibi faydasız kaldığına سَوَٓاءٌ kelimesiyle işaret yapılmıştır.

    Sonra fevkaniyeti ifade eden عَلَي۟هِم۟ deki عَلٰى onların yüzleri yere yapışmış gibi başlarını kaldırıp âmirlerinin sözünü dinleyemediklerine işarettir.

    Ve keza manaya bir zarar ve bir halel îras etmeyen ve terkine tercih edilen عَلَي۟هِم۟ in zikri, Hazret-i Muhammed aleyhissalâtü vesselâma nazaran inzarın adem-i inzar gibi olmadığına işarettir. Zira inzarda ecr ü sevap vardır.

    ءَاَن۟ذَر۟تَهُم۟ اَم۟ لَم۟ تُن۟ذِر۟هُم۟ cümlesindeki hemze ile اَم۟ müsavatı ifade ettiğinden سَوَٓاءٌ kelimesine tekiddir. Yahut سَوَٓاءٌ kelimesinden müsavatın bir manası, hemze ile اَم۟ den ikinci manası irade edilir. Çünkü müsavatın medarı ya adem-i faydadır veya mûcibin adem-i vücududur.

    Sual: İstifham şekliyle müsavatı ifade etmekte ne mana vardır?

    Cevap: Yapmış olduğu fiilinde bir faydası olmayan muhatabın fiilinin faydasız olduğuna latîf ve mukniane bir vecihle ikaz edilmesi ancak istifham ile olur ki muhatap fiilini düşündükten sonra, kötü neticesini nazara alarak kalbi mutmain olsun.

    Sual: سَوَٓاءٌ kelimesi inzar ve adem-i inzardan mecaz ise aralarındaki alâka nedir?

    Cevap: İstifhamın müsavatı tazammun etmesidir. Zira istifham eden adamın bilgisine göre, vücud ile adem mütesavidir. Maahâzâ bu gibi istifhamlara verilen cevaplar, ale’l-ekser şu müsavat-ı zımniye ile verilir.

    Sual: Mazi sîgasıyla inzardan yapılan tabir neye işarettir?

    Cevap: İkinci ve üçüncü inzarlara lüzum kalmadığına işarettir. Yani “Yaptığın inzar fayda vermedi, bundan sonra da faydasız kalır.”

    Sual: İnzar etmemekte faydanın bulunmaması zâhirdir.

    اَم۟ لَم۟ تُن۟ذِر۟هُم۟ kaydında ne fayda vardır?

    Cevap: Sükût etmek, bazen muhatabın insafa gelip matlub işe muvafakatına sebep olur.

    Sual: Kur’an-ı Kerîm, başka makamlarda terhibden sonra tergib de yaptığı halde, burada tergibi terk etmiştir. Esbabı nedir?

    Cevap: Küfür makamına ancak terhib ve tahvif münasiptir. Hem de küfür gibi mazarratları def’etmek, cenneti kazanmak gibi menfaatlerin celbinden daha evlâ ve daha tesirlidir. Maahâzâ buradaki terhib, tergibi de andırıyor. Çünkü inzar ve adem-i inzarı gören hayal, zıddiyet münasebetiyle, derhal tebşir ve adem-i tebşire intikal eder.

    Azizim! Her bir hükmün başka şeylere hizmet eden çok manaları olduğu ve her bir hükümden takip edilen gizli maksatlar bulunduğu ve bu kelâmın da Hazret-i Muhammed’e (asm) işaret eden manaları olduğu gibi; küfrü takbih etmek maksadıyla, büyük bir ölçüde tenkiratta bulunmuştur. Ezcümle:

    Peygamber aleyhissalâtü vesselâmın görmekte olduğu zahmetlerin tahfifine ve göstermekte olduğu hırs ve şiddetin tehvinine medar olmak için mana-yı harfî kabîlinden bazen îmalarda bulunmuş ve eski resullerin hallerini nazara alarak, onlara iktida ile teselli yollarını göstermiş ise de bu bir kanun-u fıtrîdir, tahammül ve inkıyad lâzımdır diye lisan-ı hal ile ilan etmiştir.

    Bu âyet وَلَهُم۟ عَذَابٌ عَظٖيمٌ cümlesine kadar bütün eczasıyla, küfrü takbih ve tenfir ile nehyeder. Ve ehl-i küfrü tehdit ve tahvif ile küfürden terhib eder. Ve keza bütün kelimatıyla, küfrün büyük bir musibet olmakla beraber, lezzeti yok elemi var, nimeti yok nıkmeti var diye ilan eder. Ve keza bütün cümleleriyle, küfrün her şeyden zararlı olduğunu tasrih eder. Evet, onlar iman etmediklerinden ve cevher-i ruhu ifsad ve bütün elemleri içine alan küfür musibetine maruz kaldıklarından

    لَم۟ يُؤ۟مِنُوا ya bedel كَفَرُوا tabiriyle işaret edilmiştir. Ve keza لَا يَت۟رُكُونَ ال۟كُف۟رَ kelimesine bedel لَا يُؤ۟مِنُونَ tabiriyle, onların büyük musibete maruz kaldıkları gibi pırlanta gibi cevher-i imanîyi de kaybettiklerine işarettir.

    Ve keza خَتَمَ اللّٰهُ عَلٰى قُلُوبِهِم۟ cümlesiyle kalp ile vicdan, nur-u iman sayesinde hakaik-i İlahiyenin tecellisine mazhar olmakla menba-ı kemalât, hayattar ve ziyadar oldukları halde, küfrün ihtiyar edilmesiyle zulmetli, ıssız, haşerat-ı muzırra yuvasına inkılab ettikleri için mühürlenmiş, kilitlenmiş ki o korkunç yuvadaki akreplerden veya yılanlardan içtinab edilmesine işaret edilmiştir.

    Ve keza وَعَلٰى سَم۟عِهِم۟ kelimesiyle, küfür sebebiyle kulağa ait pek büyük bir nimeti kaybettiklerine işaret edilmiştir. Hattâ kulaktaki zar, nur-u iman ile ışıklandığı zaman, kâinattan gelen manevî nidaları işitir. Lisan-ı hal ile yapılan zikirleri, tesbihatları fehmeder. Hattâ o nur-u iman sayesinde, rüzgârların terennümatını, bulutların na’ralarını, denizlerin dalgalarının nağamatını ve hâkeza yağmur, kuş vesaire gibi her neviden Rabbanî kelâmları ve ulvi tesbihatı işitir. Sanki kâinat, İlahî bir musikî dairesidir. Türlü türlü âvâzlarla, çeşit çeşit terennümatla kalplere hüzünleri ve Rabbanî aşkları intıba ettirmekle kalpleri, ruhları nurani âlemlere götürür, pek garib misalî levhaları göstermekle, o ruhları ve kalpleri lezzetlere, zevklere gark eder.

    Fakat o kulak, küfür ile tıkandığı zaman o leziz, manevî yüksek savtlardan mahrum kalır. Ve o lezzetleri îras eden âvâzlar, matem seslerine inkılab eder. Kalpte, o ulvi hüzünler yerine, ahbabın fıkdanıyla ebedî yetimlikler, mâlikin ademiyle nihayetsiz vahşetler ve sonsuz gurbetler hasıl olur.

    Bu sırra binaendir ki şeriatça bazı savtlar helâl, bazıları da haram kılınmıştır. Evet ulvi hüzünleri, Rabbanî aşkları îras eden sesler, helâldir. Yetimane hüzünleri, nefsanî şehevatı tahrik eden sesler, haramdır. Şeriatın tayin etmediği kısım ise senin ruhuna, vicdanına yaptığı tesire göre hüküm alır.

    وَعَلٰى اَب۟صَارِهِم۟ غِشَاوَةٌ : Bu cümle ile rü’yete, yani göze ait büyük bir nimet-i basariyenin küfür ile kaybolduğuna işaret edilmiştir. Zira gözün nuru, nur-u imanla ışıklanırsa ve kavîleşirse bütün kâinat gül ve reyhanlar ile müzeyyen bir cennet şeklinde görünür. Gözün göz bebeği de bal arısı gibi bütün kâinat safhalarında menkuş gül ve çiçek gibi delillerinden, bürhanlarından alacağı ibret, fikret, ünsiyet gibi usare ve şıralarından vicdanda o tatlı imanlı balları yapacaktır.

    Eğer o göz küfür zulmetiyle kör olursa dünya, genişliğiyle beraber bir hapishane şekline girer. Bütün hakaik-i kevniye, nazarından gizlenir. Kâinat ondan tevahhuş eder. Kalbi ahzan ve ekdar ile dolar.

    وَلَهُم۟ عَذَابٌ عَظٖيمٌ cümlesiyle küfür şeceresinin âhirete ait zakkum gibi semeresine işaret edilmiştir.

    لَا يُؤ۟مِنُونَ kelimesi ise inzar ile adem-i inzar arasındaki müsavata nassederek سَوَٓاءٌ kelimesine tekiddir.

    * * *

    خَتَمَ اللّٰهُ عَلٰى قُلُوبِهِم۟ وَعَلٰى سَم۟عِهِم۟ وَعَلٰٓى اَب۟صَارِهِم۟ غِشَاوَةٌ وَلَهُم۟ عَذَابٌ عَظٖيمٌ

    MUKADDİME

    Bu âyetin üzerinde durmak icab ediyor. Ehl-i İtizal, Ehl-i Cebir, Ehl-i Sünnet ve’l-Cemaat gibi ehl-i kelâmın şu âyet-i azîmenin altında yaptıkları muharebe-i ilmiyelerini dinleyelim. Zira bu gibi fikrî harpler, ehl-i nazarı dikkate davet eder. Binaenaleyh onların bu âyette takip ettikleri cihetleri kontrol lâzımdır.

    Evet, Ehl-i Sünnet ve’l-Cemaat’in sırat-ı müstakim üzerine olduğunu, ötekilerin ya ifrata veya tefrite maruz kaldıklarını ispat için bazı münasebetlerin zikri lâzımdır:

    Birincisi: Tahakkuk etmiş hakaiktendir ki tesir-i hakiki, yalnız ve yalnız Allah’ındır. Öyle ise Ehl-i İtizal’in abde verdiği tesir-i hakiki hilaf-ı hakikattir.

    İkincisi: Allah hakîmdir, öyle ise sevap ve ikab abes değildir ancak istihkaka göredir. Öyle ise ıztırar ve cebir yoktur.

    Üçüncüsü: Her şeyin biri mülk diğeri melekût, yani biri dış diğeri iç olmak üzere iki ciheti vardır.

    Mülk ciheti, bazı şeylerde güzeldir, bazı şeylerde de çirkin görünür; âyinenin arka yüzü gibi.

    Melekût ciheti ise her şeyde güzeldir ve şeffaftır. Âyinenin dış yüzü gibi. Öyle ise çirkin görünen şeyin yaratılışı, çirkin değildir, güzeldir. Ve aynı zamanda o gibi çirkinlerin yaratılışı, mehasini ikmal içindir. Öyle ise çirkinin de bir nevi güzelliği vardır. Binaenaleyh bu hususta Ehl-i İtizal’in “Çirkin şeylerin halkı Allah’a ait değildir.” dedikleri safsataya mahal kalmadı.

    Dördüncüsü: Mesela, darb ve katle terettüp eden elem ve ölüm gibi “hasıl-ı bi’l-masdar” ile tabir edilen şey, mahluk ve sabit olmakla beraber, camiddir. İlm-i sarfta malûmdur ki camidlerden ism-i fâil gibi sıfatlar yapılamaz. Ancak kesbî, nisbî, itibarî olan mana-yı masdarîden yapılabilir. Öyle ise ölümün hâlıkı kātil değildir. Öyle ise Ehl-i İtizal’in hatalarına, hata nazarıyla bakılmalıdır.

    Beşincisi: İnsanın katl gibi zâhirî ve ihtiyarî olan fiilleri, nefsin meyelanına intiha eder. Cüz-i ihtiyarî denilen şu nefis meyelanı üzerine münazaalar deveran eder.

    Altıncısı: Âdetullah üzerine, irade-i külliye-i İlahiye abdin irade-i cüz’iyesine bakar. Yani bunun bir fiile taallukundan sonra, o taalluk eder. Öyle ise cebir yoktur.

    Yedincisi: İlim, malûma tabidir. Bu kaziyeye göre malûm, ilme tabi değildir çünkü devir lâzım gelir. Öyle ise bir insan, amelen yaptığı bir fiilin esbabını kadere havale etmekle, taallül ve bahaneler gösteremez.

    Sekizincisi: Ölüm gibi hasıl-ı bi’l-masdar denilen şey, kesb gibi bir masdara mütevakkıftır. Yani âdetullah üzerine o, hasıl-ı bi’l-masdarın vücuduna şart kılınmıştır. Kesb denilen masdarda, çekirdek ve ukde-i hayatiye meyelandır. Bu düğümün açılmasıyla meseledeki düğüm de açılır.

    Dokuzuncusu: Cenab-ı Hakk’ın ef’alinde, tercih edici bir garaza, bir illete ihtiyaç yoktur. Ancak tercih edici, Cenab-ı Hakk’ın ihtiyarıdır.

    Onuncusu: Bir emrin, behemehal bir müessirin tesiriyle vücuda gelmesi lâzımdır ki tereccuh bilâ-müreccih lâzım gelmesin. Amma itibarî emirlerde tahsis edici bir şey bulunmasa bile muhal lâzım gelmez.

    On Birincisi: Bir şey, vücudu vâcib olmadıkça vücuda gelmez. Evet, irade-i cüz’iyenin taallukuyla irade-i külliyenin taalluku bir şeyde içtima ettikleri zaman, o şeyin vücudu vâcib olur ve derhal vücuda gelir.

    On İkincisi: Bir şeyi bilmekle, mahiyetini bilmek lâzım gelmez. Ve bir şeyi bilmemekle, o şeyin adem-i vücudu lâzım gelmez. Binaenaleyh cüz-i ihtiyarînin mahiyetinin tabir edilememesi, vücudunun kat’iyetine münafî değildir.

    Nazar-ı dikkatinize arz ettiğim şu esasları tam manasıyla anladıktan sonra şu maruzatımı da dinleyiniz:

    Biz Ehl-i Sünnet ve’l-Cemaat, Ehl-i İtizal’e karşı diyoruz ki: Abd, kesb denilen masdardan neş’et eden, hasıl-ı bi’l-masdar olan esere hâlık değildir. Abdin elinde ancak ve ancak kesb vardır. Zira Allah’tan başka müessir-i hakiki yoktur. Zaten tevhid de öyle ister.

    Sonra Ehl-i Cebir’e döner, söyleriz ki: Abd, bir ağaç gibi bütün bütün ıztırar ve cebir altında değildir. Elinde küçük bir ihtiyar vardır. Çünkü Cenab-ı Hak hakîmdir; cebir gibi, zulümleri intac eden şeylerden münezzehtir.

    Sual: Cüz-i ihtiyarî denilen şey nedir? Ne kadar etrafı kazılırsa altından cebir çıkıyor. Bu nasıl bir şeydir?

    Cevap:

    Birincisi: Fıtrat ile vicdan; ihtiyarî emirleri, ıztırarî emirlerden tefrik eden gizli bir şeyin vücuduna şehadet ediyorlar. Tayin ve tabirine olan acz, vücuduna halel getirmez.

    İkincisi: Abdin bir fiile olan meyelanı Eş’arîlerin mezhebi gibi mevcud bir emir ise de o meyelanı bir fiilden diğer bir fiile çevirmekle yapılan tasarruf, itibarî bir emir olup abdin elindedir. Eğer Matüridîlerin mezhebi gibi o meyelanın bizzat bir emr-i itibarî olduğuna hükmedilirse o emr-i itibarînin sübut ve tayini, kendisinin bir illet-i tamme olduğunu istilzam etmez ki irade-i külliyeye ihtiyaç kalmasın. Çünkü çok defalar meyelanın vukuunda fiil vaki olmaz.

    Hülâsa: Âdetullahın cereyanı üzerine hasıl-ı bi’l-masdarın vücudu, masdara mütevakkıftır. Masdarın esası ise meyelandır. Meyelan veya meyelandaki tasarruf mevcudattan değildir ki bir müessire ihtiyacı olsun. Ma’dum da değildir ki hasıl-ı bi’l-masdar gibi mevcud olan bir şeyin vücuduna şart kılınmasına veya sevap ve ikaba sebep olmasına cevaz olmasın.

    Sual: İlm-i ezelînin veya irade-i ezeliyenin bir fiile taallukları, ihtiyara mahal bırakmıyor?

    Cevap:

    Birincisi: Abdin ihtiyarından neş’et eden bir fiile ilm-i ezelînin taalluku, o ihtiyara münafî ve mani değildir. Çünkü müessir, ilim değildir, kudrettir. İlim, malûma tabidir.

    İkincisi: İlm-i ezelî muhit olduğu için müsebbebatla esbabı birlikte abluka eder, içine alır. Yoksa ilm-i ezelî, zannedildiği gibi uzun bir silsilenin başı değildir ki esbabdan tegafül ile yalnız müsebbebat o mebdee isnad edilsin.

    Üçüncüsü: Malûm nasıl bir keyfiyet üzerine olursa ilim öylece taalluk eder. Öyle ise malûmun mekayisi ve esbabı, kadere isnad edilemez.

    Dördüncüsü: Zannedildiği gibi irade-i külliyenin bir defa müsebbebe, bir defa da sebebe ayrı ayrı taalluku yoktur. Ancak müsebbeble sebebe bir taalluku vardır.

    Bu mezheplerin nokta-i nazarlarını bir misal ile izah edelim:

    Bir adam, bir âletle bir şahsı öldürse sebebin ma’dum olduğunu farz edersek müsebbebin keyfiyeti nasıl olur?

    Ehl-i Cebir’in nokta-i nazarları: “Ölecekti.” Çünkü onlarca taalluk ikidir ve sebeple müsebbeb arasında inkıta caizdir.

    Ehl-i İtizalce: “Ölmeyecekti.” Çünkü onlarca muradın iradeden tahallüfü caizdir.

    Ehl-i Sünnet ve’l-Cemaatçe: Bu misalde sükût ve tevakkuf lâzımdır. Çünkü irade-i külliyenin sebeple müsebbebe bir taalluku vardır. Bu itibarla sebebin ademi farz edilirse müsebbebin de farz-ı ademi lâzım gelir. Çünkü taalluk birdir. Cebir ve İtizal, ifrat ve tefrittir.

    İKİNCİ BİR MUKADDİME

    Ehl-i tabiat, esbaba hakiki bir tesir veriyor.

    Mecusiler; biri şerre, diğeri hayra olmak üzere iki hâlıka itikad ediyorlar.

    Ehl-i İtizal de “Ef’al-i ihtiyariyenin hâlıkı abddir.” diyor.

    Bu üç mezhebin esası; bâtıl bir vehm-i mahz, bir hata ve huduttan tecavüzdür. Bu vehmi izale için birkaç meseleyi dinlemek lâzımdır.

    Birincisi: İnsanın dinlemesi, konuşması, düşünmesi cüz’î olduğu için teakub suretiyle eşyaya taalluk ettiği gibi himmeti de cüz’îdir. Nöbetle, eşya ile meşgul olabilir.

    İkincisi: İnsanın kıymetini tayin eden, mahiyetidir. Mahiyetin değeri ise himmeti nisbetindedir. Himmeti ise hedef ittihaz ettiği maksadın derece-i ehemmiyetine bakar.

    Üçüncüsü: İnsan hangi bir şeye teveccüh ederse onun ile bağlanır ve onda fâni olur. Bu sırra binaendir ki insanlar, hasis ve cüz’î şeyleri büyük adamlara isnad etmezler. Ancak esbaba ve vesaile atfederler. Sanki hasis işler ile iştigal, onların vakarına münasip olmadığı gibi cüz’î şeyler de onların azîm himmetlerini işgal etmeye lâyık değildir.

    Dördüncüsü: İnsan bir şeyin ahvalini muhakeme ettiği zaman, o şeyin rabıtalarını, esbabını, esaslarını evvela kendi nefsinde, sonra ebna-yı cinsinde, sonra etraftaki mümkinatta taharri eder. Hattâ hiçbir suretle mümkinata müşabeheti olmayan Cenab-ı Hakk’ı düşünecek olursa kuvve-i vahimesi ile bir insanın mekayisini, esasatını, ahvalini mikyas yaparak Cenab-ı Hakk’ı düşünmeye başlar. Halbuki Cenab-ı Hakk’a bu gibi mikyaslar ile bakılamaz. Zira sıfâtı inhisar altında değildir.

    Beşincisi: Cenab-ı Hakk’ın kudret, ilim, iradesi; şemsin ziyası gibi bütün mevcudata âmm ve şâmil olup hiçbir şeyle muvazene edilemez. Arş-ı a’zama taalluk ettikleri gibi zerrelere de taalluk ederler. Cenab-ı Hak şems ve kameri halk ettiği gibi sineğin gözünü de o halk etmiştir.

    Cenab-ı Hak kâinatta vaz’ettiği yüksek nizam gibi hurdebînî hayvanların bağırsaklarında da pek ince ve latîf bir nizam vaz’etmiştir. Semadaki ecramı birbiriyle rabteden cazibe-i umumî kanunu gibi cevahir-i ferdi de yani zerratı da o kanunun bir misliyle nazmetmiştir. Sanki bu zerrat âlemi, o semavî âleme küçük bir misaldir.

    Hülâsa: Aczin müdahalesi ile kudret mertebeleri ayrılır. Aczi mümteni olan kudretçe, büyük küçük birdir.

    Altıncısı: Kudret-i ezeliye, en evvel eşyanın melekût, yani içyüzüne taalluk eder. Bu yüz ise ale’l-umum güzel ve şeffaftır. Evet, şems ve kamerin yüzleri parlak olduğu gibi gecenin ve bulutların da içyüzleri ziyadardır.

    Yedincisi: Beşerin zihni ve fikri, Cenab-ı Hakk’ın azametine bir mikyas, kemalâtına bir mizan, evsafının muhakemesine bir vasıta bulmak vüs’atinde değildir. Ancak cemi’ masnuatından ve mecmu-u âsârından ve bütün ef’alinden tahassül ve tecelli eden bir vecihle bakılabilir. Evet, zerre mir’at olur fakat mikyas olamaz.

    Bu meselelerden tebarüz ettiği vecihle, Cenab-ı Hakk’ın mümkinata kıyas edilmesi ve mümkinatın onun şuunatına mikyas yapılması, en büyük cehalet ve hamakattir. Çünkü aralarındaki fark, yerden göğe kadardır. Evet, vâcibi mümkine kıyas etmekten, pek garib ve gülünç şeyler çıkar.

    Mesela ehl-i tabiat, o aldatıcı kıyas ile tesir-i hakikiyi esbaba; Ehl-i İtizal, halk-ı ef’ali abde; Mecusiler, şerri ikinci bir hâlıka isnad etmeye mecbur olmuşlardır. Güya zu’mlarınca Cenab-ı Hak, azamet-i kibriya ve tenezzühü dolayısıyla, bu gibi hasis ve çirkin şeylere tenezzül etmez. Demek akılları vehimlerine esir olanlar, bu gibi gülünç şeyleri doğururlar.

    İhtar: Mü’minlerden de vesvese cihetiyle bu vehme maruz kalanlar vardır, dikkat etmek lâzımdır.

    Bu âyetin kelimeleri arasında nazmı icab eden münasebetlere gelelim:

    خَتَمَ nin لَا يُؤ۟مِنُونَ ile irtibatı ve onun arkasında zikredilmesi, cezanın cürme terettübü kabîlindendir. Yani onlar, vaktâ ki cüz-i ihtiyarîlerini ifsad etmekle imana gelmediler, kalplerinin hatmiyle tecziye edildiler.

    خَتَمَ tabiri, onların dalaletlerini tasvir eden temsilî bir üsluba işarettir. Şöyle ki:

    Kalp gözü, sanki cevahire bir hazine olmak üzere Cenab-ı Hak tarafından yapılan bir binadır. Vaktâ ki sû-i ihtiyarlarıyla ifsada uğradı ve cevherlere yapılan yerler, yılanlar ve akreplerle doldu; kapısı hatmedildi ki o sâri hastalıktan başkaları mutazarrır olmasın.

    اَللّٰهُ: Zamir-i mütekellimin yerine ism-i zâhirin gelmesi, tekellümden gaybete iltifattır. Ve bu iltifatta latîf bir nükte vardır. Şöyle ki:

    لَا يُؤ۟مِنُونَ den sonra بِاللّٰهِ mukadder ve menvî (maksud) olduğuna nazaran, sanki nur-u marifet onların kalplerinin kapılarına geldiği zaman kalplerini açıp kabul etmediklerinden, Allah da gazaba gelerek kalplerini hatmetti.

    عَلٰى: خَتَمَ fiili müteaddî olduğu halde عَلٰى ile zikredilmesi, hatmedilen kalbin dünyaya bakan kapısı değil ancak âhirete nâzır olan kapısı seddedilmiş olduğuna işarettir. Ve keza hatmin “alâmet” manasını ifade eden “vesm”i (damga) tazammun ettiğine işarettir. Sanki o hatm, o mühür, kalplerinin üstünde sabit bir damgadır ve silinmez bir alâmettir ki daima melâikeye görünür.

    Sual: Bu âyette kalbin sem’ ve basara takdimindeki hikmet nedir?

    Cevap: Kalp imanın mahalli olduğu gibi en evvel Sâni’i arayan ve isteyen ve Sâni’in vücudunu delailiyle ilan eden, kalp ile vicdandır. Zira kalp, hayat malzemesini düşünürken en büyük bir acze maruz kaldığını hisseder etmez, derhal bir nokta-i istinadı; kezalik emellerinin tenmiyesi (nemalandırmak) için bir çare ararken, derhal bir nokta-i istimdadı aramaya başlar. Bu noktalar ise iman ile elde edilebilir. Demek, kalbin sem’ ve basara hakk-ı takaddümü vardır.

    İhtar: Kalpten maksat, sanevberî (çam kozalağı gibi) bir et parçası değildir. Ancak bir latîfe-i Rabbaniyedir ki mazhar-ı hissiyatı, vicdan; ma’kes-i efkârı, dimağdır. Binaenaleyh o latîfe-i Rabbaniyeyi tazammun eden o et parçasına kalp tabirinden şöyle bir letafet çıkıyor ki o latîfe-i Rabbaniyenin insanın maneviyatına yaptığı hizmet, cism-i sanevberînin cesede yaptığı hizmet gibidir.

    Evet, nasıl ki bütün aktar-ı bedene mâü’l-hayatı neşreden o cism-i sanevberî bir makine-i hayattır ve maddî hayat onun işlemesiyle kaimdir. Sekteye uğradığı zaman ceset de sukuta uğrar. Kezalik o latîfe-i Rabbaniye, âmâl ve ahval ve maneviyatın heyet-i mecmuasını hakiki bir nur-u hayat ile canlandırır, ışıklandırır; nur-u imanın sönmesiyle mahiyeti, meyyit-i gayr-ı müteharrik gibi bir heykelden ibaret kalır.

    وَعَلٰى سَم۟عِهِم۟ de عَلٰى nın tekrarı, kalp ile sem’e vurulan hâtemlerin her birisi müstakil bir nevi delaile ait olduğuna işarettir. Evet kalbin hatmi, delail-i kalbiye ve vicdaniyeye aittir. Sem’in hatmi, delail-i nakliye ve hariciyeye aittir. Ve keza her iki hatmin bir cinsten olmadığına bir remizdir.

    Sual: Kalp ile basarın cem’ sîgasıyla, sem’in müfred suretinde zikirlerinde ne gibi bir hikmet vardır?

    Cevap: Kalp ile basarın taalluk ettikleri şeyler mütehalif, yolları mütebayin, delilleri mütefavit, talim ve telkin edicileri mütenevvidir. Sem’ ise kalp ve basarın hilafına, masdardır. İşittiren ferttir. Cemaatin işittikleri, ferttir. İşiten fert, fert olur. Bunun için müfred olarak iki cem’in arasına düşmüştür.

    Sual: Kalpten sonra tercihen sem’in zikredilmesi neye binaendir?

    Cevap: Melekât ve malûmat-ı kalbiye, ale’l-ekser kulak penceresinden kalbe girerler. Bu itibarla sem’, kalbe yakındır. Ve aynı zamanda, cihat-ı sitteden malûmat aldığı cihetle kalbe benziyor. Zira göz yalnız ön ciheti görür. Bunlar ise her tarafı görürler.

    وَعَلٰٓى اَب۟صَارِهِم۟ غِشَاوَةٌ de, üslubun tağyiriyle, cümle-i fiiliyeye tercihen cümle-i ismiyenin ihtiyar edilmesi, basar ile görünen delillerin sabit olduklarına; kalp veya sem’ ile alınan deliller ise müteceddid ve gayr-ı sabit olduklarına işarettir.

    Sual: خَتَمَ ile غِشَاوَةٌ arasında ne fark vardır ki خَتَمَ اللّٰهُ isnad edilmiştir غِشَاوَةٌ isnadsız bırakılmıştır?

    Cevap: خَتَمَ Allah tarafından onların kesblerine bir cezadır. غِشَاوَةٌ ise Allah tarafından olmayıp onların meksûbudur.

    Ve keza mebde itibarıyla rü’yette bir ıztırar vardır; sema’da, tahatturda ihtiyar vardır. Evet, gözün açılmasıyla eşyayı görmemek mümkün değildir. Fakat mesmuatı dinlemekte veya hatıratı tahattur etmekte bu ıztırar yoktur.

    غِشَاوَةٌ tabiri, gözün yalnız ön cihete hâkim ve nâzır olduğuna işarettir ki eğer bir perde ile o cihetten alâkası kesilse bütün bütün kör kalır. Tenkiri ifade eden غِشَاوَةٌ deki tenvin, onların gözleri üstündeki perde, malûm olmayan bir perde olup ondan sakınmak onlar için mümkün olmadığına işarettir. Câr ve mecrurun غِشَاوَةٌ üzerine takdim edilmesi, en evvel nazar-ı dikkati onların gözlerine çevirtmekle, kalplerindeki sırları göstermek içindir. Zira göz, kalbin âyinesidir.

    وَلَهُم۟ عَذَابٌ عَظٖيمٌ

    Bu cümlenin mâkabliyle cihet-i münasebeti şudur ki:

    Evvelki cümledeki kelimat ile şecere-i küfriyenin dünyaya ait acı semerelerine işaret edilmiştir. Bu cümle ile o mel’un şecerenin âhirette vereceği semeresi zakkum-u cehennemden ibaret olduğuna işaret yapılmıştır.

    Sual: Üslubun mecra-yı tabiîsi وَعَلَي۟هِم۟ عِقَابٌ شَدٖيدٌ cümlesi iken üslubun muktezası olan şu cümlenin terkiyle وَلَهُم۟ عَذَابٌ عَظٖيمٌ cümlesi ihtiyar edilmiştir. Halbuki bu cümledeki kelimeler, nimet ve lezzetler hakkında kullanılan kelimelerdir?

    Cevap: Şu güzel kelimeleri hâvi olan şu cümlenin onlara karşı zikredilmesi, bir tehekkümdür (istihza) bir tevbihtir, yüzlerine gülmektir. Yani onların menfaatleri, lezzetleri ve büyük nimetleri ancak ikabdır.

    Menfaat ve faydayı ifade eden وَلَهُم۟ deki ل lisan-ı hal ile “Amelinizin faydalı olan ücretini alınız!” diye yüzlerine gülüyor.

    “Tatlı” manasını tazammun eden عَذَابٌ lafzı, onların küfür ve musibetleriyle istilzaz ettiklerini tezkir ile sanki lisan-ı hal ile “Tatlı amelinizin acısını çekin!” diye tevbih ediyor.

    Ale’l-ekser büyük nimetlere sıfat olan عَظٖيمٌ kelimesi, cennette nimet-i azîm sahiplerinin hallerini o kâfirlere tezkir ettirmekle, kaybettikleri o nimet-i azîmeye bedel elîm elemlere düştüklerini ihtar ediyor.

    Sonra عَظٖيمٌ kelimesi, tazimi ifade eden عَذَابٌ deki tenvine tekiddir.

    Sual: Bir kâfirin masiyet-i küfriyesi mahduddur, kısa bir zamanı işgal ediyor. Ebedî ve gayr-ı mütenahî bir ceza ile tecziyesi, adalet-i İlahiyeye uygun olmadığı gibi hikmet-i ezeliyeye de muvafık değildir. Merhamet-i İlahiye müsaade etmez?

    Cevap: O kâfirin cezası gayr-ı mütenahî olduğu teslim edildiği takdirde, kısa bir zamanda irtikâb edilen o masiyet-i küfriyenin gayr-ı mütenahî bir cinayet olduğu altı cihetle sabittir:

    Birincisi: Küfür üzerine ölen bir kâfir, ebedî bir ömür ile yaşayacak olursa o gayr-ı mütenahî ömrünü behemehal küfür ile geçireceği şüphesizdir. Çünkü kâfirin cevher-i ruhu bozulmuştur. Bu itibarla o bozulmuş olan kalbin gayr-ı mütenahî bir cinayete istidadı vardır. Binaenaleyh ebedî cezası, adalete muhalif değildir.

    İkincisi: O kâfirin masiyeti, mütenahî bir zamanda ise de gayr-ı mütenahî olan umum kâinatın vahdaniyete olan şehadetlerine gayr-ı mütenahî bir cinayettir.

    Üçüncüsü: Küfür, gayr-ı mütenahî nimetlere küfran olduğundan gayr-ı mütenahî bir cinayettir.

    Dördüncüsü: Küfür, gayr-ı mütenahî olan zat ve sıfât-ı İlahiyeye cinayettir.

    Beşincisi: İnsanın vicdanı, zâhiren mütenahî ise de bâtınen ebede bakıyor ve ebedi istiyor. Bu itibarla gayr-ı mütenahî hükmünde olan o vicdan, küfür ile mülevves olarak mahvolur gider.

    Altıncısı: Zıt zıddına muanid ise de çok hususlarda mümasil olur. Binaenaleyh iman lezaiz-i ebediyeyi ismar ettiği gibi küfür de âlâm-ı elîmeyi ve ebediyeyi âhirette intac etmesi şe’nindendir.

    Bu altı cihetten çıkan netice ve gayr-ı mütenahî olan bir ceza, gayr-ı mütenahî bir cinayete karşı ayn-ı adalettir.

    Sual: Kâfirin o cezasının adalete uygun olduğunu teslim ettik. Fakat azapları intac eden şerlerden hikmet-i ezeliyenin gani olduğuna ne diyorsun?

    Cevap: Kavaid-i esasiyedendir ki “Ara sıra vukua gelen şerr-i kalil için hayr-ı kesîr terk edilmez. Terk edildiği takdirde, şerr-i kesîr olur.” Binaenaleyh hakaik-i nisbiyenin sübutunu izhar etmek, hikmet-i ezeliyenin iktizasındandır. Bu gibi hakaikin tezahürü ancak şerrin vücuduyla olur. Şerden, haddi tecavüz etmemek için terhib ve tahvif lâzımdır. Terhibin vicdan üzerine tesiri, terhibi tasdik etmekle olur. Terhibin tasdiki ise haricî bir azabın vücuduna mütevakkıftır. Zira vicdan, akıl ve vehim gibi haricî ve ebedî hakikat hükmüne geçmiş bir azaptan yapılan terhible müteessir olur. Öyle ise dünyada olduğu gibi âhirette de ateşin vücudundan yapılan terhib, tahvif ayn-ı hikmettir.

    Sual: Pekâlâ o ebedî ceza hikmete muvafıktır, kabul ettik. Amma merhamet ve şefkat-i İlahiyeye ne diyorsun?

    Cevap: Azizim! O kâfir hakkında iki ihtimal var. O kâfir ya ademe gidecektir veya daimî bir azap içinde mevcud kalacaktır. Vücudun velev cehennemde olsun, ademden daha hayırlı olduğu vicdanî bir hükümdür. Zira adem, şerr-i mahz olduğu gibi bütün musibet ve masiyetlerin de merciidir. Vücud ise velev cehennemde olsa hayr-ı mahzdır. Maahâzâ kâfirin meskeni cehennemdir ve ebedî olarak orada kalacaktır.

    Fakat kâfir, kendi ameliyle bu duruma kesb-i istihkak etmiş ise de amelinin cezasını çektikten sonra, ateş ile bir nevi ülfet peyda eder ve evvelki şiddetlerden âzade olur. O kâfirlerin dünyada yaptıkları a’mal-i hayriyelerine mükâfaten, şu merhamet-i İlahiyeye mazhar olduklarına dair işarat-ı hadîsiye vardır.

    Maahâzâ cinayetin lekesini izale veya hacaletini tahfif veyahut icra-yı adalete iştiyak için cezayı hüsn-ü rıza ile kabul etmek, ruhun fıtrî olan şe’nidir. Evet, dünyada çok namus sahipleri, cinayetlerinin hicabından kurtulmak için kendilerine cezanın tatbikini istemişlerdir ve isteyenler de vardır.

    * * *

    وَمِنَ النَّاسِ مَن۟ يَقُولُ اٰمَنَّا بِاللّٰهِ وَبِال۟يَو۟مِ ال۟اٰخِرِ وَمَا هُم۟ بِمُؤ۟مِنٖينَ

    Bu âyetin mâkabliyle vech-i nazmı:

    Nasıl ki bir hükümde iki müfredin iştiraki veya bir maksatta iki cümlenin ittihadı, atfı icab ettirir. Kezalik bir hedefi, bir garazı takip eden iki kıssanın da atıfları, belâgatın iktizasındandır. Binaenaleyh on iki âyetin hülâsasını tazammun eden münafıkların kıssası, kâfirler hakkında geçen iki âyetin mealine atfedilmiştir.

    Evet vaktâ ki en evvel Kur’an’ın senasıyla başlandı. Sonra mü’minlerin medhine intikal edildi. Sonra kâfirlerin zemmine incirar etti. İnsanların kısımlarını ikmal etmek için münafıkların kıssası da zikredildi.

    Sual: Kâfirlerin zemmi hakkında yalnız iki âyetle iktifa edilmiştir. On iki âyetin hülâsasıyla, münafıklar hakkında yapılan itnab neye binaendir?

    Cevap: Münafıklar hakkında itnabı, tatvili icab ettiren birkaç nükte vardır:

    1 - Düşman meçhul olduğu zaman daha zararlı olur. Kandırıcı olursa daha habîs olur. Aldatıcı olursa fesadı daha şedit olur. Dâhilî olursa zararı daha azîm olur. Çünkü dâhilî düşman; kuvveti dağıtıyor, cesareti azaltıyor. Haricî düşman ise bilakis asabiyeti şiddetlendirir, salabeti artırır.

    Nifakın cinayeti, İslâm üzerine pek büyüktür. Âlem-i İslâm’ı zelzeleye maruz bırakan nifaktır. Bunun içindir ki Kur’an-ı Azîmüşşan, fazlaca onlara teşniat ve takbihatta bulunmuştur.

    2 - Münafığın mü’minler ile ihtilatı dolayısıyla yavaş yavaş ünsiyet kesbeder, iman ile ülfet peyda eder. Gerek Kur’an’dan, gerek mü’minlerden nifakın kötülüğü hakkındaki sözleri işite işite pis halinden nefret eder. En-nihaye lisanından kelime-i tevhid kalbine damlamaya zemin hazırlamak için itnab yapılmıştır.

    3 - İstihza, hud’a, ikiyüzlülük, hile, kizb, riya gibi kötü ahlâk münafıkta var; kâfirde o derece yoktur. Bu cihetten münafıklar hakkında itnab yapılmıştır.

    4 - Ale’l-ekser münafıklar, ehl-i kitaptan oldukları için şeytanî bir zekâ sahibleri olup daha hilekâr, desiseci olurlar. İşte bu durumdaki münafıklar hakkında itnab yani tatvil-i kelâm, ayn-ı belâgattır.

    Bu âyetin kelimeleri arasındaki münasebetlere gelelim:

    مِنَ النَّاسِ

    Câr ve mecruru, münafıkları tabir eden مَن۟ kelimesine haber olduğu takdirde, şöyle bir sual vârid olur ki:

    Münafıkların nâstan oldukları bedihîdir. Bu hüküm malûmu i’lam etmekten ibaret kalır?

    Cevap: Malûmdur ki bir hüküm, bedihî olduğu zaman o hükmün lâzımı kasdedilir. Burada kasdedilen, o hükmün lâzımı olan taaccübdür. Sanki Kur’an-ı Azîmüşşan, zımnen “Münafıkların nâstan oldukları acib bir şeydir.” diye halkı taaccüb etmeye davet etmiştir. Zira insan mükerremdir. Mükerrem olan insan, nifaka tenezzül etmez.

    Sual: Mademki مِنَ النَّاسِ haberdir. Ne için مَن۟ üzerine takaddüm etmiştir?

    Cevap: Mademki o hükümden taaccüb kasdedilmiştir, taaccüb-ü inşaînin şe’ni, kelâmın evvelinde bulunmaktır.

    Sonra نَاسٍ ın tabirinden birkaç letaif çıkıyor:

    1- Kur’an; münafıkların şahıslarını tayin etmeyerek umumî bir sıfatla onlara işaret ettiği, Resul-i Ekrem’in (asm) siyasetine daha münasiptir. Zira şahıslarının tayini ile kabahatleri yüzlerine vurulsaydı, mü’minler nefsin desisesiyle vesveseye düşerlerdi. Halbuki vesvese havfa, havf riyaya, riya nifaka incirar eder.

    Ve keza eğer Kur’an onları tayin ile takbih etseydi “Resul-i Ekrem (asm) mütereddiddir, etbaına emniyeti yoktur.” denilecekti.

    Ve keza bazan kötülük ifşa edilmese tedricen zâil olması ihtimali vardır. Fakat teşhir edildiği takdirde, sahibinin hiddetini tahrik eder. Daha fazlasını yapmaya bâis olur.

    Ve keza نَاسٍ gibi umumî bir sıfatın, nifaka münafî olması hususi sıfatların daha ziyade münafî olmasına delâlet eder. Zira insan mükerremdir. Bu gibi rezaletin şanında değildir.

    Sonra اٰمَنَّا ve keza nâs tabiri: Nifakın bir taife veya bir tabakaya mahsus olmayıp insanın nevinde bulunur, hangi taife olursa olsun.

    Ve keza نَاسٍ ın tabiri, nifak bütün insanların haysiyet ve şereflerini ihlâl eden bir rezalet olduğundan, enzar-ı âmmeyi nifakın aleyhine çevirtmekle izale ve adem-i intişarına çalışmaları lüzumuna işarettir.

    Sual: يَقُولُ ile اٰمَنَّا nın mercileri bir iken birisinin müfred, diğeri cem sîgasıyla zikirlerinde ne hikmet vardır?

    Cevap: Zarif bir letafete işarettir ki imanın mevsufu cem ise de telaffuz edeni müfreddir.

    يَقُولُ اٰمَنَّا cümlesi onların iman davalarını hikâyedir. Bu cümlede davalarının reddine iki cihetle işaret edildiği gibi, davalarının takviyesine de iki vecihle îma edilmiştir. Şöyle ki:

    يَقُولُ kelimesi, madde cihetiyle onların iman davasının an-itikad olmayıp, ancak sözden ibaret bir kavl olduğuna işarettir. Kezalik muzari sîgasıyla onların ale’d-devam yaptıkları müdafaaya sevk eden, vicdanî bir sebep değildir ancak halka karşı bir riyakârlık olduğuna işarettir.

    Davalarının takviyesine yapılan işaretler ise:

    اٰمَنَّا fiil-i mazinin heyetinden “Biz ehl-i kitap cemaatleri, eskiden beri mü’miniz. Şimdi imandan geri kalmamıza imkân yoktur.” gibi takviye edici bir delil tereşşuh ettiği gibi, cem’e râci olan نَا zamirinden de “Bizler bir fert gibi değiliz. Ancak muhteşem bir cemaatiz. Yalana tenezzül etmeyiz.” gibi ikinci bir takviye daha çıkıyor.

    بِاللّٰهِ وَبِال۟يَو۟مِ ال۟اٰخِرِ

    Kur’an-ı Kerim, hikâye ettiği şeyleri ya aynıyla alır veya mealinin ahziyle veyahut ibaresinin telhisiyle bir tasarruf yapar.

    Birinci ihtimale göre, onların erkân-ı imaniyeden yalnız bu iki rüknü ihtiyar ettikleri; rükünlerin en mühimlerini izhar etmekle sadakatlerini göstermeye işarettir. Ve aynı zamanda onlardan en ziyade kabule şâyan, zu’mlarınca bu iki rükündür.

    İkinci ihtimale nazaran, Cenab-ı Hakk’ın imanın rükünleri içinde, kutub sayılan bu iki rüknü tahsis etmesi; onların kuvvetle iddia ettikleri iman, dine iman olmadığına işarettir. Çünkü bu iki rüknün de muktezasına amel ve itikad etmemişlerdir.

    ب nin tekrarı her iki rükne olan imanın bir cihetten olmadığına işarettir. Çünkü Allah’a iman, Allah’ın vücud ve vahdetine imandır. Yevm-i âhire iman ise o günün hak olduğuna ve muhakkak geleceğine imandır.

    وَمَا هُم۟ بِمُؤ۟مِنٖينَ

    Sual: اٰمَنَّا ya müşabih olan وَمَا اٰمَنُوا ye tercihen وَمَا هُم۟ بِمُؤ۟مِنٖينَ cümle-i ismiye ile denilmesinde ne hikmet vardır?

    Cevap:

    1- Her iki اٰمَنَّا arasında görünen zâhirî tenakuzdan içtinab etmek içindir.

    2- اٰمَنَّا ihbar değildir, inşadır. İnşa, nefiy ile tekzip edilemediğinden وَمَا اٰمَنُوا denilmemiştir.

    3- اٰمَنَّا cümlesinden zımnen istifade edilen نَح۟نُ مُؤ۟مِنُونَ cümlesine nefiy ve tekzibi ircâ için وَمَا هُم۟ بِمُؤ۟مِنٖينَ denilmiştir.

    4- Onların adem-i imanlarının devamına delâlet etmek için cümle-i ismiye ihtiyar edilmiştir.

    Sual: Nefyi ifade eden مَا cümlenin evvelinde bulunduğu halde, cümleden istifade edilen devamı nefyetmeye delâlet etmediğinde hikmet nedir?

    Cevap: Nefiy, kesif bir harfin medlûlüdür. Devam ise, cümle-i ismiyenin heyet-i hafifesinden istifade edilen bir manadır. Binaenaleyh kesif kesife, yani nefiy imana daha karibdir.

    Sual: وَمَا هُم۟ بِمُؤ۟مِنٖينَ deki haber üzerine harf-i cer olan ب nin duhûlü neye işarettir?

    Cevap: Onların zâhiren imanları varsa da, hakikatte imana ehil ve lâyık insanlar olup mü’minîn sınıfından addedilmediklerine delâlet için مَا nın haberi üzerine ب dâhil olmuştur.

    * * *

    يُخَادِعُونَ اللّٰهَ وَالَّذٖينَ اٰمَنُوا وَمَايَخ۟دَعُونَ اِلَّٓا اَن۟فُسَهُم۟ وَمَا يَش۟عُرُونَ ۝ فٖى قُلُوبِهِم۟ مَرَضٌ فَزَادَ هُمُ اللّٰهُ مَرَضًا وَلَهُم۟ عَذَابٌ اَلٖيمٌ بِمَا كَانُوا يَك۟ذِبُونَ

    Bu âyet bütün cümleleriyle nifaka hücum ederek münafıkları tevbih, takbih, tehdit, ta’cib etmekle evvelce اٰمَنَّا dedikleri kavli, ne maksada ve ne illete binaen söylediklerini ve nifakın en birinci cinayeti olan hida’ ve hilelerini beyan etmektedir.

    Evvelen nifakın birinci cinayeti olan hida’a ait يُخَادِعُونَ den يَك۟ذِبُونَ ye kadar yedi cümleye terettüp eden müteselsil neticeleri nazara almak lâzımdır:

    1- Allah’ı kandırmak gibi muhal bir şeyin talebinde bulunduklarına tahmik edilmişlerdir.

    2- Menfaat niyetiyle kendilerine zarar dokundurmak için tesfih edilmişlerdir.

    3- Menfaati mazarrattan tefrik edemedikleri için techil edilmişlerdir.

    4- Tıynetleri pis, sıhhatlerinin madeni hasta, hayat menbaları ölmüş ve saire gibi rezaletleriyle terzil edilmişlerdir.

    5- Şifanın talebiyle marazlarını tezyid ettiklerine tezlil edilmişlerdir.

    6- Elemden maada bir şeyi intac etmeyen koyu bir azap ile tehdit edilmişlerdir.

    7- İnsanlarca alâmetlerin en çirkini olan kizb ile teşhir edilmişlerdir.

    Sonra bu yedi cümlenin arasındaki intizam, irtibatın şöyle bir tasvir ile dinlenmesi lâzımdır:

    Bir şahıs bir şahsı, nasihatle fena bir şeyden men’ etmek üzere şöyle tevcih-i kelâmda bulunur:

    “Yâ hâzâ! Aklın varsa şu yapmak istediğin şey muhaldir. Hem nefsine zarardır. İyi-kötüyü tefrik edecek bir hissin yok mudur? Anlaşılan hakikati hurafe, tatlıyı acı gösteren seciyende bir hastalık vardır. Tabiî o hastalıktan kurtulup şifayâb olmak istiyorsun. Fakat senin bu halin o hastalığı izale değil, tezyid ediyor. Eğer bu halin ile bir lezzet, bir zevk istersen en şedit bir elemi intac eden bir azap eline geçer. En-nihaye eğer sarhoşluğundan ayılıp kötü halinden vazgeçmediğin takdirde, fesadın başkalara geçmemek üzere, hortumun üstüne bir damganın vurulmasıyla, seni teşhir ve ilan etmek lâzımdır.”

    Kezalik Cenab-ı Hak, münafıkları nifaktan zecir ve men’ için kötü hallerini şöylece nakletmekle yüzlerine vuruyor.

    يُخَادِعُونَ اللّٰهَ Yani hile ile Allah’ı kandırmak istiyorlar. Zira Resul-i Ekrem (asm) Allah’ın elçisidir. Ona yapılan hile, Allah’a râcidir. Allah’a yapılan hile ise muhaldir. Muhali talep etmek hamakattir. Böyle hayvancasına hamakat, taaccübü mûcibdir.

    وَمَا يَخ۟دَعُونَ اِلَّا اَن۟فُسَهُم۟ Yani onlar ancak nefislerine hile yapıyorlar, zira fiillerinde nef’ değil zarar vardır. Bu zarar da nefislerine râcidir. Nefislerine zarar veren, ancak süfeha takımıdır.

    وَمَا يَش۟عُرُونَ Yani nef’ ve zararı tefrik edecek bir hisse mâlik değillerdir. Bu ise cehaletin en alçak ve en aşağı bir derekesine düştüklerine işarettir.

    فٖى قُلُوبِهِم۟ مَرَضٌ Yani nifak ve hasedden kalplerinde, ruhlarında öyle bir maraz vardır ki hakkı bâtıl, hakikati hurafe telakki etmeye sebeptir. Zaten fâsid bir kalpten, bozuk bir ruhtan böyle rezaletlerin çıkması tabiîdir.

    فَزَادَهُمُ اللّٰهُ مَرَضًا Yani eğer onlar yaptıkları fenalıkla gayz ve hasedlerini izale için bir deva, bir ilaç talebinde iseler; o zannettikleri ilaç kalplerini, ruhlarını bozan bir zehirdir. Zehir ile tedavisine çalışan, elbette zelildir. Evet kırık ve yaralı bir el ile intikamını almak isteyen, yarasının artmasına hizmet eden bir miskindir.

    وَلَهُم۟ عَذَابٌ اَلٖيمٌ Yani eğer onlar bir zevk, bir lezzet talebinde iseler şu nifaklarında pek çok maasi olduğu gibi, muvakkat bir lezzet bile yoktur. Ancak dünyada şedit bir elemi, âhirette de en şedit bir azabı intac edecek bir dalalettir.

    بِمَا كَانُوا يَك۟ذِبُونَ Yani yaptıkları kizbden pişman olup nedamet etmedikleri takdirde, beyne’n-nâs yalancılıkla teşhir ve bir alâmetle tevsimleri lâzımdır ki başkalar, onlara itimad edip marazlarına maruz kalmasınlar.

    Mezkûr cümlelerin eczaları arasında bulunan irtibat ve intizamın beyanına gelelim:

    Münafıkların yaptıkları hileden takip edilen gayenin muhal olduğuna ve o muhaliyeti göz önüne getirip çirkin bir şekilde gösterilmesine tasrih edilmek üzere يُخَادِعُونَ اللّٰهَ وَالَّذٖينَ اٰمَنُوا cümlesinde münafıkların amelinden, müşareket babından muzari sîgasıyla hida’ unvanıyla tabir edilmiştir.

    Ve keza makamın iktizası hilafına اَلنَّبِىَّ ye bedel اَللّٰهَ ve اَل۟مُؤ۟مِنٖينَ ye bedel وَالَّذٖينَ اٰمَنُوا zikredilmiştir.

    Çünkü يُخَادِعُونَ nin maddesinden nefret çıkar. Sîgasından devam ve istimrar çıkar. Babından müşareket çıkar. Müşareket ise müşakeleti yani mukabele-i bi’l-misli icab eder. Müşakelet ise onların seyyielerine karşı seyyie ile mukabele edileceğini istilzam eder. Demek onların devam ile yaptıkları şu kötü fiil, nefisleri titreten bir nefreti intac ettiği gibi, takip ettikleri garazın da akîm kaldığına delâlet eder.

    اَللّٰهُ kelimesinin tasrihinden de garazlarının muhal olduğuna delâlet vardır. Çünkü Resul-i Ekrem’e (asm) yapılan hida’, Allah’a râcidir. Malûm ya Allah’la pençeleşmek isteyen düşer.

    وَالَّذٖينَ اٰمَنُوا

    اَلَّذٖينَ nin ibhamını izale etmek için sıla olarak iman sıfatının ihtiyar edilmesi onların iman cihetiyle kendilerini sevdirerek mü’minlerden addetmek istemiş olduklarına işarettir. Ve keza nur-u imanla akılları münevver olan mü’minlerin dirayetinden hilenin gizli kalmamasına bir îmadır.

    وَمَا يَخ۟دَعُونَ اِلَّا اَن۟فُسَهُم۟

    Bu cümledeki hasr, kemal-i sefahetlerine işarettir. Zira mü’minlere zarar verdirmek için yaptıkları muamele makûse olup baltayı nefislerine vurmakla, sanki o hida’ı bizzat nefislerine yapmakla sefahetlerini ilan etmişlerdir.

    يَخ۟دَعُونَ nin يَضُرُّونَ ye tercihi, yine sefahetlerine işarettir. Çünkü ashab-ı ukûl arasında kasden nefsine zarar veren vardır fakat amden kendisiyle hud’a yapan yoktur. Meğerki insan suretinde bir eşek ola.

    اَن۟فُسَهُم۟ Bu unvan onlara pek aziz, sevgili olan nefislerini memnun etmek üzere, bir hazz-ı nefsanî kazanmak niyetiyle yaptıkları nifak, aksü’l-amel kabîlinden bir zakkum ismar etmiş olduğuna işarettir.

    Sual: Bu cümledeki hasırdan anlaşılır ki onların hida’ ve nifakları, İslâmiyet’e ve âlem-i İslâm’a zarar vermemiştir. Halbuki âlem-i İslâm’ın unsurlarında öldürücü zehir gibi intişar eden nifak şubelerinden gördüğü zararları, hiçbir şeyden görmemiştir?

    Cevap: Âlem-i İslâm’da görünen zarar ancak onların bozulmuş tabiatlarından, tefessüh etmiş fıtratlarından, taaffün etmiş vicdanlarından neş’et ve intişar etmiştir. Yoksa onların arzu ve ihtiyar ile yaptıkları hida’ ve hilelerin neticesi değildir. Çünkü onların hileleri Cenab-ı Hakk’a, Peygamber’e (asm), cemaat-i müslimîne yapılan bir muameledir. Malûmdur ki Allah o muameleye âlimdir. Peygamber (asm) de vahiy ile vâkıftır. Cemaat-i müslimînce de imanî bir şiddet-i zekâ sayesinde o gibi hileler tesettür edip gizli kalamaz. Demek onların vurdukları balta, dönüp başlarını kırmıştır. Çünkü aldanan cemaat-i müslimîn değildir. Ancak aldatan aldanandır.

    وَمَا يَش۟عُرُونَ

    Yani yaptıkları hilenin nefislerine râci olduğunu hissetmiyorlar. Bu fezleke onların cehaletini ilan ediyor. Zira ukalâdan değildirler. Çünkü onların bu işleri, ukalâ işi değildir. Ve keza hayvan sınıfına da benzemiyorlar. Çünkü hayvanlar, zararlı olan şeyleri hissettiklerinden çekinirler. Demek bunlar, hiss-i hayvanîden de mahrumdurlar. Öyle ise, ihtiyar ve şuuru olmayan cemadat nevine dâhildirler.

    فٖى قُلُوبِهِم۟ مَرَضٌ

    Bu cümlenin mâkabliyle vech-i irtibatı:

    Vaktâ ki onlar, şuur hissini istihdam ederek muhakeme-i akliye ile amel etmediler. Anlaşıldı ki ruhlarında bir maraz vardır. Ve lâekall onun zararlı bir maraz olduğunu bilmeleri lâzımdır ki o marazdan sâdır olan hükümlere itimad etmesinler. Çünkü o maraz; hakikatleri tağyir etmekle acıyı tatlı, çirkini güzel gösterir şanındadır.

    Zarfiyeti ifade eden فٖى kelimesinden anlaşılır ki onların marazları, kalbin sathında değildir. Ancak kalbin melekûtunda yani iç yüzünde kâin bir marazdır.

    قَل۟بٌ unvanından anlaşılır ki kalbin sathında bulunan bir hastalık, bütün a’mal-i bedeniyeyi sekteye uğrattığı gibi, kalbin iç yüzü de nifak ile hastalandığı zaman, ef’al-i ruhiye tamamen istikamet üzerine lâzım olan hareketten düşerler. Çünkü hayatın mihveri ve makinesi, ancak kalptir.

    فٖى قُلُوبِهِم۟ in مَرَضٌ üzerine takdimi, iki cihetle hasrı ifade eder.

    Biri: Maraz başka uzuvlarında değil ancak kalplere münhasırdır. Diğeri: O kalpler de ancak münafıkların kalbi olup başkaların kalpleri değildir.

    O iki hasırdan ta’riz suretiyle anlaşılır ki nur-u iman, insanın bütün ef’al ve âsârına sıhhat ve istikameti vermek şanındadır.

    Ve yine anlaşılır ki fesat kalptedir. Malûm ya bir şeyin esası, kalbi bozuk olursa teferruatını tamir etmek bir faydayı teşkil etmez.

    Ve yine anlaşılır ki fıtrattan hakikat çıkar. Ve fıtrat, hakikatlere merci bir masdardır. Fesat ve harab ise ârızî bir marazdır. Çünkü eşyada asıl sıhhattir. Maraz ise ârızîdir. Binaenaleyh “Nifak ve fesadımız fıtrîdir. İhtiyarî olmadığından mûcib-i ceza değildir.” diye itizarda bulunamazlar.

    Tenkiri meçhuliyeti ifade eden tenvin ise, marazın pek gizli olduğundan ne görünmesi ve ne tedavisi mümkün olmadığına işarettir.

    Beşinci cümleyi teşkil eden فَزَادَهُمُ اللّٰهُ مَرَضًا nin mâkabliyle vech-i irtibatı ile eczası arasındaki cihet-i intizam:

    Evet, vaktâ ki münafıklar yaptıkları amelden bir maraz olduğu kanaatiyle içtinab etmediler. Bilakis o amellerini istihsan ederek fazlaca talebinde bulundular. Cenab-ı Hak da talepleri üzerine arttırdı.

    Sual: فَزَادَ deki ف mâkablinin mâba’dine sebep olduğunu ifade eder. Halbuki burada marazın vücudu, marazın ziyadesine sebep değildir?

    Cevap: Vaktâ ki onlar, marazlarını teşhis edip tedavisi talebinde bulunmadılar. Sanki ihmallik yüzünden ziyadesini talep etmişlerdir. Ce­nab-ı Hak da mü’minlerin zaferiyle onların ümitlerini yeise çevirmiştir. Ve müslümanların galebesiyle onların husumetlerini hased ve kine kalbetmiştir. Sonra da maruz kaldıkları o yeis; kinden doğan korku, zafiyet, zillet marazlarını kalplerine istila ettirmekle marazlarını ziyadeleştirdi.

    Sual: Kur’an-ı Kerim’in bu cümlede “maraz” kelimesini mef’ul değil, temyiz şeklinde kullanması neye işarettir?

    Cevap: Münafıkların bâtınî ve kalbî olan marazları, sanki zâhire çıkmış ve bütün amellerine, fiillerine sirayet etmekle vücudları, tamamıyla maraz kesilmiş olduğunu ifade etmek için مَرَضٌ kelimesi temyiz olarak kullanılmıştır. Evet مَرَضٌ kelimesi mef’ul olduğu takdirde, bu manayı ifade edemez. Çünkü o vakit ziyade, yalnız maraza taalluk eder.

    Altıncı cümleyi teşkil eden وَلَهُم۟ عَذَابٌ اَلٖيمٌ in vech-i irtibatı:

    Evet menfaati ifade eden ل dan anlaşılır ki münafıkların menfaati ya dünyada elîm bir azaptır veya âhirette şedit bir elemdir. Bunlar ise menfaat değildir. Öyle ise menfaatleri muhaldir.

    Sual: اَلٖيمٌ “müteellim” manasınadır. Müteellim ise şahsın sıfatıdır. Binaenaleyh azabın, “elîm”le vasıflandırılmasında ne hikmet vardır?

    Cevap: Azap onların vücudlarını öyle kaplar ve cesetlerini öyle ihata eder ve bâtınlarına öyle nüfuz eder ki sanki vücudları bir azap külçesi kesilir. Azaptan maada bir şey görünmez. Hattâ o azap külçesinden fışkıran “Ah!”lar, fîzarlar, teellümler sanki nefs-i azaptan neş’et ederler. Yani çağıran, bağıran, müteellim olan, ayn-ı azap olduğu sanır.

    Yedinci cümleyi teşkil eden بِمَا كَانُوا يَك۟ذِبُونَ nin vech-i irtibatı:

    Evet münafıkların azapları, mezkûr cinayetleri arasında yalnız kizb ile vasıflandırılması, kizbin şiddet-i kubh ve çirkinliğine işarettir. Ve bu işaret dahi, kizbin ne kadar tesirli bir zehir olduğuna bir şahid-i sadıktır. Zira

    Kizb, küfrün esasıdır.

    Kizb, nifakın birinci alâmetidir.

    Kizb, kudret-i İlahiyeye bir iftiradır.

    Kizb, hikmet-i Rabbaniyeye zıttır.

    Ahlâk-ı âliyeyi tahrip eden kizbdir.

    Âlem-i İslâm’ı zehirlendiren ancak kizbdir.

    Âlem-i beşerin ahvalini fesada veren kizbdir.

    Nev-i beşeri kemalâttan geri bırakan kizbdir. Müseylime-i Kezzab ile emsalini âlemde rezil ü rüsva eden kizbdir.

    İşte bu sebeplerden dolayıdır ki bütün cinayetler içinde tel’ine, tehdide tahsis edilen kizbdir. Bu âyet, insanları bilhassa müslümanları dikkate davet eder.

    Sual: Bir maslahata binaen kizbin caiz olduğu söylenilmektedir. Öyle midir?

    Cevap: Evet, kat’î ve zarurî bir maslahat için mesağ-ı şer’î vardır. Amma hakikate bakılırsa maslahat dedikleri şey, bâtıl bir özürdür. Zira usûl-ü şeriatta takarrur ettiği vecihle “Mazbut ve miktarı muayyen olmayan bir şey, hükümlere illet ve medar olamaz. Çünkü miktarı bir had altına alınmadığından sû-i istimale uğrar.” Maahâzâ bir şeyin zararı menfaatine galebe ederse o şey, mensuh ve gayr-ı muteber olur. Maslahat, o şeyi terk etmekte olur.

    Evet âlemde görünen şu kadar inkılablar, karışıklıklar, zararın özür telakki edilen maslahata galebe etmesine bir şahittir.

    Fakat kinaye veya ta’riz suretiyle yani gayr-ı sarih bir kelime ile söylenilen yalan, kizbden sayılmaz.

    Hülâsa: Yol ikidir.

    Ya sükûttur. Çünkü söylenilen her sözün doğru olması lâzımdır.

    Veya sıdktır. Çünkü

    İslâmiyet’in esası sıdktır.

    İmanın hâssası sıdktır.

    Bütün kemalâta îsal edici sıdktır.

    Ahlâk-ı âliyenin hayatı sıdktır.

    Terakkiyatın mihveri sıdktır.

    Âlem-i İslâm’ın nizamı sıdktır.

    Nev-i beşeri kâbe-i kemalâta îsal eden sıdktır.

    Ashab-ı Kiram’ı bütün insanlara tefevvuk ettiren sıdktır.

    Muhammed-i Hâşimî’yi aleyhisselâm meratib-i beşeriyenin en yükseğine çıkaran sıdktır.

    * * *

    وَاِذَا قٖيلَ لَهُم۟ لَاتُف۟سِدُوا فِى ال۟اَر۟ضِ قَالُٓوا اِنَّمَا نَح۟نُ مُص۟لِحُونَ ۝ اَلَٓا اِنَّهُم۟ هُمُ ال۟مُف۟سِدُونَ وَلٰكِن۟ لَايَش۟عُرُونَ

    Bu âyetin evvelki âyetle vech-i irtibatı:

    Evet, vaktâ ki münafıkların nifakından neş’et eden cinayetlerin birincisini teşkil eden nefislerine zulmetmekle hukukullaha tecavüzleri olan cinayet zikredildikten sonra, mezkûr cinayetlerin ikincisini teşkil eden hukuk-u ibada tecavüz ile aralarına fesadı ilka etmek olan cinayet dahi mevki-i münasibinde zikredilmiştir.

    Sonra وَاِذَا قٖيلَ cümlesi münafıkların kıssasına ve hikâyesine dâhil olduğu cihetle وَمِنَ النَّاسِ مَن۟ يَقُولُ deki يَقُولُ ye bağlıdır, mana ve mealce يُخَادِعُونَ ye nâzırdır. Hadd-i zatında dahi يَك۟ذِبُونَ ye merbuttur. Üslubun tağyiri ise yani kaziye-i hamliye yerine, kaziye-i şartiyenin iradı يَك۟ذِبُونَ ile وَاِذَا قٖيلَ arasında birkaç cümlenin mukadder olduğuna bir emaredir. Takdir-i kelâm şöyle olsa gerektir: “Yalan söyledikleri zaman, fitneyi îka ediyorlar. Fitneyi îka ettikleri zaman, ifsad ediyorlar. Nasihat edildikleri vakit, kabul etmiyorlar. Fesadı yapmayın denildiği zaman ‘Biz ancak ıslaha çalışıyoruz.’ diyorlar.”

    Bu âyetin ihtiva ettiği mezkûr ve gayr-ı mezkûr cümleler arasındaki vech-i irtibat bir misal ile izah edilecektir. Şöyle ki:

    Bir insan, tehlikeli bir yola sülûk ettiği zaman en evvel “Senin bu yolun seni felakete götürür, o yoldan vazgeç!” diye nasihat yapılır. O insan vazgeçmediği takdirde, şiddet ile zecir ve nehyedilir. Ve aynı zamanda “Umum halkın nefret ve kahrına uğrarsın.” diye tehdit edildiği gibi “Ebna-i cinsine zulmetmiş olursun.” diye şefkat-i cinsiyeye de davet edilir.

    Eğer o insan, sarhoşlar gibi inatlı ve kafasız ise kendisine yapılan nasihat ve zecir ve nehiyleri müdafaa ile mukabele eder ve “Benim mesleğim haktır, ne senin hakk-ı itirazın var ve ne benim senin nasihatlerine ihtiyacım var.” diye serkeşliğe başlar.

    Eğer o insan iki yüzlü ise, tabiî bir cihetten nasihat edenleri kandırır ve ilzamına çalışır. Diğer cihetten de “Ben ıslah edici bir insanım.” diye mesleğini hak göstermekle devam eder. Ve aynı zamanda “Islah benim hakiki bir sıfatım olup, bilâhare hasıl olmuş bir sıfat değildir.” diye davasını tekid ve teyid eder.

    Bundan sonra eğer o insan mesleğinde, ısrar ile nasihatleri kabul etmese anlaşılır ki onun ıslahına hiçbir çare ve bir deva yoktur. Yalnız onun fesadı halka sirayet etmemek için mesleğinin muzır ve fena olduğunu ilan etmek lâzımdır ki herkes ondan tahaffuz etsin. Zira aklını çalıştırmıyor, şuurunu istihdam etmiyor ki böyle zâhir olan bir şeyi hissedebilsin.

    İşte bu misaldeki cümlelerin arasındaki münasebetlere dikkat edilirse, mezkûr âyetin cümleleri arasında bulunan münasebet halkaları güzelce görünecektir. Evet aralarında öyle fıtrî bir nizam vardır ki îcaz ve ihtisarından i’cazın yüksek sesleri işitilir.

    Mezkûr âyetin her bir cümlesinin heyetindeki vech-i intizam:

    Evet kat’iyeti ifade eden وَاِذَا قٖيلَ لَهُم۟ deki اِذَا kötü ve fena şeyleri men’ ve nehyetmek lâzım ve vâcib olduğuna işarettir.

    Fâilin terkiyle sîga-i meçhul ile zikredilen قٖيلَ kötü bir şeyi nehyetmek, farz-ı kifaye olduğuna işarettir.

    Menfaat ve lütfu ifade eden لَهُم۟ deki ل yapılacak nehiylerin tahkir ve tahakküm suretiyle değil, ancak nasihat tarzı ile lâzım olduğuna işarettir.

    لَا تُف۟سِدُوا şöyle bir kıyas-ı istisnaîye işarettir ki: “Böyle yapmayın, aksi takdirde karışıklıklar meydana gelir. İnsanlar arasında itaat rabıtası kesilir. Adalet ihtilale inkılab eder. İttifak ve ittihadın ipleri kırılır. Fesat doğmaya başlar. Öyle ise böyle yapmayın ki, fesat olmasın.”

    فِى ال۟اَر۟ضِ nehyi tekid, zecri idame ettiriyor. Çünkü nasihat muvakkat olduğu için inzicarın devamı lâzımdır. Bu da vicdanın heyecana getirilmesiyle olur. Bu dahi ya şefkat-i cinsiyenin uyandırılmasıyla veya nefret-i umumiyeye maruz kalmak korkusuyla olur. Evet فِى ال۟اَر۟ضِ kelimesi her iki ciheti de temin eder. Zira “arz” kelimesi lisan-ı haliyle: “Sizin bu fesadınız nev-i beşere sirayet eder. Nev-i beşerin bilhassa fakir fukara, masumların sizlere kötülüğü nedir ki onlara karşı böyle fenalıkta bulunursunuz? Şefkat-i cinsiyeniz yok mudur, ne için merhamet etmiyorsunuz? Pekâlâ, teslim ettik ki sizin şefkat-i cinsiyeniz yoktur. Hiç olmasa nefret-i umumiyeden korkunuz.” diye onları ikaz ediyor.

    Sual: Onların maksatları umum insanlar değildir. Ne için onların fesadı bütün insanlara sirayet etsin?

    Cevap: Evet, siyah bir gözlüğü takan adam her şeyi siyah ve çirkin görür. Kezalik basiret gözü de nifak ile perdelenirse ve kalp küfür ile peçelenirse bütün eşya çirkin ve kötü görünür. Ve bütün insanlara belki kâinata karşı bir buğz, bir adavete sebep olur. Hem de küçük bir dişin kırılmasıyla büyük bir makinenin müteessir olduğu gibi, bir şahsın nifakıyla heyet-i beşeriyenin intizamı müteessir olur. Zira adalet, intizam, İslâmiyet itaatle olur. Maalesef onların serptikleri zehirler tabakadan tabakaya intikal ede ede, bu zillet, sefaleti ismar etmiştir.

    قَالُوٓا اِنَّمَا نَح۟نُ مُص۟لِحُونَ

    Yani “Halkı ifsad etmeyin.” denildiği zaman “Bizler ancak ıslah edici insanlarız.” iddiasında bulundular.

    اِنَّمَا da iki hâsiyet vardır.

    Birincisi: Dâhil olduğu hükmün hakikaten veya iddiaen malûm olması lâzımdır. Bu hâsiyetten, nasihat edenleri tezyif etmeye ve cehaletlerine olan sebatlarını izhar etmeye bir remiz vardır. Yani: “Bizim ıslah edici olduğumuz malûmdur, binaenaleyh mesleğimizde sebat ederiz, nasihatlere kulak asan değiliz.”

    İkinci hâsiyet, hasrdır. Bu hasrdan dahi onların salahlarına, hiçbir fesadın karışmamış olduğuna bir remiz vardır. Ve bu remizden mü’minlere bir ta’riz vardır ki onların salahlarına fesat karışıyor.

    Sebat ve devamı ifade eden ism-i fâil sîgasıyla مُص۟لِحُونَ nin نُص۟لِحُ ya tercihen zikredilmesi, salahlarının sabit ve daimî bir sıfat olduğundan şimdiki halleri de ayn-ı salah olduğuna işarettir. Sonra onlar, bu kelâmlarında da münafıklık ediyorlar. Zira bâtınen fesatlarını salah addettikleri gibi, zâhiren “Bu amelimiz mü’minlerin salah ve menfaatleri içindir.” diye mürailik yapıyorlar.

    اَلَا اِنَّهُم۟ هُمُ ال۟مُف۟سِدُونَ وَلٰكِن۟ لَا يَش۟عُرُونَ

    Bu âyetin mâkabliyle vech-i irtibatı:

    Evet evvelki âyette münafıklardan hikâye edilen bazı manalar, iddialar vardır. Mesela: Mesleklerini terviç ve teşvik etmişlerdir. Salahı kendilerine ispat ve salahın daimî bir sıfatları olduğunu iddia etmişlerdir. Ve amellerinin salaha münhasır olduğu ve salahlarına hiçbir fesadın karışmamış olduğu ve bu hükmün malûm hükümlerden bulunduğu iddiasında bulunmuşlardır. Ve mü’minlere ta’rizde bulunarak nasihat edenleri techil etmişlerdir.

    Kur’an-ı Kerim de münafıkların şu mezkûr iddialarını cerh ve akislerini ispat etmek üzere, şu cümlede bazı hükümler serdetmiştir.

    Ezcümle:

    Fesat, münafıklara isnad ve ispat edilmiştir.

    Ve onların, müfsidlerin hakikatiyle ittihad ettiklerine işaret edilmiştir.

    Ve fesadın münafıklara münhasır olduğuna ve bu hükmün sabit bir hakikat bulunduğuna işaretler yapılmıştır.

    Ve onların muzır olduklarına halk ikaz edilmiştir. Ve hislerini nefyetmekle techil edilmişlerdir.

    Evet, fena bir şeye düşmemek için kullanılmakta olan ikaz âleti denilen اَلَا ile, onların davaları halkın nazarında tezyif ve iptal edilmiştir.

    Tahkiki ifade eden اِنَّ ile davalarında iddia ettikleri hakkaniyet ve malûmiyet reddedilmiştir.

    Hasrı ifade eden هُم۟ onların اِنَّمَا ve نَح۟نُ ile mü’minlere karşı yaptıkları ta’rize cerh edici bir mukabeledir.

    Cins ve hakikati ifade eden اَل۟مُف۟سِدُونَ deki harf-i tariften anlaşılır ki onlar, müfsidlerin hakikatiyle ittihad etmişlerdir.

    Şuurdan mahrum olduklarını ifade eden وَلٰكِن۟ لَا يَش۟عُرُونَ cümlesi, onların zu’mlarınca davalarının malûmiyeti dolayısıyla, nasihate ihtiyaçları olmadığına ve nasihat edenleri tezyif ettiklerine karşı bir müdafaadır.

    * * *

    وَاِذَا قٖيلَ لَهُم۟ اٰمِنُوا كَمَٓا اٰمَنَ النَّاسُ قَالُٓوا اَنُؤ۟مِنُ كَمَٓا اٰمَنَ السُّفَهَٓاءُ اَلَٓا اِنَّهُم۟ هُمُ السُّفَهَٓاءُ وَلٰكِن۟ لَا يَع۟لَمُونَ

    Yani “Halkın imana geldikleri gibi, siz de imana geliniz.” diye imana davet edildikleri zaman “Süfeha takımının imana geldiği gibi, biz de mi imana geleceğiz?” diye cevabında bulunurlar. Fakat süfeha takımı, ancak ve ancak onlardır. Lâkin bilmiyorlar.

    Bu âyeti mâkabliyle rabt ve nazmeden cihetler:

    Evet bu iki âyet, münafıkların cinayetlerini hikâye ettikleri gibi onlara nasihat ve irşad vazifesini de görüyorlar. Binaenaleyh bu iki âyetin arasındaki atıf ya mü’minlere isnad ettikleri sefahet cinayeti, arzda yaptıkları ifsad cinayetine atıftır veya emr-i bi’l-marufu tazammun eden ikinci âyet, nehy-i ani’l-münkeri ifade eden birinci âyete atıftır. Demek bu iki âyet arasında cihetü’l-vahdet ya cinayettir veya irşaddır.

    Bu âyetteki cümlelerin arasındaki cihet-i irtibat:

    Evet vaktâ ki وَاِذَا قٖيلَ لَهُم۟ اٰمِنُوا كَمَٓا اٰمَنَ النَّاسُ cümlesiyle farz-ı kifaye olan nasihat vazifesi îfa edilmek üzere, kâmil insanlardan ibaret olan cumhur-u nâsa ittibaen hâlis bir imana davet edildikleri zaman, enaniyet-i cahiliyeleri heyecana gelerek قَالُٓوا اَنُؤ۟مِنُ كَمَٓا اٰمَنَ السُّفَهَٓاءُ deyip gurur ve inatlarında ısrar etmekle “Davamız haktır ve bizler hak üzerindeyiz.” diye bâtıl ve inatçıların âdeti gibi, bâtıl davalarını hak ve cehaletlerini ilim iddia ettiler. Çünkü nifakla kalpleri fesada uğramıştır. Tabiî fâsid olan bir kalp gururlu olur ve ifsadata meyleder. Binaen­aleyh kalplerinin fâsid olmasından temerrüd ve inat ediyorlar. Ve hedef ittihaz ettikleri ifsad iktizasıyla, yekdiğerine halkı idlâl etmeyi tavsiye ediyorlar. Ve gururlarının hükmüyle diyanet ve imanı, sefahet ve sefalet telakki ediyorlar. Ve nifaklarının icabıyla, bu sözlerinde de münafıklık yapıyorlar. Zira bu sözlerinin zâhirinden “Biz divane değiliz, nasıl sefihler gibi olacağız?” gibi bir mana çıkar. Bâtınından ise “Nasıl ekserisi fukara ve nazarımızda sefih olan mü’minler gibi olacağız?” gibi diğer bir mana çıkıyor.

    Sonra Kur’an-ı Kerim, onların mü’minlere attıkları sefahet taşını

    اَلَٓا اِنَّهُم۟ هُمُ السُّفَهَٓاءُ cümlesiyle iade etmekle kendilerine yutturmuştur. Çünkü inat ve cehaletleri bu dereceye vâsıl olanın hak ve müstehakkı, beyne’n-nâs teşhir edilmekle sefahetin kendisine münhasır olduğunu ilan etmektir.

    Sonra وَلٰكِن۟ لَايَع۟لَمُونَ cümlesiyle onların cehl-i mürekkeble cahil olduklarına işaret etmiştir ki, bu gibi cahillere nasihat tesir etmediğinden onlardan tamamıyla i’raz etmek lâzımdır. Çünkü nasihati dinleyen ancak cehlini bilenlerdir. Bunlar cehillerini de bilmezler.

    Bu âyetin ihtiva ettiği cümlelerin eczası arasında bulunan vech-i irtibat:

    Evet وَاِذَا قٖيلَ لَهُم۟ اٰمِنُوا كَمَٓا اٰمَنَ النَّاسُ cümlesindeki اِذَا kat’iyeti ifade ettiğinden, emr-i maruf ile halkı irşad etmek lüzumuna işarettir.

    Sîga-i meçhul ile zikredilen قٖيلَ nasihatin alâ sebili’l-kifaye vâcib olduğuna işarettir.

    Ve اَخ۟لِصُوا فٖى اٖيمَانِكُم۟ gibi, “ihlas” lafzını ihtiva eden bir cümleye bedel اٰمِنُوا lafzının zikredilmesi; ihlası olmayan imanın, imandan addedilmemesine işarettir.

    Ve كَمَا اٰمَنَ النَّاسُ lafzıyla güzel bir misal, bir numune, bir örnek gösterilmiştir ki ona ittiba ederek ihlaslı bir imana gelsinler.

    نَاسٍ lafzında iki nükte vardır. Ve o iki nükte, vicdanları emr-i marufa icbar eden âmillerdendir.

    Birincisi: نَاسٍ unvanı herkesi, cumhur-u nâsa tabi olmaya davet eder. Çünkü cumhura muhalefet öyle bir hatadır ki o hatayı irtikâb etmek kalbin, vicdanın şanından değildir.

    İkincisi: كَمَٓا اٰمَنَ النَّاسُ tabirinden anlaşılıyor ki imanı olmayan, nâstan addedilmemesi lâzımdır. Ancak نَاسٍ tabiri mü’minlere mahsustur. Bu da ya imanın hâsiyetiyle insaniyetin hakikati mü’minlere münhasırdır veya imansız olanlar insaniyetin mertebesinden sukut etmişlerdir.

    قَالُٓوا اَنُؤ۟مِنُ كَمَٓا اٰمَنَ السُّفَهَٓاءُ

    Yani: “Biz nasihatleri kabul etmiyoruz. Şu miskinlerin cemaatine nasıl gireceğiz? Bizim gibi ashab-ı câh, mertebe; onlara kıyas edilemez.”

    قَالُوا nefislerini tezkiye, mesleklerini terviç, nasihatten istiğna, mağrurane dava şeklinde müdafaa etmelerine işarettir.

    İnkârî bir istifhamı ifade eden اَنُؤ۟مِنُ kelimesi, onların cehalette gösterdikleri temerrüd ve inada işarettir. Sanki istifham ile nasihat edene soruyorlar ki: “Mesleğimizi terk etmemize vicdanın razı, insafın kabul eder mi?”

    Sual: Onlar o sözlerinde, kimleri muhatap etmişlerdir?

    Cevap: Evvela, nefislerine; sâniyen, ebna-yı cinslerine; sâlisen, nasihat edenlere tevcih-i hitab etmişlerdir.

    Evet, birisine nasihat yapılır iken o adam evvela nefsine müracaat eder. Sonra arkadaşlarıyla konuşur. Sonra nasihat edene döner. Yaptığı müracaatların neticesini ona söyler. Buna binaen vaktâ ki münafıklar imana davet edildiler. Fesada uğramış kalplerine, tefessüh etmiş vicdanlarına yaptıkları müracaatta inkâr cevabını alarak kalplerindeki şeyi dışarıya verdiler. Sonra ifsad arkadaşlarına müracaat yapar. Yine inkâr cevabını alarak gizli gizli konuşmalara başlarlar. Sonra itizar şeklinde nasihat edene dönerek şöyle bir safsatada bulunurlar: “Yahu aramızda çok fark vardır. Biz onlara kıyas edilemeyiz. Çünkü biz zengin, onlar fakirdirler. Onlar mecburiyet sâikasıyla imana gelmişlerdir. Onların diyaneti ıztırarîdir. Biz isek ashab-ı izzet, servet insanlarız.”

    Hülâsa: Onlar gururlarının hükmüyle mürşidi insafa davet ettiler. Hida’ ve hileleriyle ikiyüzlü bir konuşmada bulundular. Şöyle ki: “Ey mürşid! Bizleri süfeha zannetme! Bizler süfeha gibi olamayız. Ancak hâlis mü’minlerin yaptıkları gibi yapıyoruz.” diye mürşidi kandırmak istediler. Halbuki kalplerinde “Bu fakir ve kıymetten sukut eden mü’minler gibi değiliz.” gibi başka bir manayı izmar etmişlerdir.

    Hülâsa: اَنُؤ۟مِنُ lafzında onların fesadına, ifsadına, gururlarına, nifaklarına gizli birer remiz vardır.

    كَمَٓا اٰمَنَ السُّفَهَٓاءُ

    Yani “Kâmil zannettiğiniz mü’minler; nazarımızda zelil, fakir bir cemaattir. Her birisi bir kavmin sefihidir.”

    Onların tecviz ettiği kıyasta birkaç işaret vardır:

    1- Mecmau’l-mesakin, melceü’l-fukara, hakkı himaye, hakikati muhafaza, gururu men’, tekebbürü def’ eden yegâne İslâmiyet’tir. Evet, kemal ve şerefin mikyası İslâmiyet’tir.

    2- Nifakı intac eden; garaz, gurur, tekebbürdür.

    3- İslâmiyet; ehl-i dünya, ashab-ı meratib ellerinde tahakküm ve tagallübe vesile olamaz. Ancak sair dinler hilafına, ehl-i fakr, hâcet elinde ihkak-ı hak için kırılmaz elmas bir kılınçtır. Bu hakikate tarih güzel bir şahittir.

    اَلَا اِنَّهُم۟ هُمُ السُّفَهَٓاءُ

    Bilinmesi lâzımdır ki Kur’an-ı Kerim’in kesretle nifakın aleyhine yaptığı şiddetli tehditler, takbihlerin sebebi ancak ve ancak âlem-i İslâm’ın nifak şubelerinden maruz kaldığı darbelerdir.

    اَلَا ikaz âleti olup, sefahetlerini teşhir ve efkâr-ı âmmeyi sefahetlerine istişhad etmek için zikredilmiştir. Hakikati göstermek için bir âyine ve hakikate delâlet için bir delil vazifesini gören اِنَّ lisan-ı haliyle “Hakikate bakınız.” diye “Onların zâhirî safsatalarının aslı yoktur, aldanmayınız.” diyor.

    Hasrı ifade eden هُم۟ kelimesi nefislerine iddia ettikleri tezkiyeyi red ve mü’minlere isnad yaptıkları sefaheti def’ eder. Yani bir lezzet-i fâniye için âhiretini terk eden sefihtir. Bâki bir mülkü, hevesat-ı fâniyesinin terkiyle satın alan sefih değildir.

    اَلسُّفَهَٓاءُ deki elif ve lâm, hükmün malûmiyetine ve kemaline işarettir. Yani onların sefaheti malûmdur. Ve sefahetin son sistemi onlardadır.

    وَلٰكِن۟ لَا يَع۟لَمُونَ cümlesinde üç işaret vardır.

    1- Hakkı bâtıldan, iman mesleğini nifak mesleğinden temyiz etmek ancak ilim ve nazar ile olur. Fakat yaptıkları fitne ve fesatları zâhir olduğu için edna bir şuuru olan farkında olur. Buna binaen Kur’an-ı Kerim birinci âyeti وَلٰكِن۟ لَايَش۟عُرُونَ ile zeyllendirmiştir.

    2- لَايَع۟لَمُونَ gibi âyetlerin sonunda zikredilen اَفَلَا يَع۟قِلُونَ ve اَفَلَا يَتَدَبَّرُونَ ve اَفَلَا يَتَذَكَّرُونَ gibi cümleler ile İslâmiyet’in akıl, hikmet, mantık üzerine müesses olduğuna işarettir ki her bir akl-ı selim kabul etmek şanındadır.

    3- Onlardan i’raz etmek ve onlara itimad etmemek lâzımdır. Çünkü cehillerini bilmediklerinden nasihatin onlara tesiri olmuyor.

    وَاِذَا لَقُوا الَّذٖينَ اٰمَنُوا قَالُٓوا اٰمَنَّا وَاِذَا خَلَو۟ا اِلٰى شَيَاطٖينِهِم۟ قَالُٓوا اِنَّا مَعَكُم۟ اِنَّمَا نَح۟نُ مُس۟تَه۟زِؤُنَ ۝ اَللّٰهُ يَس۟تَه۟زِئُ بِهِم۟ وَيَمُدُّهُم۟ فٖى طُغ۟يَانِهِم۟ يَع۟مَهُونَ

    İstihza ve istihfaf gibi, münafıkların dördüncü cinayetlerini beyan eden şu âyetin fesat, ifsad, tesfih gibi sebkat eden cinayetlerine atfını iktiza eden, ayn-ı münasebetle bu âyetin mealiyle mâkablinin meali arasında irtibat ve intizam hasıl olmuştur.

    Bu âyetin cümleleri arasındaki vech-i irtibat ise:

    Evet insanın musibet ve elemlere karşı nokta-i istinadı ve ihtiyaç, emellerini tesviye için nokta-i istimdadı olan imanın üç hâssası vardır:

    1- Nokta-i istinadından neş’et eden izzet-i nefistir. İzzet-i nefsi olan, başkalara kendisini zelil göstermeye tenezzül etmez.

    2- Şefkattir. Şefkati olan, kimseyi tahkir ve tezlil etmez.

    3- Hakikatlere ihtiram etmek ve yüksek şeylerin kıymetini bilmekle istihfaf etmemektir.

    Kezalik imanın zıddı olan nifakın da üç hâssası vardır:

    1- Zillettir.

    2- İfsadata meyletmektir.

    3- Başkaları tahkir etmekle gururlanıp zevk almaktır.

    Binaenaleyh iman, izzet-i nefsi intac ettiği gibi nifak da onun aksine zilleti intac eder. Zilleti olan, herkese karşı kendisini zelil gösterir. Bu ise riyadır. Riya ise müdahenedir. Müdahene dahi kizbdir. Kur’an-ı Kerim şu silsileli kizbe وَاِذَا لَقُوا الَّذٖينَ اٰمَنُوا قَالُٓوا اٰمَنَّا ile işaret etmiştir. Yani “Mü’minlere rast geldikleri zaman ‘Biz de imana geldik.’ diyorlar.”

    Sonra nifak, imanın hilafına kalpleri ifsad eder. Kalbin fesadı ise yetimliği intac eder. Yani bozuk olan bir kalp kendisini sahibsiz, mâliksiz, yetim bilir. Bundan korku neş’et eder. Korku da onu kaçıp, gizlenmeye icbar eder. Kur’an şu hallerine وَاِذَا خَلَو۟ا ile işaret etmiştir. Yani “Kaçıp halvetlere gittikleri zaman…”

    Sonra nifak, imanın aksine akraba ve saireler arasındaki sıla-i rahmi kat’eder, keser. Bu ise şefkati izale eder. Şefkatin zevali ise ifsadata sebep olur. İfsaddan fitne çıkar. Fitneden hıyanet doğar. Hıyanet dahi zafiyeti mûcibdir. Zafiyet de himaye edecek bir zahîre, bir arkaya iltica etmeye icbar eder. Kur’an-ı Kerim buna اِلٰى شَيَاطٖينِهِم۟ ile işaret etmiştir. Yani “Şeytanlarına kaçıp himayelerine giriyorlar.”

    Sonra imanın hilafına, nifakta tereddüt vardır. Yani münafık olan kimse, kat’î bir hüküm sahibi değildir. Bu ise sebatsızlığı intac eder. Bu da mesleksizliği, bu dahi emniyetsizliği tevlid eder. Bu ise –kanunen maznunların her gün ispat-ı vücud etmeleri lüzumu gibi– daima şeytanlarına gidip küfürlerini, ahidlerini tazelemelerini icab ettirir. Kur’an-ı Kerim bu silsileye قَالُٓوا اِنَّا مَعَكُم۟ ile işaret etmiştir. Yani “Bizler sizinle beraberiz.” diye ahidlerini tecdid ediyorlar.

    Sonra mü’minlere gidip geldiklerinden hasıl olan şüpheyi izale için özür dilemeye mecbur oldular. Ve imanın hilafına hakikatlere adem-i hürmet ve istihfafta bulunarak kıymetli şeylere ihanet ettiler ki onlara atfedilen ithamları def’etsinler. İşte Kur’an-ı Kerim buna

    قَالُٓوا اِنَّمَا نَح۟نُ مُس۟تَه۟زِؤُنَ ile işaret etmiştir. Yani “Bizim mü’minler ile olan ihtilatımız istihza içindir. Aramızda samimiyet yoktur. Ancak yüzlerine gülüyoruz.”

    Sonra münafıkların şu gidiş ve deyişlerini dinleyen sâmi’in, mü’minlerin de mukabelede bulunmalarını intizar etmekte bulunduğu, siyak-ı kelâmdan anlaşıldı. Bunun için Kur’an-ı Kerim de mü’minlere bedel اَللّٰهُ يَس۟تَه۟زِئُ بِهِم۟ diye mukabelede bulunmuştur. Yani “Cenab-ı Hak, onların istihzaları üzerine eşedd-i ceza ile dünya ve âhirette tecziye eder ve edecektir.”

    Cenab-ı Hakk’ın şu mukabelesi mü’minlerin teşrifine ve münafıkların yaptıkları istihzanın, Cenab-ı Hakk’ın tecziyesine karşı adem hükmünde kaldığına ve onların hamakatlerine işarettir.

    Sonra Kur’an-ı Kerim وَيَمُدُّهُم۟ فٖى طُغ۟يَانِهِم۟ يَع۟مَهُونَ cümlesiyle cezalarını istihza suretiyle tasvir etmiştir. Yani “Onlar, dalalet ve tuğyanı intac eden esbaba sû-i ihtiyar ve arzularıyla tevessül etmekle sanki lisan-ı hâl ile dalaletin talebinde bulunmuşlardır. Cenab-ı Hak da onların talebi üzerine isteklerine yardım etmiştir.”

    Bu âyetin tazammun ettiği cümlelerin heyetleri arasında intizam ciheti:

    Evet, dâhil olduğu hükmün kat’iyetini ifade eden

    وَاِذَا لَقُوا الَّذٖينَ اٰمَنُوا deki اِذَا onların mü’minlere olan mülakatlarını amden ve kasden cezmettiklerine işarettir.

    Ale’l-ekser yollarda rast gelmek manasını ifade eden لَقُوا onların yollarda halk içinde mü’minlere mülakatlarını taammüd ettiklerine işarettir.

    اَل۟مُؤ۟مِنٖينَ kelimesine tercihan اَلَّذٖينَ اٰمَنُوا kelimesinin zikri, onların mü’minler ile cihet-i irtibatları, yalnız iman sıfatı hasebiyle olduğuna ve bütün sıfatlar içinde en mümtaz ve medar-ı nazar yalnız iman sıfatı olduğuna îmadır.

    قَالُوا Bu unvan, onların sözleriyle kalpleri bir olmadığına ve söyledikleri sözler mahzan riya ve müdahene perdesi altında kendilerine yapılan ithamları def’ ve mü’minlerden celb-i menafi ile sırlarına vâkıf olmak azminde bulunduklarına işarettir.

    اٰمَنَّا makamın iktizasıyla bu kelimenin tekidler ile müekked olarak zikredilmesi lâzım iken tekidsiz zikri, kalplerinde tahrik edici bir şevkin, bir aşkın bulunmadığından sözlerini şiddetsiz ve tekidsiz serseriyane söylemiş olduklarına işarettir.

    Ve keza onların tekidleri, adem hükmünde olup mü’minlere inandıramadıklarına işarettir.

    Ve keza اٰمَنَّا kelimesiyle; nifaklarına örttükleri perde pek zayıf olduğundan, tekid ve teşdid edildiği takdirde yırtılması ihtimali olduğuna işarettir. Çünkü tekid, teşdid, şüpheye dâîdir. Şüphe ise tahkikata bâistir. Tahkikat yapıldığı takdirde, boyaları meydana çıkar.

    اٰمَنَّا nın cümle-i fiiliye ile zikri ise imanlarının sabit ve devamlı olduğunu mü’minlere inandırmak imkânını bulamadıklarına; yalnız menfaatleri celb, esrara muttali olmak maksadıyla mü’minlere müdahene ve tasannu yapmakla ihdas-ı iman ettiklerine işarettir.

    وَاِذَا خَلَو۟ا اِلٰى شَيَاطٖينِهِم۟ قَالُٓوا اِنَّا مَعَكُم۟

    Evvelki âyetle bu âyetin birbirine olan atıfları, onların mesleksiz, sebatsız olduklarına işarettir.

    اِذَا nın ifade ettiği cezmiyet, itiyad ettikleri fesat ve ifsad iktizasıyla şeytanlarına gitmelerini zarurî bir vazife bildiklerine işarettir.

    خَلَو۟ا tabiri, cinayetlerinden korktuklarından tesettür ve gizlenmek istediklerine işarettir.

    اِلٰى kelimesinin خَلَو۟ا kelimesiyle daha uygun olan مَعَ kelimesine tercihen zikredilmesi, iki şey içindir. Birisi: Acz ve zaafları yüzünden iltica etmeye mecbur olmalarıdır. İkincisi: Fitne ve ifsad iktizasıyla, mü’minlerin sırlarını kâfirlere îsal etmektir. Bu iki manayı مَعَ ifade edemez.

    شَيَاطٖينِهِم۟ Bu unvan, reislerinin şeytanlar gibi gizlenip vesveseleri ilka ettiklerine ve şeytanlar kadar muzır olduklarına ve şeytanlar gibi şerden maada bir şey tasavvur etmediklerine işarettir.

    قَالُٓوا اِنَّا مَعَكُم۟ Yani “Sizinle beraberiz.” Bu cümle ile nefislerinin tezkiyesine, ahidlerinin tecdidine, mesleklerinde sabit kaldıklarına işaret etmişlerdir. Yalnız bu cümlenin muhataplarında münafıkların münkirleri bulunmadığı halde tekidleştirilmiştir. وَاِذَا لَقُوا الَّذٖينَ اٰمَنُوا قَالُٓوا اٰمَنَّا cümlesinin muhatapları hep münkir oldukları halde tekidsiz bırakılmıştır. Bunun esbabı ise birinci cümleyi şevksiz, aşksız; ikinci cümleyi ise aşk u şevkle söylediklerine işarettir.

    Şeytanlarına söyledikleri cümleyi ismiye şeklinde, mü’minlere karşı söylediklerini, cümle-i fiiliye suretinde zikretmeleri; maksatlarının burada ahidlerine sabit ve devamlı kaldıklarını ispat; orada ise yalnız imana geldiklerini ihdas ettiklerine işarettir.

    اِنَّمَا نَح۟نُ مُس۟تَه۟زِؤُنَ

    Yani “Bizler mü’minlere karşı, ancak istihza edici insanlarız.”

    Bu cümlenin evvelki cümleye atfedilmediğinin esbabı:

    Evet iki kelime veya iki cümle arasında ya kemal-i ittisal ve ittihad vardır veya kemal-i inkıta, infisal vardır. Bu iki surette, birbirine atıfları caiz değildir. Ancak aralarında orta derece bir inkıta ve bir ittisal olan yerlerde atıfları caizdir. Bu cümle ise اِنَّا مَعَكُم۟ cümlesine bir cihetten tekiddir, bir cihetten de bedeldir. Bu iki surette, her iki cümlenin arasında kemal-i ittisal vardır. Diğer bir cihetten dahi mukadder bir suale cevaptır. Bu surette de aralarında kemal-i inkıta vardır. Çünkü ale’l-ekser sual inşa, cevap ihbar olur. İşte bunun için aralarında atıf yapılmamıştır.

    Sual: Bu cümlenin اِنَّا مَعَكُم۟ cümlesine tekid veya bedel olduğunun tevcihi?

    Cevap: Evet اِنَّمَا نَح۟نُ مُس۟تَه۟زِؤُنَ cümlesi gerek hak ve hakikate gerek ehl-i hak, hidayete ihanete dairdir. Malûm ya, bundan dalalet ve ehl-i dalalete tazim çıkıyor. Bu ise اِنَّا مَعَكُم۟ cümlesinin mealidir. Demek, her iki cümlenin mealleri birdir veya birbirini tekid eder.

    Mukadder bir suale cevap olduğunun tevcihi ise:

    Evet sanki şeytanları tarafından şöyle bir sual vârid olmuştur ki: “Yahu, eğer bizimle beraber ve bizim mesleğimizde olmuş olsaydınız mü’minlere muvafakat etmezdiniz. Ya siz onların mezheplerine geçmişsiniz veya sizin için muayyen bir mezhep yoktur.” Bu suale karşı اِنَّمَا نَح۟نُ مُس۟تَه۟زِؤُنَ diye müslümanlardan olmadıklarını sarahaten söyledikleri gibi, hasrı ifade eden اِنَّمَا ile muayyen bir mezhebi olmayanlardan olmadıklarına işaret etmişlerdir.

    Ve keza devamı ifade eden ism-i fâil sîgasıyla مُس۟تَه۟زِؤُنَ demeleri, mü’minlere karşı yaptıkları istihzanın daimî bir sıfatları olup, bilâhare ârız olan bir sıfatları olmadığına işarettir.

    اَللّٰهُ يَس۟تَه۟زِئُ بِهِم۟

    Yani “Allah onlara istihza ediyor.”

    Bu cümlenin evvelki cümlelere atfedilmeyerek, atıfsız zikredilmesinin esbabı:

    Evet atfedilmiş olsaydı ya اِنَّمَا نَح۟نُ مُس۟تَه۟زِؤُنَ cümlesine atfolurdu. Bu ise bu cümlenin de اِنَّا مَعَكُم۟ cümlesine tekid olmasını icab eder.

    Veya اِنَّا مَعَكُم۟ cümlesine atfolurdu. Bu dahi bu cümlenin onların sözlerinden biri olduğunu iktiza eder.

    Veyahut قَالُوا ya atfolacaktı. O vakit Allah’ın onlara olan istihzası, halvet zamanıyla mukayyed olacaktı. Halbuki Allah’ın istihzası daimîdir.

    Veya وَاِذَا لَقُوا cümlesine atıf yapılacaktı. Bu ise her iki taraftan, yani matuf ve matufun-aleyhten maksadın bir olduğunu istilzam eder. Halbuki birinci cümle, amellerini beyan eder. İkinci cümle de, cezaları hakkındadır. Demek mahzursuz, münasip bir matufun-aleyh bulunmadığından müste’nife olarak yani mâkabliyle bağlı olmayarak mukadder bir suale cevap kılınmıştır.

    Evet münafıkların fenalığı, kötülüğü öyle bir dereceye bâliğ olmuştur ki, hallerine vâkıf olan her ruh “Acaba böyle fena olanların cezası nedir? Ve cezaları verilecek mi?” diye sormaya mecbur olur.

    İşte Kur’an-ı Kerim اَللّٰهُ يَس۟تَه۟زِئُ بِهِم۟ cümlesiyle şu mukadder suale cevap vermiştir.

    Demek bu cümlenin istinafı, atfından daha mühimdir.

    Sonra makamın iktizası ile, onların istihzalarına karşı mü’minlerin mukabelede bulunmaları icab eder iken Cenab-ı Hakk’ın mukabelede bulunması, mü’minlerin teşrif ve terahhumlarına işaret olduğu gibi, münafıkları istihza etmekten zecir ve men’ etmek içindir. Zira istinadları Allâmü’l-Guyub’a olanlar, istihza edilemezler.

    Sonra Cenab-ı Hakk’ın tenkil ve taziplerinden istihza ile tabir etmek şe’n-i uluhiyete yakışmadığından, istihzanın lâzımı olan tahkir irade edilmiştir.

    Sual: Münafıkların istihzası, devamı ifade eden ism-i fâil sîgasıyla olduğu halde; Cenab-ı Hakk’ın mukabil istihzası, teceddüdü ifade eden fiil-i muzari sîgasıyla yapıldığında hikmet nedir?

    Cevap: Tazip, tahkirler; tebeddül ve teceddüd ile tesirleri çoğalır. Zira bir çeşit üzerine devam eden bir elemin tesiri gittikçe azalır. Tazelendikçe tesiri çok olur. Bu manayı ifade eden, ancak fiil-i muzaridir. İsm-i fâil ise yalnız devamı ifade eder.

    وَيَمُدُّهُم۟ فٖى طُغ۟يَانِهِم۟ يَع۟مَهُونَ

    Yani “Dalalet esbabına tevessül etmekle, dalaletin talebinde bulunmuşlardır. Allah da onlara dalalet vermiştir.”

    Allah tarafından yardımın yapılmasını ifade eden يَمُدُّ kelimesi, abdin hâlık-ı ef’al olduğunu iddia eden İtizal mezhebinin reddine işarettir. Ve onların lisan-ı hâl ile istekleri üzerine Allah’ın onlara yardım ettiğine delâlet eden يَمُدُّ nün tazammun ettiği يَس۟تَمِدُّ cümlesi; abdin elinde bir şey yok, hep Allah’tan olduğunu iddia eden mezheb-i Cebir’in reddine işarettir. Zira onlar sû-i ihtiyar ve arzularıyla istemişler, Allah da onların istediklerini vermiştir.

    طُغ۟يَانٌ kelimesinin هُم۟ zamirine izafesi; tuğyan cinayeti onların ihtiyarıyla husule gelip, cebir ile alâkadar olmadığından “Bizler Allah’ın cebriyle bu tuğyanı yapıyoruz.” diye mazeretlerinin reddine işarettir. طُغ۟يَانٌ unvanı ise onların zararı, tufan gibi bütün mehasin ve kemalâtı tahrip ettiğine îmadır.

    يَع۟مَهُونَ Yani “Tuğyan ve dalaletlerinde mütehayyir ve mütereddid şahıslardır. Ne meslekleri var ve ne muayyen bir maksatları vardır.”

    * * *

    اُولٰٓئِكَ الَّذٖينَ اش۟تَرَوُا الضَّلَالَةَ بِال۟هُدٰى فَمَا رَبِحَت۟ تِجَارَتُهُم۟ وَمَا كَانُوا مُه۟تَدٖينَ

    Yani “Onlar, hidayeti verip dalaleti satın alan birtakım kafasızlardır ki ticaretlerinden bir fayda göremedikleri gibi, o zarardan kurtulmak için yol da bulamıyorlar.”

    Bu âyetin mâkabliyle cihet-i irtibatı:

    Evet bu âyet geçen tafsillere bir fezleke, bir hülâsadır. Ve o tafsilleri yüksek ve müessir bir üslup ile tasvir etmiştir. Lâkin muhataplarının saff-ı evvel ve tabaka-i ûlâsındakiler kışın Yemen cihetine, yazın da Şam cihetlerine gidip yaptıkları ticaretin kâr ve zararını, lezzet ve elemini gördüklerinden tasvir için ticaret üslubu intihab edilmiştir. Şöyle ki:

    Nev-i beşerin dünyaya gönderilmesi daimî bir tavattun için değildir. Ancak sermayesi olan istidat ve kabiliyetlerini tenmiye ve inkişaf ettirmek üzere ticaret için gelmiştir. Fakat münafıklar bu ticaretlerinde sermayelerini batırıp, âleme rezil oldular.

    Sonra bu âyetin cümleleri arasında cihet-i nazım ve intizam:

    Evet bu âyetin cümleleri arasında ticaret üsluplarındaki tertipler gibi gayet fıtrî, selis, muntazam bir tertib vardır. Şöyle ki:

    Bir tüccara yüksek bir sermaye verilir. O da o sermaye ile zararlı, zehirli şeyleri alır satarsa sonunda alışverişinden ne bir fayda görür ve ne bir kâr görür. Bilakis hasaret içinde boğulmakla, kaçmak için yolu da kaybeder. İşte münafıkların da yaptıkları muamele aynen buna benziyor.

    Sonra mezkûr âyetteki cümlelerin heyetleri ise:

    اُولٰٓئِكَ kelimesi, uzaklarda bulunan şeyleri ihzar ederek mahsûs ve meşhud olarak göstermek için kullanılan bir işaret âletidir.

    Sual: Münafıkların اُولٰٓئِكَ ile ihzarlarında ne fayda vardır?

    Cevap: Onların mezkûr cinayetlerini işiten sâmi’in kalbinde hasıl olan nefret ve adavet, öyle bir dereceye bâliğ olmuş ki onları göz ile göreceği ve yüzlerine tüküreceği gelir ki yüzlerine tükürmekle kalbi rahat olsun. İşte bunun için onlar اُولٰٓئِكَ dürbünü ile ihzar edilmişlerdir ki sâmi’ yüzlerine tükürsün.

    Sual: Münafıkların mahsûs ve meşhud olmadıkları halde اُولٰٓئِكَ ile mahsûs olarak gösterilmeleri ne suretle olur? Ve ne gibi bir faydası vardır?

    Cevap: Münafıkların mezkûr cinayet ve acib sıfatlar ile ittisafları, onları öyle tecessüm ettirmiştir ki hayalce mahsûs ve meşhud ve hazır görünmektedirler. Ve şu mahsûsiyetlerinden onlara isnad edilen hükmün illeti de anlaşılır. Evet hidayeti verip, dalaleti almak gibi bir hükme elbette bir illet ve bir sebep lâzımdır. O illet ise onların sebkat eden cinayet ve sıfatlarıdır. İşte Kur’an-ı Kerim onları, o sıfatlar ile muttasıf olarak اُولٰٓئِكَ ile ihzar etmiştir ki bu âyette onlara yükletilen hükmün illet ve sebebi, sâmi’ce malûm olsun.

    Sual: Uzaklık cihetini de ifade eden اُولٰٓئِكَ ile münafıkları uzak göstermekten maksat nedir?

    Cevap: Onların tarîk-i haktan uzaklaşmalarına ve bir daha doğru yola rücûları mümkün olmadığına işarettir. Çünkü gitmek, onların elinde ise gelmek, onların elinde değildir.

    Yeni in’ikad ve teşekkül etmeye başlayan hakikatler hakkında kullanılan اَلَّذٖينَ unvanı, hidayeti satıp dalaleti almak gibi şu pis muamelenin –bir nevi ticaret olmakla– zamanın insanları için esaslı bir meslek olmaya başlamış olduğuna işarettir.

    اِش۟تَرَوُا unvanı ise münafıkların “Hidayeti terk, dalaleti aldığımız, fıtratımızın iktizasıdır, ihtiyarımız ile değildir.” diye yapacakları mazeretin reddine işarettir. Evet sanki Kur’an-ı Kerim onlara diyor ki:

    “Cenab-ı Hak re’sü’l-mal olarak size uzun bir ömür vermiştir. Ve ruhlarınızda da kemalât istidadını bırakmıştır. Ve hidayet-i fıtriyenin çekirdeği de vicdanınızda dikilmiştir ki saadeti alasınız. Halbuki saadete bedel, lezaiz-i fâniye ve menafi-i dünyeviyeyi alıyorsunuz. Demek sû-i ihtiyarınız ile dalalet mesleğini, hidayet mesleğine ihtiyar ve tercih etmekle hidayet-i fıtriyenizi ifsad ve re’sü’l-malınızı da zayi etmişsiniz.”

    اَلضَّلَالَةَ بِال۟هُدٰى

    Münafıkların iki hüsrana maruz kaldıklarına işarettir. Birisi: Dalalet hüsranıdır. İkincisi: Hidayet gibi büyük bir nimeti kaybetmektir.

    فَمَا رَبِحَت۟ تِجَارَتُهُم۟

    Yani “Ticaretlerinin kârı olmadı.”

    Sual: Münafıkların bu ticaretlerinde re’sü’l-mal da zayi olduğu halde, yalnız kârın olmamasından bahsedilmesi neye işarettir?

    Cevap: Akıllı bir tüccarın kârı olmayan bir alışverişe girişmemesi lâzım olduğuna, kârı olmamasıyla beraber re’sü’l-malın da ziya’ ihtimali olan ticaretlere girişmemesi elzem ve evlâ olduğuna işarettir.

    Sual: Ribh fiili hakikaten münafıkların fiili olduğu halde, bu cümlede ticarete isnad edilmiş olduğu neye işarettir?

    Cevap: Onların bu ticaretlerinde, ne eczasında ve ne ahvalinde ve ne vesaitinde ne cüz’î ve ne küllî bir fayda bulunmadığına işarettir. Evet bazı ticaretlerde matlub kâr olmasa da ahvalinde veya vesaitinde az çok bir fayda olabilir. Bu ticaret ise şerr-i mahzdır, faydalardan mahrum bir zarardır.

    وَمَا كَانُوا مُه۟تَدٖينَ

    Yani “Re’sü’l-mallarını zayi etmekle hüsrana maruz kaldıkları gibi yollarını da kaybetmişlerdir.” Bu cümlede surenin başındaki

    هُدًى لِل۟مُتَّقٖينَ cümlesine gizli bir remiz vardır ki Kur’an-ı Kerim, hidayeti vermemiş değildir. Hidayeti vermiş de bunlar kabul etmemişlerdir.

    * * *

    مَثَلُهُم۟ كَمَثَلِ الَّذِى اس۟تَو۟قَدَ نَارًا فَلَمَّٓا اَضَٓاءَت۟ مَا حَو۟لَهُ ذَهَبَ اللّٰهُ بِنُورِهِم۟ وَ تَرَكَهُم۟ فٖى ظُلُمَاتٍ لَا يُب۟صِرُونَ ۝ صُمٌّ بُك۟مٌ عُم۟ىٌ فَهُم۟ لَا يَر۟جِعُونَ ۝ اَو۟ كَصَيِّبٍ مِنَ السَّمَٓاءِ فٖيهِ ظُلُمَاتٌ وَ رَع۟دٌ وَ بَر۟قٌ يَج۟عَلُونَ اَصَابِعَهُم۟ فٖٓى اٰذَانِهِم۟ مِنَ الصَّوَاعِقِ حَذَرَ ال۟مَو۟تِ وَاللّٰهُ مُحٖيطٌ بِال۟كَافِرٖينَ ۝ يَكَادُ ال۟بَر۟قُ يَخ۟طَفُ اَب۟صَارَهُم۟ كُلَّمَٓا اَضَٓاءَ لَهُم۟ مَشَو۟ا فٖيهِ وَاِذَٓا اَظ۟لَمَ عَلَي۟هِم۟ قَامُوا وَلَو۟ شَٓاءَ اللّٰهُ لَذَهَبَ بِسَم۟عِهِم۟ وَاَب۟صَارِهِم۟ اِنَّ اللّٰهَ عَلٰى كُلِّ شَى۟ءٍ قَدٖيرٌ

    Bu uzun âyetle mâkabli arasında ve cümleleri arasında ve cümlelerinin keyfiyetlerinde bulunan cihet-i irtibat, intizam:

    Evet Kur’an-ı Kerim evvela münafıkların hallerini; sâniyen, cinayetlerini sarahaten kaydettiği gibi, muamelelerinin kötülüğünü akla kabul ettirdikten sonra hayale, vehme, hisse de gösterip onlara da kabul ettirilmesini bu temsil ile temin etmiştir.

    Evet aklî şeylerden fazla; temsiller ile hayalî şeyleri kabule, hayal daha yakındır.

    Ve keza akla muhalif olan ve hem gayr-ı me’luf bulunan bir şeyin me’nus bir şekilde gösterilmesiyle çabuk kabul eder.

    Ve keza gaib bir şeyi hazır göstermekle akıl ile his arasında mutabakat hasıl olur. His de kabul eder.

    Hülâsa: Münafıkların kötülüğü, şu temsil ile akla tasdik ettirildiği gibi hayale, vehme, hisse de kabul ettirilmesi temin edilmiştir.

    Ve eyzan münafıkların ayrı ayrı cinayetleri ve muhtelif sıfatları arasında hakiki bir irtibatın bulunması şu temsil ile gösterilmiştir.

    Ve eyzan münafıkların muamelesini hayalin gözü önüne şu temsil ile getirmekten maksat, lisanın söyleyemediği ince cihetleri bizzat hayal baksın, görsün, alsın ki bir itirazı kalmasın.

    Sonra bu temsilin cümlelerinin meali, heyet-i mecmuasıyla münafıkların hikâyelerinin mealine muvafık geldiği gibi, ayrı ayrı da hikâyelerinin cümlelerine uygun gelir.

    Evet münafıkların hikâyesi böyledir: Zâhiren imana gelmişlerdir, sonra kalben küfür ve inkâr etmişlerdir. Sonra hayret ve tereddüt içinde kalmışlardır. Sonra hakkı talep etmemişlerdir. Sonra o dalaletten rücûa kādir olmamışlardır ki hakkı arasınlar.

    Temsilin meali ise: Evvelen ateş yakmışlardır. Sonra o ateşi muhafaza edememişlerdir. Sonra ateşleri sönmüştür. Sonra zulmet içinde kalmışlardır. Sonra her şey onlara görünmez olmuştur. Gece vakti ses sadâ olmadığından sanki sağır olmuşlardır. Ateşleri söndüğünden âmâ gibi olmuşlardır. Bir muhatap veya bir yardımcıları bulunmadığından sanki lâl olmuşlardır. Ve o zulmetten çıkıp rücûa kādir olmadıklarından sanki ruhsuz, heykel kesilmişlerdir.

    İşte temsildeki cümleler ile hikâyedeki cümleler arasında muvafakat tebarüz etmekle aralarında bir muhalefet kalmadığı tebeyyün etti.

    İhtar: Temsildeki zulmet, hayret, ateş; hikâyedeki küfür, adem-i sebat, fitnelerine işarettir.

    Sual: Temsilde nurdan bahsedilmiştir. Münafıkların nuru nerede?

    Cevap: Kendisinde nur olmayan bir insan, muhitinde bulunan nurdan istifade eder. Muhitinde bulunmasa kavminde, kavminde bulunmasa nevinde, nevinde bulunmasa fıtratında, fıtratında mümkün olmasa dünya menfaatleri için lisanında vardır. Bu da olmasa evvelce iman edip sonra irtidad edenlerin evvelki nurlarına işarettir. Bu da olmasa, dünyaya ait gördükleri istifadelerine işarettir. (Nasıl ki ateş, fitnelerine işarettir.) Bu da olmadığı takdirde, daire-i imkânda olan nurları vücud dairesine indirilmiştir. اِش۟تَرَوُا الضَّلَالَةَ بِال۟هُدٰى daki hidayet gibi.

    Sonra cümlelerinin arasındaki cihet-i intizam:

    مَثَلُهُم۟ كَمَثَلِ الَّذِى اس۟تَو۟قَدَ نَارًا

    Yani “Onların meselesi ateş yakan adamın meselesi gibidir.” Bu cümlenin mevki ve makama olan münasebeti, şöyle tasvir edilebilir ki:

    Âyette beyan edildiği şekil üzerine, ateş yakan adamın hâli Ceziretü’l-Arap’ta sakin, Kur’an’ın muhataplarından birinci tabakadaki adamların hallerine tetabuk ediyor. Zira o tabakadaki adamlar, bu ateşi yakan adamın halini ya bizzat görmüşler veya işitmişlerdir. Ve o halin ne derece müessir ve feci olduğunu hissetmişlerdir. Zira onlar da çok defa güneşin zulmünden, gecenin zulmetine kaçarak, gece serininde yollarına devam ettikleri sırada şiddetli yağmurlara rast gelerek çok zahmetlere düşmüşlerdir. Ve keza çok defa yollarını kaybederek muzır hayvanlar ile dolu mağaralara girmişlerdir. Ve arkadaşlarını görüp, onlar ile ferahlanmak ve eşyalarını görüp muhafaza etmek veya muzır hayvanları görüp onlardan tahaffuz etmek için ateş yakmışlardır. Ateşin ziyasından istifade ederler iken semavî bir âfet ile ateşleri söner. Ve rica, ümitleri tamamen yeise, hüsrana inkılab eder.

    İşte Kur’an-ı Kerim onun bu durumuna

    فَلَمَّٓا اَضَٓاءَت۟ مَا حَو۟لَهُ ذَهَبَ اللّٰهُ بِنُورِهِم۟ cümlesiyle işaret etmiştir. Yani “Vaktâ ki o ateş etrafı ışıklandırdı. Birdenbire Cenab-ı Hak, nurlarını söndürerek ziyalarını zulmete çevirdi.”

    فَلَمَّا daki ف kelâmın siyakı, kelâmın şu şekilde olduğunu iktiza ettiğine işarettir ki: Ziyasından istifade için ateş yaktılar. Ateş onları ziyalandırdı. Onlar da mutmain ve ferah oldular. Sonra bir hüsrana uğrayıp yüzükoyun yere düştüler.

    Sonra bu cümle-i şartiyenin şart ve ceza denilen her iki cümlesi arasında lüzumun vücudu lâzımken izae ile nurun zehabı arasında hiçbir lüzum görünmüyor. Binaenaleyh bu gizli lüzumu dışarıya çıkarıp göstermek için bazı mukadder cümlelere ihtiyaç vardır. Şöyle ki:

    Vaktâ ki ateş ışıklandırdı. Onlar da ışıklandılar. Fakat ateşe ehemmiyet verip, muhafaza etmediler. Ve o nimetin kadrini bilip devam ettirmediler. O da söndü gitti. Evet ziyayı muhafaza etmekten gaflet, adem-i devamını istilzam eder. Adem-i idame ise intıfasını yani sönmesini istilzam eder.

    Nurlarının sönmesiyle uğradıkları hüsrandan sonra

    وَتَرَكَهُم۟ فٖى ظُلُمَاتٍ cümlesiyle zulümata düşmek gibi ikinci bir hüsrana maruz kaldıklarına işaret edilmiştir.

    لَا يُب۟صِرُونَ cümlesi ise üçüncü bir hüsranlarına işarettir. Çünkü insan zulmete düşmekle yolunu kaybettiği zaman, arkadaşlarını ve eşyasını görmekle bir derece müteselli olur. Fakat bunları da görmediği gibi onun o karanlıkta durması, yürümesi gibi bir musibet ve bir vahşettir.

    صُمٌّ بُك۟مٌ عُم۟ىٌ فَهُم۟ لَا يَر۟جِعُونَ

    Yani “Sağır, lâl, kör olup dönemezler.”

    Bir insan böyle bir belaya düştüğü zaman, dört cihetle ümitvar ve müteselli olabilir:

    Birincisi: Köyler halkından veya geçen yolculardan bir ses gelir de o ses vasıtasıyla bir aydınlık yolunu görmek ümidinde olabilir. Halbuki gecesi sâkit ve sakin, sessiz sadâsız bir gece olduğundan o adamla bir sağırın arasında fark kalmaz. Bu cihetten ümidinin kesik olduğuna işareten Kur’an-ı Kerim صُمٌّ kelimesini demiştir.

    İkincisi: Eğer çağırıp yardım isterse olur ki işiten olur da onun kurtarılmasına gelen olur, ümidini besleyebilir. Fakat gecesi sağır olduğu için dilli, dilsiz bir olur. Bu ricasını da kesmek için بُك۟مٌ denilmiştir.

    Üçüncüsü: Gideceği cihetin yolunu tahminen tayin ve görmek için bir alâmet, bir ateş, bir yıldızı arar; müteselli olur. Halbuki gecesi öyle bir zulmetlidir ki gözlü, gözsüz bir olur. O adamın bu emelini söndürmek için عُم۟ىٌ denilmiştir.

    Dördüncüsü: O beladan kurtulup, rücû etmek için var kuvvetiyle çalışmaktan maada bir çare kalmadığını görür görmez kuvvetine güvenir ve ümitvar olur. Halbuki zulmet her taraftan öyle abluka etmiştir ki kuvvetiyle, çalışmasıyla kurtuluş imkânını bulamaz. Kendi sû-i ihtiyarıyla bir bataklığa girdikten sonra bir daha çıkması mümkün olmayan bir eşek gibi içinde kalır. Evet çok şeyler var ki insan, ihtiyarıyla girer amma çıkması mümteni olur. İnsan onu bırakır, o insanı bırakmaz.

    İşte onların şu vaziyetlerine karşı فَهُم۟ لَا يَر۟جِعُونَ denilmiştir ki o musibetten kurtulup, rücûlarına bir çare kalmadığına ve son ümitlerinin de kesildiğine binaen vahşet, yeis, korkular içinde kaldıklarına işarettir.

    Cümlelerin heyetlerine gelince:

    Evet مَثَلُهُم۟ كَمَثَلِ الَّذِى اس۟تَو۟قَدَ نَارًا cümlesi, nüktelere bir define hükmündedir. Şöyle ki: Lisanlar üstünde deveran ile beyne’n-nâs garib ve acib şeylerde kullanılan ve “hikmetü’l-avam”, “felsefetü’l-umum” ile anılan مَثَلُ kelimesi münafıkların vaziyetleri bir ağrube ve kıssaları bir acube olduğuna işarettir. Ve bu işaretten onların sıfatları; nefret, lanet lisanları üstünde ile’l-ebed darb-ı mesel gibi deveran etmek şanında olduğuna bir remiz vardır.

    Sual: Teşbihi ifade eden her iki mesel arasındaki كَ nin hazfı belâgatça daha makbul olduğu halde, ne için hazfedilmemiştir?

    Cevap: Bu makamda edat-ı teşbihin zikri, hazfından daha beliğdir. Zira sâmi’ teşbih edatını görür görmez teşbih ile alâkadar olur, müşebbehün-bihte olan her noktadan müşebbehteki nazirine tatbik eder. Fakat edat-ı teşbihin mahzufu takdirinde teşbihten gaflet ile her iki tarafı birbirine tatbik etmek fikrine gelmez ihtimali vardır.

    İkinci “mesel” kelimesi ise ateş yakan o adamın vaziyeti, efkâr-ı âmmece bir darb-ı mesel hükmüne geçmiş olduğuna işarettir.

    Sual: Ateş yakanlar bir cemaat iken müfred işareti olan اَلَّذٖى ile işaret yapıldığı neye binaendir?

    Cevap: Ferdin yapacağı bir işe cemaatin iştirakiyle bir ziyade, noksanlık hasıl olmadığı takdirde fert nev, cüz’ küll bir olur. Maahâzâ اَلَّذٖى nin

    ifradı, onlardan her bir ferdin dehşeti temessül ve kabahati tasvir etmekte müstakil olduğuna işarettir. Maahâzâ اَلَّذٖى nin اَلَّذٖينَ den ihtisar edildiği ihtimali vardır.

    اِس۟تَو۟قَدَ deki س ateş yakmalarının külfet ve araştırmakla husule geldiğine işarettir. اِس۟تَو۟قَدَ nin ifrad sîgasıyla نُورِهِم۟ deki cem zamiri bir cemaat için bir ferdin ateş yakması âdet olduğuna işarettir.

    Lamba ve saire âlât-ı tenviriye arasından نَارٌ ın intihab edilmesi, teklifin pek şiddetli bir nur olduğuna ve onların izhar ettikleri zâhirî nur altında fitne ateşini yaktıklarına işarettir.

    İhtar: Nekre olarak نَارٌ kelimesinin zikri, onların şiddet-i lüzumundan dolayı herhangi ve nasıl bir ateş olursa hemen yakmak ihtiyacında olduklarına işarettir.

    فَلَمَّا اَضَٓاءَت۟ مَا حَو۟لَهُ ذَهَبَ اللّٰهُ بِنُورِهِم۟

    Takibi ifade eden فَلَمَّا daki ف onların yeisten sonra ümit ve rica zamanları geldiğine işarettir. لَمَّا ise kıyas-ı istisnaî ile anılan dâhil olduğu cümlelerden birinci cümlenin tahakkuk ve vücuda geldiğine delâlet etmekle, ikinci cümlenin de vücuda geldiğini intac ettiğine ve onların teselli ve ümitlerinin tamamıyla kesilmiş olduğuna işarettir.

    اَضَٓاءَت۟ kelimesi, onların ısınmaya değil, aydınlanmaya ihtiyaçları olduğuna işarettir ki etrafında bulunan zararlı şeyleri görüp onlardan tahaffuz etsinler.

    مَا حَو۟لَهُ dehşetin her dört taraftan ihata edildiğine ve ziya ile cihat-ı sitteden hücum eden zararlardan tahaffuz etmek lüzumuna işarettir.

    ذَهَبَ Bunun ile اَضَٓاءَت۟ arasındaki lüzum meselesi geçmiştir. Oraya bakılsın.

    ذَهَبَ اللّٰهُ Zehabın Allah’a isnadı, iki cihetten rica ve ümitlerinin kesik olduğuna işarettir. Birincisi: Âfet, semavî olduğundan def’i mümkün değildir. İkincisi: O âfet, kusurlarının cezası olduğundan Cenab-ı Hak’tan merhamet de rica edilemez. Çünkü iptal-i hak için çalışan adam; Hak’tan yardım, merhamet talep edemez.

    بِنُورِهِم۟ deki harf-i cer olan ب nur ve ziyanın bir daha avdet etmemesine işarettir. Çünkü ذَهَبَ اللّٰهُ بِنُورِهِم۟ manası; “Allah, onların nurlarını götürmüştür.” Malûm ya, Allah’ın aldığı bir şeyi kimse reddedemez.

    نُورٌ unvanı ise sırat üstündeki hallerini andırır. İhtisası ve hasrı ifade eden نُورٌ un هُم۟ zamirine olan izafesi, onların şiddet-i teessürlerine işarettir. Zira halkın ateşleri yanar iken insanın ateşi sönerse, insan çok müteessir olur.

    وَتَرَكَهُم۟ فٖى ظُلُمَاتٍ لَا يُب۟صِرُونَ

    Harf-i atıf olan vav, onların iki zararı cem etmiş olduklarını ifade ediyor. Birisi: Ziyalarının selb ve söndürülmesidir. İkincisi ise: Zulmetin onlara ilbas ve giydirilmesidir.

    تَرَكَ unvanı onların ruhsuz bir ceset, içsiz bir kabuk hükmünde olduklarından bu gibilerin şanı alâkayı kesip bütün bütün terketmeye delâlet eder.

    فٖى edatının ifade ettiği zarfiyetten anlaşılır ki zulmetin şiddetinden, onların nazarında her şey ademe gitmiş, yalnız zulmet kalmıştır. Onlar da dehşetlerinden, o zulmeti kendilerine kabir yapıp, içine girip gizlenmişlerdir.

    ظُلُمَاتٍ cem’i ise gecenin karanlığıyla bulutların zulmetinden, onların ruhlarında yeis ve havfın, yerlerinde vahşet ve dehşetin, zamanlarında da sükûn ve sükûnetin zulmetleri gibi türlü türlü zulmetler vücuda gelmişlerdir.

    ظُلُمَاتٍ kelimesindeki tenkir ise o gibi zulmetlerin emsalini görmediklerinden, kendilerince meçhul, ülfet etmemiş birtakım zulmetler olduklarına işarettir.

    لَا يُب۟صِرُونَ cümlesi, musibetlerin en büyüğünü gösterir. Zira gözü görmeyen adam, daha çok belaları görür. Gözleri gaib olanlar en gizli musibetleri görüyorlar.

    لَا يُب۟صِرُونَ sîga-i muzari ile zikri, onların vaziyetlerini tasvir ile, hayalin gözü önüne getirip ihzar eder ki sâmi’ hayaliyle dehşetlerini görsün, vicdanıyla bir ibret alsın.

    لَا يُب۟صِرُونَ nin mef’ulsüz bırakılması, ta'mim içindir. Şöyle ki: Onlar menfaatlerini görmüyorlar ki celb ve muhafaza etsinler. Tehlikeleri görmüyorlar ki içtinab etsinler. Arkadaşlarını görmüyorlar ki bir parça ferahlansınlar. Sanki her birisi kendi başına tek o zulmet içinde kalır.

    صُمٌّ بُك۟مٌ عُم۟ىٌ فَهُم۟ لَا يَر۟جِعُونَ

    Yani “Sağır, lâl, kör şahıslar gibi o zulmetten çıkıp, kurtulamazlar.”

    Bu cümlede bulunan sıfât-ı erbaa, münafıklar ile ateş yakanlar arasında müşterek olup her iki taraftan haber verir. Ve şanlarını bildirir. Ve âyine gibi hallerini gösterir.

    Evet ateş yakanlara karşı işaratı şöyledir ki:

    Böyle bir zulmet musibetine düçar olan bir adam evvelen kurtarıcı bir ses dinlemek üzere etrafı dinler. Lâkin gecenin sessiz, lâl olduğu onun sağırlığını intac etmiştir. Sonra yardımına gelecek bir adamı çağırmak ister. Lâkin gecenin sâkit ve sağırlığı, onun lâllığına sebep olmuştur. Sonra yolunu bulmak ümidiyle bir alâmet, bir nişan arar. Fakat gecenin ziyasız ve körlüğü onun körlüğünü mûcib olmuştur. Sonra evvelki yerine avdet ister. Fakat kapılar bağlanmış, rücûa imkân yoktur. Bataklığa düşen gibi depreştikçe batar.

    Münafıklara nâzır cihet ise:

    Evet münafıklar küfür ve nifak zulmetine düştükleri zaman, dört cihetle kurtuluşları mümkün idi.

    Zira o nifaktan başlarını kaldırıp hakkı dinlemek, Kur’an’ın irşadına kulak vermek ile necatları mümkün idi. Fakat nefislerinin şeytanî olan hevası Kur’an’ın sadâsını kulaklarına eriştirecek havayı karıştırmakla mani olmuştur. Kur’an-ı Kerim bu cihetten ümitleri inkıta etmiş olduğuna işareten صُمٌّ demiştir. Ve bu işaretten, sanki kulakları kesilmiş, kulakları kesik itlerin kulaklarını andıran pek çirkin delikler kaldığına bir remiz vardır.

    Sâniyen: Başlarını aşağıya indirip vicdanlarıyla müşavere etmekle doğru yolu, hakkı sual etmekten necat cevabını almak imkânı var iken kalplerindeki inat, zebhedilen tavuk gibi dillerini içeri tarafa çekerek konuşmalarına ve nedamet ile tövbe etmelerine mani olmuştur. Kur’an-ı Kerim bu kapının kapalı olduğuna işareten بُك۟مٌ demiştir. Ve bu işaretten, dilleri çekilip atılmış ve ağızları sinek yuvası gibi, kokulu çirkin bir delik gibi suratlarında kalmış olduğuna bir remiz vardır.

    Sâlisen: İbret nazarıyla dâhilî ve haricî delilleri görmekle, hakka rücûları mümkün iken gafletleri gözlerine el basarak körlük de kapakları kapatmakla yine necattan mahrum kalmışlardır. Kur’an-ı Kerim buna işareten عُم۟ىٌ demiştir. Yani şeytanlara bir yuva inşa edilmek üzere gözleri oyulmuş şeytanların başlarını andıran, başlarında çirkin ve korkunç iki tane mağara şeklini hayale arz ediyorlar.

    Râbian: Pis ve çirkin vaziyetlerine bakıp da nâdim olarak tövbe etmeleri mümkün olduğu halde nefislerinin hevasına, bozuk fıtratlarının iktizasına inzimam eden şeytanın iğvasıyla yaptıkları o çirkin haller gözlerine güzel göründüğünden terk edemediler. İşte Kur’an-ı Kerim buna da فَهُم۟ لَا يَر۟جِعُونَ demekle, onların son ümitlerinin de suya düştüğüne ve kum deryasına ihtiyarıyla girip bir daha ihtiyarıyla çıkamayan bedbaht insanlar olduğuna işaret etmiştir.

    İkinci bir temsil:

    اَو۟ كَصَيِّبٍ مِنَ السَّمَٓاءِ فٖيهِ ظُلُمَاتٌ وَ رَع۟دٌ وَ بَر۟قٌ يَج۟عَلُونَ اَصَابِعَهُم۟ فٖٓى اٰذَانِهِم۟ مِنَ الصَّوَاعِقِ حَذَرَ ال۟مَو۟تِ وَاللّٰهُ مُحٖيطٌ بِال۟كَافِرٖينَ ۝ يَكَادُ ال۟بَر۟قُ يَخ۟طَفُ اَب۟صَارَهُم۟ كُلَّمَٓا اَضَٓاءَ لَهُم۟ مَشَو۟ا فٖيهِ وَاِذَٓا اَظ۟لَمَ عَلَي۟هِم۟ قَامُوا وَلَو۟ شَٓاءَ اللّٰهُ لَذَهَبَ بِسَم۟عِهِم۟ وَاَب۟صَارِهِم۟ اِنَّ اللّٰهَ عَلٰى كُلِّ شَى۟ءٍ قَدٖيرٌ

    “Yahut münafıkların meselesi; semadan yağan şiddetli, fırtınalı bir yağmura tutulan yolcuların meselesi gibidir. O yağmurun şiddetini artıran zulmetler, gürültüler, şimşekler içinde vardır. Şimşeklerin çakmasıyla ölümün korkusundan parmaklarını kulaklarına sokarlar. Cenab-ı Hak kudretiyle kâfirleri ihata etmiştir. Küfür cezasından kurtulan yoktur. Çakan şimşekler şiddetiyle hemen hemen gözleri kör edecek şanındadır. Şimşeklerin çakmasıyla etraf aydınlandığı zaman yürürler. Karanlıklar çöktüğü vakit duruyorlar. Eğer Cenab-ı Hakk’ın meşieti olsaydı kulak ve gözlerini götürür idi. Cenab-ı Hak her şeye kādirdir.”

    Bu âyette beyan edilecek üç nokta vardır:

    Birincisi: Bu âyetin mâkabliyle vech-i irtibatı.

    İkincisi: Cümleleri arasında cihet-i intizam.

    Üçüncüsü: Cümlelerin heyetlerinde, eczasında, kelimelerindeki nizam.

    Evet bu âyetin cümleleri arasındaki nizam, irtibat aynen saniye, dakika, saatleri sayan miller arasındaki irtibat gibidir.

    Evvela bu âyeti, evvelki âyetle rabteden cihet:

    Kur’an-ı Kerim münafıkların vaziyetini tasvir için itnab ve tatvil ile yani uzun ibareleri hâvi misal ve temsilleri tekrar etmiştir. Bu da münafıkların vaziyetlerine terettüp eden dehşet ve hayretin iki kısma ayrıldığından ileri gelmiştir. Zira;

    Birinci temsilin hülâsasına göre;

    Münafık olan kimse, kendisini vücud sahrasında arkadaşlardan ayrılmış, tek kaldığını ve kâinat cemiyetinden tardedilmiş sahibsiz kaldığını bildiği gibi, her şeyi de ma’dum bilir. Ve vahşetle abluka edilmiş sükûn ve sükûnet içinde bütün mahlukata ecnebi nazarıyla bakıyor.

    Münafığın şu bakışıyla, mü’minin bakışı arasında dağlar vardır. Zira mü’min olan zat nur-u iman ile bütün mevcudları, kendisine dost ve aşina bilir. Ve kâinat ile tevahhuş değil, tam ünsiyeti, muarefesi vardır.

    İkinci temsilin hülâsasına göre;

    Münafık olan adam, âlemi musibetleri ile öldürücü, belalarıyla tehdit edici, hâdisatıyla na’ra atıcı, şedaidiyle ihatacı bir şekilde görmekle bütün dünyanın envaıyla beraber adavetine ittifak ettiklerini zanneder. Onun bu zannına göre âlemde ona bir menfaat verecek bir şey yoktur. Bütün eşya onun aleyhinde olurlar.

    Halbuki mü’min olan zat, imanın iktizasıyla; kâinatın yaptığı tesbihleri, tebşirleri bile işitiyor.

    Ve keza Kur’an-ı Kerim temsil hususunda yaptığı tekrar, münafıkların iki kısma ayrılmış olduklarına işarettir:

    Birisi: Süflî, âmî olan tabakadır. Bu tabakanın haline uygun birinci temsildir.

    İkincisi: Kibirli, mağrur, güya yüksek tabakasıdır. Buna münasip ikinci temsildir. Demek temsillerin tekrarı, kısımların taaddüdüne işarettir.

    Sonra şu ikinci temsilin münafıkların nazarına göre, bu makam ile münasebeti nedir?

    Evet, Kur’an-ı Kerim’in muhataplarından tabaka-i ûlâ veya saff-ı evvel adamları, daima sahralarda gezen çöl adamlarıdır. Bunlar bilumum bu hâdiseyi ya görmüş veya ebna-i cinsinden işitmiştir. Hattâ böyle ateş yakmak meselesi, efkâr-ı âmme ile alâkadardır. Ve bu hâdise onlara bir darb-ı mesel kadar tesir eder.

    Sonra ikinci temsilin, birinci temsil ile münasebeti pek aşikârdır. Zira o, ona ikmal edici bir tetimmedir. Hattâ çok noktalarda da ittihadları vardır.

    Sonra bu ikinci temsilin münafıkların haline beş cihetten münasebeti vardır:

    1- Her iki taraf da öyle bir hayrete düşmüşlerdir ki kendilerine kurtuluş yolları tamamen kapanmış, necat vesileleri gaib olmuşlardır.

    2- Her iki taraf da korku şiddetinden, bütün mevcudatın düşman olduklarını zanneder. Bir dakika bile ölüm tehlikesinden emin olmazlar.

    3- Her iki taraf da dehşetin şiddetinden akıllarını kaybetmiş deliler gibi olurlar. Hattâ kılınçların parıltısını görüp gözünü yummakla veya tüfeklerin sesini işitip kulaklarını tıkamakla ölümden tahaffuz etmek isteyen veya güneşin gurûbunu istemediğinden saatinin zembereğini kısaltan ahmaklar gibi bir durum gösterirler. Halbuki kulağın tıkamasıyla veya gözün yummasıyla gök gürültüsünden veya şimşek çakmasından kurtulamazlar.

    4- Güneş, yağmur, su, ziya çiçeklere isabet ederlerse hayat verirler. Nebatata olursa terbiye ve tenmiye ettirirler. Pis şeylere isabet ederlerse kötü kötü kokuları ihdas ederler. Mevat ve ölülere bakarlarsa ufunet tevlid ederler. Kezalik rahmet ve nimet dahi lâyık ve onları intizar edip kıymetlerini bilmeyen mevkilere isabet ederlerse zahmete ve nıkmete inkılab ederler.

    5- İkinci temsilin mealiyle münafıkların kıssasının meali arasında eczalarına bakılmaksızın münasebet olduğu gibi, her iki tarafın eczaları arasında da münasebetler vardır. Ezcümle: صَيِّبٍ nebatata hayat verdiği gibi, İslâmiyet de ervaha hayat veriyor. Şimşek, gök gürültüsü (vaad vaîd) yani hayırlı zararlı, Allah’ın emirlerine; zulümat da küfrün şüphelerine, nifakın şeklerine işarettir.

    Sonra bu temsilin cümleleri arasındaki münasebetler:

    Evet Kur’an-ı Kerim اَو۟ كَصَيِّبٍ مِنَ السَّمَٓاءِ cümlesiyle “Münafıklar; ıssız, korkunç, vahşetli bir sahrada, karanlıklı bir gece, her bir katresi bir mermi gibi şiddetli bir yağmura tutulan yolcular gibidir.” dediği zaman sâmi’ derhal ayıldı ve suale geldi ki: “Yahu yağmurlar mergub ve matlub bir rahmet iken ne için onlara korkunç bir musibete dönmüştür?”

    Kur’an-ı Kerim o suale karşı, o yağmurun dehşetini tasvir etmekle فٖيهِ ظُلُمَاتٌ demiştir. Ve ظُلُمَاتٌ ın cem’iyle bulutların zulmetine ve yağmurun kesafetinden hasıl olan zulmete ve ihatalı, kesretli olduğundan sanki gecede bulut gibi bulutun yağdırdığı siyah siyah katrelerin zulmetine zarf olduğunu bildirmiştir.

    Sonra zulmetli, yağmurlu geceler ale’l-ekser gürültülü olurlar. Sâmi’ yine suale geldi: “Acaba onların da bu gecelerinde gürültü var mıdır?”

    Kur’an-ı Kerim buna da cevaben: وَرَع۟دٌ diye vaziyetin dehşet ve korkulu olduğuna işaret etmiştir. Sanki mevcudatın bir zâhirî padişahı olan sema onları felakete, helâkete sevk etmek için çağırıp, bağırıyor. Zira dehşetli bir musibete uğrayan adam, sükûnu içinde kâinatın her tarafından zararlı harekeleri ve sükûtu içinde her taraftan korkunç sayhaları tahayyül ediyor. Maahâzâ ra’d sesini işittiği vakit, onun sayhalarını kendine karşı na’ralar olduğunu zanneder. Zira korkan ve hain bir adam, her sayhayı aleyhine zanneder.

    Sonra ra’d, berk arasında bir refakat-ı zikriye bulunduğundan, birisinden bahsedildiği zaman ötekisi de velev tufeyli yani, davetsiz olsun zihne gelir. Ondan da bahsedilir. İşte bu münasebetle Kur’an-ı Kerim رَع۟دٌ dan sonra وَبَر۟قٌ demiş ve tenkiriyle berkin pek garib ve acib olduğuna işaret yapmıştır. Evet berkin çakmasıyla zulümat âlemi ölür, ortadan kaldırılarak adem deryasına atılır. Ve âni olarak berkin ölümüyle de zulümat âlemi dirilir, meydan-ı haşre gelir. Sanki berk, söndüğü zaman âlemi tamamen dumanıyla dolduran hakikati meçhul bir ateştir ki gören adam sathî bir nazar değil, im’an ile dikkati lâzımdır ki kudretin âsâr-ı azametini görsün.

    Sonra sâmi’ “Münafıkların şu musibetin çıkmaz sokağına girdiklerinde ne gibi bir tedbirde bulundular?” diye kendi kendine düşünmeye başlarken Kur’an-ı Kerim, düşünmesine ihtiyaç bırakmadan يَج۟عَلُونَ اَصَابِعَهُم۟ فٖى اٰذَانِهِم۟ مِنَ الصَّوَاعِقِ حَذَرَ ال۟مَو۟تِ diye onlara bir melce, bir kurtuluş çaresi kalmadığına işaret etmiştir. Hattâ boğulan adam denizin ortasında bir ot parçasına iltica ettiği gibi, bunlar da şaşkınlıklarından parmakların ucunu değil, parmaklarını tamamen kulaklarına sokuyorlar. Sanki musibetleri, dehşet kırbacıyla onların ellerini vuruyor. Onlar da acısından parmaklarını ceplerine değil, şaşkınlıktan kulaklarına sokuyorlar.

    Hülâsa: Sâıkanın isabetinden kurtulmak zannıyla yaptıkları şu eblehane hareketlerden ne oldukları anlaşılır.

    Sonra sâmi’in zihnine geldi ki “Acaba bu musibet umumî midir, yoksa onlara mahsustur?” Buna karşı Kur’an-ı Kerim وَاللّٰهُ مُحٖيطٌ بِال۟كَافِرٖينَ demiştir. Yani bu musibet, onların nimetlere karşı yaptıkları küfran cezasıdır. Onları bu musibetle tecziye eder. Çünkü onlar cumhur için vaz’edilen kanun-u İlahîden huruc etmişlerdir.

    Sonra sâmi’ “Ra’dın şiddetine mukabil berkin onlara bir faydası olmadı mı?” diye nefsiyle konuşurken Kur’an-ı Kerim يَكَادُ ال۟بَر۟قُ يَخ۟طَفُ اَب۟صَارَهُم۟ cümlesiyle berkin onlara bir faydası değil, bilakis ışığıyla onların gözlerini hemen kör edecek şanında bir şiddet göstermektedir, diye sâmi’e cevap vermiştir. Âdeta ra’d kulaklarına, berk de gözlerine ilan-ı husumet etmişlerdir.

    Sâmi’ baktı ki ra’d ve berk ve saire gibi kâinat eczası müttefikan onların aleyhinde olup onları itlaf etmek için birbirine yardım ediyorlar. Buna karşı onların ne yapacaklarını düşünmeye başladı. Kur’an-ı Kerim كُلَّمَٓا اَضَٓاءَ لَهُم۟ مَشَو۟ا فٖيهِ وَاِذَٓا اَظ۟لَمَ عَلَي۟هِم۟ قَامُوا cümlesiyle onların hayret dairesinde tereddüt içinde şaşkın bir vaziyette yollarını görüp yola devam etmek için cüz’î bir fırsat beklemekte olduklarına ve berkin ziyasıyla yol göründüğü zaman devamından ümitsiz mezbuhane bir harekete geçerek bir iki adım attıklarına fakat zulmet birdenbire istila ettiğinde yerlerinde incimad etmiş gibi bir vaziyette kaldıklarına işaretle cevap vermiştir.

    Sâmi’ bu vaziyeti görünce suale geldi: “Yahu bu kadar tazipler altında ezilmekten ise birdenbire ölüp gitmeleri veya bütün bütün sağır ve kör olmaları daha iyi değil midir?” sormuştur. Kur’an-ı Kerim وَلَو۟ شَٓاءَ اللّٰهُ لَذَهَبَ بِسَم۟عِهِم۟ وَاَب۟صَارِهِم۟ cümlesiyle “Onların ölüm ile azaptan, ızdıraptan kurtulmaya istihkakları yoktur. Bunun için meşiet-i İlahiye onların ölümüne taalluk etmemiştir. Taalluk etse etse gözlerini kör, kulaklarını sağır etmeye taalluk eder. Buna da taalluk etmiyor. Çünkü kanun-u İlahîden hariç kalan bu gibi dürzilerin gözleri, kulakları daima sağ kalsın ki azapları işitmekten ve ikabları görmekten zevk alsınlar.” diye sâmi’ efendiye cevap vermiştir.

    Sonra bu kıssanın ihtiva ettiği azamet ve kudret-i İlahiye ile Cenab-ı Hakk’ın umum kâinatta tasarruf sahibi olduğu ve bilhassa âsâr-ı kudretinden ra’d, berk, sehab mu’cizeleri görünüp sâmi’ce tahakkuk edince “Kâinat, heybetinden bir tecelli ve bu musibetler de gazabının bir kahrı olan zatın kudreti ne kadar büyüktür سُب۟حَانَ اللّٰهِ ” diye tesbihata başlamıştır.

    Kur’an-ı Kerim de onu tasdikan اِنَّ اللّٰهَ عَلٰى كُلِّ شَى۟ءٍ قَدٖيرٌ demiştir.

    Mezkûr âyetin ihtiva ettiği cümlelerin heyetlerindeki münasebetler:

    Evet اَو۟ كَصَيِّبٍ deki اَو۟ süflî ve gayr-ı süflî münafıkların iki kısma münkasım olduklarına işarettir. Ve her iki temsilin birbirine münasip ve münafıkların haline uygun bulunduğuna remizdir. Ve aralarında müşabehetin bulunması malûm ve müsellem olduğuna îmadır. Ve keza huruf-u âtıfadan terakkiyi ifade eden بَل۟ kelimesinin manasına mutazammındır. Çünkü ikinci temsil, birinci temsilden daha şedittir.

    كَصَيِّبٍ deki ك münafıkları yağmura teşbih etmek içindir. Halbuki birbirine müşabih değildir. Aralarında mutabakat yoktur. Öyleyse müşebbehün-bih olacak şey mukadderdir. Zikredilmemesi, lafzın îcaz ve ihtisarı içindir. Lafızdaki îcaz da manayı itnab ve uzatılması içindir. Mananın bu uzatılması da sâmi’in vüs’at-i hayaline havale edilir ki, makama münasip cümleleri tayin edebilirse etsin.

    Mesela اَو۟كَالَّذٖينَ سَافَرُوا فٖى صَح۟رَاءَ خَالِيَةٍ وَلَي۟لَةٍ مُظ۟لِمَةٍ فَاَصَابَت۟هُم۟ مُصٖيبَةٌ بِصَيِّبٍ gibi münafıklara müşebbehün-bih olmaya uygun ve uzun bir cümleyi takdir edebilir. Yani, “Münafıklar hâlî bir sahrada, zulmetli bir gecede çıkıp yağmur musibetine tutulan yolcular gibidir.”

    İhtar: Herkesin bildiği مَطَرٌ kelimesine, me’luf olmayan صَيِّبٌ kelimesinin tercihen zikredilmesi, o yağmurun katreleri güya birer musibet olup onların ruh u canlarına mermi gibi kasden atıldığına işarettir.

    Sonra yağmurun çıplak sema cihetinden yağdığı herkesçe malûm olduğu halde مِنَ السَّمَٓاءِ kaydıyla takyid edilmesi, ıtlak içindir. Yani “sema” kaydıyla yapılan tahsis ta'mim içindir. Evet semanın kaydından anlaşılır ki o yağmur, bütün semanın ufkunu tutmuş, umumî bir şekilde yağıyor. Hiçbir yer ondan hâlî kaldığı yoktur. Evet وَمَا مِن۟ دَٓابَّةٍ فِى ال۟اَر۟ضِ وَلَا طَٓائِرٍ يَطٖيرُ بِجَنَاحَي۟هِ cümlelerinde dahi دَابَّةٍ in فِى ال۟اَر۟ضِ ile, طَٓائِرٍ in يَطٖيرُ ilâ âhir ile takyidleri ıtlak ve ta'mim içindir.

    Müfessir unvanını taşıyan bazı adamlar yağmur ve saire gibi yağan şeylerin semanın cirminden yağdığına zehab etmiştir ve kocaman bir denizin de semada bulunduğunu ilâve etmiştir. Onları bu zehaba sevk eden, Kur’an-ı Kerim’in birkaç yerinde مِنَ السَّمَٓاءِ kelimesinin bulunmasıdır. Halbuki ashab-ı tahkik ve erbab-ı belâgatça en uygun mana, مِن۟ ile سَمَٓاءِ arasında جِهَةِ lafzının takdiriyle yağmurların sema cirminden değil, sema cihetinden nâzil olduğuna hükmetmektir.

    Maahâzâ sema kelimesinin yukarıda bulunan her şeye ıtlak edilebildiğine binaen, buluta da sema denilebilir. Ve bulut da sema kelimesinin şümulüne dâhildir.

    Bu makamın tahkiki şöyle izah edilebilir:

    Eğer kudret-i İlahiyenin azametine bakılırsa cihetler hep birdir. Hangi cihetten ve hangi şeyden olursa olsun yağmurun yağması mümkündür. Eğer hikmet-i İlahiyeye bakılırsa yağmurun nüzulü ancak küre-i havaiyede münteşir ve küre-i havaiyenin onda bir cüzünü teşkil eden buhar-ı maînin tekâsüfünden husule geliyor.

    Zira hikmet-i İlahiye bütün eşyada en güzel bir nizam tesis etmiştir. Bu nizam eşyadaki muvazene-i umumiyenin muhafazasına hizmet eder. Bu muvazenenin muhafazası da en yakın, kolay, kısa yolları tercih etmeye bakar.

    Yağmur meselesi hakkında en kısa yol şöyle tarif edilebilir:

    Tabaka-i havaiyede münteşir buhar-ı maînin zerrelerine irade-i İlahiye emrettiği vakit, her taraftan “Lebbeyk!” diyerek toplanmaya başlar. Ve bulut şeklinde, irade-i İlahiyeye emirber olarak hazır dururlar. Yine irade-i İlahiyenin emri ile bir kısım zerreler, şiddet-i tazyik ve tekâsüften katrelere inkılab eder. Sonra kanunlar mümessili, nizamat ma’kesleri denilen, o katrelere münasip yaratılan, melâike vasıtasıyla o katreler müzahametsiz, müsademesiz nüzul eder, yere düşerler. Lâkin cevv-i havada muvazenenin muhafazası için yağan katrelerden boş kalan yerler denizlerden, yerlerden kalkan buharlar ile doldurulur.

    İhtar: Semada büyük bir denizin bulunduğuna edilen zehab, mecaz hakikat zannedildiğinden ileri gelmiştir. Evet cevv-i hava, denizin rengini andırır. Ve küre-i havaiyede münteşir bahr-ı muhitten fazla su vardır. Binaenaleyh cevv-i havayı denize teşbih etmek baîd değildir. Fakat mana-yı hakiki ile bakılırsa hatadır.

    Sual: وَيُنَزِّلُ مِنَ السَّمَٓاءِ مِن۟ جِبَالٍ فٖيهَا مِن۟ بَرَدٍ Âyet-i kerimenin zâhirine göre yağmurun nüzulü, doludan müteşekkil semada bulunan dağlardandır. Bunun izahı?

    Cevap: Bir kelâmın ne belâgata uygun ve ne akla muvafık ve ne mantığa mutabık mana-yı zâhirîsine yapışıp, zâhirinden ayrılmamak bir cümud ve bir sönüklüktür. Zira cennetin yemek kaplarının vasıfları hakkında قَوَارٖيرَ مِن۟ فِضَّةٍ cümlesi bir istiare-i bedîiyeyi tazammun ettiği gibi مِن۟ جِبَالٍ فٖيهَا مِن۟ بَرَدٍ dahi bir istiare-i bedîiyeyi ihtiva etmektedir. Şöyle ki:

    Cennetin kapları ne şişeden ve ne gümüşten olmadıklarından bu cümlenin mana-yı zâhirîsine hamli caiz değildir. Çünkü o kaplar(a), “Gümüşten yapılmış şişelerdir.” denilemez. Zira her iki unsur arasında mutabakat yoktur. Ancak قَوَارٖيرَ مِن۟ فِضَّةٍ den mana-yı mecaziyle şişenin şeffafiyeti, gümüşün beyazlığı kasdedilmiştir. Yani “O kaplar; şişeler gibi şeffaf, gümüş gibi beyazdırlar.”

    Kezalik مِن۟ جِبَالٍ فٖيهَا مِن۟ بَرَدٍ cümlesi de iki istiareyi tazammun etmiştir. Bu istiareler sâmi’in şairane bir hayaline müessestir. Bu hayal de âlem-i süflî ile âlem-i ulvi arasında bir nevi müşabehet ve mümaseleti mülahaza etmeye mebnidir.

    Yani âlem-i süflî denilen arz, mevasim-i erbaada bilhassa bahar mevsiminde nasıl türlü türlü şekillere girer ve envaen zînetli, nakışlı elbiseleri giyer, ayrı ayrı manzaraları gösterir. Âlem-i ulvi olan semavat dahi bilhassa bulutlarıyla pek garib, acib keyfiyetlere, suretlere, renklere girer çıkar. Âdeta her iki âlem birbirine rekabet ediyorlar.

    Bu iki âlem arasında şöylece bir müşabehet ve mümaseletin düşünülmesi de aralarında bir müsabaka ve rekabeti tahayyül etmekten neş’et eder. Şöyle ki:

    Arz, sema güzellik müsabakasına girmek için lâzım gelen tuvaletleri yapıp hazırlıklarda bulundukları zaman arz, kış mevsiminde kardan mamul beyaz elbiselerini giyer. Bahar mevsiminde zümrüt gibi yeşil halıları sahralarına serer. Yeşil kürkleri dağlarına giydirir. Başlarına beyaz sarıkları bağlar. Ve bu güzel inkılab ve manzaralarıyla kudret-i İlahiyenin mu’cizelerini, hikmet-i İlahiyenin nazarına arz eder.

    Buna karşı cevv-i sema dahi azamet-i İlahiyeyi izhar etmek için kocaman dağları, tepeleri, dereleri ve saire garib, acib şeylerin şekillerini ve beyaz, siyah, kırmızı gibi boyalar ile boyalanmış pamuk yığınlarını andıran bulut kafilelerini ileriye sürerek nazar-ı hikmete takdim eder.

    İşte bu iki âlem arasındaki hayalî müşabehetten dolayı bilhassa yaz mevsimindeki bulutları, Araplar tarafından dağlara, gemilere, bostanlara, derelere, develerin kafilelerine yapılan teşbihler, üsluplar nazar-ı belâgatta pek güzel görünür.

    Binaenaleyh âlem-i ulvi ile âlem-i süflî arasında ve dolayısıyla bulutlar ile dağlar arasındaki müşabehet ve münasebete binaen وَيُنَزِّلُ مِنَ السَّمَٓاءِ مِن۟ جِبَالٍ فٖيهَا مِن۟ بَرَدٍ âyet-i kerimenin mana-yı beliğanesi “Dağların büyüklüğünde, dolunun renginde bulunan semadaki bulutlardan yağmurları inzal ediyoruz.” demekten ibarettir.

    Bu güzel ve belâgatça makbul, akıl ve mantığa mutabık mana durur iken âyetin zâhirine yapışıp “Beş yüz senelik bir mesafede iki dakikalık bir zaman zarfında yağmuru cirm-i semadan yeryüzüne indirmek.” gibi sakat bir manaya zehab etmek kâr-ı akıl değildir. Hikmet ve iktisat ve adem-i abesiyet reddeder.

    Yolcuların gecesini korkunç göstermek için zikredilen فٖيهِ ظُلُمَاتٌ deki فٖيهِ nin takdimi, o musibetli gecenin şiddet-i zulmetinden dehşet alanlarca güya çok gecelerin zulmetleri toplanıp o gecenin zulmetine inzimam etmiş olduklarına işarettir.

    Sual: فٖيهِ deki zamirin صَيِّبٍ e râci olduğundan yağmurun zarf, zulmetin mazruf olduğu anlaşılır. Halbuki kaziye makûsedir, yağmur zulmetin içindedir.

    Cevap: Yağmurun kesretinden dehşet alan yolcuların zannıyla güya şu boşluk, yağmur ile dolu bir havuzdur. Ve zulmetin zerreleri de o yağmurun katreleri arasına dağılmışlardır. İşte böyle bir zanna binaen yağmur zarf, zulmet mazruf olabilir.

    ظُلُمَاتٌ ın cem sîgasıyla zikri ise bulutların karanlıklarından, kesafetinden ve âmm olduğundan ve yağmur katrelerinin kesafetinden hasıl olan müteaddid zulmetlere işarettir.

    Tenkir ve meçhuliyeti ifade eden ظُلُمَات ٌ daki tenvin, yolcularca hakikatleri meçhul birtakım zulmetler olduğuna işarettir. Demek o tenvin, yolcuların ilmine perde olarak bir zulmeti daha ilâve etmiştir. O halde bu tenvin, yolcuların gözlerine perde olan zulümata bir tekiddir.

    وَرَع۟دٌ وَبَر۟قٌ

    Yani gök gürültüsüyle şimşek, Cenab-ı Hakk’ın azametine, kudretine delâlet eden pek aşikâr iki âyettir ki âlem-i gaybdan, bulutların idare ve tedvirlerine müekkel ve nizam, intizam kanunlarının mümessilleri ve memurları olan meleklerin yed-i salahiyetlerine verilmiştir.

    Sonra müsebbebatın esbabla zâhirde bağlı olduğuna binaen, havada münteşir olan buhar-ı maîden bulutlar izn-i İlahî ile teşekkül ederler. Bu bulutların hikmet-i Rabbaniyle bir kısmı menfî elektriği hâmildir. Bir kısmı da müsbet elektriğe hâmiledir. Bu kısımlar birbirine yaklaşıp aralarında tesadüm olduğunda irade-i Hâlık’la berk tevellüd eder. Bir kısmı hücum, bir kısmı da firar ettikleri zaman aralarında havasız kalan yerleri doldurmak için emr-i Rabbaniyle tabakat-ı havaiye hareket ve heyecana geldiğinde ra’d sadâsı, yani gök gürültüsü meydana gelir. Fakat bu hallerin cereyanı bir nizam, bir kanun altında olur ki o nizamı, o kanunu temsil eden ra’d ve berk melekleridir.

    Sual: Ra’d ve berkin “zulümat” kelimesine atıflarından anlaşılır ki bunların zarfı yağmurdur. Halbuki zarfları buluttur, yağmur değildir?

    Cevap: Dehşetinden bayılmış olan sâmi’ce, o yağmurun her şeyi ihata etmiş olduğu zannedildiğine göre, ra’d ve berk de yağmurun içine aldığı şeylere dâhildirler.

    Sual: Zulümatın aksine ra’d ve berkin müfred sîgasıyla zikirleri neye işarettir?

    Cevap: Yolcuların en çok nazar-ı hayretlerini celbeden, semavatın bağırmasıyla mevcudatı âni olarak ışıklandırmaktır. Bunlar ise mana-yı masdarîdir. Mana-yı masdarî müfred olur ve ifrad ile ifade edilir. Ve keza ra’d olsun, berk olsun, semavî âyetlerden efradı çok birer nevidirler. Burada onlardan maksat nevileridir, efradları değildir. Onun için ifrad ile zikredilmişlerdir.

    Sual: Ra’d ve berkteki tenvin neye işarettir?

    Cevap: Ya mahzuf bir sıfata ivazdır. Takdir-i kelâm ( رَع۟دٌ قَاصِفٌ ) ( بَر۟قٌ خَاطِفٌ ) dur. Yahut ra’d ve berkin nekre ve meçhuliyetlerini ifade içindir. Çünkü yolcular gözlerini yummuş, kulaklarını tıkamış olduklarından onları görmüş ve işitmiş değillerdir ki onları bilsinler.

    يَج۟عَلُونَ اَصَابِعَهُم۟ فٖى اٰذَانِهِم۟ مِنَ الصَّوَاعِقِ حَذَرَ ال۟مَو۟تِ

    Bu cümle müste’nifedir. Yani mâkabliyle bağlı değildir. Ancak mukadder bir suale cevaptır. Şöyle ki:

    Vaktâ ki sâmi’ şu ikinci kıssa-i temsiliyeyi işitti. Tabiî, musibetin keyfiyetini anlamak için şiddetli bir meyli uyandı. Vaktâ ki Kur’an-ı Kerim’in tasvirinden malûmat aldı. Musibetzede olan yolcuların da hallerini ve o musibete karşı ne yaptıklarını anlamak istedi. Kur’an-ı Kerim يَج۟عَلُونَ اَصَابِعَهُم۟ فٖى اٰذَانِهِم۟ … الخ demekle onları kurtaracak bir melce kalmadığına –ve necat bulmak hülyasıyla denizde ellerini otlara uzatan, boğulanlar gibi– semavî top ve mancınıklardan kurtulmak için kulaklarını tıkamaktan maada bir çareleri kalmadığına işaret etmiştir.

    Sual: Makamın iktizası hilafına يُد۟خِلُونَ nin yerine يَج۟عَلُونَ nin kullanılması neye binaendir?

    Cevap: Yolcuların necatlarını intac edecek hakiki sebepleri arayıp bulmaktan meyus olduktan sonra kulak tıkılması gibi ca’lî ve zannî şeylere müracaat etmek mecburiyetinde kaldıklarına işarettir.

    Sual: Geçen vak’aları zaman-ı hâle ihzar için kullanılan muzari sîgasıyla يَج۟عَلُونَ nin zikri neye işarettir?

    Cevap: Hayretleri artıran şu makamın sâmi’a verdiği dehşetten dolayı, yolcuların hâdisesini velev hayalî olsun görmek arzusunda bulunan sâmi’in arzusunu tatmin için (sîga-i muzari ile) geçen o vak’a zaman-ı hâle getirilerek sâmi’in hayaline tasvir edilmiştir. Ve keza muzari sîgası ikide bir kesilip tazelenmekle beraber istimrar ve devamı iktiza eder. Ve bunun istimrarından bulutun gürültüsünün de devamına îma vardır.

    اَصَابِعَهُم۟: Kulaklara sokulabilen ancak parmak uçları iken burada parmak manasına olan اَصَابِعَ in kullanılması, onların hayret ve dehşetlerinden dolayı derece-i şaşkınlıklarına işarettir.

    فٖى اٰذَانِهِم۟: Ra’dın sadâsından uğradıkları öyle bir şiddet-i havfa işarettir ki eğer ra’d, kulaklarının penceresinden içeriye girecek olursa derhal ruhları ağızlarının kapısından dışarıya kaçacaktır.

    Ve keza bu kayıtta çok güzel ve latîf bir îma vardır ki vaktâ ki onlar edilen nasihatleri, nida-yı hakkı, kulaklarını açıp içerisine almadılar. Semavat cihetinden kulaklar cephesi ra’d ve berkin top ve mancınıklarına tutuldu. Onlar o zaman hayır için tıkadıkları kulaklarını, şimdi de şer ve azap için tıkamaya mecbur oldular. اَل۟جَزَاءُ مِن۟ جِن۟سِ ال۟عَمَلِ Evet el ile sirkat yapıldığından el kesilir. Fena sözler ağız ile söylendiğinden ağıza vurulur. O da nedamet için sağ elini ağzına, hacalet için de sol elini gözlerine koyar.

    مِنَ الصَّوَاعِقِ: Ra’d ve berkin yolculara zarar vermekte müttehid olduklarına işareten, yalnız berkin sıfatı olan sâıkanın zikriyle iktifa edilerek ra’dın sıfatı terkedilmiştir. Maahâzâ sâıka, şiddetli bir savt ile yakıcı bir ateşten ibaret olduğu cihetle, ra’dın gürültüsünü de tazammun etmiş bulunuyor. Bu itibar ile ra’dın sıfatı da zikredilmiş demektir.

    حَذَرَ ال۟مَو۟تِ: Yani yolcuların sâıkalara karşı parmaklarıyla yaptıkları o gülünç müdafaaları mal, evlat ve saire eşyanın korkusundan değildir. Ancak canlarını cehenneme teslim edecek ölüm korkusundandır. Çünkü musibetin çakısı kemiğe dayanmıştır. Başka şeylerin kederinde, merakında olamayıp yalnız ölüm ve hıfz-ı hayatı düşünürler.

    وَاللّٰهُ مُحٖيطٌ بِال۟كَافِرٖينَ

    Bu cümlede bulunan kelimelerin birbirleriyle münasebetleri ve ifade ettikleri nükteler:

    Evet و aralarında münasebet bulunan iki şeyi birbirine atfeden bir âlettir. Burada mâkabliyle mâba’di arasında bir münasebet görünmüyor. Yalnız birinci temsil ile ikinci temsilin arasındaki münasebete bakarak şöyle silsileli birkaç cümleyi ihtar ediyor:

    Onlar şenlikli yerlerden firar, şehirlilikten nefret, gecenin istirahat zamanı olduğuna dair kanuna muhalefet ettikleri gibi nasihatlere itaat etmeyerek, sanki necatları çöllerde imiş gibi sahralara düştüler. En-nihaye haybet ve hüsrana uğrayarak Allah’ın belasına muhat ve maruz kaldılar.

    اَللّٰهُ: Bu kelime-i mübareke, onların son ümit ve ricalarının kesilmesine işarettir. Çünkü musibetzede olan bir adam, evvel ve âhir Allah’ın merhametine iltica etmekle müteselli olur. Binaenaleyh Allah’ın kahr u gazabına müstehak olanın, elbette ve elbette necatından ümit ve ricası kesilir.

    مُحٖيطٌ kelimesi onları abluka eden musibetlerin, Allah’ın âsâr-ı azameti olduğuna işarettir. Yani göklerin, bulutların, yağmurların, gecelerin onlara cihat-ı sitteden hücum ettikleri gibi Allah’ın da gazap ve beliyyatı her taraftan onları ihata etmiştir. Ve keza Allah’ın bütün kâinatı ihata eden ilim ve kudreti ve bütün zerrata şâmil olan emirleri göz önüne getirilirse مُحٖيطٌ kelimesinden şöyle bir ihtar fışkırmaya başlar:

    “Ey kâfirler! Semavat ve arzın dışarısına çıkamazsınız. Dâhilde ise her nereye kaçacak olursanız orada Allah ilim ve kudretiyle hazır ve nâzırdır.”

    بِال۟كَافِرٖينَ: Bu kelimeyi مُحٖيطٌ lafzına bağlayan ب harf-i cerri, Allah’ın gazabından kaçan kâfirler yine Allah’ın gazabına rast gelip musibet oklarına hedef olduklarına işarettir.

    كَافِرٖينَ unvanı ise üç işareti taşıyor:

    1- Temsil içerisinde mümesseli yani münafıkları göstermekle sâmi’in temsil ile meşgul olup mümesselden, maksattan gafil olmamasını temin etmek içindir.

    2- Temsil ile mümessel; yani yolcuların durumuyla münafıkların durumu arasında son sistemde bulunan müşabehetin kuvvetinden dolayı birbirinin sıfatını, yekdiğerinin lakabını, soyadını taşıyabilmelerine işarettir.

    3- Kâfirlerin kalbi gibi onların da kalpleri zulmet ve azap içinde bulunduğuna işarettir. Zira yaptıkları cinayet ve kusurlarından, vicdanları dahi onları tazip etmekten geri kalmıyor. Evet bizzat yaptığı cinayetin cezasını gören bir adamın vicdanı müsterih olamaz.

    يَكَادُ ال۟بَر۟قُ يَخ۟طَفُ اَب۟صَارَهُم۟

    Bu cümledeki kelimelerin işgal ettikleri yerler ile münasebetleri ve her birisinin taşıdığı işaretleri:

    Evet, evvela bu cümle müste’nifedir. Yani mâkabliyle bağlı değildir. İstinafı ise mukadder bir suale cevaptır.

    Sual: Berk, zulmetleri dağıtan ziyadar bir ateştir. Onlar onun ziyasından istifade etmediler mi?

    Cevap: Bir fayda ve bir menfaat görmeleri öyle dursun, berkin zararından, belasından korktular diye Kur’an-ı Kerim bu cümle ile o mukadder suale cevap vermiştir.

    Kurbiyet ve yakınlığı ifade eden يَكَادُ kelimesinin bu cümlede delâlet ettiği mana şundan ibarettir ki: Gözlerini hatf ve kör edecek esbab mevcud olduğuna rağmen her nasılsa bir maniden dolayı henüz kör olmamışlardır.

    Kaptırmak manasını ifade eden يَخ۟طَفُ kelimesinde pek güzel ve latîf bir belâgat vardır. Şöyle ki:

    Eşyanın suretlerini alıp getirmek için gözün gönderdiği ziya, esna-yı râhta eşyaya yetişmezden evvel birdenbire şimşek çakar, kaptırıcı bir kuş gibi o ziyayı alır götürür. Veya gözün şuâı eşyanın şekillerini alıp getirirken gecenin gözü hükmünde olan şimşek kemal-i süratle hücum ederek elinden o şekilleri alır götürür. Sanki zulmeti kaldırmakla eşyayı gösteren şimşek, o dürzilerin eşyayı görmelerine razı olmadığından gözün şuâından o şekilleri kaptırıyor.

    عُيُونٌ kelimesine tercihen zikredilen اَب۟صَارَهُم۟ unvanı, Kur’an’ın beyan ettiği kat’î bürhanlarına karşı körlük gösteren münafıkların basiret ve kalplerindeki kötü niyetlerini, amellerini andırmakla teşhir etmek içindir. Zira göz, kalbin âyinesidir. Kalbin muzmeratı gözde görünür.

    كُلَّمَٓا اَضَٓاءَ لَهُم۟ مَشَو۟ا فٖيهِ وَاِذَٓا اَظ۟لَمَ عَلَي۟هِم۟ قَامُوا

    Bu âyeti teşkil eden kelimelerin işaretleri:

    Evet evvela, bu cümle yine müste’nife olup mâkabliyle alâkadar değildir. Ancak sâmi’in hatırına gelen şu suali cevaplandırıyor:

    Sual: Onların musibeti tebeddül ve taaddüd etmiştir. Acaba her iki halette halleri ne oldu?

    Cevap: “Şimşeğin ziyasıyla yolları göründüğü zaman yürürler imiş. Zulmet de çöktüğü vakit dururlar imiş.” diye Kur’an-ı Kerim şu cümle ile sâmi’in o şüphesini izale etmiştir.

    Sual: كُلَّمَا istiğrak ve istimrarı, yani umumiyet ve devamı ifade eden bir edattır. اِذَا ise ne umumiyeti ve ne devamı ifade etmez, bu itibar ile şimşeğin ziyalandırılmasında كُلَّمَا nın, zulmetin çöktüğünde اِذَا nın kullanılması neye binaendir?

    Cevap: Onların ziyaya fazlaca hırs ve ihtiyaçları olduğu için en az bir ziyayı bile fırsat bilip kaçırtmak istemediklerine işareten, ziya üzerinde كُلَّمَا istimal edilmiştir.

    Sebebiyet ve menfaate delâlet eden اَضَٓاءَ لَهُم۟ deki ل harfinden anlaşılır ki bayılmak derecesinde bir musibetzede nefsine ait şeylerden maada hiçbir şey düşünmüyor. Hattâ kudret-i İlahiyenin binlerce hikmetler için kâinata neşrettiği ziyanın menfaati tamamen kendisine ait olduğunu ve onun için gönderildiğini zanneder.

    Ziyanın adem-i devamı yüzünden süratli bir yürüyüşle yollarına devam etmeleri mukteza-yı hâl ve makam iken süratsiz, âdi bir yürüyüş ifade eden مَشَو۟ا tabiri, musibetin şiddetinden neş’et eden zafiyet yüzünden sürat-i seyre kādir olmadıklarına işarettir.

    Sual: İnsanlar yerde yürüdükleri gibi, onların da yürümeleri yerde olmalıdır. Halbuki فٖيهِ deki zamirin ziyaya râci olması cihetiyle onların yürümeleri ziyada olduğu anlaşılır?

    Cevap: Onların ziya haricinde yürümeleri mümkün olmadığı için sanki mesafe ve medar-ı hareketleri yalnız ziyaya münhasırdır.

    وَاِذَا daki و yolcuların evvelce gördükleri zulmet musibetini tazelemek için ikinci bir zulmet daha atıf ve ilâve edildiğine işarettir.

    اِذَا nın ifade ettiği cüz’iyet ve kıllet ise, yolcuların zulmete karşı besledikleri nefret ve gösterdikleri körlük şiddetinden fikirlerine zulmeti getirmediklerine, ancak ale’d-devam ziya için bir fırsat beklerler iken birdenbire zulmetin hücumuna maruz kaldıklarına işarettir.

    اَظ۟لَمَ nin berke olan isnadı, berkin ziyasından sonra hücum eden zulmetin başka zulmetlerden şedit olduğuna işarettir.

    Ve keza musibetzede olan yolcuların tahayyüllerine göre güya berkin ziyasından sonra şu boşluğu dolduran zulmetler, hep berk ateşinin sönmesinden meydana gelen dumanlar olduğuna da hayalî bir îmadır.

    Zarar için kullanılan عَلَي۟هِم۟ deki عَلٰى kelimesi zulmet musibetinin tesadüfî olmayıp ancak onların ceza-i amelleri olduğuna işarettir. Ve musibetzede olan yolcuların, şu boşluğu dolduran zulmetler bütün insanlar içerisinden onları kasd ve onlara zarar vermek için gönderilmiş olduklarını tahayyül ettiklerine bir remizdir.

    Zulmet çöktüğü vakit sükûnetle durup depreşmemeleri icab eder iken “ayağa kalktılar” manasını ifade eden قَامُوا tabiri, musibetin şiddetinden ve musibetle çok uğraştıklarından rükû vaziyetini andıran bellerinde bir tekavvüs peyda olduğuna ve zulmetin âni hücumundan tiksinerek ayağa kalkıp kaçanlar gibi, bellerini düzeltmelerine işarettir.

    وَلَو۟ شَٓاءَ اللّٰهُ لَذَهَبَ بِسَم۟عِهِم۟ وَاَب۟صَارِهِم۟

    Bu cümledeki kelimelerin işaretleri:

    Evet evvelki cümlelerde gözlerini kör, kulaklarını sağır etmek şanında bulunan esbab zikredildikten sonra bu cümlede müsebbebatı meşiet-i İlahiye ile bağladıktan sonra evvelki cümlelere atfeden و harfi esbabın perdesi altında tasarruf eden ancak yed-i kudret ve bütün esbab ve illetler üzerinde murakabe eden nazar-ı hikmet olduğuna işarettir.

    لَو۟ Bu kelimenin tazammun ettiği (kıyas-ı istisnaî) şöyle tasvir edilebilir: Meşiet-i İlahiyenin olmaması; zehab-ı sem’ ve basarın olmamasına illettir. Zehab-ı sem’ ve basarın olmaması da meşietin olmamasını bildirmeye bir delil ve bir illettir.

    Ve keza meşiet-i İlahiyeden maada bütün esbabın tekemmül etmesine ve yalnız meşiet-i İlahiyenin taallukuyla göz ve kulaklarının işi bitmiş olacağına işarettir.

    شَٓاءَ tabiri müsebbebatı esbabla bağlayan meşiet ve irade-i İlahiye olduğuna delâlet eder. Öyleyse tesir kudretindir. Esbab ise yed-i kudretin nazar-ı zâhirîde umûr-u hasise ile mübaşereti görünmemek için vaz’edilmiş perdelerdir.

    اَللّٰهُ Lafza-i Celalin sarahatle zikri; halkı fazlaca esbaba ehemmiyet vermekten zecir ve men’ etmekle, esbabın perdesi altında tasarruf eden yed-i kudreti görmeye fikirleri davet eder.

    شَٓاءَ fiilinin bir mef’ul ile takyid edilmeyerek mutlak bırakılması; meşiet ve irade-i İlahiyenin, kâinatın ahvalinden müteessir olmadığına ve mevcudatın sıfât-ı İlahiyeye tesirleri bulunmadığına işarettir. Yani beşerin iradesi ve sair sıfatları mevcudatın hüsn kubh, büyüklük küçüklük gibi ahvalinden müteessir olduğu gibi sıfât-ı İlahiye müteessir olamaz. Sıfât-ı İlahiyeye göre hepsi mütesavidir.

    Götürmek manasını ifade eden ذَهَبَ den anlaşılır ki esbab, müsebbebat üzerine musallat ve müstevli değildir. Yani esbabın irtifaı zamanında, onlar ile kaim ve bağlı olan müsebbebatın adem deryasına düşmesi ihtimali yoktur. Ancak esbabın arkasında hazır bulunan yed-i kudret o müsebbebatı hıfzeder. Ve hikmet-i İlahiye muvazene ve nizam kanunu mûcibince başka mevkilere gönderir, ihmal etmez. Evet hararet suyu kaynatmakla bünyesini tahrip ettiği zaman, içindeki buhar ademe gitmez, belki nizamat-ı havaiye mûcibince muayyen bir mecrada muayyen bir mevkiye sevk edilir.

    Ve keza ذَهَبَ tabirinden anlaşılır ki “havass-ı hamse” denilen duygular; tabiattan neş’et etmiş değildir ve kulak, göz uzuvlarına da lâzım değildirler. Ancak o duygular, Cenab-ı Hak’tan ihsan edilen hediyelerdir. Şu kulak, göz etleri de âdi şartlardır.

    Ve keza ذَهَبَ nin harf-i cer olan ب ile beraber gelmesinden anlaşılır ki müsebbebat, esbabdan ayrıldığı zaman başıboş bırakılmayarak yine bir nizam altına alınır. Çünkü ذَهَبَ بِهٖ “beraberce götürmek” manasını ifade eder. Malûm ya beraber götürülen bir şey sahibsiz, başıboş bırakılamaz.

    İhtar: Sem’in müfred olarak, basarın cem olarak zikirleri; işitilen bir, görünen çok olduğuna işarettir. Evet söylenilen sözler, birer birer kulağa girer, işitilir. Amma çok şeyler def’aten göze görünebilir.

    اِنَّ اللّٰهَ عَلٰى كُلِّ شَى۟ءٍ قَدٖيرٌ

    Bu cümledeki nükte ve işaretler:

    Evet evvela, bu cümle münafık ve yolcuları istila eden dehşetin tahkiki için bir fezleke ve bir hülâsadır. Ve bu hülâsadan anlaşılır ki yolcuların ahvali, münafıkların ahvalini tamamıyla temsil ettikleri ve her bir halleri yolcuların hallerinde göründüğü gibi, her bir zerrede ve her bir halde kudret-i İlahiyenin de tasarrufu görünür.

    Tahkiki ifade eden اِنَّ dâhil olduğu hükmün sabit ve sarsılmaz hakikatlerden olduğuna delâlet ettiği gibi meselenin azametine, vüs’atine, dikkatine ve nev-i beşerin de bu gibi meselelerde âciz, zayıf, kāsır olduğunu remzen gösteriyor. Çünkü bu gibi yakînî meselelerde tereddüdü intac eden vehimlerdir. Vehimleri tevlid eden zafiyet, acz, kusurdur. Bunlar da insanın tıynetiyle yoğrulmuş sıfatlardır.

    اَللّٰهُ: Lafza-i Celalin burada sarahaten zikredilmesi, bu cümledeki hükmü ispat eden delile işarettir. Çünkü bütün mevcudat taht-ı tasarrufunda ve daire-i şümulünde bulunan kudret, sair sıfatlar gibi uluhiyetin lâzımesidir.

    عَلٰى kelimesinden anlaşılır ki ademden eşyayı çıkartan kudret, o eşyayı mühmel ve başıboş bırakmaz. Ancak hikmetin murakabe ve nezareti altında terbiye ettirir.

    كُلِّ edatından anlaşılır ki esbabın bütün eserleri ve hasıl-ı bi’l-masdar denilen ef’al-i ihtiyariyeye terettüp eden eserler tamamen kudrete bağlıdır.

    Mevcud ve mevcudata şey ve eşya denilmesi, meşiet-i İlahiyenin taallukundan neş’et ettiğine nazaran شَى۟ءٍ tabirinden anlaşılır ki eşya vücuda geldikten sonra da Sâni’den alâkaları kesilmiyor. Vücudun tekerrüründen ibaret olan bekaları için daima Sâni’e muhtaçtırlar.

    قَادِرٌ kelimesine bedel sübut ve devamı ifade eden قَدٖيرٌ sîgasından anlaşılır ki kudret, makdurat nisbetinde olmayıp daire-i tasarrufu pek geniştir. Ve kudret zatiyedir, tagayyürü kabul etmez. Ve kudret lâzımedir, ziyade ve noksana kabiliyeti yoktur. Ve kudret, “Rezzak, Gaffar, Muhyî, Mümit” gibi sıfât-ı fiiliyenin merci ve mizanıdır.

    • * *

    يَٓا اَيُّهَا النَّاسُ اع۟بُدُوا رَبَّكُمُ الَّذٖى خَلَقَكُم۟ وَ الَّذٖينَ مِن۟ قَب۟لِكُم۟ لَعَلَّكُم۟ تَتَّقُونَ ۝ اَلَّذٖى جَعَلَ لَكُمُ ال۟اَر۟ضَ فِرَاشًا وَالسَّمَٓاءَ بِنَٓاءً وَاَن۟زَلَ مِنَ السَّمَٓاءِ مَٓاءً فَاَخ۟رَجَ بِهٖ مِنَ الثَّمَرَاتِ رِز۟قًا لَكُم۟ فَلَا تَج۟عَلُوا لِلّٰهِ اَن۟دَادًا وَ اَن۟تُم۟ تَع۟لَمُونَ

    Yani “Ey insanlar! Sizi ve sizden evvelkileri yaratan Rabb’i­nize ibadet ediniz ki takva mertebesine vâsıl olasınız. Ve yine Rabb’inize ibadet ediniz ki arzı size döşek, semayı binanıza dam yapmış ve semadan suları indirmiş ki sizlere rızık olmak üzere yerden meyve ve sair gıdaları çıkartsın. Öyle ise Allah’a misil ve şerik yapmayınız. Bilirsiniz ki Allah’tan başka mabud ve hâlıkınız yoktur.”

    ТАЙНИТЕ НА БОГОСЛУЖЕНЕТО

    Знай, че богослуженето е онова, което укрепва убежденията и ги превръща в състоя-ние и способност, защото ако чувствените и рационалните неща не ги подхранва и възпи-тава богослуженето, което се състои в подчине-ние пред Божиите повели и спазване на Божиите забрани, резултатите от вярата и нейното въздействие биха били слаби. Днеш-ното състояние на исляма е свидетел на това.

    Знай също, че богослуженето е причина за щастието в този и в другия свят, причина за организирането на земния и отвъдния живот, причина за усъвършенстване на индивида и на човечеството. Богослуженето е възвишената и благородна връзка между Божия раб и неговия Творец.

    Положенията, показващи защо то носи щастие в земния живот, който е нивата за отвъдния, са следните.

    Първо. Човекът е сътворен привилегирован и прави изключение сред всички създания с чудния си, прекрасен нрав, от който произтича склонност към избор, склонност към най-хубавото, склонност към украса и природна склонност да се живее и да се води пълно-ценно съществуване, достойнно за хората.

    Заради тези склонности човек има нужда да удовлетворява потребностите си от храна, дрехи и жилище, които за да бъдат подобрявани и усъвършенствани, изискват да се развиват много занаяти и никой не е способен сам да се справя с тях. Затова се налага човек да се събира със себеподобните си, за да си сътруд-ничат и да се подпомагат един друг, както и да си разменят плодовете на своя труд.

    Но понеже Премъдрият Създател не е ограничил човеш-ките сили на страстта, гнева и разума в естест-вени рамки с цел да се гарантира прогресът на хората чрез пружината на свободната воля, а не като животните, чиито сили са ограничени, възникнала тирания и престъпност. За справяне с тези явления обществото се нуждае от право-съдие при размяната на плодовете на човешкия труд. Понеже единичният разум не е достатъчен за постигане на справедливост, има нужда от универсален разум, от който всеки поотделно да се възползва. Този разум е единствено универ-салният закон, а той не е нищо друго освен шариатът, Божият закон.

    За да се съхрани действието и приложението на шариата, трябва да има законодател, стопанин, съобщител и авторитетен източник, а такъв е само Пророкът, Аллах да го благослови и с мир да го дари. За да продължи да властва над външните и вътрешните явления, над умовете и природните дадености, Пророкът се нуждае от материално и духовно превъзходство и надмощие като житие и образ, като снага и нрав. Той се нуждае също от аргумент за силата на връзката между него и Владетеля на владението, Господаря на света. Такъв аргумент са само чудесата.

    За да се създаде подчинение пред Божиите повели и да се гарантира спазването на забраните, е потребно човешкото съзнание да продължи да си представя величието на Създателя и Стопа-нина на владението. Това е само проявлението на религиозните убеждения (акаид). За да се поддържат тези представи и да се утвърждават убежденията, има нужда от напомняне и повтар-яне, от постоянно възобновяваща се дейност. Такава дейност е само богослуженето.

    Второ. Целта на богослуженето е мислите да се насочат към Премъдрия създател. Насоч-ването е, за да се създаде подчинение. Под-чинението е, за да се стигне до най-съвършения ред и до свързване с него. Следването на реда е, за да се осъществи тайната на мъдростта. А за мъдростта свидетелстват изкусните про-изведения, които сияят по страниците на вселената.

    Трето. Човекът е подобен на дърво, на върха на което са закачени много телеграфни жици сякаш станция, то е център на реда на всички творения, към него водят законите на природата и се фокусират лъчите на Божиите закони относно създанията. Човек трябва да е свързан с тях, да им принадлежи и здраво да се придържа към постановките им, за да функцио-нира в крак с общото течение и да не се подхлъзне, да не го прогонят и да не бъде изхвърлен извън тази машинария, която се движи на степени. Това може да стане единс-твено чрез богослуженето, което е изпълнение на Божиите повели и спазване на Божиите забрани.

    Четвърто. Чрез изпълнението на Божиите повели и спазването на Божиите забрани човек се свързва с много равнища на социалната структура. Отделната личност става като цялос-тно общество, особено по отношение на рели-гиозните предписания и обществените интере-си, защото много права и почетни функции като напътствие, обучение и превъзпитание се въз-лагат на един-единствен човек. Ако тази лич-ност не е такава, която изпълнява повелите и спазва забраните, споменатите функции напъл-но ще се разпаднат.

    Пето. Мюсюлманинът има солидни отноше-ния и здрави връзки с всички мюсюлмани. Това са причини за ненакърнимо братство и истинска обич, които произтичат от убежденията на вярата и от ислямските свойства. А причината за появата на тези убеждения, за тяхното въз-действие и формиране, е едно устойчиво свойство: богослуженето.

    Относно духовното съвършенство знай, че макар и физически да е малък, слаб и безпомо-щен, и да е част от животинския свят, човекът носи скъпоценен дух, притежава широки способности, обзет е от безчет стремежи, вмества безкрайни надежди, владее безброй мисли и съдържа в себе си неограничени сили, а освен това природата му е удивителна, сякаш е каталог на всички видове и светове.

    Бого-служенето е причината за разгръщането на неговия дух и за изявата на неговата стойност;

    то е също така и мотивът за разкриването на неговите способности и за неговото развитие, за да съответства на вечното щастие;

    то е сред-ството за възпитаване на стремежите му и за тяхната добродетелност;

    то е начинът да се осъществят мечтите му и да донесат плодове и обилие;

    то е способът да подреди мислите си и да ги свърже;

    то е също и причината да ограни-чи силите си и да ги обуздае;

    то е полировката за ръждата от природата върху неговите материални и духовни органи, всеки от които е сякаш вход към особен свят, ако се разкрие;

    то е коридорът, по който човечеството е водено към подобаващата му знатност и предначерта-ното му съвършенство, ако богослуженето е извършено с чувство, разум и сърце, и според модела;

    то е и прекрасната и възвишена връзка, както и скъпоценното и благородно отношение между Божия раб и Обожавания.

    Тази връзка е пределната степен на човешкото съвършен-ство.

    Искреността в богослуженето означава то да се извършва, защото е дадена повеля за него, въпреки че всяка заповед съдържа мъдрости, всяка от които е мотив за нейното изпълнение. Искреността обаче изисква мотивът да бъде именно заповедта. Ако мотивът е мъдростта, тогава богослуженето е лъжовно, а ако тя остане предполагаема, тогава е допустимо.

    Kur’an-ı Kerîm vaktâ ki يَٓا اَيُّهَا النَّاسُ اع۟بُدُوا … الخ emriyle insanları ibadete davet etti, sanki lisan-ı hal ile “Ne için ibadet yapalım, illeti nedir?” diye sorulan suali, Kur’an-ı Kerîm رَبَّكُمُ الَّذٖى خَلَقَكُم۟ … الخ

    cümleleriyle cevaplandırmak üzere Sâni’in vücud ve vahdetine dair bürhanları zikretmeye başladı.

    MUKADDİME

    Ateşin dumana olan delâleti gibi müessirden esere yapılan istidlale bürhan-ı limmî denildiği gibi, dumanın ateşe olan delâleti gibi eserden müessire olan istidlale de bürhan-ı innî denir. Bürhan-ı innî, şüphelerden daha salimdir.

    Bu âyetin, Sâni’in vücud ve vahdetine işaret eden delillerinden biri de inayet delilidir.

    Bu delil; kâinatı ve kâinatın eczasını ve envaını ihtilalden, ihtilaftan, dağılmaktan kurtarıp bütün hususatını intizam altına almakla kâinata hayat veren nizamdan ibarettir. Bütün maslahatların, hikmetlerin, faydaların, menfaatlerin menşei, bu nizamdır. Menfaatlerden, maslahatlardan bahseden bütün âyât-ı Kur’aniye, bu nizam üzerine yürüyor ve bu nizamın tecellisine mazhardır.

    Binaenaleyh bütün mesalihin, fevaidin ve menafiin mercii olan ve kâinata hayat veren bir nizam; elbette ve elbette bir nâzımın vücuduna delâlet ettiği gibi o nâzımın kasd ve hikmetine de delâlet etmekle, kör tesadüfün vehimlerini nefyeder.

    Ey insan! Eğer senin fikrin, nazarın şu yüksek nizamı bulmaktan âciz ise ve istikra-i tam ile yani umumî bir araştırma ile de o nizamı elde etmeye kādir değilsen, insanların telahuk-u efkâr denilen fikirlerinin birleşmesinden doğan ve nev-i beşerin havassı (duyguları) hükmünde olan fünun ile kâinata bak ve sahifelerini oku ki akılları hayrette bırakan o yüksek nizamı göresin.

    Evet, kâinatın her bir nevine dair bir fen teşekkül etmiş veya etmektedir. Fen ise kavaid-i külliyeden ibarettir. Kaidenin külliyeti ise nizamın yüksekliğine ve güzelliğine delâlet eder. Zira nizamı olmayanın külliyeti olamaz. Mesela, “Her âlimin başında beyaz bir amâme var.” Külliyetle söylenilen şu hüküm, ulema nevinde intizamın bulunmasına bakar. Öyle ise umumî bir teftiş neticesinde fünun-u kevniyeden her birisi, kaidelerinin külliyeti ile kâinatta yüksek bir nizamın bulunmasına bir delildir.

    Ve her bir fen nurlu bir bürhan olup mevcudatın silsilelerinde salkımlar gibi asılıp sallanan maslahat semerelerini ve ahvalin değişmesinde gizli olan faydaları göstermekle Sâni’in kasd ve hikmetini ilan ediyorlar. Âdeta vehim şeytanlarını tard etmek için her bir fen, birer necm-i sâkıbdır. Yani bâtıl vehimleri delip yakan birer yıldızdırlar.

    Ey arkadaş! O nizamı bulmak için umum kâinatı araştırmaktansa şu misale dikkat et, matlubun hasıl olur: Göz ile görünmeyen bir mikrop, bir hayvancık, küçüklüğüyle beraber pek ince ve garib bir makine-i İlahiyeyi hâvidir. O makine mümkinattan olduğundan vücud ve ademi mütesavidir. İlletsiz vücuda gelmesi muhaldir. O makinenin bir illetten vücuda geldiği zarurîdir. O illet ise esbab-ı tabiiye değildir. Çünkü o makinedeki ince nizam, bir ilim ve şuurun eseridir. Esbab-ı tabiiye ise ilimsiz, şuursuz, camid şeylerdir. Akılları hayrette bırakan o ince makinenin esbab-ı tabiiyeden neş’et ettiğini iddia eden adam, esbabın her bir zerresine Eflatun’un şuurunu, Calinos’un hikmetini i’ta etmekle beraber; o zerrat arasında bir muhaberenin de mevcud olmasını itikad etmelidir. Bu ise öyle bir safsata ve öyle bir hurafedir ki meşhur sofestaîyi bile utandırıyor.

    Maahâzâ esbab-ı maddiyede esas ittihaz edilen kuvve-i cazibe ile kuvve-i dâfianın, inkısama kabiliyeti olmayan bir cüzde birlikte içtimaları iltizam edilmiştir. Halbuki bunlar birbirlerine zıt olduklarından içtimaları caiz değildir. Fakat cazibe ve dâfia kanunlarından maksat “âdâtullah” ile tabir edilen kavanin-i İlahiye ise ve tabiatla tesmiye edilen şeriat-ı fıtriye ise caizdir. Lâkin kanunluktan tabiata, vücud-u zihnîden vücud-u haricîye, umûr-u itibariyeden umûr-u hakikiyeye, âlet olmaktan müessir olmaya çıkmamak şartıyla makbuldür. Aksi takdirde caiz değildir.

    Ey arkadaş! Misal olarak gösterdiğim o küçük hurdebînî hayvancığın yani mikrobun büyük fabrikasındaki nizam ve intizamı aklın ile gördüğün takdirde başını kaldır, kâinata bak! Emin ol ki kâinatın vuzuh ve zuhuru nisbetinde o yüksek nizamı, kâinatın sahifelerinde pek zâhir ve okunaklı bir şekilde görüp okuyacaksın.

    Ey arkadaş! Kâinatın sahifelerinde “delilü’l-inaye” ile anılan nizama ait âyetleri okuyamadı isen, sıfat-ı kelâmdan gelen Kur’an-ı Azîmüşşan’ın âyetlerine bak ki insanları tefekküre davet eden bütün âyetleri şu delilü’l-inayeyi tavsiye ediyorlar. Ve nimetleri ve faydaları sayan âyetler dahi delilü’l-inaye denilen o yüksek nizamın semerelerinden bahsediyorlar. Ezcümle: Bahsinde bulunduğumuz şu âyet اَلَّذٖى جَعَلَ لَكُمُ ال۟اَر۟ضَ فِرَاشًا وَالسَّمَٓاءَ بِنَٓاءً وَاَن۟زَلَ مِنَ السَّمَٓاءِ مَٓاءً فَاَخ۟رَجَ بِهٖ مِنَ الثَّمَرَاتِ رِز۟قًا لَكُم۟ cümleleriyle, o nizamın faydalarını ve nimetlerini koparıp insanlara veriyorlar.

    Delil-i İhtiraî: Mezkûr âyetin Sâni’in vücud ve vahdetine işaret eden delillerinden biri de اَلَّذٖى خَلَقَكُم۟ وَالَّذٖينَ مِن۟ قَب۟لِكُم۟ cümlesiyle işaret ettiği “delil-i ihtiraî”dir. Delil-i ihtiraînin hülâsası şöyle izah edilebilir:

    Cenab-ı Hak hususi eserlerine menşe ve kendisine lâyık kemalâtına me’haz olmak üzere, her ferde ve her nev’e has ve müstakil bir vücud vermiştir. Ezel cihetine sonsuz olarak uzanıp giden hiçbir nevi yoktur. Çünkü bütün enva, imkândan vücub dairesine çıkmamışlardır. Ve teselsülün de bâtıl olduğu meydandadır. Ve âlemde görünen şu tagayyür ve tebeddül ile bir kısım eşyanın hudûsu, yani yeni vücuda geldiği de göz ile görünüyor. Bir kısmının da hudûsu, zaruret-i akliye ile sabittir. Demek, hiçbir şeyin ezeliyeti cihetine gidilemez.

    Ve keza ilmü’l-hayvanat ve ilmü’n-nebatatta ispat edildiği gibi envaın sayısı iki yüz binden ziyadedir. Bu neviler için birer âdem ve birer evvel-baba lâzımdır. Bu evvel-babaların ve âdemlerin daire-i vücubda olmayıp ancak mümkinattan olduklarına nazaran, behemehal vasıtasız kudret-i İlahiyeden vücuda geldikleri zarurîdir. Çünkü bu nevilerin teselsülü, yani sonsuz uzanıp gitmeleri bâtıldır. Ve bazı nevilerin başka nevilerden husule gelmeleri tevehhümü de bâtıldır. Çünkü iki neviden doğan nevi, ale’l-ekser ya akîmdir veya nesli inkıtaa uğrar. Tenasül ile bir silsilenin başı olamaz.

    Hülâsa: Beşeriyet ve sair hayvanatın teşkil ettikleri silsilelerin mebdei en başta bir babada kesildiği gibi en nihayeti de son bir oğulda kesilip bitecektir.

    Evet şuursuz, ihtiyarsız, camid, basit olan esbab-ı tabiiyenin bütün akılları hayrette bırakan o enva silsilelerinin icadına kabiliyeti olduğu daire-i imkândan hariçtir. Ve keza kudret mu’cizelerinden birer nakş-ı garib ve birer sanat-ı acib taşıyan o envaın ihtiva ettikleri efradın da ihtira ve yaratılışlarını o esbaba isnad etmek, yalnız bir muhalin değil, muhalatın en hurafesidir.

    Binaenaleyh o silsileleri teşkil eden enva ile efrad, hudûs ve imkân lisanıyla, Hâlıklarının vücub-u vücuduna kat’î bir şehadetle şehadet ediyorlar.

    Sual: Bütün silsilelerin Hâlık’ın vücub-u vücuduna kat’î şehadetleri göz önünde olduğu halde, bazı insanların madde ile maddenin hareketinin ezeliyeti cihetine zâhib olmakla dalalete düştüklerinin esbabı nedendir?

    Cevap: Kasd ve dikkatle değil, sathî ve dikkatsiz bir nazarla, muhal ve bâtıla, mümkin nazarıyla bakılabilir. Mesela:

    Bir bayram akşamı, gökte ay ve hilâli arayanlar içinde ihtiyar bir zat da bulunur. Bu zat, gökteki hilâli görmek için bütün kasd ve dikkatiyle nazarını göğe tevcih edip hilâli araştırmakla meşgul iken, gözünün kirpiklerinden uzanan ve gözünün hadekası üzerine eğilen beyaz bir kıl nasılsa gözüne ilişir. O zat derhal “Hilâli gördüm!” der. “İşte bu gördüğüm aydır!” diye hükmeder.

    İşte sathî ve dikkatsiz nazarlar bu gibi hatalara düştükleri gibi yüksek bir cevhere ve mükerrem bir mahiyete mâlik olan insan, kasdı ve dikkati ile daima hak ve hakikati ararken bazen sathî ve dikkatsiz bir nazarla bâtıla bakar. O bâtıl da ihtiyarsız, talepsiz, davetsiz fikrine gelir. Fikri de çâr nâçâr alır saklar, yavaş yavaş kabul ve tasdikine de mazhar olur. Fakat onun o bâtılı kabul ve tasdiki, bütün hikmetlerin mercii olan nizam-ı âlemden gaflet etmesinden ve madde ile hareketinin ezeliyete zıt olduğuna körlük gösterdiğinden ileri gelmiştir ki şu garib nakışları ve acib sanat eserlerini esbab-ı camideye isnad etmek mecburiyetiyle o dalaletlere düşmüşlerdir.

    Hüseyin-i Cisrî’nin dediği gibi âsâr-ı medeniyetle müzeyyen ve bütün ziynetlere müştemil bir eve giren bir adam, ev sahibini göremediğinden o ziyneti, o esasatı, tesadüfe ve tabiata isnad etmeye mecbur olmuştur.

    Kezalik nizam-ı âlemdeki bütün hikmetlerin, faydaların tam bir ihtiyara ve şâmil bir ilme ve kâmil bir kudrete yaptıkları şehadetten gaflet eden gafiller, sathî nazarlarınca, tesir-i hakikiyi esbab-ı camideye vermeye mecbur kalmışlardır.

    Ey arkadaş! Cenab-ı Hakk’ın pek ince âsâr-ı sanatından ve pek yüksek acayib-i kudretinden sarf-ı nazar ederek, yalnız tabiat denilen şu âsâr ve esbabdan, en zâhir olan in’ikas ve irtisam keyfiyetine bak.

    Mesela, bir âyineyi semaya karşı tuttuğun zaman semayı irtifaıyla, nakışlarıyla, yıldızlarıyla celbedip âyinede in’ikas ve irtisam ettiren illet-i müessirenin, âyinenin yüzündeki hâsiyet olduğuna kanaat hasıl edebilir misin? Hâşâ!

    Veyahut hakikatte bir emr-i vehmîden ibaret olan cazibe-i umumiyenin, arz ile yıldızları şu boşlukta muntazam tahrik ve tedbirine illet-i müessire olarak telakki ve kabul edebilir misin? Hâşâ! Bunlar ancak şart ve sebep olabilirler, illet-i müessire olamazlar.

    Hülâsa: İnsan sathî ve gayr-ı kasdî bir nazarla bâtıl ve muhal bir şeye baktığı zaman, hakiki illetini bulamadığı takdirde, çâr nâçâr sıhhatine veya inkârına kail olmakla kabul etmesi ihtimali vardır. Fakat talip ve müşteri sıfatıyla kasden ve bizzat dikkatle bakacak olursa onların hikemiyat dedikleri o bâtıl meselelerden hiçbirisini de kabul etmez. Ancak bütün siyasîlerin hikmetini ve hükemanın akıllarını zerrelerde farz etmekle eblehane kabul eder.

    Sual: Onların daima iftiharla bahsettikleri tabiat, nevamis ve kuva nedir ki kendilerini onlarla iknaya çalışıyorlar?

    Cevap: Tabiat dedikleri şey, bir matbaadır, tabi’ ( طَابِع۟ ) değildir. Tabi’ ancak kudrettir. Kanundur, kuvvet değildir. Kuvvet ancak kudrettedir. Yahut nasıl ki bildiğimiz şeriat, insanlardan sudûr eden ef’al-i ihtiyariyeyi bir nizam ve bir intizam altına alıp tahdid eden kaidelerin hülâsasıdır veya devletin işlerini tanzim eden nizamların, düsturların, kanunların mecmuasıdır.

    Kezalik tabiat denilen şey de âlem-i şehadetin uzuvlarından ve eczalarından sudûr eden ef’al arasında bir nizam ve bir intizamı îka eden İlahî bir şeriat-ı fıtriyedir. Binaenaleyh şeriat ile devlet nizamı, makul ve itibarî emirlerden oldukları gibi; tabiat dahi itibarî bir emir olup hilkatte yani yaratılışta cari olan âdetullahtan ibarettir.

    Amma tabiatın bir mevcud-u haricî olduğunu tevehhüm etmek, bir fırka askerin, idman ve talim esnasında yaptıkları o muntazam hareketlerini gören bir vahşinin “Aralarındaki o nizamı idare edip birbiriyle bağlayan ip gibi bir şey mevcuddur.” diye vahşice ettiği vehme benzer. Binaenaleyh vicdanı ve aklı vahşi olan bir adam, sathî ve tebeî bir nazarla, devam ve istimrarını muhafaza eden tabiatın müessir bir mevcud-u haricî olduğuna ihtimal verebilir.

    Hülâsa: Tabiat, Allah’ın sanatı ve şeriat-ı fıtriyesidir. Nevamis ise onun meseleleridir. Kuva dahi o meselelerin hükümleridir.

    Tevhide geçiyoruz. Kur’an-ı Kerîm, Sâni’in vahdetine dair delillerden hiçbir şey terk etmemiştir. Bilhassa “Arz ve semada Allah’tan başka ilahlar olmuş olsa idiler, şu görünen intizam fesada uğrardı.” manasında olan لَو۟ كَانَ فٖيهِمَٓا اٰلِهَةٌ اِلَّا اللّٰهُ لَفَسَدَتَا âyetinin tazammun ettiği bürhanü’t-temanü’ Sâni’in vâhid ve müstakil olduğuna kâfi bir delildir. Ve istiklaliyet, uluhiyetin zatî bir hâssası ve zarurî bir lâzımı olduğuna nurlu bir bürhandır.

    Ey arkadaş! Bahsinde bulunduğumuz âyetin evvelinde bulunan اُع۟بُدُوا emri, İbn-i Abbas’ın tefsirine nazaran, insanları tevhide davet eden bir emirdir. Ve aynı zamanda bu âyet, heyet-i mecmuasıyla tevhide işaret eden pek latîf ve güzel bir bürhanı tazammun etmiştir. Şöyle ki:

    Nev-i beşer ile sair hayvanatın medar-ı maişetleri olan semeratın tevlidi için arz ile sema arasındaki muavenet ve münasebetleri ve âsâr-ı âlemin birbirine müşabehetleri ve etraf-ı âlemin birbiriyle kucaklaşmaları ve birbirinin elini tutup ihtiyaçlarını temin etmeleri ve yekdiğerinin sualine cevap verip yardımına koşmaları ve tamamıyla bir nokta-i vâhideye bakmaları ve bir nizam-ı vâhidin mihveri üstünde hareket etmeleri gibi halleri hâvi olan böyle garib bir makine, sahip ve sâni’inin bir olduğunu kat’î bir şehadetle ilan etmekle “Her bir şeyde, Sâni’in vahdetine delâlet eden bir âyet ve bir alâmet vardır.” manasında olan şu beyitle tanin-endaz oluyorlar:

    وَ فٖى كُلِّ شَى۟ءٍ لَهُ اٰيَةٌ تَدُلُّ عَلٰٓى اَنَّهُ وَاحِدٌ

    Ey arkadaş! Sâni’-i Zülcelal, vâhid ve vâcibü’l-vücud olduğu gibi bütün sıfât-ı kemaliye ile de muttasıftır. Zira âlemde ve masnuatta bulunan kemalât, tamamıyla Sâni’in kemalinden tecelli eden gölgeden muktebestir. Öyle ise Sâni’de bulunan cemal, kemal, hüsün; umum kâinatta bulunan umum cemallerden, kemallerden, hüsünlerden gayr-ı mütenahî derecelerle yüksektir. Zira ihsan, in’am edenin servetinden doğar ve servetine delildir. İcad, icad edenin vücuduna delâlet eder. İcab, mûcibin vücubuna bürhandır. Verilen hüsün, verenin hüsnüne delildir.

    Ve keza Sâni’-i Zülcelal, bütün nevakıstan pâk ve münezzehtir. Çünkü noksaniyet, maddiyatın mahiyetlerindeki istidadın kılletinden ileri gelir. Halbuki Cenab-ı Hak maddiyattan değildir.

    Ve keza Sâni’-i Kadîm-i Ezelî, kâinatın ihtiva ettiği eşyanın cismiyet, cihetiyet, tagayyür, temekkün gibi istilzam ettikleri levazım ve evsaftan

    berî ve münezzehtir. Kur’an-ı Kerîm şu iki hakikate “Allah’a misil yapmayın!” manasında olan فَلَا تَج۟عَلُوا لِلّٰهِ اَن۟دَادًا âyetiyle işaret etmiştir.

    Delil-i İmkânî: Bu âyetin, Sâni’in vücuduna işaret eden delillerinden birisi de “delil-i imkânî”dir ki وَاللّٰهُ ال۟غَنِىُّ وَاَن۟تُمُ ال۟فُقَرَٓاءُ âyetiyle işaret edilmiştir. Bu delilin hülâsası:

    Kâinatın ihtiva ettiği zerrelerden her birisinin gerek zatında gerek sıfâtında gerek ahvalinde ve gerek vücudunda gayr-ı mütenahî imkânlar, ihtimaller, müşkülatlar, yollar, kanunlar varken birdenbire o zerre, gayr-ı mütenahî yollardan muayyen bir yola sülûk eder. Ve gayr-ı mahdud hallerden bir vaziyete girer. Ve gayr-ı ma’dud sıfatlardan bir sıfatla vasıflanır ve doğru bir kanun üzerine mukadder bir maksada harekete başlar ve vazife olarak uhdesine verilen herhangi bir hikmet ve bir maslahatı derhal intac eder ki o hikmet ve o maslahatın husule gelmesi ancak o zerrenin o çeşit hareketiyle olabilir. Acaba o kadar yollar ve ihtimaller arasında o zerrenin macerası, lisan-ı haliyle Sâni’in kasd ve hikmetine delâlet etmez mi?

    İşte her bir zerre –müstakillen– kendi başıyla Sâni’in vücuduna delâlet ettiği gibi, küçük büyük herhangi bir teşekküle girerse veya hangi bir mürekkebe cüz olursa girdiği ve cüz olduğu o makamlarda kazandığı nisbete göre Sâni’ine olan delâletini muhafaza eder.

    Bu âyetin mâkabliyle cihet-i irtibatına gelince:

    Vaktâ ki Kur’an-ı Kerîm, birincisi, müttaki mü’minler; ikincisi, inatlı kâfirler; üçüncüsü, iki yüzlü münafıklar olmak üzere insanları üç kısma ayırdı ve aralarında taksimat ve teşkilat yaptı. Ve her bir kısmın sıfâtını ve âkıbetini beyan etti. Sonra يَٓا اَيُّهَا النَّاسُ اع۟بُدُوا âyetiyle her üç kısma tevcih-i hitap ederek onları ibadete emir ve davet etti. Demek bu âyetin evvelki âyetlere terettübü ve onları takip etmesi; hane ve binanın mühendisin krokisine, amelin ilme, kazanın kadere terettübü ve birbirini takip etmeleri gibidir.

    Evet, evvelki âyetlerde yapılan teşkilat ve taksimat, kroki ve plandan sonra bu âyette, ibadet binasının yapılmasına emredilmiştir. Ve o âyetlerde verilen bilgi ve malûmattan sonra, bu âyette amel ve ibadete emredilmiştir. Ve onlarda yazılan sıfat ve istihkaklara göre, burada emir ve nehiyler ile hükümler verilmiştir. Ve keza evvelki âyetlerde insanların taksimatı, ahval ve sıfâtı zikredildikten sonra, makamın iktizasıyla bu âyet onları takip etmiştir.

    Vaktâ ki Kur’an-ı Kerîm, insanların her üç fırkasından bahsetti ve her bir fırkanın sıfatını ve âkıbetini söyledi; sâmi’in arzusu ve makamın iktizası üzerine Kur’an-ı Kerîm, gaybdan hitaba intikal ederek onlara karşı şu hitapta bulundu. Evet, bazı adamlar hakkında gaibane konuşanların bilâhare konuşmalarını hitaba çevirmelerinde şöylece bir nükte-i umumiye vardır:

    Mesela, bir şahsın iyiliğinden veya fenalığından bahsedilirken gerek konuşanda gerek dinleyende ya tahsin veya tel’in için bir meyil uyanır. Sonra gitgide o meyil öyle kesb-i şiddet eder ki sahibini o şahısla görüştürüp şifahen konuşmaya kuvvetli bir arzu uyandırır. Burada sâmi’lerin o meyillerini tatmin etmekle, makamın iktizası üzerine Kur’an-ı Kerîm, onları sâmi’lerin huzuruna götürüp kendilerine hitap ile tevcih-i kelâm etmiştir.

    Bu âyette gaybdan hitaba edilen iltifat ve intikalde hususi bir nükte de vardır ki ibadetle yapılan tekliften hasıl olan meşakkat, hitab-ı İlahîden neş’et eden zevk ve lezzetle karşılanır ve insanlara ağır gelmez. Ve keza hitap suretiyle ibadeti teklif etmek, abd ile Hâlık arasında vasıta olmadığına işarettir.

    Ey arkadaş! Bu âyetin cümlelerini birbiriyle nazmeden münasebetler ise:

    يَٓا اَيُّهَا النَّاسُ اع۟بُدُوا cümlesinde emir ve hitap, geçen her üç fırkayı teşkil eden mü’min, kâfir ve münafıkların; mazi, hal ve istikbalde vücuda gelmiş veya gelecek bütün efradını ihtiva eden tabakalara hitaptır. Binaenaleyh اُع۟بُدُوا vav’ının merciinde dâhil olan kâmil mü’minlere göre اُع۟بُدُوا ibadete devam ve sebat etmeye emirdir. Orta derecedeki mü’minlere nazaran, ibadetin arttırılmasına emirdir. Kâfirlere göre, ibadetin şartı olan iman ve tevhid ile ibadetin yapılmasına emirdir. Münafıklara nazaran, ihlasa emirdir. Binaenaleyh اُع۟بُدُوا nun ifade ettiği ibadet kelimesi, mükellefîne göre müşterek-i manevî hükmündedir.

    رَبَّكُم۟ : Yani “Sizi terbiye eden ve büyüten odur. Ve sizin mürebbiniz odur. Öyle ise siz de ona ibadet etmekle abd olunuz!”

    Ey arkadaş! Vaktâ ki Kur’an-ı Kerîm ibadeti emretti. İbadet ise üç şeyden sonra olabilir.

    Birincisi: Mabud’un mevcud olmasıdır.

    İkincisi: Mabud’un vâhid olmasıdır.

    Üçüncüsü: Mabud’un ibadete istihkakı bulunmasıdır.

    Kur’an-ı Kerîm o üç mukadder suale işaret etmekle beraber şartlarının delillerini de zikrederken, Mabud’un vücuduna dair olan delilleri iki kısma ayırmıştır:

    Birisi: Hariçten alınan delillerdir ki buna âfakî denilir.

    İkincisi: İnsanların nefislerinden alınan bürhanlardır. Buna enfüsî tesmiye edilir. Enfüsî olan kısmını da biri nefsî diğeri usûlî olmak üzere iki kısma taksim etmiştir.

    Demek, Mabud’un vücuduna üç türlü delil vardır: Âfakî, nefsî, usûlî.

    Evvela, en zâhir ve en yakın olan nefsî delile اَلَّذٖى خَلَقَكُم۟ cümlesiyle, usûlî delile de وَالَّذٖينَ مِن۟ قَب۟لِكُم۟ cümlesiyle işaret etmiştir.

    Sonra ibadet, insanların hilkat ve yaratılışına ta’lik edilmiştir.

    İbadetin hilkat-i beşere terettübü iki şeyden ileri geliyor:

    Ya insanlar ilk yaratılışında ibadete istidatlı ve takvaya kabiliyetli olarak yaratılmışlardır. Ve o istidadı ve o kabiliyeti onlarda gören, onların ibadet ve takva vazifelerini göreceklerini kaviyyen ümit eder.

    Veyahut insanların hilkatinden ve memur oldukları vazifeden ve teveccüh ettikleri kemalden maksat, ibadetin kemali olan takvadır. لَعَلَّكُم۟ تَتَّقُونَ : Şu cümle, her iki noktaya da tatbik edilebilir. Yani “İstidat ve kabiliyetinizde ekilen veya vazife ve hilkatinizden kasdedilen takvanın kuvveden fiile çıkarılması lâzımdır.”

    Sonra Kur’an-ı Kerîm’de Mabud’un vücuduna ait âfakî delillerin en karibine جَعَلَ لَكُمُ ال۟اَر۟ضَ فِرَاشًا cümlesiyle işaret edilmiştir. Ve bu işaretten, arzın bu şekle getirilmesiyle nev-i beşere ve sair hayvanata kabil-i sükna olarak hazır bulundurulması ancak Allah’ın ca’liyle (yapmasıyla) olup tabiatın ve esbabın tesiriyle olmadığına bir remiz vardır. Çünkü tesir-i hakikinin esbaba verilmesi, bir nevi şirktir.

    وَالسَّمَٓاءَ بِنَٓاءً cümlesiyle, Sâni’in vücuduna olan âfakî delillerden en basit ve en yükseğine işaret edilmiştir.

    Sonra mürekkebat ve mevalidin vücud-u Sâni’e vech-i delâletlerine وَاَن۟زَلَ مِنَ السَّمَٓاءِ مَٓاءً ...الخ cümlesiyle işaret edilmiştir.

    Sonra geçen delillerin her birisi ale’l-infirad, yani birer birer Sâni’in vücuduna delâlet ettiği gibi heyet-i mecmuası da Sâni’in vahdetine işarettir.

    Sonra nimetlerin menşei ve menbaı olan âlemin nizamına işaret eden o cümlelerin suret-i tertibi رِز۟قًا لَكُم۟ ün delâletiyle beraber, Mabud’un ibadete müstahak olduğuna delâlet eder. Çünkü ibadet, şükürdür. Şükür, mün’ime edilir; yani nimetleri veren zata şükretmek vâcibdir.

    Sonra رِز۟قًا لَكُم۟ cümlesinden, arz ve arzdan çıkan mevalid, yani arzın semereleri insanlara hâdim oldukları gibi insanlar da onların Sâni’ine hâdim olmaları lâzım olduğuna bir remiz vardır.

    فَلَا تَج۟عَلُوا لِلّٰهِ اَن۟دَادًا cümlesi ise geçen cümlelerin her birisiyle alâkadardır. Yani Rabb’inize ibadet yaptığınızda şerik yapmayınız.

    Zira Rabb’iniz ancak Allah’tır. Sizi, neviniz ile beraber halk eden odur. Ve arzı size mesken olarak hazırlayan odur. Semayı sizin binanıza dam olarak yaratan odur. Ve sizin rızık maişetinizi tedarik için suları gönderen odur.

    Hülâsa, bütün nimetler onundur, öyle ise bütün şükürler ve ibadetler de ancak onadır.

    Arkadaş! Bu âyetin tazammun ettiği cümlelerin keyfiyet ve nüktelerine gelelim:

    Evvela: Kur’an-ı Kerîm’de kesretle zikredilen يَٓا اَيُّهَا ile edilen hitap ve nida, üç vecihle ve üç edatla tekid edilmiştir.

    Birisi: İkazı ifade eden ve ikaz için kullanılan يَا harfidir.

    İkincisi: Alâmetleri aramakla bir şeyi bulmak için kullanılan اَىُّ kelimesidir ki Türkçede “hangi” kelimesiyle tercüme edilir.

    Üçüncüsü: Gafletten ayıltmak için kullanılan هَا harfidir.

    Bu tekidlerden anlaşılır ki burada şu tarz ile yapılan nida ve hitap, çok faydalara ve nüktelere işarettir. Ezcümle:

    Birincisi: İnsanlara ibadetlerin teklifinden hasıl olan meşakkatin, hitab-ı İlahîye mazhariyetten neş’et eden zevk ve lezzetle tahfif edilmesidir.

    İkincisi: İnsanın gaibane olan aşağı mertebesinden, huzurun yüksek makamına çıkması ancak ibadet vasıtasıyla olduğuna işarettir.

    Üçüncüsü: Muhatabın üç cihetten ibadete mükellef olduğuna işarettir. Kalbiyle teslim ve inkıyada, aklıyla iman ve tevhide, kalıbıyla amel ve ibadete mükelleftir.

    Dördüncüsü: Muhatabın mü’min, kâfir, münafık olmak üzere üç kısma ayrılmış olduğuna işarettir.

    Beşincisi: İnsanların yüksek, orta, avam tabakalarına hitabın şâmil olduğuna işarettir.

    Altıncısı: İnsanlar arasında yapılan nida ve hitaplarda âdet edinmiş olan şeylere işarettir ki insan evvela gördüğü adamı çağırır ve durdurur. Sonra kim olduğunu anlamak için alâmetlerine dikkat eder. Sonra maksadını anlatır.

    Hülâsa: Mezkûr hitap, geçen üç cihetten tekid edilmiş şu nüktelere işarettir.

    يَا ile nida edilen insanlar gafil, gaib, hazır, cahil, meşgul, dost, düşman gibi çok muhtelif tabakalara şâmildir. Bu muhtelif tabakalara göre يَا nın ifadesi değişir. Mesela, gafile karşı tenbihi ifade eder, gaibe ihzarı, cahile tarifi, dosta teşviki, düşmana tevbih ve takri’i gibi her tabakaya münasip bir ifadesi vardır.

    Sonra makam, kurbu iktiza ettiği halde, uzaklara mahsus olan يَا edatının kullanılması birkaç nükteye işarettir:

    1- Teklif edilen emanet ve ibadetin pek büyük bir yük olduğuna,

    2- Derece-i ubudiyetin, mertebe-i uluhiyetten pek uzak olduğuna,

    3- Mükelleflerin, zaman ve mekânca hitabın vakit ve mahallinden ırak bulunduğuna,

    4- İnsanların derece-i gafletlerine işarettir.

    Muzafunileyhsiz zikredildiğinden umumî bir tevessümü ifade eden اَىُّ kelimesi, hitabın umum kâinata şâmil olup yalnız farz-ı kifaye suretiyle haml-i emanete ve ibadete insanların tahsis edilmiş olduklarına işarettir. Öyle ise ibadette insanların kusurları, umum kâinata tecavüzdür.

    Sonra اَىُّ kelimesinde bir icmal ve bir ibham vardır çünkü izafesiz zikredilmiştir. Onun o ibham ve icmali نَاسٍ kelimesiyle izale ve tafsil edildiğinden, aralarında bir icmal ve tafsil cezaleti meydana gelmiştir.

    اَىُّ : هَا nün muzafunileyhine ivaz olmakla beraber يَا edatıyla çağrılanları tenbih içindir.

    نَاسٍ aslında nisyandan alınmış bir ism-i fâildir, vasfiyet-i asliyesi mülahazasıyla insanlara bir itaba işarettir. Yani “Ey insanlar! Ne için

    misak-ı ezelîyi unuttunuz?” Fakat bir cihetten de insanlara bir mazeret yolunu gösteriyor. Yani sizin o misakı terk etmeniz amden değil belki sehiv ve nisyandan ileri gelmiştir.

    اُع۟بُدُوا nidaya cevaptır. Mü’min, kâfir, münafık olan geçen tabakalar nida ile çağrıldıklarından اُع۟بُدُوا emri devam, itaat, ihlas, tevhid gibi her tabakaya münasip bir manayı ifade eder.

    رَبَّكُم۟ : Rab unvanı اُع۟بُدُوا ile teklif edilen ibadete bir illet ve bir sebebe işarettir. Yani sizin terbiyeniz Rabb’inizin elinde olduğundan daima ona muhtaçsınız. Ve terbiyenize lâzım olan bütün levazımatı veren odur. Onun o nimetlerine şükür lâzımdır. Şükür ise ancak ibadettir.

    اَلَّذٖى : اَلَّذٖى خَلَقَكُم۟ Esma-i mübhemeden olduğu için merci ve medlûlü ancak sıla denilen dâhil olduğu cümle ile malûm olur. Mesela اَلَّذٖى جَٓاءَكَ denildiği zaman, gelen adamın yalnız sana gelmekle malûmiyeti var, başka cihetten malûmiyeti yoktur. Binaenaleyh burada رَبَّ kelimesinin اَلَّذٖى ile vasıflandırılması Cenab-ı Hakk’ın marifeti, hakikatiyle olmayıp ancak ef’al ve âsârıyla olduğuna işarettir.

    İcad, inşa veya başka bir kelimeye tercihen yaratılışın güzel şeklini ifade eden خَلَقَ tabiri, insanlardaki istidadın sedad ve istikametçe ibadete elverişli olduğuna işarettir.

    Ve keza ibadet, yaratılışın ücreti ve neticesidir. Bu itibarla sevap, ibadetin ücreti olmayıp ancak Cenab-ı Hakk’ın kereminden olduğuna işarettir.

    وَالَّذٖينَ مِن۟ قَب۟لِكُم۟ : Merci ve medlûlünün adem-i malûmiyetine delâlet eden اَلَّذٖينَ evvelki insanların ölüm ile mahvolup gittiklerine ve onların ahvalini bildirecek bir bilgi olmadığına ve yalnız sizin gibi bir kısım mahluklar onların yerlerine gelmekle, o mahvolan insanların tarifleri mümkün olduğuna işarettir.

    لَعَلَّ : لَعَلَّكُم۟ تَتَّقُونَ kelimesi ümit ve recayı ifade ediyor. Fakat bu mana –hakikatiyle– Cenab-ı Hak hakkında istimal edilemez. Binaenaleyh ya mecazen istimal edilecektir. Veya muhataplara veyahut sâmi’ ve müşahitlere isnad edilecektir.

    Mana-yı mecaziyle Cenab-ı Hak hakkında isnad edilmesi şöyle tasvir edilir:

    Nasıl ki bir insan bir iş için bir adamı teçhiz ettiği zaman, o işin o adamdan yapılmasını ümit eder. Kezalik –bilâ-teşbih– Cenab-ı Hak insanlara kemal için bir istidat, teklif için bir kabiliyet ve bir ihtiyar vermiştir. Bu itibarla Cenab-ı Hak, insanlardan o işlerin yapılmasını intizar etmektedir, denilebilir.

    Bu teşbih ve istiarede, hilkat-i beşerdeki hikmetin takva olduğuna ve ibadetin de neticesi takva olduğuna ve takvanın da en büyük mertebe olduğuna işaret vardır.

    Reca manasının muhataplara atfedilmesi şöyle izah edilir:

    Ey muhatap olan insanlar! Havf ve reca ortasında bulunmakla, takvayı reca ederek Rabb’inize ibadet ediniz.

    Bu itibarla insan, ibadetine itimat etmemelidir ve daima ibadetinin artmasına çalışmalıdır.

    Reca manası, sâmi’ ve müşahitlere göre olursa şöyle tevil edilecektir:

    Ey müşahitler! Arslanın pençesini gören adam, o pençenin iktizası olan parçalamayı arslandan ümit ve reca ettiği gibi; siz de insanları ibadet teçhizatıyla mücehhez olduklarını gördüğünüzden onlardan takvayı reca ve intizar edebilirsiniz.

    Ve keza ibadetin fıtrî bir iktiza neticesi olduğuna işarettir.

    تَتَّقُونَ : Takva, tabakat-ı mezkûrenin ibadetlerine terettüp ettiğinden takvanın bütün kısımlarına, mertebelerine de şâmildir. Mesela şirkten takva; kebairden, mâsivaullahtan kalbini hıfzetmekle takva; ikabdan içtinab etmekle takva; gazaptan tahaffuz etmekle takva. Demek تَتَّقُونَ kelimesi bu gibi mertebeleri tazammun eder.

    Ve keza ibadetin ancak ihlas ile ibadet olduğuna ve ibadetin mahzan vesile olmayıp maksud-u bizzat olduğuna ve ibadetin sevap ve ikab için yapılmaması lüzumuna işarettir.

    اَلَّذٖى جَعَلَ لَكُمُ ال۟اَر۟ضَ فِرَاشًا وَالسَّمَٓاءَ بِنَٓاءً

    Kur’an-ı Kerîm, bu cümle ile beyan ettiği kudret-i İlahiyenin azametiyle insanları ibadete teşvik edip heyecana getiriyor. Şöyle ki:

    Ey insanlar! Arz ve semayı sizlere mutî ve hizmetkâr yapan zat, yaptığı şu iyiliğe karşı ibadete müstahaktır; ibadetini ediniz.

    Ve keza insanların faziletine ve yüksek bir kıymete mâlik olduğuna ve indallah mükerrem bulunduğuna bir îmadır. Sanki beşere emrediyor:

    Ey beşer! Yüksek ve alçak bütün ecramı sizin istifadenize tahsis etmekle sizlere bu kadar i’zaz ve ikramlarda bulunan Cenab-ı Hakk’a ibadet ediniz! Ve sizlere yaptığı keramete karşı liyakatinizi izhar ediniz.

    Ve keza esbab ve tabiata tesirin verilmesini reddediyor. Şöyle ki:

    Ey insan! Şu gördüğünüz yerler, gökler; sıfatlarıyla beraber bir Hâlık’ın halkıyla, kasdıyla, tahsisiyle ve bir nâzımın nazmıyla husule gelip bu intizamı bulmuşlardır. Kör tabiatın bu kadar büyük şeylerde yeri olmadığı gibi en küçük şeylerde de yeri yoktur.

    Ve keza sıfatlar da mümkinattan oldukları cihetle, Sâni’e delâlet ettiklerine işarettir. Zira cisimleri teşkil eden zerreler, büyüklük küçüklük, çirkinlik güzellik gibi gayr-ı mütenahî ahval ve keyfiyetleri kabul etmekte müsavidirler. Yani bir zerrenin, bin keyfiyeti kabul etmeye kabiliyeti vardır ve bir halet, binlerce zerrelere hal olabilir.

    Binaenaleyh güzellik gibi bir sıfat, binlerce zerrelere ve dolayısıyla cisimlere sıfat olabildiği halde, o kadar imkânat ve ihtimaller içinde muayyen bir cisme tayin edildiği zaman; herhalde bir kasd ile, bir hikmet altında, bir zatın irade ve tahsisiyle, binlerce cisimler arasında o cisim, o sıfata mevsuf kılınmıştır.

    لَكُم۟: Bu ل ihtisas için değildir ancak sebebiyeti ifade ediyor. Yani arzın tefrişine sebep yani vesile, insandır. Bu misafirhanedeki ziyafet onun namına verildi. Fakat istifade, insanlara mahsus ve münhasır değildir. Öyle ise insanların ihtiyacından, istifadesinden fazla kalana abes denilemez.

    فِرَاشًا: Bu tabir, garib bir nükte-i belâgata işarettir. Çünkü arzın sıkletinden dolayı suya batıp kaybolması tabiatının icabatından olduğu halde, Cenab-ı Hak merhametiyle bir kısmını dışarıda bırakarak, insanlar için bir mesken ve nimetlerine bir maide, yani bir sofra olmak üzere tefriş etmiştir.

    Ve keza فِرَاشًا tabirinden anlaşılıyor ki arz, bir hanenin tabanı gibi insan ve hayvanlara ferş ve bast edilmiştir. Öyle ise arzdaki nebatat ve hayvanat, hanedeki efrad-ı aile ile erzak vesaire gibi levazım-ı beytiye hükmündedir.

    Ve keza فِرَاشًا tabirinden anlaşılıyor ki arz taş gibi katı ve sert değildir ki kabil-i sükna olmasın ve su gibi mayi de değildir ki ziraat ve istifadeye kabil olmasın. Belki orta bir vaziyette yapılmıştır ki hem mesken hem mezraa olsun. Bu iki faydanın taht-ı temine alınması, elbette ve elbette bir maksat, bir hikmet ve bir nizam ile olabilir.

    وَالسَّمَٓاءَ بِنَٓاءً: Semanın insanlara bir sakf, bir dam gibi yapılması, yıldızların o damda asılı kandiller gibi olmalarını istilzam eder ki teşbih tamam olsun. Öyle ise gayr-ı mütenahî şu boşlukta dağınık bir şekilde yıldızların bulunması, akılları hayrette bırakan nizam ve intizamlı vaziyetleri, kör tesadüfe isnad edilemez.

    Sual: İnsan, arza nisbeten bir zerredir. Arz da kâinata nazaran bir zerredir; ve keza insanın bir ferdi, nevine nisbeten bir zerredir; nev’i de sair ortakları bulunan enva içinde bir zerre gibidir. Ve keza aklın düşünebildiği gayeler, faydalar hikmet-i ezeliye ve ilm-i İlahîdeki faydalara nisbeten bir zerreden daha aşağıdır. Binaenaleyh böyle bir âlemin insanın istifadesi için yaratılmış olduğu akla giremez?

    Cevap: Evet, zâhire bakılırsa insan bir zerre hükmündedir. Fakat insanın taşıdığı ruha, kafasına taktığı akla, kalbinde beslediği istidatlara nazaran bu âlem-i şehadet dardır, istiab edemez. Ancak o ruhun arzularını ve o aklın fikirlerini ve o istidatların meyillerini tatmin ve temin edecek, âlem-i âhirettir.

    Ve keza istifade hususunda müzahame, mümanaa ve tecezzi yoktur; bir küllînin cüz’iyatına nisbeti gibidir. Nasıl ki bir küllî bütün cüz’iyatında mevcud olduğu halde, ne o küllîde tecezzi ve inkısam olur ve ne de cüz’iyatında müzahame ve müdafaa olur. Küre-i arzdan da binlerce müstefid olsa ne aralarında bir müzahame olur ve ne küre-i arzda bir noksaniyet peyda olur. Yalnız insanın indallah kerameti olduğu için âlem-i şehadetin yaratılışında insan, ille-i gaiye menzilesinde gösterilmiştir. Ve insanın hatırı için bütün envaa bir umumî ziyafet verilmiştir. Bu ise bütün âlemin faydaları insana münhasır olup başkalara hiçbir faydası yoktur demek değildir.

    وَاَن۟زَلَ مِنَ السَّمَٓاءِ مَٓاءً فَاَخ۟رَجَ بِهٖ مِنَ الثَّمَرَاتِ رِز۟قًا لَكُم۟

    İnzalin Cenab-ı Hakk’a olan isnadından anlaşılıyor ki yağmurun katreleri başıboş değildir ancak bir hikmet altında ve bir mizan-ı kasdî ile inerler. Çünkü o mesafe-i baîdeden gelmek ile beraber; rüzgâr ve hava da müsademelerine yardımcı olduğu halde, katrelerin aralarında müsademe olmuyor. Öyle ise o katreler başıboş olmayıp gemleri, onları temsil eden meleklerin elindedir.

    مِنَ السَّمَٓاءِ: Sema kelimesinin zikri geçtiğine nazaran, makam zamirin yeri olduğu halde ism-i zâhir ile zikredilmesi, yağmurların sema

    cirminden değil sema cihetinden geldiğine işarettir. Çünkü sebkat eden sema kelimesinden maksat, cirmdir.

    مَٓاءً: Semadan gelen karlar, dolular, sular olduğu halde yalnız suların zikredilmesi, en büyük istifadeyi temin eden, su olduğuna işarettir. مَٓاءً kelimesinde tenkiri ifade eden tenvin ise yağmur suyunun acib bir su olup nizamı garib, imtizacat-ı kimyeviyesi size meçhul olduğuna işarettir.

    فَاَخ۟رَجَ deki ف müddet ve mühlet olmaksızın takibi ifade eder. Buna binaen semeratın ihracı, yağmurun inzali akabinde bir müddet ara vermeden husule gelmesi lâzımdır. Halbuki ihraç ile inzal arasında hayli bir zaman vardır. Öyle ise اَخ۟رَجَ , اَن۟زَلَ ye atıf değildir. Ancak inzali takip eden fiillerin silsilesi ortadan kaldırılarak, o fiillerin neticesi hükmünde olan اَخ۟رَجَ , اَن۟زَلَ ye atfedilmiştir. Takdir-i kelâm şöyle olsa gerektir:

    وَاَن۟زَلَ مِنَ السَّمَٓاءِ مَٓاءً فَاه۟تَزَّتِ ال۟اَر۟ضُ وَرَبَت۟ وَاَخ۟ضَرَت۟ وَاَن۟بَتَت۟ فَاَخ۟رَجَ بِهٖ مِنَ الثَّمَرَاتِ

    Bu itibarla inzali takip eden اِه۟تَزَّت۟ fiilidir. ف nin de asıl mevkii اِه۟تَزَّت۟ dir.

    بِهٖ deki ب harfi, sebebiyet ile karışık ilsak manasınadır. Yani su, semeratın husulüne sebep olduğu gibi semerata mülsak, karışık, yapışık olduğundan da semeratın taravet ve tazeliğini muhafazaya vesiledir.

    مِنَ الثَّمَرَاتِ deki مِن۟ beyan ile karışık iptidayı ifade eder. Bu itibarla اَخ۟رَجَ ye mef’ul olamaz. Ancak sâmi’in fehmine göre tayin edilen mef’ulü mukadderdir. مِنَ الثَّمَرَاتِ ise o mef’ule beyandır. Takdir-i kelâm فَاَخ۟رَجَ بِهٖ اَن۟وَاعًا مِنَ الثَّمَرَاتِ şeklindedir.

    Nekre olarak رِز۟قًا nın zikredilmesi, bu rızkın nereden ve ne ile husule geldiği size meçhul olduğuna işarettir.

    لَكُم۟ deki ل ecliyet ve sebebiyet içindir. Yani siz rızkın gelmesine sebepsiniz amma istifadesi size mahsus ve münhasır değildir ve başkalar da tebean istifadeye şeriktirler.

    Ve keza Cenab-ı Hak sizlere nimetlerini tahsis ettiği gibi sizin de şükrünüzü ona tahsis etmeniz lâzım geldiğine işarettir.

    فَلَا تَج۟عَلُوا لِلّٰهِ اَن۟دَادًا

    Başta bulunan ف geçen dört fıkraya bakıyor. Yani “Odur Mabud, şerik yapmayınız. Odur Kādir-i Mutlak, şerikini itikad etmeyiniz. Odur Mün’im, şükründe şerik yapmayınız. Odur Hâlık, başka bir hâlık tahayyül etmeyiniz.”

    تَج۟عَلُوا : Bu tabirin تَع۟تَقِدُوا tabirine tercihi, onların Allah’a isnad ettikleri şeriklerin ve misillerin aslı ve hakikati olmadığı için o uydurma şeriklerin itikad edilecek şeyler olmadığına ancak uydurma, ca’lî şeyler olduklarına işarettir.

    لِلّٰهِ : Lafza-i Celal’in اَن۟دَادًا üzerine takdimi, Allah’ın daima hazır olduğunu düşünmek lüzumuna; ve nehyin menşei, şerikin Allah için yapılışı olduğuna işarettir.

    اَن۟دَادًا : Endad “nidd”in cem’idir. “Nidd” ise “misil” manasınadır. Halbuki Cenab-ı Hakk’a yapılan misil, onun zıddı olur. Bir şey hem zıt hem misil olamaz ve bir şeyin zıddı, ona misil olamaz. Öyle ise mislin bulunması, mislin muhaliyetini istilzam eder. “Endad”ın sîga-i cem’ ile zikri, müşriklerin cehaletine işarettir. Yani “Hiçbir cihetten bir benzeri olmayan Cenab-ı Hakk’a nasıl bir sürü misil ve zıt yapıyorsunuz?”

    Ve keza bütün enva-ı şirkin reddine işarettir. Yani “Ne zatında ve ne sıfâtında ve ne ef’alinde şeriki, şebihi yoktur.”

    Ve keza Vesenî, Sabiî, ehl-i teslis, ehl-i tabiat gibi fırak-ı dâllenin tevehhüm ettikleri şeriklerin tabakalarına işarettir.

    İhtar: Vesenî mezhebinin menşei; yıldızları ilah itikad etmek, hulûlü tahayyül etmek, cismiyeti tevehhüm etmek gibi gülünç şeylerdir.

    وَاَن۟تُم۟ تَع۟لَمُونَ

    Bu cümle ile âyetlerin sonunda zikredilen emsali cümleler, İslâmiyet’in menşei ilim, esası akıl olduğuna işaret eder. Binaenaleyh İslâmiyet’in hakikati kabul ve safsatalı evhamı reddetmek, şanındandır.

    تَع۟لَمُونَ ye bir mef’ulün terki, çok mef’ullerin takdirine sebep olmuştur. Demek, îcaz ve ihtisarı yapmakla itnab ve uzatmaktan kaçar iken daha ziyade itnaba, tatvile sebep olmuştur. Yani Allah’tan başka mabudunuz olmadığını, hâlıkınızın bulunmadığını, başka bir kādir-i mutlak olmadığını ve mün’iminizin bulunmadığını bilirsiniz. Keza bilirsiniz ki onların uydurdukları âlihe ve esnam, bir şeye kādir olmayıp onlar da mahluk ve mec’ul şeylerdir.

    * * *

    NÜBÜVVET HAKKINDA

    وَاِن۟ كُن۟تُم۟ فٖى رَي۟بٍ مِمَّا نَزَّل۟نَا عَلٰى عَب۟دِنَا فَا۟تُوا بِسُورَةٍ مِن۟ مِث۟لِهٖ وَاد۟عُوا شُهَدَٓاءَكُم۟ مِن۟ دُونِ اللّٰهِ اِن۟ كُن۟تُم۟ صَادِقٖينَ ۝ فَاِن۟ لَم۟ تَف۟عَلُوا وَلَن۟ تَف۟عَلُوا فَاتَّقُوا النَّارَ الَّتٖى وَقُودُهَا النَّاسُ وَال۟حِجَارَةُ اُعِدَّت۟ لِل۟كَافِرٖينَ

    Gayet kısa bir meali: Yani “Abdimiz üzerine inzal ettiğimiz Kur’an’da bir şüpheniz varsa Kur’an’ın mislinden bir sure yapınız hem de Allah’tan başka, işlerinizde kendilerine müracaat ettiğiniz şüheda ve muînlerinizi de çağırınız, yardım etsinler. Eğer sözünüzde sadık iseniz hepiniz beraber çalışınız, Kur’an’ın mislinden bir sure getiriniz. Eğer bir misil getiremediğiniz takdirde, zaten getiremezsiniz ya, öyle bir ateşten sakınınız ki odunu, insanlar ile taşlardır.”

    MUKADDİME

    Kitabın evvelinde beyan edildiği gibi Kur’an-ı Kerîm’in takip ettiği esas maksat dörttür. Birinci maksadı olan “tevhid” evvelki âyetle beyan edilmiştir. Bu âyetle de ikinci maksat olan “nübüvvet” beyan ve izah edilmiştir. Yalnız bir şey var ki bu âyet nübüvvet-i Muhammediyenin (asm) ispatı hakkındadır, nübüvvet-i mutlaka hakkında değildir. Halbuki maksat, mutlak nübüvvettir. Fakat küllî, cüz’îde dâhildir. Cüz’înin ispatıyla küllî de ispat edilmiş olur.

    Bu âyet, Hazret-i Muhammed aleyhissalâtü vesselâmın nübüvvetini, en büyük mu’cizesi olan i’caz-ı Kur’an’dan bahisle ispat ediyor. O zatın (asm) nübüvvetine dair delail, başka risalelerimizde beyan edilmiştir. Burada yalnız bir kısmını hülâsaten altı mesele zımnında beyan edeceğiz:

    BİRİNCİ MESELE

    Enbiya-i sâlifînde nübüvvete medar ve esas tutulan noktalar ve onların ümmetleriyle olan muameleleri hakkında –yalnız zaman ve mekânın tesiriyle bazı hususat müstesna olmak şartıyla– yapılacak tam bir teftiş ve kontrol neticesinde, Hazret-i Muhammed aleyhissalâtü vesselâmda daha ekmel, daha yükseği bulunmakta olduğu tahakkuk eder.

    Binaenaleyh nübüvvet mertebesine nâil olanların heyet-i mecmuası, mu’cizeleriyle vesair ahvalleriyle, lisan-ı hal ve kāl ile nev-i beşerin sinni kemale geldiğinde Üstadü’l-Beşer unvanını taşıyan Hazret-i Muhammed aleyhissalâtü vesselâmın sıdk-ı nübüvvetine ilan-ı şehadet etmişlerdir. O Hazret de (asm) bütün mu’cizeleriyle Sâni’in vücud ve vahdetini, nurlu bir bürhan olarak âleme ilan etmiştir.

    İKİNCİ MESELE

    O zatın (asm) evvel ve âhir bütün ahval ve harekâtı nazar-ı dikkatten geçirilirse her bir hareketi, her bir hali hârikulâde değilse de onun sıdkına delâlet eder. Ezcümle: Gār meselesinde, Ebubekiri’s-Sıddık ile beraber halâs ve kurtuluş ümidi tamamıyla kesildiği bir anda لَا تَخَف۟ اِنَّ اللّٰهَ مَعَنَا “Korkma, Allah bizimle beraberdir!” diye Ebubekiri’s-Sıddık’a verdiği teselli ve tavk-ı beşerin fevkinde bir ciddiyetle, bir metanetle, bir şecaatle, havfsız, tereddütsüz gösterdiği vaziyet; elbette sıdkına ve nokta-i istinadı olan Hâlık’ına itimat ettiğine güneş gibi bir bürhandır.

    Kezalik saadet-i dâreyn için tesis ettiği esaslarda isabet etmiş olduğu ve izhar ettiği kavaidin hakikatle muttasıl ve hakkaniyetle yapışık olduğu, bütün âlemce mazhar-ı kabul ve tasdik olmuş ve olmaktadır.

    İhtar: O zatın (asm) ahval ve harekâtı birer birer, yani tek tek onun sıdk ve hakkaniyetini gösterirse; heyet-i mecmuası, onun sıdk-ı nübüvvetine öyle bir delil olur ki şeytanları bile tasdike mecbur eder.

    ÜÇÜNCÜ MESELE

    O zatın (asm) sıdk-ı nübüvvetini yazıp tasdik eden birkaç sahife vardır. Şimdi o sahifeleri okuyacağız:

    Birinci sahife o Hazretin zatıdır. Fakat bu sahifeyi mütalaadan evvel, dört nükteye dikkat lâzımdır:

    Birinci Nükte: لَي۟سَ ال۟كَحَلُ كَالتَّكَحُّلِ Yani fıtrî karagözlülük, sun’î (yapma) karagözlülük gibi değildir. Yani yapma ve sun’î olan bir şey, ne kadar güzel ve ne kadar kâmil olursa olsun, fıtrî ve tabiî olan şeylerin mertebesine yetişemez ve onun yerine kaim olamaz. Herhalde sun’îliğin yanlışlıkları onun ahvalinden, etvarından belli olacaktır.

    İkinci Nükte: Ahlâk-ı âliyeyi ve yüksek huyları hakikate yapıştıran ve o ahlâkı daima yaşattıran, ciddiyet ile sıdktır. Eğer sıdk kalkıp araya kizb girerse rüzgârlara oyuncak olan yapraklar gibi o adam da insanlara oyuncak olur.

    Üçüncü Nükte: Mütenasip olan eşya arasında meyil ve cezbe vardır. Yani birbirine temayül ederler ve yekdiğerini celbederler. Aralarında ittihat olur. Fakat birbirine zıt olan eşyanın aralarında nefret vardır, çekememezlik olur.

    Dördüncü Nükte: Cemaatte olan kuvvet, fertte yoktur. Mesela, çok iplerin heyet-i mecmuasının teşkil ettiği urgandaki kuvvet, ipler birbirinden ayrı olduğu zaman bulunmaz.

    Bu nükteler göz önüne getirilmekle o Hazretin sahifesi okunmalıdır. Evet, o zatın bütün âsârı, sîretleri, tarihçe-i hayatı vesair ahvali onun pek büyük, azîm ahlâk sahibi olduğuna şehadet ediyorlar. Hattâ düşmanları bile onun ahlâkça pek yüksekliğinden dolayı kendisini Muhammedü’l-Emin ile lakaplandırmışlardır.

    Malûmdur ki bir zatta içtima eden ahlâk-ı âliyenin imtizacından izzet-i nefis, haysiyet, şeref, vakar gibi; hasis, alçak şeylere tenezzül etmeye müsaade etmeyen yüksek haller husule gelir. Evet melâike, ulüvv-ü şanlarından şeytanları reddeder, kabul etmezler. Kezalik bir zatta içtima eden ahlâk-ı âliye; kizb, hile gibi alçak halleri reddeder. Evet, yalnız şecaatle iştihar eden bir zat, kolay kolay yalana tenezzül etmez. Bütün ahlâk-ı âliyeyi cem’eden bir zat, nasıl yalana ve hileye tenezzül eder; imkânı var mıdır?

    Hülâsa: Hazret-i Muhammed aleyhissalâtü vesselâm kendi kendine güneş gibi bir bürhandır.

    Ve keza o zatın (asm) dört yaşından kırk yaşına kadar geçirmiş olduğu gençlik devresinde bir hilesi, bir hıyaneti görülmemiş ve bir yalanı işitilmemiştir. Eğer o zatın yaratılışında, tabiatında bir fenalık, bir kötülük hissi ve meyli olmuş olsaydı; behemehal gençlik sâikasıyla dışarıya verecekti. Halbuki bütün yaşını, ömrünü kemal-i istikametle, metanetle, iffetle, bir ıttırad ve intizam üzerine geçirmiş, düşmanları bile hileye işaret eden bir halini görmemişlerdir.

    Ve keza yaş kırka bâliğ olduğunda iyi olsun kötü olsun ve nasıl bir ahlâk olursa olsun rüsuh peyda eder, meleke haline gelir, daha terki mümkün olmaz. Bu zatın tam kırk yaşının başında iken yaptığı o inkılab-ı azîmi, âleme kabul ve tasdik ettiren ve âlemi celb ve cezbettiren, o zatın (asm) evvel ve âhir herkesçe malûm olan sıdk ve emaneti idi.

    Demek o zatın (asm) sıdk ve emaneti, dava-yı nübüvvetine en büyük bir bürhan olmuştur.

    DÖRDÜNCÜ MESELE

    İkinci sahifeyi okuyacağız. Bu sahife, mazi yani zaman-ı saadetten evvelki zamandır. Şu sahifenin hâvi olduğu enbiya-i sâlifînin ahval ve kıssaları, o zatın sıdk-ı nübüvvetine birer bürhandır. Yalnız dört nükteye dikkat lâzımdır:

    Birinci Nükte: İnsan bir fennin esaslarını ve o fennin hayatına taalluk eden noktaları bilmekle, yerli yerince kullanmasına vâkıf olduktan sonra davasını o esaslara bina etmesi, o fende mahir ve mütehassıs olduğuna delildir.

    İkinci Nükte: Fıtrat-ı beşeriyenin iktizasındandır ki âdi bir insan da olsa hattâ çocuk da olsa hattâ küçük bir kavim içinde de bulunsa pek kıymetsiz bir dava hususunda cumhura muhalefet edip yalan söylemeye cesaret edemez.

    Acaba pek büyük bir haysiyet sahibi, âlemşümul bir davada, pek inatlı ve kesretli bir kavim içinde, ümmi yani okur yazar sınıfından olmadığı halde, aklın tek başına idrakten âciz olduğu bazı şeylerden bahsedip kemal-i ciddiyetle âleme neşir ve ilan etmesi onun sıdkına delil olduğu gibi o meselenin Allah’tan olduğuna da bir bürhan olmaz mı?

    Üçüncü Nükte: Malûmdur ki medeni insanlarca malûm ve me’luf pek çok ilimler, sıfatlar, fiiller vardır ki bedevîlerce meçhul olur ve o gibi şeylerden haberleri yoktur. Binaenaleyh bilhassa geçmiş zamanlardaki bedevîlerin ahvalinden bahsetmek isteyen bir adam, hayalen o zamanlara, o çöllere gidip onlar ile görüşmelidir. Zira onların ahvalini ezberden, onları görmeden muhakeme etmekle istediği malûmatı elde edemez.

    Dördüncü Nükte: Ümmi bir adam, bir fennin ulemasıyla münakaşaya girişerek beyne’l-ulema ittifaklı olan meseleleri tasdik ve ihtilaflı olanları da tashih ederse; o adamın bu hârika olan hali, onun pek yüksekliğine ve onun ilminin de vehbî olduğuna delâlet etmez mi?

    Bu dört nükteyi göz önüne getir, Muhammed-i Arabî aleyhissalâtü vesselâma bak ki: O zat herkesçe müsellem ümmiliğiyle beraber, geçmiş enbiya ile kavimlerinin ahvallerini görmüş ve müşahede etmiş gibi Kur’an’ın lisanıyla söylemiştir. Ve onların ahvalini, sırlarını beyan ederek âleme neşir ve ilan etmiştir. Bilhassa naklettiği onların kıssaları, bütün zekilerin nazar-ı dikkatini celbeden dava-yı nübüvvetini ispat içindir. Ve naklettiği esasları, beyne’l-enbiya ittifaklı olan kısmı tasdik, ihtilaflı olanı da tashih edip davasına mukaddime yapmıştır. Sanki o zat, vahy-i İlahînin ma’kesi olan masum ruhuyla zaman ve mekânı tayyederek, o zamanın en derin derelerine girmiş ve gördüğü gibi söylemiştir.

    Binaenaleyh o zatın bu hali onun bir mu’cizesi olup nübüvvetine delil olduğu gibi, evvelki enbiyanın da nübüvvet delilleri manevî bir delil hükmünde olup o zatın nübüvvetini ispat eder.

    BEŞİNCİ MESELE

    Asr-ı saadete ve bilhassa Ceziretü’l-Arap meselesine dairdir. Bunda da dört nükte vardır.

    Birinci Nükte: Âlemce malûmdur ki az bir kavmin âdetlerinden hakir, ehemmiyetsiz bir âdeti kaldırmak veya zelil, miskin bir taifenin cüz’î, zayıf huylarını ref’etmek; büyük bir hükümdara, uzun bir zamanda bile çok zahmetlere bağlıdır.

    Acaba hâkim olmamakla beraber az bir zamanda, nihayet derecede âdetlerine mutaassıp, inatçı ve kesretli bir kavimde rüsuh ve kuvvet peyda etmiş olan âdetleri ref’ ve kalplerde istikrar peyda eden ve zamanlarca devam ve istimrar eden ahlâklarını terk ettiren hem yerlerine gayet yüksek âdetleri, güzel ahlâkları tesis eden bir zat, hârikulâde olmaz mı?

    İkinci Nükte: Yine âlemce malûmdur ki devlet bir şahs-ı manevîdir. Çocuk gibi teşekkülü, büyümesi tedricîdir. Ve keza yeni teşekkül eden bir devletin, bir milletin ruhuna kadar nüfuz eden eski bir devlete galebe etmesi yine tedricîdir, zamana mütevakkıftır.

    Acaba Muhammed-i Arabî aleyhissalâtü vesselâmın bütün esasat-ı âliyeyi hâvi olan ve maddî manevî bütün terakkiyat ve medeniyet-i İslâmiyenin kapısını açan, kısa bir zamanda def’aten teşkil ettiği bir devletle, dünyanın bütün devletlerine galebe edip maddî manevî hâkimiyetini muhafaza ve ibka ettiren, hârikulâdeliği değil midir?

    Üçüncü Nükte: Evet, kahr ve cebir ile zâhirî bir hâkimiyet, sathî bir tahakküm, kısa bir zamanda ibka edilebilir. Fakat bütün kalplere, fikirlere, ruhlara icra-yı tesir ederek, zâhiren ve bâtınen beğendirmek şartıyla vicdanlar üzerine hâkimiyetini muhafaza ve ibka etmek –en büyük hârika olmakla– ancak nübüvvetin hâssalarından olabilir.

    Dördüncü Nükte: Evet tehditlerle, korkularla, hilelerle efkâr-ı âmmeyi başka bir mecraya çevirtmek mümkün olur. Fakat tesiri cüz’îdir, sathîdir, muvakkat olur. Muhakeme-i akliyeyi az bir zamanda kapatabilir.

    Amma irşadıyla kalplerin derinliklerine kadar nüfuz etmek, hissiyatın en incelerini heyecana getirmek, istidatların inkişafına yol açmak, ahlâk-ı âliyeyi tesis ve alçak huyları imha ve izale etmek, cevher-i insaniyetten perdeyi kaldırıp hakikati teşhir etmek, hürriyet-i kelâma serbestî vermek ancak şuâ-i hakikatten muktebes hârikulâde bir mu’cizedir.

    Evet, asr-ı saadetten evvelki zamanlarda kalp katılığı ve merhametsizlik öyle bir hadde bâliğ olmuştu ki kocaya vermekten âr ederek kızlarını diri diri toprağa gömerlerdi. Asr-ı saadette İslâmiyet’in doğurduğu merhamet, şefkat, insaniyet sayesinde, evvelce kızlarını gömerlerken müteessir olmayanlar, İslâmiyet dairesine girdikten sonra karıncaya bile ayak basmaz oldular. Acaba böyle ruhî, kalbî, vicdanî bir inkılab hiçbir kanuna tatbik edilebilir mi?

    Bu nükteleri ceyb-i kalbine soktuktan sonra, bu noktalara da dikkat et:

    1- Tarih-i âlemin şehadetiyle sabittir ki parmakla gösterilen en büyük bir dâhî ancak umumî bir istidadı ihya ve umumî bir hasleti ikaz ve umumî bir hissi inkişaf ettirebilir. Eğer böyle bir hissi de ikaz edememiş ise sa’yi hep heba olur.

    2- Tarih bize gösteriyor ki en büyük bir insan; hamiyet-i milliye, hiss-i uhuvvet, hiss-i muhabbet, hiss-i hürriyet gibi hissiyat-ı umumiyeden bir veya iki veyahut üç hissi ikaz etmeye muvaffak olur. Acaba evvelki zamanların cehalet, şakavet, zulüm zulmetleri altında gizli kalan binlerce hissiyat-ı âliyeyi, Ceziretü’l-Arap memleketinde, bedevî ve dağınık bir kavim içinde inkişaf ettirmek hârikulâde değil midir? Evet, şems-i hakikatin ziyasındandır.

    Bu noktaları aklına sokamayanın, Ceziretü’l-Arab’ı biz gözüne sokarız. Ey muannid! Ceziretü’l-Arab’a git, en büyük feylesoflardan yüz taneyi de intihab et, beraber götür. Onlar da orada ahlâkın ve maneviyatın inkişafı hususunda çalışsınlar. Muhammed-i Arabî’nin o vahşetler zamanında o vahşi bedevîlere verdiği cilâyı, senin o feylesofların şu medeniyet ve terakkiyat devrinde yüzde bir nisbetinde verebilirler mi? Çünkü o zatın yaptığı o cilâ; İlahî, sabit, lâyetegayyer bir cilâdır ve onun büyük mu’cizelerinden biridir.

    Ve keza bir işte muvaffakiyet isteyen adam, Allah’ın âdetlerine karşı safvet ve muvafakatını muhafaza etsin ve fıtratın kanunlarına kesb-i muarefe etsin ve heyet-i içtimaiye rabıtalarına münasebet peyda etsin. Aksi takdirde fıtrat, adem-i muvafakatla cevap verecektir.

    Ve keza heyet-i içtimaiyede, umumî cereyana muhalefet etmemek lâzımdır. Muhalefet edildiği takdirde, dolabın üstünden düşer, altında kalır. Binaenaleyh o cereyanlarda, tevfik-i İlahînin müsaadesine mazhariyeti dolayısıyla, o dolabın üstünde Muhammed-i Arabî aleyhissalâtü vesselâmın hak ile mütemessik olduğu sabit olur.

    Evet, Hazret-i Muhammed aleyhissalâtü vesselâmın getirdiği şeriatın hakaiki, fıtratın kanunlarındaki muvazeneyi muhafaza etmiştir. İçtimaiyatın rabıtalarına lâzım gelen münasebetleri ihlâl etmemiştir. Zaman uzadıkça aralarında ittisal peyda olmuştur. Bundan anlaşılır ki İslâmiyet, nev-i beşer için fıtrî bir dindir ve içtimaiyatı tezelzülden vikaye eden yegâne bir âmildir.

    Bu nükteler ile şu noktaları nazara al, Muhammed-i Hâşimî aleyhissalâtü vesselâma bak:

    O zat, ümmiliğiyle beraber bir kuvvete mâlik değildi. Ne onun ve ne de ecdadının bir hâkimiyetleri sebkat etmemişti; bir hâkimiyete, bir saltanata meyilleri yoktu. Böyle bir vaziyette iken mühim bir makamda, tehlikeli bir mevkide, kemal-i vüsuk ve itminan ile büyük bir işe teşebbüs etti. Bütün efkâr-ı âmmeye galebe çaldı, bütün ruhlara kendisini sevdirdi, bütün tabiatların üstüne çıktı. Kalplerden bütün vahşet âdetlerini, çirkin ahlâkları kaldırarak pek yüksek âdât ve güzel ahlâkı tesis etti. Vahşetin çöllerinde sönmüş olan kalplerdeki kasaveti, ince hissiyatla tebdil ettirdi ve cevher-i insaniyeti izhar etti. Onları o vahşet köşelerinden çıkararak evc-i medeniyete yükseltti ve onları o zamana, o âleme muallim yaptı. Ve onlara öyle bir devlet teşkil etti ki sahirlerin sihirlerini yutan asâ-yı Musa gibi başka zalim devletleri yuttu ve nev-i beşeri istila eden zulüm, fesat, ihtilal, şakavet rabıtalarını yaktı, yıktı ve az bir zamanda, devlet-i İslâmiyeyi şarktan garba kadar tevsi ettirdi. Acaba o zatın şu macerası, onun mesleği hak ve hakikat olduğuna delâlet etmez mi?

    ALTINCI MESELE

    Bu mesele, istikbal sahifesine bakar. Bu sahifede dahi dört nükte vardır:

    Birinci Nükte: Bir insan, ne kadar yüksek olursa olsun ancak dört beş fende mütehassıs ve meleke sahibi olabilir.

    İkinci Nükte: Bazen olur ki iki adamın söyledikleri bir söz, bir kelâm mütefavit olur. Birisinin cehline, sathîliğine; ötekisinin ilmine, maharetine delâlet eder. Şöyle ki:

    Bir adam düşünmeden gayr-ı muntazam bir surette söyler; ötekisi o sözün evvel ve âhirine bakar, siyak ve sibakını düşünür ve o sözün başka sözler ile münasebetlerini tasavvur eder ve münasip bir mevkide, münbit bir yerde zer’ eder. İşte bu adamın şu tarz-ı hareketinden, derece-i ilim ve marifeti anlaşılır. Kur’an-ı Kerîm’in fenlerden bahsederken aldığı fezlekeler, bu kabîl kelâmlardandır.

    Üçüncü Nükte: Bu zamanda vesait, âlât ve edevat, sanayiin tekemmülüyle çocukların oyuncakları gibi âdileşmiş olan çok şeyler vardır ki eğer onlar bundan iki üç asır evvel vücuda gelmiş olsaydılar, hârikalardan addedilecekti. Kezalik kelâmlarda, sözlerde de zamanın tesiri vardır.

    Mesela, bir zamanda kıymetli bir sözün, başka bir zamanda kıymeti kalmaz. Binaenaleyh şu kadar uzun zamanlar, asırlar boyunca gençliğini, güzelliğini, tatlılığını, garabetini muhafaza eden Kur’an, elbette ve elbette hârikadır.

    Dördüncü Nükte: İrşadın tam ve nâfi’ olmasının birinci şartı, cemaatin istidadına göre olması lâzımdır. Cemaat, avamdır. Avam ise hakaiki çıplak olarak göremez ancak onlarca malûm ve me’luf üslup ve elbise altında görebilirler. Bunun içindir ki Kur’an-ı Kerîm yüksek hakaiki, müteşabihat denilen teşbihler, misaller, istiareler ile tasvir edip cumhura yani avam-ı nâsın fehimlerine yakınlaştırmıştır.

    Ve keza tekemmül etmeyen avam-ı nâsın tehlikeli galatlara düşmemesi için hiss-i zâhirî ile gördükleri ve itikad ettikleri güneş, arz gibi meselelerde icmal ve ibham etmiş ise de yine hakikatlere işareten bazı emareler, karineler vaz’etmiştir.

    Bu nükteleri aklına koyduktan sonra, şu gelen fezlekeye dikkat et:

    Şeriat-ı İslâmiye, aklî bürhanlar üzerine müessestir. Bu şeriat, ulûm-u esasiyenin hayatî noktalarını tamamıyla tazammun etmiş olan ulûm ve fünundan mülahhastır.

    Evet tehzibü’r-ruh, riyazetü’l-kalp, terbiyetü’l-vicdan, tedbirü’l-ceset, tedvirü’l-menzil, siyasetü’l-medeniye, nizamatü’l-âlem, hukuk, muamelat, âdab-ı içtimaiye vesaire vesaire gibi ulûm ve fünunun ihtiva ettikleri esasatın fihristesi, şeriat-ı İslâmiyedir. Ve aynı zamanda, lüzum görülen meselelerde, ihtiyaca göre izahatta bulunmuştur. Lüzumlu olmayan yerlerde veya zihinlerin istidadı olmayan meselelerde veyahut zamanın kabiliyeti olmayan noktalarda, bir fezleke ile icmal etmiştir. Yani esasları vaz’etmiş fakat o esaslardan alınacak hükümleri veya esasata bina edilecek füruatı akılların meşveretine havale etmiştir. Böyle bir şeriatın ihtiva ettiği fenlerin üçte biri bile şu zaman-ı terakkide en medeni yerlerde en zeki bir insanda bulunamaz. Binaenaleyh vicdanı insaf ile müzeyyen olan zat, bu şeriatın hakikatinin bütün zamanlarda, bilhassa eski zamanda, tâkat-i beşeriyeden hariç bir hakikat olduğunu tasdik eder.

    Evet, zâhiren İslâmiyet dairesine girmeyen düşman feylesofları bile bu hakikati tasdik etmişlerdir. Ezcümle, Amerikalı feylesof Carlyle –Alman edib-i şehîri Goethe’den naklen– Kur’an’ın hakaikine dikkat ettikten sonra “Acaba İslâmiyet içinde âlem-i medeniyetin tekemmülü mümkün müdür?” diye sormuştur. Yine bu suale cevaben demiştir ki: “Evet muhakkikler, şimdi o daireden istifade ediyorlar.” Yine Carlyle demiştir ki: “Hakaik-i Kur’aniye, tulû ettiği zaman ateş gibi bütün dinleri yuttu. Zaten bu onun hakkı idi. Çünkü Nasâra ve Yahudilerin hurafelerinden bir şey çıkmadı.” İşte bu feylesof فَا۟تُوا بِسُورَةٍ مِن۟ مِث۟لِهٖ ... فَاِن۟ لَم۟ تَف۟عَلُوا وَلَن۟ تَف۟عَلُوا فَاتَّقُوا النَّارَ … الخ olan âyet-i kerîmenin mealini tasdik etmiştir. (Hâşiye[2])

    Sual: Gerek Kur’an-ı Kerîm olsun, gerek tefsiri olan hadîs-i şerif olsun; her fenden her ilimden birer fezleke almışlardır. Bir kitap veya bir şahsın yalnız fezlekeleri ihata etmekle hârika olması lâzım gelmez. Bir şahıs, pek çok fezlekeleri ihata edebilir?

    Cevap: Bahsettiğimiz fezleke, sellemehüsselâm fezlekeler değildir. Ancak hüsn-ü isabetle münasip bir mevkide ve münbit bir yerde, işitilmemiş çok işaretleri tazammun etmekle istimal ve zer’ edilen fezlekelerdir. Kur’an veya hadîsin aldıkları fezlekeler, bu kabîl fezlekelerdir. Bu kabîl fezlekeler, tam bir meleke ve ıttıladan sonra hasıl olabilir ki her bir fezleke, me’hazi olan fen veya ilmin hükmünde olur. Bu ise bir şahısta olamaz.

    Aziz arkadaş! Bu meselelerde yazılan muhakemelerin neticesi olarak şu gelen kaideleri de koynuna koy, sana lâzım olur.

    1- Bir şahıs, çok fenlerde ihtisas sahibi olamaz.

    2- İki şahıstan sudûr eden bir söz, istidatlarına göre tefavüt eder. Yani birisine göre altın ötekisine nazaran kömür kıymetinde olur.

    3- Fünun, fikirlerin birleşmesinden hasıl olup zamanın geçmesiyle tekâmül eder.

    4- Eski zamanda nazarî olup bu zamanda bedihî olmuş olan çok meseleler vardır.

    5- Zaman-ı mazi, bu zamana kıyas edilemez; aralarında çok fark vardır.

    6- Sahra ve çöl adamları basit ve saf insanlar olduğundan, medenilerin medeniyet perdesi altında gizleyebildikleri hile ve desiseleri bilmezler ve gizleyemezler. Her işleri merdanedir, kalpleri ve lisanları birdir.

    7- Çok ilim ve fenler vardır ki âdetlerin telkiniyle, vukuatın talimiyle ve zamanla, muhitin yardımıyla husule gelirler.

    8- Beşerin nazarı istikbale nüfuz edemez, hususi keyfiyat ve ahvali göremez.

    9- Beşer için bir ömr-ü tabiî olduğu gibi yaptığı kanunlar için de bir ömr-ü tabiî vardır, onun nihayeti olduğu gibi bunun da nihayeti vardır.

    10- İnsanların sıfatlarında, tabiatlarında, ahvalinde zaman ve mekânın çok tesiri vardır.

    11- Eski zamanlarda hârika addedilen çok şeyler vardır ki mebâdi ve vesaitin tekâmülüyle âdi şeyler hükmüne geçmişlerdir.

    12- Def’aten bir fennin icadına ve ikmal edilmesine, bir zekâ-i hârika olsa bile muktedir olamaz. O fen ancak çocuk gibi tedricen kemale erer.

    Aziz kardeşim! Bu kaideleri birer birer sayıp kafana koyduktan sonra, zamanın hayal ve hülyalarından, muhitin evham ve hurafelerinden tecerrüd et, çıplak ol; bu asrın sahilinden dal, Ceziretü’l-Arap yarımadasına çık; o yarımadanın mahsulatından olan insanların kılık ve kıyafetlerine gir, fikirlerini başına tak, pek geniş olan o sahraya bak.

    Göreceksin ki: Bir insan tek başına… Ne muîni var ve ne yardım edeni; ne saltanatı var ve ne definesi. Meydana çıkmış, bütün dünyaya karşı mübareze ediyor. Ve umum insanlara hücum etmeye hazırlanmıştır. Ve omuzlarına küre-i arzdan daha büyük bir hakikat almıştır. Elinde de insanların saadetini temin eden bir şeriat tutmuştur ki libasa benzemiyor; cilt ve deri gibi yapışık olup istidad-ı beşerin inkişafı nisbetinde tevessü ve inkişaf etmekle, saadet-i dâreyni intac ve nev-i beşerin ahvalini tanzim eder. O şeriatın kanunları, kaideleri nereden gelmiş ve nereye kadar devam eder, gider diye sorulduğu zaman, yine o şeriat, lisan-ı i’cazıyla cevaben diyecektir ki:

    Biz Kelâm-ı Ezelî’den ayrıldık, nev-i beşerin fikriyle beraber ebede kadar devam edip gideceğiz. Fakat nev-i beşer dünyadan kat’-ı alâka ettikten sonra, biz de sureten teklif cihetiyle insanlardan ayrılacağız fakat maneviyatımız ve esrarımızla nev-i beşerin arkadaşlığına devam edip onların ruhlarını gıdalandırarak, onlara delil olmaktan ayrılmayacağız.

    Ey arkadaş! Bu gördüğün garib, acib sahifenin baştan nihayete kadar ihtiva ettiği haller, inkılablar, vaziyetler فَا۟تُوا بِسُورَةٍ مِن۟ مِث۟لِهٖ deki emr-i tacizîyi, nev-i beşere tekrar tekrar ilan ediyorlar.

    Aziz kardeşim! Bir kapı daha açıldı, oraya bakalım.

    وَاِن۟ كُن۟تُم۟ فٖى رَي۟بٍ مِمَّا نَزَّل۟نَا... الخ olan âyet-i kerîmenin işaret ettiği gibi cemaatin istidadına göre irşadın yapılması lüzumundan ve Şâri’in cumhuru irşad etmekte takip ettiği maksattan gafletleri ve cehilleri dolayısıyla bazı insanlar, Kur’an hakkında çok şek ve şüphelere maruz kalmışlardır. O şek ve şüphelerin menşei üç emirdir:

    1- Diyorlar ki: Kur’an’da “müteşabihat ve müşkülat” denilen, hakiki manaları anlaşılmayan bazı şeylerin bulunması, i’cazına münafîdir. Zira Kur’an’ın i’cazı, belâgat üzerine müessestir; belâgat da ancak ifadenin zuhur ve vuzuhuna mebnidir.

    2- Diyorlar ki: Yaratılışa ait meseleler, mübhem ve mutlak bırakılmıştır. Ve keza kâinata dair fünundan pek az bahsedilmiştir. Bu ise talim ve irşad mesleğine münafîdir.

    3- Diyorlar ki: Kur’an’ın bazı âyetleri zâhiren aklî delillere muhaliftir. Bundan, o âyetlerin hilaf-ı vaki oldukları zihne geliyor. Bu ise Kur’an’ın sıdkına muhaliftir.

    O heriflerin zu’mlarınca Kur’an’a bir nakîse ve şek ve şüphelere sebep addettikleri şu üç emir, Kur’an-ı Kerîm’e bir nakîse teşkil etmez. Ancak Kur’an’ın i’cazını bir kat daha ispat etmeye ve irşad hususunda Kur’an’ın en beliğ bir ifade ile en yüksek bir üslubu ihtiyar etmesine sadık şahit ve kat’î delildir. Demek kabahat, onların fehimlerindedir, hâşâ Kur’an-ı Kerîm’de değildir.

    Evet وَكَم۟ مِن۟ عَائِبٍ قَو۟لًا صَحٖيحًا وَاٰفَتُهُ مِنَ ال۟فَه۟مِ السَّقٖيمِ Şairin dediği gibi fehimleri hasta olduğundan, sağlam sözleri ta’yib ediyorlar veya ayı gibi; elleri üzüm salkımına yetişemediğinden, ekşidir diyorlar. Bunların da fehimleri Kur’an’ın o yüksek i’cazına yetişemediğinden, ta’yib ediyorlar.

    “Kur’an-ı Kerîm’de müteşabihat vardır.” dedikleri birinci şüphelerine cevap:

    Evet Kur’an-ı Kerîm, umumî bir muallim ve bir mürşiddir. Halka-i dersinde oturan, nev-i beşerdir. Nev-i beşerin ekserisi avamdır. Mürşidin nazarında ekall, eksere tabidir. Yani umumî irşadını ekallin hatırı için tahsis edemez. Maahâzâ avama yapılan konuşmalardan havas hisselerini alırlar. Aksi halde avam, yüksek konuşmaları anlayamadığından mahrum kalır.

    Ve keza avam-ı nâs, ülfet ettikleri üsluplardan ve ifadelerin çeşitlerinden ve daima hayallerinde bulunan elfaz, maânî ve ibarelerden fikirlerini ayıramadıklarından, çıplak hakikatleri ve akliyatı fehmedemezler. Ancak o yüksek hakaikin, onların ülfet ettikleri ifadelerle anlatılması lâzımdır. Fakat Kur’an’ın böyle ifadelerinin hakikat olduğuna itikad etmemelidirler ki cismiyet ve cihetiyet gibi muhal şeylere zâhib olmasınlar. Ancak o gibi ifadelere, hakaike geçmek için bir vesile nazarıyla bakılmalıdır. Mesela, Cenab-ı Hakk’ın kâinatta olan tasarrufunun keyfiyeti ancak bir sultanın taht-ı saltanatında yaptığı tasarrufla tasvir edilebilir. Buna binaendir ki اِنَّ اللّٰهَ عَلَى ال۟عَر۟شِ اس۟تَوٰى da kinaye tarîkı ihtiyar edilmiştir.

    Hissiyatı bu merkezde olan avam-ı nâsa yapılan irşadlarda, belâgat ve irşadın iktizasınca, avamın fehimlerine müraat, hissiyatına ihtiram, fikirlerine ve akıllarına göre yürümek lâzımdır. Nasıl ki bir çocukla konuşan, kendisini çocuklaştırır ve çocuklar gibi çat pat ederek konuşur ki çocuk anlayabilsin. Avam-ı nâsın fehimlerine göre ifade edilen Kur’an-ı Kerîm’in ince hakikatleri اَلتَّنَزُّلَاتُ ال۟اِلٰهِيَّةُ اِلٰى عُقُولِ ال۟بَشَرِ ile anılmaktadır. Yani insanların fehimlerine göre Cenab-ı Hakk’ın hitabatında yaptığı bu tenezzülat-ı İlahiye, insanların zihinlerini hakaikten tenfir edip kaçırtmamak için İlahî bir okşamadır. Bunun için müteşabihat denilen Kur’an-ı Kerîm’in üslupları, hakikatlere geçmek için ve en derin incelikleri görmek için avam-ı nâsın gözüne bir dürbün veya numaralı birer gözlüktür. Bu sırra binaendir ki bülega, büyük bir ölçüde ince hakikatleri tasavvur ve dağınık manaları tasvir ve ifade için istiare ve teşbihlere müracaat ediyorlar. Müteşabihat dahi ince ve müşkül istiarelerin bir kısmıdır. Zira müteşabihat, ince hakikatlere suretlerdir.

    “Kur’an’da müşkülat vardır.” dedikleri birinci şüphenin ikinci kısmına cevap:

    İşkâl dedikleri şey ya üslubun pek yüksek ve muhtasar olmasıyla mananın çok derin ve inceliğinden ileri gelir, Kur’an’ın müşkülatı bu kabîldendir. Veya ibarede karışık ve düğümlü noktaların bulunmasından neş’et eder; Kur’an-ı Kerîm, bu kısım müşkülattan müberra ve münezzehtir. Acaba cumhurun zihninden uzak ve pek derin hakikatleri kolay ve kısa bir suretle avam-ı nâsın fehimlerine yakınlaştırmak ayn-ı belâgat değil midir? Belâgat, mukteza-yı hali müraattan ibaret değil midir? Hey gözlerin kör olsun herif!

    “Yaradılışta ve maddiyata dair meselelerde Kur’an mübhem geçmiştir.” dedikleri ikinci şüphelerine cevap:

    Şöyle ki: Şecere-i âlemde, meylü’l-istikmal vardır. Yani kâinatın, bir ağaç gibi bütün zerratı ve eczası kemale meyleder ve kemale doğru yürümektedirler. O umumî meylü’l-istikmalden ayrı olarak, insanda da meylü’t-terakki vardır. Bu meylü’t-terakki çekirdek gibidir, neşv ü neması pek çok tecrübeler vasıtasıyla olur ve çok fikirlerin mahsulü olan neticelerin içtimaıyla teşekkül ve tevessü etmekle fünunu intac eder. Bu fünun da mürettebedir. Yani her ikinci fen, birincisinin neticesidir. Birincisi olmasa o olamaz. Birincisinin ona mukaddime ve ulûm-u mütearife hükmünde olması şarttır.

    Buna binaen bundan on asır evvel gelen insanlara fünun-u hazırayı ders vermek veya garib meselelerden bahsetmek; onların zihinlerini şaşırtmaktan ve o insanları safsatalara atmaktan gayrı bir fayda vermezdi.

    Mesela, Kur’an-ı Kerîm “Ey insanlar! Şemsin sükûnuna, arzın hareketine (Hâşiye[3]) ve bir katre su içinde binlerce hayvanatın bulunduğuna dikkat ediniz ki azamet-i İlahiyeyi anlayasınız.” demiş olsaydı, bütün o zamanların insanlarını tekzibe sevk etmiş olurdu. Çünkü hiss-i zâhirîye muhaliftir. Maahâzâ on asırdan beri gelip geçen insanları şaşırtmak, yalnız fünun-u cedidenin zuhurundan sonra gelen insanları memnun etmek, makam-ı irşada muhalif olduğu gibi ruh-u belâgatla da kabil-i telif değildir.

    Sual: “Keşfiyat-ı fenniye ve fünun-u hazıra eski insanlara meçhul ve gayr-ı me’luf olduğundan, onları onlara ders vermek hatadır.” diyorsun. Bilhassa âhirete ait ahval gibi müstakbeldeki nazariyat da böyle değil midir? Onlar da bize meçhul ve gayr-ı me’lufturlar. Onlardan bahsetmek ne için hata olmuyor?

    Cevap: Müstakbeldeki nazariyat, bilhassa âhirete ait ahvale hiçbir cihetle hiss-i zâhirî taalluk etmemiştir ki o hissin hilafını söylemek şaşırtma olsun. Binaenaleyh o gibi şeyler, daire-i imkândadırlar. Öyle ise onlara itikad ve onlar ile itminan peyda etmek mümkündür. Öyle ise o gibi şeylerin hakk-ı sarîhi, onları tasrih etmektir. Lâkin keşfiyat-ı fenniye; eski insanlara göre, imkân ve ihtimal dairesinden çıkıp muhal ve imtina derecesine girmişlerdir. Çünkü gözleriyle gördükleri şeyler, onlarca bedahet derecesine girmekle, onun hilafı onlarca muhaldir. Öyle ise onların hissiyatına hürmeten, o gibi meselelerde belâgatın iktizası, ibham ve ıtlaktır ki onlara bir şaşırtma olmasın.

    Fakat Kur’an-ı Kerîm, irşadını noksan bırakmamıştır. Bu zamanın fencilerini de istifadeden mahrum etmemek üzere, çok karine ve emarelerin vaz’ıyla, hakikatlere işaretler yapmıştır. (Hâşiye[4])

    Ey insafsız! Seni insafa davet ediyorum. Bir kere كَلِّمِ النَّاسَ عَلٰى قَدَرِ عُقُولِهِم۟ olan meşhur düsturu nazara almakla, zamanlarıyla muhitlerinin müsaadesizliğini düşünerek, telahuk eden binlerce efkârın neticelerinden doğan şu keşfiyat-ı fenniyeyi o zamanlardaki insanların kafa mideleri alıp hazmedemediklerine dikkat edersen anlayacaksın ki Kur’an-ı Kerîm’in o gibi meselelerde ihtiyar ettiği ibham ve ıtlak yolu, ayn-ı belâgat olduğu gibi yüksek i’cazını da ispata aşikâr bir delil olduğunu gözün kör değilse göreceksin.

    “Kur’an’da delail-i akliyeye ve fennin keşfiyatına muhalif bazı âyetler vardır.” dedikleri üçüncü şüphelerine cevap:

    Kur’an-ı Kerîm’de takip edilen maksad-ı aslî; ispat-ı Sâni’, nübüvvet, haşir, adalet ile ibadet esaslarına cumhur-u nâsı irşad ve îsal etmektir. Binaenaleyh Kur’an-ı Kerîm’in kâinattan yaptığı bahis tebeîdir, kasdî değildir. Yani ligayrihîdir, lizatihî değildir. Yani Kur’an-ı Kerîm Cenab-ı Hakk’ın vücud, vahdet ve azametine istidlal suretiyle kâinattan bahsetmiştir. Yoksa kâinatın bizzat keyfiyetini izah etmek için değildir. Çünkü Kur’an-ı Kerîm coğrafya, kozmoğrafya gibi kasden kâinatın keyfiyetinden mana-yı ismiyle bahseden bir fen, bir kitap değildir. Ancak kâinat sahifesinde yazılan sanat-ı İlahiyenin nakışları ve yaratılan kudretin mu’cizeleri ve kozmoğrafyacıları hayrette bırakan nizam ve intizamla, mana-yı harfiyle Sâni’ ve Nazzam-ı Hakiki’ye istidlal keyfiyetini öğretmek için nâzil olan bir kitaptır. Binaenaleyh sanat, kasd, nizam kâinatın her zerresinde bulunur, matlub hasıl olur. Teşekkülü nasıl olursa olsun, bizim matlubumuza taalluku yoktur.

    Fe-binâen alâ zâlik mademki Kur’an’ın kâinattan bahsi istidlal içindir ve delilin de müddeadan evvel malûm olması şarttır ve delilin muhataplarca vuzuhu müstahsendir; bazı âyetlerin onların hissiyatına ve edebî malûmatlarına imale etmesi ve benzetmesi, mukteza-yı belâgat ve irşad olmaz mı?

    Fakat bu âyetlerin, hissiyatlarına imale etmesi meselesi, o hissiyata kasden delâlet etmek için değildir. Ancak kinaye kabîlinden o hissiyatı okşamak içindir. Maahâzâ hakikate ehl-i tahkiki îsal için karine ve emareler vaz’edilmiştir.

    Mesela, eğer Kur’an-ı Kerîm, makam-ı istidlalde şöylece demiş olsa idi ki: “Ey insanlar! Güneşin zâhirî hareketiyle hakiki sükûnuna ve arzın zâhirî sükûnuyla hakiki hareketine ve yıldızlar arasında cazibe-i umumiyenin garibelerine ve elektriğin acibelerine ve yetmiş unsur arasında hasıl olan imtizacata ve bir avuç su içinde binler mikrobun bulunmasına dikkat ediniz ki bu gibi hârika şeylerden Cenab-ı Hakk’ın her şeye kādir olduğunu anlayasınız.” deseydi; delil, müddeadan binlerce derece daha hafî, daha müşkül olurdu. Halbuki delilin müddeadan daha hafî olması, makam-ı istidlale uymaz.

    Maahâzâ onların hissiyatına imale edilen âyetler kinaye kabîlinden olup ifade ettikleri zâhirî manaları sıdk veya kizbe medar olamaz. Evet, görmüyor musun قَالَ deki ا hiffeti ifade ediyor. Aslı و olsun ى olsun, ne olursa olsun bize taalluk etmez.

    Hülâsa: Mademki Kur’an, bütün zamanlardaki bütün insanlara nâzil olmuştur, şu şüphe addettikleri umûr-u selâse Kur’an’a nakîse değil, Kur’an’ın yüksek i’cazına delillerdir.

    Evet, Kur’an-ı Mu’cizü’l-Beyan’ı talim eden Cenab-ı Hakk’a kasem ederim ki o Beşîr ve Nezîr’in (asm) basar ve basîreti, hakikati hayalden tefrik edememekten münezzehtir, celildir, celîdir veya insanları kandırarak mağlatalara düşürtmekten meslek-i âlîleri ganidir, âlîdir, temizdir, tahirdir.

    YEDİNCİ MESELE

    Hazret-i Muhammed aleyhissalâtü vesselâmın izhar ettiği mahsûs ve zâhirî ve insanlarca meşhur ve malûm olan hârika ve mu’cizelerinin ekserisi, tarih ve siyer kitaplarında mezkûrdur ve aynı zamanda, muhakkikîn-i ulema tarafından izah ve beyan edilmişlerdir. Binaenaleyh tafsilatını o kitaplara havale ile yalnız o hârikaların nevilerini icmalen izah edeceğiz.

    Evet, Peygamber aleyhissalâtü vesselâmın zâhirî hârikalarının her birisi âhâdî olup mütevatir değilse de o âhâdîlerin heyet-i mecmuası ve çok nevileri, mütevatir-i bi’l-manadır. Yani lafız ve ibareleri mütevatir değilse de manaları çok insanlar tarafından nakledilmiştir. O hârikaların nevileri üçtür:

    Birincisi: “İrhasat” ile anılmaktadır ki Hazret-i Muhammed aleyhissalâtü vesselâmın nübüvvetinden evvel zuhur eden hârikalardır. Mecusi milletinin taptığı ateşin sönmesi, Sava Denizi’nin sularının çekilmesi, Kisra Sarayı’nın yıkılması ve gaibden yapılan tebşirler gibi şeylerdir. Sanki o Hazretin (asm) zaman-ı veladeti, hassas ve keramet sahibi imiş gibi o zatın kudum ve gelmesini şu gibi hâdiseler ile tebşiratta bulunmuştur.

    İkinci Nevi: İhbarat-ı gaybiyedir ki bilâhare vukua gelecek pek çok garib şeylerden bahsetmiştir. Ezcümle, Kisra ve Kayser’in definelerinin İslâm eline geçmesi, Rumların mağlup edilmesi, Mekke’nin fethi, Kostantiniye’nin alınması gibi hâdisattan haber vermiştir. Sanki o zatın cesedinden tecerrüd eden ruhu, zaman ve mekânın kayıtlarını kırarak istikbalin her tarafına uçup gezmiş ve gördüğü vukuatı söylemiştir ve söylediği gibi de vukua gelmiştir.

    Üçüncü Nevi: Hissî hârikalardır ki muaraza zamanlarında kendisinden talep edilen mu’cizelerdir. Taşın konuşması, ağacın yürümesi, ayın iki parçaya bölünmesi, parmaklarından su akması gibi… Tefsir-i Keşşaf’ın müellifi Zemahşerî’nin dediğine göre, o Hazretin bu nevi hârikaları bine bâliğ olmuştur. Ve bir kısmı da mütevatir-i bi’l-manadır. Hattâ Kur’an’ı inkâr edenlerden bir kısmı, inşikak-ı kamer manasında tasarruf etmemişlerdir.

    Sual: İnşikak-ı kamer bütün insanlarca kesb-i şöhret etmesi lâzım bir mu’cize iken âlemce o kadar şöhret bulmamıştır. Esbabı nedir?

    Cevap: Matla’ların ihtilafı ve havanın bulutlu olmasının ihtimali ve o zamanda rasathanelerin bulunmaması ve vaktin uyku gibi gaflet zamanı olması ve inşikakın âni olması gibi esbabdan dolayı, herkesçe o vak’anın görünmesi ve malûm olması lâzım gelmez. Maahâzâ Hicaz matlaıyla matla’ları bir olan yerlerde, o gece yollarda bulunan kervan ve kafilelerden naklen, inşikakın vukua geldiği hakkında çok rivayetler vardır. (*[5])

    Üçüncü nevi mu’cizelerin reisi ve en büyüğü, Kur’an-ı Azîmüşşan’dır ki yedi vecihle mu’cize olduğuna mezkûr âyetle işaret edilmiştir.

    Arkadaş! Şu meseleleri az çok fehmettin. Şimdi bu âyetin mâkabliyle olan cihet-i irtibatına bakalım:

    Evet, İbn-i Abbas’ın (ra) يَٓا اَيُّهَا النَّاسُ اع۟بُدُوا âyetindeki “ibadet”i tevhidle tefsir ettiğine nazaran, evvelki âyet ispat-ı tevhid hakkındadır, bu âyet de ispat-ı nübüvvet hakkındadır. Nübüvvet-i Muhammediye (asm) ise tevhidin en büyük bir delilidir. Demek ki bu iki âyet arasında cihet-i irtibat, aralarındaki dêlliyet ve medlûliyet alâkasıdır. Yani biri delil, diğeri medlûldür. Nübüvvetin ispatı ancak mu’cizeler ile olur. En büyük mu’cizesi ise Kur’an-ı Kerîm’dir. Evet, Kur’an’ın mu’cize olduğu, âlem-i İslâmca kabul ve tasdik edilmiş bir hakikattir. Amma muhakkikîn-i ulema tarafından, Kur’an’ın vücuh-u i’cazı hakkında ihtilaf vaki olmuştur. Yani i’cazını intac eden cihetler çoktur. Her bir muhakkik, bir ciheti tercih ve ihtiyar etmiştir; aralarında muhalefet, müsademe yoktur.

    İ’cazın vecihleri

    1- Gaibden, istikbalden haber vermesi.

    2- Âyetlerinde tenakuz, tehalüf, hata bulunmaması.

    3- Nazım ile nesir arasında, ediblerce gayr-ı malûm bir üslubu ihtiyar etmesi.

    4- Okur yazar olmayan bir zattan sudûr etmesi.

    5- Tâkat-i beşeriye fevkinde ulûm ve hakaiki ihata etmesi gibi pek çok şeylerdir.

    Lâkin i’cazının en yüksek vechi, nazmındaki belâgattan doğmuştur. Evet, Kur’an’ın bu nevi i’cazı, beşerin tâkatinden hariç bir derecededir. Bu hakikati tafsilen anlayıp kanaat hasıl etmek isteyen, bu tefsiri ve emsali eserleri ve “Yirmi Beşinci Söz”ü zeylleriyle beraber mütalaa etsin. Fakat icmalî bir malûmatı elde etmek isteyenler de belâgatın imamları bulunan Abdülkahir-i Cürcanî, Zemahşerî, Sekkakî, Cahız’ın bu kısım i’caz hakkında –üç tarîk ile– beyan ettikleri malûmattan, miktar-ı kâfi malûmat elde edebilir.

    Birinci Tarîk: Arap kavmi maarifsiz, bedevî bir millet idi. Muhitleri de onlar gibi bedevî bir muhit idi. Divanları şiir idi. Yani medar-ı iftihar olan hallerini, şiir ile kayıt ve muhafaza ederlerdi. İlimleri belâgat idi. Medar-ı iftiharları fesahat idi. Sair kavimlerden fazla bir zekâya mâlik idiler. Başka insanlara nisbeten cevval fikirleri vardı.

    İşte Arap kavmi böyle bir vaziyette iken ve zihinleri de bahar çiçekleri gibi yeni yeni açılmaya başlarken, birdenbire Kur’an-ı Azîmüşşan yüksek belâgatıyla, hârika fesahatiyle mele-i a’lâdan yeryüzüne indi. Arapların medar-ı iftiharları ve timsal-i belâgatları olan ve bilhassa Kâbe duvarında teşhir edilmek üzere altın suyu ile yazılmış “Muallakat-ı Seb’a” unvanıyla anılan en meşhur ediblerin en beliğ ve en fasih eserlerini iftihar listesinden sildirtti.

    Maahâzâ Hazret-i Muhammed (asm) Kur’an’la muarazaya ve Kur’an’a bir nazire yapılmasına onları şiddetle davet etmekten geri durmuyordu. Damarlarına dokunduruyordu, techil ve terzil ediyordu. O Hazretin yaptığı böyle şiddetli hücumlara karşı, o ümera-i belâgat ve hükkâm-ı fesahat unvanıyla anılan Arap edibleri, bir kelime ile dahi mukabelede bulunamadılar. Halbuki kibir ve azametleri, enaniyetleri ve göklere kadar çıkan gururları iktizasınca, gece gündüz çalışıp Kur’an’a bir nazire yapmalı idiler ki âleme karşı rezil ü rüsva olmasınlar.

    Demek, bu meselenin uhdesinden gelemediklerinden yani Kur’an’ın bir benzerini yapmaktan âciz kaldıklarından, sükûta mecbur olmuşlardır. İşte onların bu ıztırarî sükûtları aczlerini meydana çıkardı. Ve bunların aczlerinden de i’caz-ı Kur’an’ın güneşi tulû etmiştir.

    İkinci Tarîk: Kelâmların hâsiyetlerini, kıymetlerini, meziyetlerini bilip altınlarını bakırından tefrik eden bütün ehl-i tahkikten, tetkikten, tenkitten, dost ve düşmanlar tarafından Kur’an-ı Kerîm sure sure, âyet âyet, kelime kelime mihenk taşına vurularak, altından maada bir bakır eseri görülmemiştir. Bu ağır imtihandan sonra, Kur’an-ı Azîmüşşan’ın ihtiva ettiği mezaya, letaif, hakaikin hiçbir beşer kelâmında bulunmadığına şehadet etmişlerdir.

    Onların sıdk-ı şehadetleri şöylece ispat edilebilir: Kur’an’ın insan âleminde yaptığı büyük inkılab ve tebeddül; ve şark ve garbı içine alan tesis ettiği din, diyanet; ve zamanın geçmesiyle gençlik ve şebabiyetini; ve tekerrür ettikçe halâvetini muhafaza etmesi gibi hârika halleri اِن۟ هُوَ اِلَّا وَح۟ىٌ يُوحٰى âyetini okuyup ilan ediyorlar.

    Üçüncü Tarîk: Belâgat imamlarından meşhur Cahız’ın tahkikatına göre: Arap edib ve beliğlerinin Hazret-i Muhammed aleyhissalâtü vesselâmın davasını kalem ile iptal etmeye, tarife gelmez derecede ihtiyaçları vardı. Ve o Hazrete karşı olan kin, adâvet ve inatlarıyla beraber; en kolay en yakın en selim olan kalem ve yazı ile muarazayı terk ve en uzun, en müşkül, en tehlikeli ve şüpheli seyf ve harp ile mukabeleye mecburen iltica ettiler. Suret-i kat’iyede bundan anlaşıldı ki Kur’an’ın benzerini yapmaktan âciz kalmışlardır. Zira her iki yolun arasındaki farkı bilmeyenlerden değildiler.

    Binaenaleyh birinci yol iptal-i dava için daha müsait iken onu terk edip hem malları hem canları tehlikeye atan başka bir yola sülûk eden ya sefihtir –halbuki Müslüman olduktan sonra siyaset-i âlemi eline alanlara sefih denilemez– veya birinci yola sülûktan kendilerini âciz görmüşlerdir. Onun için kalem yerine seyfe müracaat etmişlerdir.

    Sual: Kur’an’a bir nazire yapmak mümkinattan imiş fakat nasılsa yapılmamıştır?

    Cevap: Mümkinattan olmuş olsaydı damarlarına dokundurulanlar, behemehal muarazayı arzu ederlerdi. Ve muaraza arzusunda bulunmuş olsaydılar muaraza yapacaklardı. Çünkü iptal-i dava için muarazaya ihtiyaçları pek şedit idi. Muaraza etmiş olsaydılar gizli kalmazdı, tezahür ederdi. Çünkü tezahürüne rağbet çok olduğu gibi esbab dahi çok idi. Tezahür etseydi âlemde şöhret bulurdu. Şöhret bulmuş olsaydı Müseylime’nin hezeyanları gibi behemehal tarihte bulunacaktı. Mademki tarihte bulunmamıştır, demek yapılmamıştır. Madem yapılmamıştır, demek Kur’an mu’cizedir.

    Sual: Müseylime füseha-i Arap’tan olduğu halde, sözleri ne için âleme maskara olmuştur?

    Cevap: Çünkü onun sözleri, bin derece fevkinde bulunan sözlere karşı mukabeleye çıktığından çirkin ve gülünç olmuştur. Evet güzel bir adam, Hazret-i Yusuf (as) ile beraber güzellik imtihanına girerse elbette çirkin ve gülünç olur.

    Sual: Kur’an-ı Kerîm hakkında şek ve şüpheleri olanlar, Kur’an’ın bazı terkip ve kelimeleri güya nahiv ilminin kaidelerine muhalefet etmiş gibi şüphe îka etmişlerdir?

    Cevap: Bu gibi heriflerin, ilm-i nahvin kaidelerinden haberleri yoktur. Sekkakî’nin dediği gibi; efsah-ı füseha olan Hazret-i Muhammed aleyhissalâtü vesselâm, Kur’an-ı Kerîm’i uzun uzun zamanlarda tekrar be-tekrar okuduğu halde o hataların farkında olmamış da bu cahil herifler mi farkında olmuşlardır? Bu, hangi akla girer ve hangi kafaya sığar? Sekkakî “Miftah”ının sonunda, bu gibi cahilleri iyi taşlamıştır. Evet, bir şairin dediği gibi لَو۟ كُلُّ كَل۟بٍ عَوٰى اَل۟قَم۟تَهُ حَجَرًا لَم۟ يَب۟قَ فٖى هٰذِهِ ال۟كُرَةِ اَح۟جَارُ “Her üren kelbin ağzına bir taş atacak olsan dünyada taş kalmaz.”

    Bu âyeti mâkabliyle rabteden ikinci vecih ise:

    Evvelki âyet vaktâ ki ibadeti emretti, sanki “İbadetin keyfiyeti nasıldır?” diye sâmi’in zihnine bir sual geldi. “Kur’an’ın talim ettiği gibi.” diye cevap verildi.

    Tekrar, “Kur’an’ın Allah’ın kelâmı olduğunu nasıl bileceğiz?” diye ikinci bir suale daha kapı açıldı. Bu suale cevaben وَاِن۟ كُن۟تُم۟ فٖى رَي۟بٍ مِمَّا نَزَّل۟نَا âyetiyle cevap verildi. Demek, her iki âyetin arasındaki cihet-i irtibat, bir sual-cevap ve bir alışveriştir.

    Arkadaş! Bu âyetin ihtiva ettiği cümlelerin arasına girelim, bakalım, aralarında ne gibi münasebetler vardır?

    Evet وَاِن۟ كُن۟تُم۟ فٖى رَي۟بٍ مِمَّا نَزَّل۟نَا cümlesi, mukadder bir suale cevaptır. Çünkü Kur’an, evvelki âyette ibadeti emrettiği vakit “Acaba ibadete olan bu emrin Allah’ın emri olup olmadığını nasıl anlayacağız ki imtisal edelim?” diye bir sual sâmi’in hatırına geldi. Bu suale cevaben denildi ki: “Eğer Kur’an’ın ve dolayısıyla bu emrin Allah’ın emri olduğunda şüpheniz varsa kendinizi tecrübe ediniz ve şüphenizi izale ediniz.”

    Ve eyzan vaktâ ki Kur’an, surenin evvelinde لَا رَي۟بَ فٖيهِ هُدًى لِل۟مُتَّقٖينَ cümlesiyle kendisini sena etti, sonra mü’minlerin medhine, sonra kâfir

    ve münafıkların zemmine intikal etti, sonra ibadet ve tevhidi emrettikten sonra surenin başına dönerek لَا رَي۟بَ فٖيهِ cümlesini tekiden وَاِن۟ كُن۟تُم۟ فٖى رَي۟بٍ ... الخ cümlesini zikretti. Yani “Kur’an, şek ve şüphelere mahal değildir. Sizin şüpheleriniz ancak kalplerinizin hastalığından ve tabiatınızın sekametinden neş’et ediyor.” Evet gözleri hasta olan, güneşin ziyasını inkâr eder; ağzı acı olan, tatlı suya acı der.

    فَا۟تُوا بِسُورَةٍ مِن۟ مِث۟لِهٖ

    Yani “Kur’an’ın mislinden bir sure getiriniz.”

    Arkadaş! Bu cümleyi وَاِن۟ كُن۟تُم۟ فٖى رَي۟بٍ cümlesiyle bağlayan اِن۟ edat-ı şarttır. Şart edatları daima –hararetle ateş gibi– biri sebep, diğeri müsebbeb iki cümleye dâhil olurlar. İlm-i nahivce birisine fiilü’ş-şart, ikincisine cezaü’ş-şart denir. Bu iki cümle arasında, hararetle ateş arasında olduğu gibi “lüzum” lâzımdır. Halbuki bu iki cümle arasında lüzum görünmüyor. Binaenaleyh âyetin ihtisarı dolayısıyla ortadan kaldırılan cümlelere müracaat lâzımdır. Mukadder cümleler ise تَشَبَّثُوا ، وَجَبَ التَّشَبُّثُ ، تَعَلَّمُوا ، جَرِّبُوا emirleridir. Bunlar sıra ile ikincisi birincisine lâzımdır. Yani ityan (delil getirmek) tecrübeye lâzımdır; tecrübe taallüme, taallüm vücub-u teşebbüse, vücub-u teşebbüs de teşebbüse, teşebbüs de raybe lâzımdır. Demek bu kadar lüzumların takdiri lâzımdır ki “Kur’an’ın bir mislini getiriniz.” ile “Kur’an’da şüpheniz varsa…” arasında lüzum tezahür edebilsin.

    وَاد۟عُوا شُهَدَٓاءَكُم۟ مِن۟ دُونِ اللّٰهِ

    Bu cümlenin, üç vecihle mâkabliyle irtibatı vardır.

    Birinci Vecih: “Kur’an’a muaraza etmekten zâhir olan aczimiz, bütün insanların aczini istilzam etmez. Biz yapamadık amma başkaları yapabilirler.” diye zihinlerine gelen vesveseyi def’etmek için Kur’an-ı Kerîm bu âyetin lisanıyla “Büyüklerinizi, reislerinizi de çağırınız, size yardım etsinler.” diye onları ilzam etmiştir.

    İkinci Vecih: “Eğer biz muaraza teşebbüsünde bulunsak bizi destekleyen, müdafaa eden yoktur.” diye ileri sürdükleri zu’mlarını da reddetmiştir ki “Herhangi bir meslek olursa olsun, mutaassıpları çoktur. Muaraza ettiğiniz takdirde, sizi müdafaa eden çok olur.” diye onları iskât etmiştir.

    Üçüncü Vecih: Kur’an-ı Kerîm sanki onlara istihzaen diyor ki: “Muhammed aleyhissalâtü vesselâm, bütün insanlara nübüvvetini tasdik ettirmek için Allah’ından yardım istedi. Allah’ı da Kur’an’ına sikke-i i’cazı basarak pek çok insanlara tasdik ettirdi. Sizin âlihelerinizden bir faydanız varsa siz de onları çağırınız, size yardım etsinler.”

    فَاِن۟ لَم۟ تَف۟عَلُوا

    Yani “Tecrübeden sonra bakınız. Muarazaya kādir olmadığınız takdirde, acziniz zâhir olur ve muarazayı da yapmış olmazsınız.”

    وَلَن۟ تَف۟عَلُوا

    Yani “Mazide yapamadığınız gibi bundan sonra da kat’iyetle yapamayacaksınız.” Binaenaleyh “Bizim mazide yapamamamız, istikbalde beşerin yapamamasını istilzam etmez.” diye izhar ettikleri o bahaneyi de لَن۟ تَف۟عَلُوا ile def’etmiştir. Ve aynı zamanda üç vecihle i’caza işaret yapmıştır:

    Birinci Vecih: Gaibden haber vermiştir ve ihbar ettiği gibi de muaraza vaki olmamıştır. Bakınız milyonlarca Arabî kitap vardır ve bütün müellifler, dost olsun düşman olsun, Kur’an’ın üslubunu taklit etmeye fevkalâde müştak oldukları halde hiçbir müellif, hiçbir kitabında Kur’an-ı Kerîm’in üslubunu taklit etmeye muvaffak olamamıştır. Sanki Kur’an-ı Mu’cizü’l-Beyan نَو۟عٌ مُن۟حَصِرٌ فِى الشَّخ۟صِ yani bir şahısta inhisar etmiş bir nevidir. Binaenaleyh Kur’an-ı Kerîm ya bütün kitapların altındadır –bu gülünç bir sözdür– veya bütün kitapların fevkinde, fevka’l-küll bir nadiredir.

    İkinci Vecih: Böyle büyük bir davada ve müşkül bir makamda, onların âsablarını tahrik, izzet-i nefislerini kırmak suretiyle “Yapamayacaksınız.” diye kat’iyetle verdiği hüküm; onun emin, mutmain, itimatlı olduğuna bir delildir.

    Üçüncü Vecih: Sanki Kur’an-ı Kerîm diyor ki: “Sizler fesahatin ümerası ve herkesten ziyade fesahate muhtaç olduğunuz halde, muarazaya kādir olamadınız. Beşer de Kur’an’ın muarazasına kādir olamaz.” Ve keza Kur’an’ın neticesi olan İslâmiyet’e bir nazirenin yapılmasına zaman-ı mazi kādir olmadığı gibi istikbal zamanı da onun mislinden âciz kalacağına bir işarettir.

    فَاتَّقُوا النَّارَ الَّتٖى وَقُودُهَا النَّاسُ وَال۟حِجَارَةُ اُعِدَّت۟ لِل۟كَافِرٖينَ

    Yani “Kâfirlere hazırlanan bir ateşten sakınınız ki odunu, insanlar ile taşlardır.” فَاتَّقُوا cümlesi اِن۟ لَم۟ تَف۟عَلُوا cümlesine cezaü’ş-şart olduğu cihetle, aralarında lüzumun bulunması lâzımdır. Halbuki muarazanın yapılmaması, ateşten sakınmayı istilzam etmez. Binaenaleyh ihtisar için ortadan kaldırılan cümlelere müracaat etmekle, bu lüzumu arayıp bulacağız. Şöyle ki:

    1- Muarazanın yapılmamasından Kur’an’ın i’cazı lâzım gelir.

    2- Kur’an’ın i’cazından Allah’ın kelâmı olduğu lâzım gelir.

    3- Allah’ın kelâmı olduğundan emirlerine imtisal lâzım gelir.

    4- Emirlerine imtisalden ibadetin yapılması lâzım gelir.

    5- İbadetin yapılması ateşe girmemeye vesiledir.

    İşte bu cümlelerin arasında bulunan lüzumların silsilesinden فَاتَّقُوا ile اِن۟ لَم۟ تَف۟عَلُوا arasındaki o gizli lüzum tezahür eder. Ve bu yapılan îcaz ve ihtisardan, i’cazın bir şuâı meydana gelir.

    اَلَّتٖى وَقُودُهَا النَّاسُ وَال۟حِجَارَةُ: Kur’an-ı Kerîm, onları فَاتَّقُوا النَّارَ cümlesi ile tehdit ettikten sonra نَارٌ kelimesinin bu cümle ile vasıflandırılmasıyla da o tehdidi tekid ve teşdid etmiştir. Zira odunu insanlar ile taşlar olan bir ateşin heybeti, dehşeti ve havfı daha şedittir. Ve keza bu cümle ile sanemlere ibadet yapanları zecir ve men’etmeye işaret yapılmıştır. Şöyle ki: “Ey insanlar! Allah’ın emirlerine imtisal etmeyip bilhassa taşlara ve camid şeylere ibadet yaparsanız, muhakkak biliniz ki tapanlar ile taptıkları şeyleri yiyip yutacak bir ateşe gireceksiniz.”

    اُعِدَّت۟ لِل۟كَافِرٖينَ: Bu cümle فَاتَّقُوا ile اِن۟ لَم۟ تَف۟عَلُوا cümleleri arasındaki lüzumu izah eder ve kararlaştırır. Yani şu ateş azabı, Kur’an’a imtisal etmeyen kâfirlere hazırlanmıştır. Hem bu ateş, tufan vesair musibetler gibi iyi kötü bütün insanlara şâmil musibetlerden değildir. Ancak bu musibeti celbeden, küfürdür. Bu beladan kurtuluş çaresi ancak Kur’an-ı Kerîm’e imtisaldir.

    Mazi sîgasıyla zikredilen اُعِدَّت۟ kelimesi, cehennemin el-ân mahluk ve mevcud olup Ehl-i İtizal’in bilâhare vücuda geleceğine zehabları

    gibi olmadığına işarettir.

    Ey arkadaş! Ateş unsuru, kâinatın bütün kısımlarını istila etmiş pek büyük bir unsurdur. Bir damar gibi kâinatın yaratılışından başlayarak her tarafa dal budak salıp gelen şu şecere-i nâriyeye nazar-ı hikmetle dikkat edilirse bu şecerenin başında yani sonunda büyük bir meyvenin bulunduğu anlaşılır. Evet, toprağın içinde büyük ve uzun bir damarı gören adam, o damarın başında kavun gibi bir meyvenin bulunduğunu zannetmesi gibi, âlemin her tarafında damarları bulunan şu şecere-i nâriyenin de cehennem gibi bir meyvesinin bulunduğuna bi’l-hads yani sürat-i intikal ile hükmedebilir.

    Sual: Cehennem şimdi mevcud olduğu takdirde, yeri nerededir?

    Cevap: Biz Ehl-i Sünnet ve’l-Cemaat el-ân cehennemin vücuduna itikad ediyoruz amma yerini tayin edemiyoruz.

    Sual: Bazı hadîslerin zâhirine göre cehennem, tahte’l-arzdır yani yerin altındadır. Ve keza bir hadîse nazaran, cehennem ateşinin dünya ateşinden iki yüz derece fazla harareti vardır. Bu noktaların izahı?

    Cevap: Kürenin tahtı merkezinden ibarettir. Buna binaen arzın tahtı merkezidir. Nazariyat-ı hikemiyece sabit olduğu vecihle, arzın merkezinde harareti iki yüz bin dereceye bâliğ bir ateş vardır. Çünkü her otuz üç zira’ derinliğinde tahminen bir derece hararet artar. Buna binaen merkeze kadar iki yüz bin dereceli bir hararet meydana gelir. İşte bu nazariyeye, mezkûr hadîsin meali mutabık gelir. Buna binaen küre-i arzın merkezinde bulunan iki yüz bin derece hararetli bir ateş, cehenneme bir çekirdek hükmünde olup kıyamette kabuğu hükmünde bulunan tabaka-i türabiyeyi çatlatıp bütün dehşetiyle çıkar, tevessü etmeye başlar ve tam teçhizatıyla cehennem meydana gelir, denilebilir.

    Ve keza bir hadîse nazaran “zemherir” namında, bürudet ile yakan bir ateş vardır. Bu hadîs de o nazariyeye mutabıktır. Zira merkez-i arzdan sathına kadar derece derece artan veya tenakus eden ateş, zemherir de dâhil olmak üzere ateşin bütün mertebelerine şâmildir. Hikmet-i tabiiyede takarrur ettiği gibi ateş bazen öyle bir dereceye gelir ki yakınında bulunan şeylerden hararetleri tamamen celb ve cezb etmekle, onları bürudet ile yakar ve suyu incimad ettirir.

    Sual: Mezkûr hadîse göre cehennem, arzın merkezindedir. Halbuki arz, cehenneme nisbeten bir yumurta kadardır. O kocaman cehennem, arzın karnında nasıl yerleşir?

    Cevap: Evet, âlem-i mülk yani âlem-i şehadet yani bu görmekte olduğumuz âleme göre cehennem, arzın içindedir diye cehennemi küçük gösteriyoruz. Amma âlem-i âhirete nazaran, cehennem öyle azamet peyda eder ki binlerce arzları içine alır, doymaz. Bu âlem-i şehadet, bir perde gibi onun tevessüüne mani olmuştur. Binaenaleyh arzın içindeki cehennemden maksat, cehennemin kalbi ve cehennemin çekirdeğidir.

    Ve keza cehennemin arzın altında bulunması, arzın karnında veya arz ile muttasıl, yapışık olmasını istilzam etmez. Zira şems, kamer, yıldız, arz gibi küreler, hep şecere-i hilkatin meyveleridir. Malûmdur ki meyvenin altı, bütün dalların aralarına şümulü vardır. Binaenaleyh Allah’ın mülkü pek geniştir. Şecere-i hilkatin dalları da her tarafa uzanıp gitmiştir, cehennem nereye giderse yeri vardır.

    Ve keza bir hadîse göre cehennem matvîdir, yani bükülmüştür, yani tam açık değildir. Demek cehennemin bir yumurta gibi arzın merkezinde mevcud ve bilâhare tezahür edeceği mümkinattandır.

    İhtar: Cehennemin şimdi mevcud olmadığına Mutezileleri sevk eden bu hadîs olsa gerektir.

    Arkadaş! Bu âyetin cümlelerini yoklayalım, bakalım; o zarflar nasıl sadeflerdir, içlerinde ne gibi cevherler vardır:

    Evet وَاِن۟ كُن۟تُم۟ فٖى رَي۟بٍ مِمَّا نَزَّل۟نَا عَلٰى عَب۟دِنَا cümlesinin başındaki و harf-i atıftır. Malûm ya bir şeyin diğer bir şeye atfı, aralarında bir münasebetin bulunmasına mütevakkıftır. Halbuki اِن۟ كُن۟تُم۟ فٖى رَي۟بٍ ile يَٓا اَيُّهَا النَّاسُ اع۟بُدُوا cümleleri arasında münasebet görünmüyor. Bunların aralarındaki münasebet ancak iki sual ve cevabın takdiriyle tezahür eder. Şöyle ki:

    Evvelki âyette ibadete emredildiğinde “İbadet nasıldır?” diye vârid olan suale cevaben: “Kur’an’ın talim ettiği gibi.” denildi. “Kur’an Allah’ın kelâmı mıdır?” diye edilen ikinci suale cevaben وَاِن۟ كُن۟تُم۟ فٖى رَي۟بٍ denildi. İşte her iki cümle arasında bu suretle münasebet tezahür eder ve harf-i atfın da muktezası yerine gelir.

    Sual: اِن۟ şek ve tereddüdü ifade eder. اِذَا ise cezm ve kat’iyete delâlet eder. Onların şek ve raybları, Kur’an hakkında kat’îdir. Binaenaleyh makamın iktizası hilafına اِن۟ kelimesinin اِذَا kelimesine tercihen zikrinde ne gibi bir işaret vardır?

    Cevap: Evet, onların şek ve rayblarını izale edecek esbabın zuhurundan dolayı, o gibi şüphelerin vücuduna kat’iyetle hükmedilemiyeceğine ancak o şeklerin vücuduna yine şek ve şüphe ile hükmedilebileceğine işarettir.

    İhtar: اِن۟ kelimesinin ifade ettiği şek ve tereddüt, üslubun iktizasına göredir. Hâşâ mütekellime ait değildir.

    اِن۟ كُن۟تُم۟ فٖى رَي۟بٍ ile اِنِ ار۟تَب۟تُم۟ cümleleri bir manayı ifade ettikleri ve ikinci cümle, birinci cümleden kısa olması üsluba daha uygun olduğu halde, birinci cümlenin ikinci cümleye tercihen zikri; onların rayblarının menşei, hasta tabiatlarıyla kötü vücudları olduğuna işarettir.

    Sual: Onlar rayblara zarf ve mahal oldukları halde, onları mazruf, raybı onlara zarf göstermek neye binaendir?

    Cevap: Evet, kalplerindeki raybın zulmeti bütün bedenlerine, kalıplarına intişar ve istila etmiş olduğundan, kendilerinin rayb içinde bulundukları sanılmakta olduğuna işarettir.

    Nekre olarak رَي۟بٍ kelimesinin zikri, ta'mim içindir. Yani hangi raybınız varsa cevap birdir, her bir raybınıza karşı mahsus bir cevap lâzım değildir. Hangi çareye başvurursanız, alacağınız cevap Kur’an’ın i’cazıdır. Evet, bir çeşme başında su içip tatlılığını anlayan bir adam, bütün o çeşmeden teşa’ub eden arkları tecrübe etmeye hakkı yoktur; zira menbaı birdir. Kezalik bir surenin muarazasından âciz kalan adamın, bütün Kur’an’ı tecrübeye hakkı yoktur. Çünkü kâtip birdir.

    مِمَّا daki مِن۟ beyanı ifade ettiğinden فٖى شَى۟ءٍ kelimesinin takdirini ister. Takdir-i kelâm وَاِن۟ كُن۟تُم۟ فٖى رَي۟بٍ فٖى شَى۟ءٍ مِمَّا نَزَّل۟نَا olsa gerektir.

    نَزَّل۟نَا tabirinden anlaşılır ki onların şüphelerinin menşei nüzul sıfatı olup kat’î cevapları da ispat-ı nüzuldür.

    Tedricen yani âyet âyet, sure sure, hâdiselere göre nüzulü ifade eden tef’il babından نَزَّل۟نَا kelimesinin, def’aten nüzule delâlet eden if’al babından اَن۟زَل۟نَا kelimesine tercihen zikredilmesi; onların davalarında “Ne için Kur’an def’aten nâzil olmamıştır?” diye delil getirdiklerine işarettir.

    عَب۟دِنَا: Abd lafzının nebi veya Muhammed (asm) lafızlarına cihet-i tercihi; abd tabiri, Peygamber aleyhissalâtü vesselâmın azametine ve ibadetin ulüvv-ü derecesine işaret olduğu gibi اُع۟بُدُوا emrini tekiddir ve Resul-i Ekrem hakkında vârid olan vehimleri def’etmektir ki o zat, bütün insanlardan ziyade ibadet yapmış ve Kur’an’ı okumuştur.

    فَا۟تُوا: Bu emir taciz içindir. Yani emirden maksat, muhataptan bir şey talep değildir. Ancak başlarına vurmakla muarazaya, tecrübeye davet etmektir ki aczleri meydana çıksın.

    بِسُورَةٍ ... الخ: Bu tabirden anlaşılır ki onların ilzamları, aczleri son hadde bâliğ olmuştur. Zira dokuz dereceye bâliğ olan tahaddinin yani muarazaya davet etmenin tabirleri, tabakaları vardır.

    1- Yüksek nazmıyla, ihbarat-ı gaybiyesiyle, ihtiva ettiği ulûmu ve âlî hakaikiyle beraber tam bir Kur’an’ın mislini, ümmi bir şahıstan getiriniz.

    2- Eğer böylece mislini getirmek tâkatinizin fevkinde ise beliğ bir nazımla uydurma şeylerden olsun, getiriniz.

    3- Eğer buna da kudretiniz olmazsa on sure kadar bir mislini yapınız.

    4- Bu da mümkün olmadı ise uzun bir surenin mislini yapınız.

    5- Eğer bu da size kolay değilse kısa bir surenin misli olsun.

    6- Eğer ümmi bir şahıstan imkân bulamadı iseniz âlim ve kâtip bir adamdan olsun.

    7- Bu da olmadığı takdirde, birbirinize yardım etmek suretiyle yapınız.

    8- Buna da imkân bulunamadığı takdirde, bütün ins ve cinlerden yardım isteyiniz ve bütün efkârın neticelerinden istimdad ediniz. Neticeleri, tamamen yanınızda bulunan kütüb-ü Arabiyede mevcuddur. Bütün kütüb-ü Arabiye ile Kur’an arasında bir mukayese yapılırsa Kur’an mukayeseye gelmez. Çünkü hiçbirine benzemiyor. Öyle ise Kur’an ya hepsinden aşağıdır veya hepsinden yukarıdır. Birinci ihtimal bâtıl ve muhaldir. Öyle ise hepsinden yukarı, fevka’l-küll bir kitaptır. On üç asırdan beri misli vücuda gelmemiştir, bundan sonra da vücuda gelemeyecektir, vesselâm.

    9- “Bizim şahitlerimiz yoktur. Eğer muarazaya girişsek bizi destekleyecek kimse yoktur.” diye gösterdikleri o bahaneyi de def’etmek için “Şühedanıza da müsaade edilmiştir. Onları da çağırın, size yardım etsinler.”

    İşte bu tabakalara dikkat edilirse muarazanın şu mertebelerine işareten, Kur’an-ı Kerîm’in yaptığı îcaz ile gösterdiği i’caza bir şuâ görünür.

    Arkadaş! Kur’an-ı Kerîm’den en kısa bir sureye muaraza etmekten beşerin aczi, mezkûr izahat ile sabit oldu. Amma i’cazın limmiyet ciheti kaldı. Yani beşerin aczini intac eden illet ve sebep nedir? Evet, Kur’an ile muaraza ve mübarezeye çıkan insanların kuvveti Cenab-ı Hak tarafından körleştirilerek, muarazayı yapabilecek kabiliyetten sukut ettirilmiştir. Fakat Abdülkahir-i Cürcanî, Zemahşerî, Sekkakî gibi belâgat imamlarınca beşerin kuvveti Kur’an’ın yüksek üslup ve nazmına yetişemediğinden, aczi tezahür etmiştir.

    Bir de Sekkakî demiştir ki: “İ’caz zevkîdir, tarif ve tabir edilemez.” مَن۟ لَم۟ يَذُق۟ لَم۟ يَد۟رِ Yani fikri ile i’cazı zevk etmeyen, tarif ile vâkıf olamaz; bal gibidir. Lâkin Abdülkahir’in iltizam ettiği veche göre, i’cazı tarif ve tabir etmek mümkündür. Biz de bu vechi kabul ediyoruz.

    Sual: “Taife”, “necm”, “nevbet” kelimeleri “sure” kelimesinin vazifesini ifa edebilirler. “Sure” kelimesinin onlara tercihen zikrinde ne vardır?

    Cevap: Onları şüphelerinin menşei ile ilzam ve boğmaktır. Şöyle ki:

    Onları şüpheye düşürten, güya Kur’an’ın def’aten nâzil olmamasıdır. Demek Kur’an, def’aten nâzil olmuş olsaydı Allah’ın kelâmı olduğunda şüpheleri olmazdı. Lâkin parça parça nâzil olduğundan, şüphelerine bâis olmuştur ki “Bu, beşerin kelâmıdır, parça parça yapılışı kolaydır, biz de yapabiliriz.” diye şüpheye düştüler. Kur’an-ı Kerîm de onların kolay zannettikleri yolu, بِسُورَةٍ tabiriyle ihtar ve “Haydi mislini getiriniz de sizin kolay zannettiğiniz parça parça şeklinde olsun.” diye onları kolay addettikleri yolda boğmuştur. Ve keza Zemahşerî’nin beyanı vechiyle, Kur’an-ı Kerîm’in surelere taksim edilmiş bir şekilde nâzil olmasında çok faydalar vardır. Evet, çok garib letaifi hâvi olduğu için şu üslub-u garib ihtiyar edilmiştir.

    مِن۟ مِث۟لِهٖ deki zamir ya Kur’an’a râcidir yani “Kur’an’ın mislini getiriniz.” veya Hazret-i Muhammed’e (asm) aittir. Yani “Bir sureyi o zatın (asm) misli olan ümmi bir şahıstan getiriniz.” Lâkin birinci ihtimale göre ibarenin hakkı مِث۟لِ سُورَةٍ مِن۟هُ iken iktizanın hilafına بِسُورَةٍ مِن۟ مِث۟لِهٖ denilmiştir. Bunun esbabı: Çünkü birinci ihtimalde, ikinci ihtimalin de mülahazası ve riayeti lâzımdır. Zira yalnız Kur’an’ın mislini getirmekle mesele bitmiş olmuyor. Ancak ümmi bir şahıstan getirilmesi lâzımdır ve muarazanın tamamiyetine şarttır. İşte bunun için hem مِن۟ مِث۟لِهٖ deki zamirin Kur’an’a râci olması lâzımdır hem ibarenin tebdili lâzımdır ki her iki ihtimal mer’î olsun.

    Ve keza muarazanın tamamiyeti, yalnız bir surenin mislini getirmekle olmuyor. Ancak Kur’an’ın tamamına misil olacak bir mecmudan, bir kitaptan alınan bir surenin mislini getirmek şart olduğuna işarettir.

    Ve keza nüzulde Kur’an’ın emsali olan kütüb-ü semaviyeye zihinleri çevirir ki aralarında yapılacak muvazene ile Kur’an’ın ulviyeti anlaşılsın.

    وَاد۟عُوا: Bu tabirin “istiane” veya “istimdad” kelimelerine cihet-i tercihi “davet” kelimesinin kullanış yerlerinden anlaşıldığı vechile; onları belalardan, zahmetlerden kurtarıp yardım edenler hazır bulunup yalnız çağırmaları lâzımdır, fazla bir zahmete ihtiyaç olmadığına işarettir. “İstiane” ve “istimdad” kelimeleri ise yardımcıların hazır bulunduklarına delâlet etmezler.

    شُهَدَٓاءَ: Bu tabir, üç manaya tatbik edilebilir:

    Birincisi: Büyük ediblerdir. Bu manaya göre, onların muaraza manasında “Bizim kuvvetimiz muarazaya kâfi değilse de büyük edib ve hocalarımızın muarazaya kudretleri vardır.” diye söyledikleri yalanı da Kur’an-ı Kerîm وَاد۟عُوا emriyle kesip atmıştır.

    İkincisi: Muarazayı destekleyip şehadet edenlerdir. Bu ihtimale nazaran, onların “Biz muarazaya girişsek bizi destekleyen, şehadet eden yoktur.” diye gösterdikleri bahaneyi de Kur’an-ı Kerîm, müsaade vermek suretiyle “Haydi şahitlerinizi de çağırınız, sizi takviye etsinler.” diye o bahaneyi de yalana çıkartmıştır.

    Üçüncüsü: Âlihe manasınadır. Bu manaya nazaran, sanki Kur’an-ı Kerîm onlara karşı “Yahu bu kadar taptığınız ilahlarınız varken, böyle dar ve sıkıntılı bir vaktinizde ne için onlardan yardım istemiyorsunuz? Onları çağırınız ki bu muaraza belasından sizi kurtarsınlar.” diye bu cümle ile onlara tehekküm etmiş, yüzlerine gülmüştür.

    شُهَدَٓاءَكُم۟: İhtisası ifade eden şu izafe شُهَدَٓاءَ kelimesinin her üç manasına da bakar. Şöyle ki:

    1- Mademki büyük edib ve hocalarınız vardır, tabiî aranızda irtibat, hürmet ve muhabbet vardır ve yanınızda hazır olup gaib de değillerdir. Eğer onların bu dehşetli muarazaya kudretleri olsaydı, herhalde yardım edeceklerdi. Demek onlar da sizler gibi âcizdirler, kusurlarına bakmayınız.

    2- Muarazada sizleri destekleyecek, şehadet edecek her kim olursa olsun kabul ederiz, çağırınız. Amma onlar böyle bedihü’l-butlan bir davada yalan şehadete cesaret edemezler.

    3- Mabud ittihaz ettiğiniz âliheleriniz nasıl size yardım etmiyorlar? Onları da çağırınız bakalım. Fakat onlarda can yok, şuurları da olmadığı gibi hiçbir şeye de kādir değillerdir. Onları da mazur görünüz.

    مِن۟ دُونِ اللّٰهِ: Yani “Allah’tan maada...” Bu kayıt, şühedanın birinci manasına göre ta'mimi ifade eder. Yani “Allah’tan maada, dünyada ne kadar erbab-ı fesahat varsa çağırınız.” Şühedanın ikinci manasına nazaran, aczlerine işarettir. Çünkü bir meselede âciz ve mağlup olan, yemin eder, şahitleri gösterir. Bu, âcizler için bir usûldür. Şühedanın üçüncü manasına göre, onların Resul-i Ekrem ile muarazaları, âdeta şirk ile tevhid veya cemadat ile Hâlık-ı arz ve semavat arasında bir muaraza olduğuna işarettir.

    اِن۟ كُن۟تُم۟ صَادِقٖينَ: Bu cümle “Biz istersek Kur’an’ın mislini yaparız.” diye evvelce sarf ettikleri sözlerine işarettir. Ve keza onların yalancı olduklarına bir ta’rizdir. Yani “Sıdk erbabı değilsiniz ancak safsatacı adamlarsınız. Evet, siz hakkı talep ederken rayb, şüphe kuyusuna düşmediniz ancak rayb, şek ve şüphelere koşarken içine düşmüş kafasız adamlarsınız.”

    İhtar: اِن۟ كُن۟تُم۟ صَادِقٖينَ cümlesinin cezaü’ş-şartı, mâkablinin hülâsasıdır. Takdir-i kelâm:

    اِن۟ كُن۟تُم۟ صَادِقٖينَ تَف۟عَلُوا

    Yani “Sözünüzde sadık olsaydınız yapacaktınız.”

    فَاِن۟ لَم۟ تَف۟عَلُوا وَلَن۟ تَف۟عَلُوا فَاتَّقُوا النَّارَ

    Arkadaş! اِن۟ كُن۟تُم۟ صَادِقٖينَ تَف۟عَلُوا cümlesi, onların aleyhine bir kıyas-ı istisnaîyi tazammun etmiştir. O kıyasın suret-i teşekkülü: “Eğer sadık olsaydınız yapacaktınız lâkin yapamadınız, öyle ise sadık değilsiniz.” Fakat Kur’an-ı Kerîm, mukaddime-i istisnaiye yerinde yani “Lâkin yapamadığınız”a bedel فَاِن۟ لَم۟ تَف۟عَلُوا ... الخ cümlesini, şekki ifade eden اِن۟ ile söylemiştir. Bunun esbabı ise onların “Yapacağız.” diye ettikleri zannı bir derece okşamak içindir. Ve keza o kıyasın neticesi olan “Sadık değilsiniz.” yerine de o neticenin üçüncü derecede lâzımının illeti olan فَاتَّقُوا النَّارَ söylemiştir. Takdir-i kelâm: “Eğer sadık olsaydınız yapacaktınız, lâkin yapamadınız. Öyle ise sadık değilsiniz. Öyle ise hasmınız olan Resul-i Ekrem sadıktır. Öyle ise Kur’an mu’cizdir. Öyle ise iman ve tasdikiniz lâzımdır ki ateşe düşmeyesiniz.”

    فَاتَّقُوا النَّارَ : Bu emr-i İlahî, onlara yapılan tehditleri dehşetlendiriyor.

    اِن۟ لَم۟ تَف۟عَلُوا cümlesindeki تَف۟عَلُوا kelimesi, fiil-i muzaridir. Bu fiil zaman-ı hal ile istikbal arasında müşterektir. Huruf-u şartiyeden olan اِن۟ zaman-ı halden istikbal dağlarına atıyor. Huruf-u câzimeden olan لَم۟ istikbalden mazi derelerine fırlatıyor. Zavallı تَف۟عَلُوا her iki edatın ellerinde top gibi oyuncak olmuştur. Bu edatların bu vaziyetleri zihinleri hem maziye hem istikbale gönderiyor ki maziyi süslendiren beliğ hitabeleri, altın ile yazılan muallakatları, Kur’an’ın yakınına bile gelemediklerini görsünler. O sahifeyi gördükten sonra, istikbal sahifesini de ona kıyas etsinler.

    تَف۟عَلُوا nun تَا۟تُوا kelimesine tercihinde, iki nükte vardır:

    Birisi: Kur’an’ın i’cazı, onların aczindendir. Aczleri ise eserden olmayıp fiilden olduğuna işarettir. Yani aczlerinin menşei; Kur’an’ın misli değildir, o misli yapmaktandır.

    İkincisi ise: İlm-i sarfta ف ع ل bütün fiillerin terazisi olduğu gibi; üsluplarda da uzun hikâyeleri, işleri, vakıaları, kıssaları bir lafız ile ifade eden bir fezlekedir. Sanki kinaye kabîlinden cümleleri tabir eden bir zamirdir.

    وَلَن۟ تَف۟عَلُوا daki لَن۟ huruf-u nâsibeden olup dâhil olduğu fiili istikbale nakleder, müekked veya müebbed olarak istikbalde nefyeder. Demek bu cümlenin kaili, pek büyük bir itminan ve ciddiyet ile şek ve şüphe etmeyerek bu hükmü vermiştir. Bundan anlaşılır ki o zatın işlerinde hile yoktur.

    Sual: فَاتَّقُوا İttika ile tecennüb, ikisi de bir manayı ifade ederler. İttikanın tecennübe cihet-i tercihi nedir?

    Cevap: Evet ittika, imana tabidir. Yani ittika, iman olduktan sonra husule gelir. Tecennübde bu tebaiyet yoktur. Binaenaleyh ittika kelimesi imanı andırır ve ittika lafzıyla, imana îma ve işaret edilebilir. Fakat tecennüb kelimesi bu işi göremez. Bunun içindir ki اِن۟ لَم۟ تَف۟عَلُوا nun hakiki cezası olan اٰمَنُوا nun yerinde تَجَنَّبُوا ya tercihen فَاتَّقُوا ihtiyar ve ikame edilmiştir.

    اَلنَّارَ: Nârın اَل۟ ile tarifi, nârın ma’hudiyet ve malûmiyetine işarettir. Çünkü enbiya-i izamdan işitilmek suretiyle, zihinlerde malûmiyeti takarrur etmiştir.

    Sual: اَلَّتٖى esma-i mevsuledendir. “Sıla” dâhil olduğu cümlenin evvelce malûm olduğunu iktiza eder. Halbuki sılası olan وَقُودُهَا النَّاسُ وَال۟حِجَارَةُ evvelce muhataplara malûm değilmiş?

    Cevap: نَارًا وَقُودُهَا النَّاسُ وَال۟حِجَارَةُ âyeti bu âyetten evvel nâzil olduğuna nazaran muhataplar ondan kesb-i malûmat ettiklerine binaen, burada اَلنَّارَ ile اَلَّتٖى arasında tavsif muamelesi yapılmıştır.

    وَقُودُهَا النَّاسُ وَال۟حِجَارَةُ

    Bu kayıtlardan maksat, tehdittir. Tehdidlerin tekid ve teşdid edildiğine binaen, burada اَلنَّاسُ kelimesiyle tekid edilmiştir; حِجَارَةٌ lafzıyla da teşdid ve tevbih edilmiştir. Şöyle ki: “Menfaat, necat ümidiyle taştan mamul, mabud ittihaz ettiğiniz sanemler, size tazip âleti yani sizi yandırıp yakan ateşe odun olmuşlardır. Zavallılar! Ne için bunu düşünmüyorsunuz?”

    Sual: اُعِدَّت۟ لِل۟كَافِرٖينَ Cümlede makamın iktizası hilafına لَكُم۟ yerine لِل۟كَافِرٖينَ denilmesi neye binaendir?

    Cevap: Evet, Kur’an-ı Kerîm’in takip ettiği usûl, ale’l-ekser âyetlerin sonunda küllî kaideleri, fezlekeleri söylediğine göre Kur’an-ı Kerîm, onların cehennemlik olduklarını ispat eden delilin ikinci mukaddimesine işaret etmek üzere, ism-i zâhiri zamir yerine, yani لِل۟كَافِرٖينَ cümlesini لَكُم۟ yerine ikame ile ta'mim yapmıştır. Takdir-i kelâm:

    اُعِدَّت۟ لَكُم۟ لِاَنَّكُم۟ مِنَ ال۟كَافِرٖينَ وَالنَّارُ اُعِدَّت۟ لِل۟كَافِرٖينَ

    Yani “Siz cehennemliksiniz zira kâfirlerdensiniz. Cehennem de kâfirler içindir.”

    * * *

    وَبَشِّرِ الَّذٖينَ اٰمَنُوا وَعَمِلُوا الصَّالِحَاتِ اَنَّ لَهُم۟ جَنَّاتٍ تَج۟رٖى مِن۟ تَح۟تِهَا ال۟اَن۟هَارُ كُلَّمَا رُزِقُوا مِن۟هَا مِن۟ ثَمَرَةٍ رِز۟قًا قَالُوا هٰذَا الَّذٖى رُزِق۟نَا مِن۟ قَب۟لُ وَاُتُوا بِهٖ مُتَشَابِهًا وَلَهُم۟ فٖيهَٓا اَز۟وَاجٌ مُطَهَّرَةٌ وَهُم۟ فٖيهَا خَالِدُونَ

    Yani “İman eden ve iyi işler işleyen mü’minlere beşaret ver ki altında nehirler akan cennetler onlarındır. O cennetlerden bir meyve yedikleri zaman; bu, bundan evvel yediğimiz meyvedir derler. Birbirine benzer bir surette rızıkları getirilip verilir. Ve o cennetlerde onlar için temiz kadınlar vardır. Ve onlar o cennetlerde de daimî bir şekilde kalacaklardır.”

    Arkadaş! Bu âyetin evvela mâkabliyle olan irtibatından bahsedeceğiz. Şöyle ki:

    Bu âyetin geçen âyetler ile mütefavit çok irtibatları vardır. Yani mezkûr cümlelere doğru bu âyetten uzanıp giden muhtelif hatlar vardır. Bakınız, Kur’an-ı Kerîm’in bu âyetle işaret ettiği netice, imanla amel-i salihin semeresi, surenin başında mü’minlere yaptığı medh ü senaya bakıyor.

    Ve yine surenin başında, kâfir ve münafıklara yaptığı zem ve tahkirlerden sonra tuttukları yolun onları ebedî bir şakavete sevk edeceğini beyan etmiştir. Bu âyetle tasrih ettiği saadet-i ebediyenin nurunu göstererek, onların bu büyük nimetleri kaybettiklerinden çektikleri hasretleri tezyid ve arttırmıştır.

    Ve yine يَٓا اَيُّهَا النَّاسُ اع۟بُدُوا ile emrettiği bir kısım dünya lezzetlerinin terkine bâis olan ibadetten neş’et eden zahmet ve meşakkatlere

    karşı, bu âyetle cennetin kapısını açarak cennetin lezaizini göstermekle mü’minlerin kalplerini tatmin ve temin etmiştir.

    Ve yine teklifin esası ve imanın birinci rüknü olan tevhidi, evvelce ispat etmiştir. Bu âyette dahi tevhidin semeresini ve rahmetin unvanını cennet ve saadet-i ebediye ile göstermiştir.

    Ve yine yukarıda nübüvvet-i Muhammediye (asm) اِن۟ كُن۟تُم۟ فٖى رَي۟بٍ ... الخ âyetiyle işaret edilen i’caz ile ispat edilmiştir. Burada da tebşir ve inzar gibi nübüvvet vazifelerine lisan-ı Kur’an ile işaret edilmiştir.

    Ve yine yukarıda îâd ve inzar yani tahvif ve tehditler yapılmıştır. Burada da vaadler, rağbetler, beşaretler yapılmıştır. Bunların arasındaki münasebet, tezadî bir münasebettir.

    Ve yine nefsi ve vicdanı, aklın hükümlerine itaatlerini devam ettiren tergib ve terhib, yani ümit ve korku hisleri lâzımdır. Bu hislerin vücud bulup devam etmeleri ancak tergib ve terhib yani ümitlendirmek ve korkutmakla olur. Tergib ve terhibin devamı ancak vicdanda mevcud tahrik edici bir âmirin vücuduyla olur. İşte bu âyetle, tergib hissi uyandırılmıştır. Evvelki âyetler ile de terhib hissi tahrik edilmiştir. Bu itibarla aralarında tezadî bir münasebet vardır.

    Ve yine geçen âyetlerde âhiretin bir şıkkına yani cehenneme işaret yapılmıştır. Bu âyette, ikinci şıkkı olan cennetten haber verilmiştir. Bu itibarla âhiretin her iki şıkkı da zikredilmiş bulunuyor.

    Arkadaş! Cennet ve cehennem, şecere-i hilkatten ebede doğru uzanıp giden iki daldan tezahür eden iki semeredir ve kâinatın teselsülen gelmekte olan silsilelerinin iki neticesidir ve ebede doğru akıp giden kâinat seylinin iki mahzeni ve iki havuzudur.

    Evet Cenab-ı Hak, gayr-ı mütenahî hikmetler için bu âlemi, imtihana sahne yaptı; yine sonsuz hikmetler için tagayyürata, tahavvülata, inkılablara mahal olmasını irade etti ve yine sonsuz gayeler için hayır ile şerri, nef’ ile zararı, hüsün ile kubhu, hülâsa iyilikle kötülüğü karışık bir şekilde cennet ve cehenneme tohum olmak üzere kâinatın şu mezraasına serpti.

    Evet mademki bu âlem, nev-i beşerin imtihan meydanıdır ve müsabaka yeridir; iyilikle kötülüğün birbirinden tefrik edilemeyecek derecede muhtelit ve karışık olmaları lâzımdır ki insanların dereceleri tezahür etsin. İmtihan ve tecrübe zamanları bittikten sonra kötü insanlar: وَام۟تَازُوا ال۟يَو۟مَ اَيُّهَا ال۟مُج۟رِمُونَ “Ey mücrimler! Bir tarafa çekiliniz!” diye olan tüy ürpertici, sâıkavari, şiddetli emr-i İlahîye maruz kalacakları gibi; iyi insanlar da فَاد۟خُلُوهَا خَالِدٖينَ “Daimî kalmak üzere cennete giriniz.” diye olan Cenab-ı Hakk’ın mün’imane, şefikane, lütufkârane emirlerine mazhar olacaklardır. İnsanlar bu iki kısma ayrıldıktan sonra, kâinat da tasfiye ameliyatına uğrayacak. Kötülüğü, şerri, zararı tevlid eden maddelerin bir tarafa çekilmesiyle cehennemin; iyiliği, hayrı, nef’i doğuran maddelerin de diğer tarafa çekilmesiyle cennetin teçhizatları ikmal edilecektir.

    * * *

    MUKADDİME

    Bu âyet mâkabliyle beraber kıyamete, haşre işaret eder. Binaenaleyh bu meselede nazara alınacak dört nokta vardır:

    Birincisi: Âlemin imkân-ı harabiyetiyle ölümüdür.

    İkincisi: Harabiyetin vukua gelmesidir.

    Üçüncüsü: Tamir ve ihyasıdır.

    Dördüncüsü: Tamirinin imkânı ve vukuudur.

    Evvela: Harabiyet-i âlem imkân dairesinde olup olmadığından bahsedeceğiz.

    Evet, âlemde tekâmül kanunu vardır. Bu kanuna tabi olan, neşv ü nema kanununa dâhildir. Bu kanuna dâhil olanın bir ömr-ü tabiîsi vardır. Ömr-ü tabiîsi olanın, ecel-i fıtrîsi vardır; ecelin pençesinden kurtulamaz.

    Evet, kâinatın ihtiva ettiği envaın ve bu envaın ihata ettiği efradın kısm-ı ekserisi bu kanunlara tabidirler. Binaenaleyh âlem-i sağir denilen insan, ölümden ve harabiyetten kurtulamadığı gibi; insan-ı kebir denilen âlemin de ölümden necatı yoktur. Ve keza kâinatın bir ağacı ölümden, dağılmaktan halâs olmadığı gibi şecere-i hilkatten olan kâinat silsilesinin de harabiyetten kurtuluşu yoktur.

    Evet, eğer kâinat ömr-ü fıtrîsinden evvel haricî bir tahribata veya Sâni’i tarafından bir hedm ve kıyamete maruz kalmasa bile, fennî bir hesap ile kâinatın öyle bir günü gelecektir ki اِذَا السَّمَٓاءُ ان۟شَقَّت۟ ۝ اِذَا الشَّم۟سُ كُوِّرَت۟ ۝ اِذَا النُّجُومُ ان۟كَدَرَت۟ gibi âyetlere mâsadak olacaktır ve insan-ı kebir denilen koca kâinat, şu boşluğu sekeratının bağırtılarıyla dolduracaktır.

    İkinci Nokta: Harabiyet-i âlemin vukua geleceğidir.

    Evet bütün semavî dinler, âlemin harap olacağında müttefiktirler. Hem her bir fıtrat-ı selime, âlemin öleceğine şehadet eder. Ve kâinatta gözle görünen şu kadar nev’î, ferdî, yevmî, şehrî, senevî tagayyürat, tahavvülat, inkılabların yalnız işaretleriyle değil, sarahatleriyle, kıyametin geleceği sabittir. Eğer bu icmal ile kanaat hasıl edemediysen bir parça izahat verelim.

    Arkadaş! Kâinat dediğimiz şu apartman-ı İlahî öyle ulvi, yüksek, derin, ince nizamlara tabi ve öyle acib garib rabıtalara bağlıdır ki eğer bir duvarı veya bir taşı “Yerinden çık!” emrine hedef olsa derhal âlem, ölüm hastalığına düşer, sekerata başlar; yıldızlar arasında müsademeler, ecram arasında muharebeler vukua gelir. Şu gayr-ı mütenahî boşluk; pek şiddetli sayhalar, pek dehşetli sâıkalar, pek korkunç sesler, sadâlar, gürültüler ve gümbürtülerle dolar. Evet insan-ı kebirin ölümü, küçük bir ölüm değildir. Sekerata başladığı zaman, milyarlarca kürelerin çarpışmasından husule gelen fırtınanın ne tasavvuru ve ne tarifi ve ne de görülmesi imkân dairesinde değildir.

    İşte bu şiddetli ölüm ile hilkat bayılır, kâinat yayılır, hilkatin yağı ayranı birbirinden ayrılır. Cehennem maddesiyle, aşiretiyle bir tarafa çekilir; cennet de letafetiyle, lezaiziyle ve bütün güzel unsurlarıyla tecelli ve incilâ eder.

    Sual: Kâinat ilk yaratılışında ebede elverişli olarak sabit bir şekilde yaratılsaydı böyle tagayyüratlı, inkılablı, mâil-i inhidam bir surette yaratılıp bilâhare tahripten sonra ebediyete kabil, metin bir şekilde yapılmasından daha iyi ve daha kısa olmaz mıydı?

    Cevap: Vaktâ ki Cenab-ı Hak, hikmet-i ezeliye ile inayet-i ezeliyenin iktizasınca, insanların kabiliyetlerinin tezahürünü ve istidatlarının neşv ü nemasını irade etmekle, nev-i beşeri imtihan ve tecrübeye tabi tuttu, zararları menfaatlere kattı, şerleri hayırların içine attı, güzellikleri çirkinliklerle cem’etti; hepsini birbirine karıştırarak kâinatın hamuru ile beraber yaratılış teknesinde yoğurduktan sonra kâinatı tagayyür, tebeddül, tekâmül kanunlarına tabi tuttu.

    Vaktâ ki imtihan perdesi kapanır ve tecrübe zamanı nihayet bulur ve kâinat tarlasının vakt-i hasadı hulûl eder. Sâni’-i Hakîm inayetiyle, birbiriyle karışık yoğurduğu zıtları tasfiye eder, içlerinden tagayyürü doğuran esbabı ayırır ve ihtilaf maddelerini tefrik eder. Sonra cehennem ebede elverişli olarak metin ve kavî bir cisimle teşekkül ederek وَام۟تَازُوا hitabına hedef olur. Cennet ise esasatıyla beraber ebedî ve muhkem bir şekilde tecelli eder ve münceli olur.

    Evet, gerek cehennemi gerek cenneti teşkil eden ecza ve maddeler arasında münasebet vardır, zıddiyet yoktur. Münasebet intizamın şartıdır, nizam da devama sebeptir. Ve keza bu iki menzilin halkı da ebedî oldukları için vücudlarını teşkil eden ecza, tagayyüre maruz değildir. Çünkü dünyadaki cisimlerinin terkip ve tahlilleri arasında muvazene yoktur. Yani cisim bünyelerine girenlerin, çıkanların arasında nisbet yoktur. Onun için inhilale yüz tutarlar. Fakat âhiretteki cisimlerin yapılışı öyle değildir. Eczaları arasında tam manasıyla muvazene vardır ki inhilale mahal kalmaz.

    Üçüncü ve Dördüncü Noktalar: Yani dünyanın ikinci tamiriyle haşrin vukuudur.

    Evet, tevhid ve nübüvvetin ispatları, yalnız delil-i naklî ile sahih değildir. Çünkü devir lâzım gelir. Evet, Kur’an ve hadîsten ibaret olan naklî delillerin sıhhati, nübüvvetin sıhhat ve sıdkına bağlıdır. Eğer nübüvvet de delil-i naklî ile ispat edilirse muhal lâzım gelir. Bunun için Kur’an-ı Kerîm, tevhid ile nübüvveti delail-i akliye ile ispat etmiştir. Amma haşir meselesinin hem aklî hem naklî deliller ile ispatı sahihtir.

    Delil-i aklî ile ispatı وَبِال۟اٰخِرَةِ هُم۟ يُوقِنُونَ âyet-i kerîmesinin bahsinde beyan edilmiştir. Hülâsası: Vücudlarında şek ve şüphe olmayan nizam, rahmet ve nimet ancak ve ancak haşrin gelmesiyle ve ikinci bir hayatın tahakkuku ile nizam, rahmet, nimet olabilirler. Eğer haşir gelmezse ve ikinci bir hayat tahakkuk etmezse bunları esmaü’l-ezdaddan addetmek lâzım gelir.

    Delil-i naklî ise: Kur’an-ı Mu’cizü’l-Beyan ile bütün enbiya, haşrin geleceğine ittifak etmişlerdir.

    Aklî ve naklî deliller ise: Fahreddinü’r-Râzî’nin tefsirinde bu kabîl delilleri bildiren âyetler beyan edilmiştir. Hülâsa, bilhassa hayvanat ve nebatatta daima vukua gelen haşirlere dikkat edip teemmül eden adam, elde edeceği müteferrik emarelerle haşrin vukuuna, hads ile yani bir sürat-i intikal ile hükmedecektir.

    Şimdi bu âyetin cümlelerini birbirine bağlayan münasebetlere gelelim.

    Evet, bu âyetin cevherlerini nazmeden ve cümlelerinin silsilesine medar-ı bahis olan nokta, “saadet”tir. Şöyle ki:

    Saadet-i ebediye iki kısımdır:

    Birinci ve en birinci kısmı: Allah’ın rızasına, lütfuna, tecellisine, kurbiyetine mazhar olmaktır.

    İkinci kısmı ise: Saadet-i cismaniyedir. Bunun esasları; mesken, ekl, nikâh olmak üzere üçtür. Ve bu üç esasın derecelerine göre saadet-i cismaniye tebeddül eder. Ve bu kısım saadeti ikmal ve itmam eden, hulûd ve devamdır. Çünkü saadet devam etmezse zıddına inkılab eder.

    Birinci kısım saadetin aksamı, tafsilden müstağnidir veya gayr-ı kabildir.

    İkinci kısım saadetin aksamı ise: Evet meskenin en latîfi, en cazibedar şekli; etraf-ı erbaası türlü türlü gül ve çiçekler ile müzeyyen, bağ ve bahçelerle muhat, altında sular, nehirler akan kasır ve köşklerdir. Evet, camid kalpleri aşk ve şevkle ihya eden, sönmüş olan ruhları şen ve şâd eden, şairlere sermaye olarak şairane teşbihleri, temsilleri, üslupları ilham eden; sular ile hadravat ve nebatattır.

    Saadetin ikinci esası olan ekl ise me’kûlat (yiyecek) kuvvet verdiği cihetle en iyisi, en lezizi, me’luf olan kısımdır. Yani insana garib, vahşi olmayan şeylerdir. Çünkü ülfetle, o nimetin derece-i kıymeti bilinir; lezzet verdiği cihetle de lezzetin en büyük lezzeti, teceddüd ve tebeddülündedir. Ve keza ekl lezzetini ikmal eden esbabdan biri de o rızkın kendi amelinin ücreti olduğunu bilmektir; ikinci bir sebep de o rızkın menbaının daima göz önünde hazır bulunmasıdır ki kalbi mutmain olsun, rızık için telaş etmesin.

    Saadetin esaslarından nikâh ise: Evet, insanın en fazla ihtiyacını tatmin eden, kalbine mukabil bir kalbin mevcud bulunmasıdır ki her iki taraf sevgilerini, aşklarını, şevklerini mübadele etsinler ve lezaizde birbirine ortak, gam ve kederli şeylerde de yekdiğerine muavin ve yardımcı olsunlar. Evet, bir işte mütehayyir kalan veya bir şeye dalarak tefekkür eden adam velev zihnen olsun, ister ki birisi gelsin, kendisiyle o hayreti, o tefekkürü paylaşsın. Kalplerin en latîfi, en şefiki; “kısm-ı sânî” ile tabir edilen kadın kalbidir. Fakat kadın ile ruhî imtizacı (geçimi) ikmal eden, kalbî ünsiyet ve ülfeti itmam eden, surî ve zâhirî olan arkadaşlığı samimileştiren; kadının iffetiyle, ahlâk-ı seyyieden temiz ve pâk bulunması ve çirkin arızalardan hâlî olmasıdır.

    Sual: Yiyecek, içecek şahsî vücudu ibka etmek içindir. Çünkü vücuddan eriyip ayrılan şeylerin yerini doldurup tamir etmek, yemek ve gıda ile olur. Nikâh da nev’in bekası içindir. Halbuki âhirette eşhas ebedî olduğundan, vücudlarında eriyip ayrılan bir şey yoktur ki gıdaya ihtiyaç olsun ve âhirette tenasül yoktur ki nikâha lüzum olsun?

    Cevap: Yemek, içmek ve nikâhın faydaları, yalnız bekaya ve tenasüle münhasır değildir. Evet şu elemli, kederli âlemde onlarda pek büyük lezzet ve faydalar olsun da lezzetler yeri olan âlem-i saadette ne için daha nezih lezzet ve faydaları olmasın?

    Sual: Bu âlemde lezzet, elemin def’inden hasıl olur. Halbuki âhirette elem yoktur?

    Cevap: Elemin def’i, lezzetin sebeplerinden biridir. Yoksa lezzet, ona münhasır değildir. Ve keza âlem-i ebedînin bu âleme benzetilmesi, kıyas-ı maalfârıktır. Yani aralarında çok farklar bulunduğundan birbirine benzemez. Cennet ile Horhor Bahçesi’nin (Hâşiye[6]) arasında ne nisbet varsa cennetin lezzetleriyle dünyanın lezzetleri arasında da aynı o nisbet vardır. Cennetin Horhor Bahçesi’nden dereceleri ne kadar çok yüksek ise uhrevî lezzetler de dünya lezzetlerine göre öyledir. Her iki âlem arasında bu büyük tefavüte, İbn-i Abbas لَي۟سَ فِى ال۟جَنَّةِ اِلَّا اَس۟مَائُهَا cümlesiyle işaret etmiştir. Yani “Cennette, dünya meyvelerinin yalnız isimleri vardır.” Yani isimleri birdir fakat lezzetleri ayrıdır.

    Cennette lezzetin devamı meselesi ise: Evet, lezzetin hakiki lezzet olması, zeval görmeyip devam etmesindendir. Zira elemin zevali lezzet olduğu gibi lezzetin zevali de elemdir hattâ zevalinin tasavvuru bile elemdir. Evet, bütün mecazî âşıkların enînleri, bağırıp çağırmaları, bu kısım elemdendir ve bütün divanlarıyla yaptıkları ağlamalar, vaveylâlar, hep mahbubların firak ve zevallerinin tasavvurundan neş’et eden elemdendir. Evet, pek çok muvakkat lezzetler var ki zevalleri daimî elemleri intac ettiği gibi; çok elemlerin zevali de leziz lezzetlere bâis olur. Lezzet ve nimet ise devam etmek şartıyla lezzet ve nimet sayılabilir.

    Hülâsa: İnsan, ebed için yaratılmıştır. Onun hakiki lezzetleri ancak marifetullah, muhabbetullah, ilim gibi umûr-u ebediyededir.

    Bu âyetin cümleleri arasındaki rabıtaları gördük.

    Şimdi cümlelerinin işgal ettikleri yerler ile münasebetlerine bakacağız:

    Evet وَبَشِّرِ الَّذٖينَ اٰمَنُوا وَعَمِلُوا الصَّالِحَاتِ bu cümlenin, bu mevki ile münasebeti:

    Evet Cenab-ı Hak, ibadeti teklif etti ve nübüvveti ispat etti ve Peygamberimizi (asm) tebliğ-i umûra memur yaptı ve dünyevî bazı lezzetlere cevaz vermeyen ve meşakkatleri tazammun eden ibadete mü’minlerin imtisallerini temin etmek için mü’minlere vaad buyrulan tebşirleri tebliğ etmeyi Resul-i Ekrem’e (asm) emretti. Çünkü o Hazret (asm) inzar ve tahvife (korkutma) memur olduğu gibi; Allah’ın rızasını, lütfunu, kurbiyetini ve saadet-i ebediye gibi tebşiratını da tebliğe memurdur.

    اَنَّ لَهُم۟ جَنَّاتٍ تَج۟رٖى : İnsanın ihtiyacat-ı zaruriyesi içinde en evvel lâzım olan, mekân ve meskendir. Mekânın en güzeli, nebatat ve eşcara müştemil olan yerlerdir. Ve en latîfi, nebatları arasında suların mecrası olan bahçelerdir. Ve en kâmil kısmı, ağaçlarının arasından akan nehirlerinin çoklukla bulunmasıdır. Kur’an-ı Kerîm bu kısma تَج۟رٖى مِن۟ تَح۟تِهَا ال۟اَن۟هَارُ cümlesiyle işaret etmiştir.

    Meskenden sonra insanın en fazla muhtaç olduğu; cismanî lezzetlerden yiyecek, içecektir. Bu kısma da جَنَّةٌ , نَه۟رٌ kelimeleriyle işaret edilmiştir. Sonra rızkın en ekmeli, me’luf olan kısımdır ki derece-i kıymeti bilinsin. Meyvelerin lezzeti, teceddüd ve tebeddülündedir. Lezzetin en safisi, hazır ve yakın olanıdır ve en lezizi, amelinin ücreti olduğunu bilmektir. Kur’an-ı Kerîm bu kısma da كُلَّمَا رُزِقُوا مِن۟هَا مِن۟ ثَمَرَةٍ رِز۟قًا قَالُوا هٰذَا الَّذٖى رُزِق۟نَا مِن۟ قَب۟لُ cümlesiyle işaret etmiştir.

    مِن۟ قَب۟لُ : Yani “Bundan önce yediğimiz meyvelerdir veya dünyada yediğimiz meyvelerdir.” Çünkü cennetin meyveleri birbirine benzediği gibi dünya meyvelerine de zâhiren benzerler.

    وَاُتُوا بِهٖ مُتَشَابِهًا : Yani “Rızıkları birbirine müteşabih olarak getirilir.” Hadîste de vârid olduğuna göre, cennetin meyveleri renkçe birdir amma tatları, taamları bir değildir. Bu cümlede meçhul sîgasıyla zikredilen اُتُوا kelimesinden anlaşıldığı gibi rızkın insana götürülmesi, büyük bir şeref ve keramete delâlet ettiğinden büyük bir lezzeti intac ediyor.

    وَلَهُم۟ فٖيهَٓا اَز۟وَاجٌ مُطَهَّرَةٌ : Mesken ve me’kelden sonra insanın en ziyade muhtaç olduğu, eşidir. Bu ihtiyacının cennette temin edilmiş olduğuna, bu cümle ile işaret edilmiştir. Evet, insan bir refikaya veya bir refike muhtaçtır ki tarafeyn aralarında, hayatlarına lâzım olan şeyleri muavenet suretiyle yapabilsinler ve rahmetten neş’et eden muhabbet iktizasıyla, yekdiğerinin zahmetlerini tahfif etsinler ve gamlı, kederli zamanlarını, ferah ve sürura tebdil edebilsinler. Zaten dünyada insanların tam ünsiyeti ancak refikasıyla olur.

    وَهُم۟ فٖيهَا خَالِدُونَ : İnsan bir nimete veya bir lezzete mazhar olduğu zaman, en evvel fikrini bozan, vesvese veren; o nimetin veya o lezzetin devam edip etmeyeceği düşüncesidir. Bu vesveseli düşünceye mahal kalmamak üzere Kur’an-ı Kerîm, bu cümle ile onların ezvacıyla, lezaiziyle beraber cennette ale’d-devam kalacaklarını tebşir etmekle, o kederli düşünceden kurtarmıştır.

    Bu âyetteki cümlelerin sadeflerinde bulunan cevherleri göstereceğiz:

    وَبَشِّرِ الَّذٖينَ اٰمَنُوا وَعَمِلُوا الصَّالِحَاتِ cümlesinin başında bulunan وَ harf-i atıftır. Atfın her iki tarafı arasında münasebet lâzımdır. Halbuki burada tebşir ile mâkabli arasında münasebet görünmüyor. Ancak mâkablinde inzar vardır. Öyle ise bu tebşir, o mâkablinden tereşşuh eden inzara atıftır.

    بَشِّر۟: “Beşaret” tabiri; cennetin, Cenab-ı Hakk’ın fazl u kereminden bir hediye-i İlahiye olup amelin ücreti mukabilinde vâcib bir hak olmadığına işarettir. Çünkü hak ve ücretin verilmesi, beşaretle tabir edilemez. Buna binaen yapılan ibadet, cennet için olmamalıdır. Tebşirin sîga-i emir kıyafetiyle zikri, tebliğin takdirine işarettir. Çünkü Resul-i Ekrem (asm) tebliğe memurdur, tebşire mükellef değildir. Takdir-i kelâm: “Müjdeleyerek tebliğ et.” demektir.

    Sual: اَلَّذٖينَ اٰمَنُوا وَعَمِلُوا Bu sıla ve mevsule tabiri, ism-i fâil sîgası olan اَل۟مُؤ۟مِنٖينَ den daha uzun olduğu halde neye işarettir?

    Cevap: Surenin başında, tafsilen zikredilen اَلَّذٖينَ يُؤ۟مِنُونَ olan sıla ve mevsule işarettir ki orada yapılan tafsil, burada yapılan icmale beyan olsun.

    Sual: Surenin başında اَلَّذٖينَ nin sıla denilen dâhil olduğu cümle, muzari sîgasıyla zikredildiği halde, burada mazi sîgasıyla zikredilmiştir. Esbabı nedir?

    Cevap: Orada makam, iman ve amele teşvik ve medih makamıdır. Buna münasip, muzari sîgasıdır. Burada makam, mükâfat ve ücreti vermek makamıdır. Buna da münasip, mazi sîgasıdır. Çünkü ücret, hizmetten sonra verilir.

    وَعَمِلُوا : Bu وَ harf-i atıftır. Atfın tarafeyni arasında münasebet lâzım olduğu gibi mugayeret de lâzımdır. Burada aralarında bulunan mugayeret, mezheb-i İtizal’in hilafına, amelin imana dâhil olmadığına ve amelsiz imanın da kâfi gelmediğine delâlet ettiği gibi عَمَلٌ tabiri de tebşir edilenin ücret gibi olduğuna işarettir.

    اَلصَّالِحَاتِ : Bu kelime, bir şey ile takyid ve tahsis edilmeyerek mutlak ve mübhem bırakılmıştır. Mısır Müftüsü Şeyh Muhammed Ab­düh’ün telakkisine göre: “İyi şeyler manasında olan صَالِحَاتِ kelimesi, beyne’n-nâs meşhur ve malûm olduğundan mutlak bırakılmıştır.” Ben de diyorum ki: Surenin başına itimaden burada mübhem bırakılmıştır. Çünkü sure başında zikredilen يُقٖيمُونَ الصَّلٰوةَ وَمِمَّا رَزَق۟نَاهُم۟ يُن۟فِقُونَ âyeti, buradaki صَالِحَاتِ yi beyandır.

    اَنَّ لَهُم۟ جَنَّاتٍ تَج۟رٖى مِن۟ تَح۟تِهَا ال۟اَن۟هَارُ

    Bu âyetten maksat, mükâfattan neş’et eden neşeli lezzet ve sürurdur. Bu maksadın takviyesine işaret eden kayıtlar:

    1- اَنَّ nin tekidi.

    2- ل ın ihtisası.

    3- لَهُم۟ ün takdimi.

    4- “Cennet”in cem’iyle tenkiri.

    5- “Cereyan”ın zikri.

    6- تَح۟تَ ile beraber مِن۟ in zikri.

    7- “Nehir” tabiriyle tarifidir.

    Bu kayıtların o maksadın tahakkukuna çalıştıklarına bir parça izahat vereceğiz. Şöyle ki:

    Pek büyük bir şey tebşir edildiği zaman, akıl tereddüt eder, inanamaz; inandırmak için tekide ihtiyaç olur. Ve keza neşe ve sürur makamları, evhamdan hâlî olmalıdır. Çünkü edna bir vehimle, sürur zâil olur. Buna binaen burada o büyük tebşirat اَنَّ ile tekid edilmiştir ki hem akıl inansın hem o süruru izale edecek hiçbir evham kalmasın. Ve keza bu tebşiratın yalnız bir vaadden ibaret olmayıp bir hakikat olduğuna işarettir.

    İhtisası ifade eden لَهُم۟ deki ل tebşir edilen şeyin onlara mahsus ve onların mülkü ve onların fazlî istihkakları olduğuna delâlet eder ki lezzetleri tamam, sürurları müzdad olsun. Ve illâ bir padişah, bir fakiri misafir ederse madem o misafirlik ve o sohbet ebedî değildir, kıymeti yoktur.

    لَهُم۟ ün takdimi hasrı ifade ettiğinden, beyne’n-nâs cennetin onlara tahsis kılındığına ve dolayısıyla ehl-i nârın da perişan hallerini onların gözleri önüne götürmeye sebep olduğuna delâlet eder. Ve bu itibarla cennetin lezzeti artar ve kıymeti tezahür eder.

    Cennetin cem’i, cennetlerin taaddüdüne ve amellere göre cennetin mertebelerine işarettir. Ve keza cennetin her bir cüzü, cennet gibi bir cennet olduğuna ve her bir mü’mine düşen kısım, büyüklüğüne nazaran tam bir cennet gibi göründüğüne işarettir.

    Cennetin tenkiri ise güzelliğinin kabil-i tarif ve tavsif olmadığına veya sâmi’lerin iştiha ve istihsanlarının fevkalâdeliğine işarettir.

    تَج۟رٖى: Bahçelerin en güzeli, içinde suyu bulunanlardır. Bunların da en güzeli, içlerinden suları akanlardır. Bunların da en iyisi, akıntısı devamlı olanlardır. İşte cereyanın sîga-i muzari kıyafetinde zikredilmesi, o cereyanları tasvir etmekle devamlı olduğuna işarettir.

    مِن۟ تَح۟تِهَا: Hadravat (yeşillik) ve nebatat içinde cereyan eden suların en iyisi; nebean suretiyle bahçenin içinden çıkmakla yüksek köşklerin altından kendine mahsus terennümatıyla geçen, eşcar ve nebatata dağılan sulardır. مِن۟ تَح۟تِهَا kelimesi, bu kısım sulara işarettir.

    اَل۟اَن۟هَارُ: Suların çokluğu, bahçelere daha ziyade menfaat, revnak ve güzellik verir. Kezalik küçük küçük arklardan tecemmu eden nehirler, daha güzel manzaraları teşkil eder. Bilhassa suları berrak, zülâl, tatlı, soğuk olursa fevkalâde bir kıymet, bir lezzet veriyor. İşte اَل۟اَن۟هَارُ kelimesi cem’iyle, tarifiyle, maddesiyle bu çeşit sulara işaret eder.

    كُلَّمَا رُزِقُوا مِن۟هَا مِن۟ ثَمَرَةٍ رِز۟قًا قَالُوا هٰذَا الَّذٖى رُزِق۟نَا مِن۟ قَب۟لُ

    Bu büyük cümle, çok küçük küçük cümleleri tazammun etmiştir. Evet, bu cümle mâkabliyle bağlı değildir, müste’nifedir; vazifesi mukadder bir suali cevaplandırmaktır. Mukadder sual ise sekiz sualin memzuç ve macunudur. Şöyle ki:

    Vaktâ ki iman edenler ve amel-i salih işleyenler, cennet gibi yüksek bir meskenle tebşir edildiler, birdenbire sâmi’in zihnine geldi: “Acaba o meskende rızık olacak bir şey var mıdır? Varsa o rızık nereden hasıl olur ve nereden gelir? O rızıklar o cennetten hasıl olduğu takdirde, nesinden neş’et ediyor? Semeratından meydana gelirlerse dünya semeratına benzerler mi? Benzediği takdirde, birbirine de benzerler mi? Birbirine müşabih olurlarsa tatları bir midir, yoksa ayrı ayrı mıdır? Tatları muhtelif olduğu takdirde, koparıldıkları zaman yerleri boş mu kalır, yoksa derhal dolar mı? Tebeddül ettikleri takdirde, devamlı mıdırlar? Devamlı iseler onları yiyenler sevinirler mi? Sevindikleri zaman ne derler?”

    Arkadaş! Bu sualleri avucuna koy. Ben de bu cümleleri açar, içlerine bakarım. Sen de dikkat et, bakalım mutabık olacak mıdır?

    كُلَّمَا kelimesi, devam ve tahkike delâlet eder.

    رُزِقُوا sîga-i mazisiyle vukuunun tahakkukuna delâlet ettiği gibi maddesiyle de dünyadaki rızıklarını ihtar eder. Ve bina-i meçhul sîgasıyla zikri, o rızıkta meşakkatin bulunmamasına ve onların (ağalar ve beyler gibi) rızıkları ayaklarına geldiğine delâlet eder.

    مِن۟هَا مِن۟ ثَمَرَةٍ denilmektense مِن۟ ثَمَرَاتِهَا denilmiş olsaydı daha muhtasar ve daha güzel olurdu. Fakat mezkûr suallerden iki suale cevap olduğundan مِن۟هَا ayrı مِن۟ ثَمَرَةٍ ayrı söylemek icab etmiştir.

    مِن۟ ثَمَرَةٍ deki tenkir, ta'mimi ifade ettiği cihetle, cennetin bütün semereleri rızık olmaya şâyan olduğuna işarettir.

    رِز۟قًا kelimesinin tenkiri ise açlığı gidermek için yediğiniz, gördüğünüz rızık olmadığına işarettir.

    قَالُوا tefaul babının manası olan şirketi andırıyor. Yani “O rızkın acib keyfiyetinden ettikleri taaccüb ve istiğrabı birbirine söylemeye başladılar.”

    هٰذَا الَّذٖى رُزِق۟نَا مِن۟ قَب۟لُ

    Bu cümlede mübhem bırakılıp beyan edilmeyen “rızık” kelimesinin dört manaya ihtimali vardır:

    Birincisi: Rızıktan maksat amel-i salihtir. Yani “Bu dâr-ı dünyada rızık olarak bize nasib kılınan amel-i salih, yani şimdi yediğimiz rızıklar, dünyada yaptığımız amel-i salihin neticesidir.” Yani amel ile ceza arasında o kadar ittisal (bağlılık) vardır ki sanki dünyadaki amel, âhirette tecessüm edip sevap kesilmiştir. Onların sevinçleri, bu noktadan hasıl olmuştur.

    İkincisi: Rızıktan maksat, dünyanın taam ve yemekleridir. Yani “Dünyada rızık olarak bize verilen taamlar, bunlardır. Amma zevkleri, tatları arasında dağlar kadar fark vardır.” İşte onların istiğrabları bu noktadandır.

    Üçüncüsü: Bu semereler, biraz evvel yediğimiz semereler gibidir amma suretleri bir, manaları, tatları ayrıdır. Demek sureten, şeklen bir olduklarından ülfet lezzetini veriyor; tatlarının ayrı olmasıyla da teceddüd lezzeti hasıl oluyor. İşte sevinçleri bu noktadandır.

    Dördüncüsü: Hemen şimdi yediğimiz meyveler, bu dallardaki meyvelerdir. Demek bir meyve koparıldığı zaman yeri boş kalmıyor, derhal yerine bir meyve peyda olur. İşte bundandır ki cennetin meyvelerinde noksaniyet olmuyor.

    وَاُتُوا بِهٖ مُتَشَابِهًا

    Bu cümle itiraziyedir. Yani yeni bir hükmü ifade etmek için zikrine lüzum olmadığı halde هٰذَا الَّذٖى رُزِق۟نَا مِن۟ قَب۟لُ cümlesindeki hükmü tasdik ve illetini beyan etmek üzere, evvelki cümleye bir zeyl ve bir fezleke olarak zikredilmiştir.

    Bina-i meçhul sîgasıyla اُتُوا nün zikredilmesi, ehl-i cennetin işleri, hademeleri tarafından görülmekte olduğuna işarettir.

    مُتَشَابِهًا: Yani zâhiren ve şeklen bir olduğundan ülfet lezzetini veriyor; bâtınen ve taamen de ayrı olduğu cihetle, teceddüd lezzetini veriyor. Bu itibarla مُتَشَابِهًا kelimesi, her iki lezzeti îma ediyor.

    وَلَهُم۟ فٖيهَٓا اَز۟وَاجٌ مُطَهَّرَةٌ

    Bu cümle لَهُم۟ جَنَّاتٍ تَج۟رٖى ... الخ cümlesine atıftır. Atfın tarafeyni arasında lâzım olan münasebetin iktizasınca takdir-i kelâm şöyle olsa gerektir: “Onlar, kendi cisimleri için bir meskene muhtaç oldukları gibi kadınları için de bir meskene muhtaçtırlar.”

    لَهُم۟ kelimesi ihtisası ifade ettiği cihetle, o ezvacın onların mülkü ve onlara mahsus olduklarına delâlet ettiği gibi dünya kadınlarından başka حُورٌ عٖينٌ ile tabir edilen bir kısım kadınlar da onlar için yaratılmış olduğunu îmaen gösteriyor.

    فٖيهَا: Cennet o kadınlara zarf ve mesken olduğundan anlaşılır ki o kadınlar o yüksek cennete lâyıktırlar ve aynı zamanda cennet derecelerinin yüksekliği nisbetinde onların hüsünleri de yükseliyor. Ve keza cennetin de onlar ile müzeyyen olduğuna gizli bir îma vardır.

    مُطَهَّرَةٌ tef’il babından ism-i mef’ul olduğundan herhalde tathir edici bir fâil vardır. O fâil de ancak yed-i kudrettir. Binaenaleyh yed-i kudretin tathir ve tenzih ettiği kadınların tavsifleri kabil değildir.

    Ve keza مُطَهَّرَةٌ kelimesi müteaddî olduğuna nazaran, o kadınların taharetleri kendilerinden olmayıp başkasından onlara sirayet etmiş olduğu anlaşılır. Binaenaleyh dünya kadınları da cennete girdikten sonra bir tetahhur ve tasfiye ve tasaykul ameliyatıyla güzellikte hurilerin derecelerine çıkacaklarına delâlet eder.

    وَهُم۟ فٖيهَا خَالِدُونَ

    Yani “Onlar da ezvacları da cennet de cennetin lezaizi de hep ebedîdirler.”

    * * *

    اِنَّ اللّٰهَ لَا يَس۟تَح۟يٖٓى اَن۟ يَض۟رِبَ مَثَلًا مَا بَعُوضَةً فَمَا فَو۟قَهَا فَاَمَّا الَّذٖينَ اٰمَنُوا فَيَع۟لَمُونَ اَنَّهُ ال۟حَقُّ مِن۟ رَبِّهِم۟ وَ اَمَّا الَّذٖينَ كَفَرُوا فَيَقُولُونَ مَاذَٓا اَرَادَ اللّٰهُ بِهٰذَا مَثَلًا يُضِلُّ بِهٖ كَثٖيرًا وَ يَه۟دٖى بِهٖ كَثٖيرًا وَمَا يُضِلُّ بِهٖٓ اِلَّا ال۟فَاسِقٖينَ ۝ اَلَّذٖينَ يَن۟قُضُونَ عَه۟دَ اللّٰهِ مِن۟ بَع۟دِ مٖيثَاقِهٖ وَ يَق۟طَعُونَ مَٓا اَمَرَ اللّٰهُ بِهٖٓ اَن۟ يُوصَلَ وَ يُف۟سِدُونَ فِى ال۟اَر۟ضِ اُولٰٓئِكَ هُمُ ال۟خَاسِرُونَ

    Gayet kısacık bir meali: Yani “Cenab-ı Hak, kullarını irşad ve ikaz etmek üzere, sivrisinek gibi hakir, kıymetsiz bir hayvanla veya bir mahlukla misal getirmeyi, kâfirlerin keyfi için terk etmez. İmanı olanlar, onun Rablerinden hak olduğunu bilirler. Amma kâfirler, Allah bu gibi hakir misallerden neyi irade etmiştir, diyorlar. Allah onun ile çoklarını dalalete atar ve çoklarını da hidayete götürür. Fakat fâsıklardan maada dalalete attığı yoktur. Fâsıklar da ol adamlardır ki Allah’ın taatinden huruçla, misak-ı ezelîden sonra ahidlerini bozarlar ve Allah’ın akrabalar arasında veya mü’minler beyninde emrettiği hatt-ı muvasalayı keserler, yeryüzünde işleri ifsaddır, dünya ve âhirette zarar ve hüsrana maruz kalan ancak onlardır.”

    Bu âyetin de sair arkadaşları gibi mevzubahis olacak vücuh-u irtibatı ve cihat-ı nazmiyesi üçtür. Maahâzâ bu âyetin meali hem mâkabline hem mâba’dine hem Kur’an’ın tamamına bakıyor.

    Mâba’dine olan vech-i irtibatı:

    Evet, vaktâ ki Kur’an-ı Azîmüşşan sinekten, ankebuttan misal getirdi, karınca ile bal arısından bahsetti; müşrikler, münafıklar, Yahudiler itiraz için fırsat bularak ahmakane dediler ki:

    “Allah azametiyle beraber, böyle hasis, hakir şeylerden bahsetmeye tenezzül eder mi? Halbuki ashab-ı kemal, bu gibi kıymetsiz şeylerden bahsetmeye tenezzül etmezler, hayâ ederler.” Kur’an-ı Kerîm bu âyetle ağızlarına vurarak kapattı.

    Mâkabline cihet-i nazım ve irtibatı:

    Evet, Kur’an’ın ihtiva ettiği sıfât ve mezayanın hiçbir kelâmda, hiçbir kitapta, hiçbir şahısta bulunmadığı sure başında ispat edildiği gibi Hazret-i Muhammed aleyhissalâtü vesselâmın nübüvveti de Kur’an’ın i’cazıyla ispat edildi. Kur’an’ın i’cazı dahi tahaddi ile yani muhalifleri muaraza, mübareze meydanına davet etmekle ispat edildi. Çünkü muarazaya yapılan davet, sükût ile cevaplandırıldı. Böyle cihanşümul bir inkılabı söndürmek için yapılan davet üzerine mübareze meydanına gitmeyip sükût etmek, elbette eser-i aczdir. Kur’an-ı Kerîm’in bu ispatlarına karşı kâfirler habt olup ağızlarını açamadıkları gibi nabızları bile felce uğradı. Yalnız Kur’an, her hususta hadd-i kemale bâliğ olduğundan uzaktan uzağa bazı ufak itiraz taşlarını atmışlardır.

    Ezcümle: “ كَمَثَلِ الَّذِى اس۟تَو۟قَدَ نَارًا ve اَو۟ كَصَيِّبٍ مِنَ السَّمَٓاءِ gibi âdi, kıymetsiz misallerden Kur’an’ın getirdiği temsiller, yüksek kelâmların kemaline yakışmaz. Bu gibi temsiller, beyne’n-nâs yapılan mükâlemelere, konuşmalara benziyorlar.” diye mugalata ile halt etmişlerdir. Kur’an-ı Kerîm onların o haltlarını bu âyetle başlarına vurmuştur.

    Arkadaş! Acele etme, burada bir parça durmak icab eder. Onların pek vâhî ve zayıf şüpheleri vardır. Bu şüpheler, müteselsil bazı vehimlerden neş’et etmiştir. O vehimler de bazı mugalatalardan husule gelmişlerdir.

    Onların Kur’an’ın kemalini tenzil etmek için Kur’an’ın temsillerini insanların temsillerine kıyas etmeleri kıyas-ı maalfârıktır, aralarında dünyalar kadar fark vardır. Onları mugalata ile bu kıyasa sevk eden noktalar:

    1- Onlar her şeye, me’luflarına baktıkları nazar ile bakıyorlar.

    2- Onlar insanın zihninin, fikrinin, lisanının, sem’inin cüz’î olduklarını ve cüz’î olduklarından kasden ve bizzat iki şeye beraber taalluk edemediklerini nazara almışlardır.

    3- Himmetin yüksek ve alçak kısımlarını tefrik eden mikyasın, iştigal ve ihtimamdan ibaret olduğunu düşünmüşlerdir. Yani yüksek şeylere ihtimam edenin himmeti yüksektir, alçak işlerde iştigal edenin himmeti alçaktır.

    4- Kıymet ve azametin, himmet nisbetinde olduğunu zannetmişlerdir. Hattâ küçük veya alçak bir şeyi, yüksek ve büyük şahıslara isnad etmezler. Güya azîm insanlar, kıymeti olmayan şeylere tenezzül etmezler ve zayıf, küçük bir şey, o büyük himmet ve azameti tahammül edemez.

    İşte o boş kafalılar, bu noktalara istinaden Cenab-ı Hakk’ı da insanlara kıyas ederek diyorlar ki: “Allah celal ve azametiyle insanların konuştukları gibi nasıl insanlar ile tekellüm etmeye tenezzül eder? Ve bu cüz’î ve hakir şeylerden nasıl bahseder? Azametine yakışır mı?”

    Acaba o süfeha takımı; Allah’ın iradesi, ilmi, kudreti gibi sair sıfatlarının da küllî, umumî, şâmil, muhit olduklarını bilmezler mi? Ve yine bilmezler mi ki Cenab-ı Hakk’ın azametine mikyas ancak mecmu âsârıdır, yalnız bir eser mikyas olamaz! Ve yine bilmezler mi ki Cenab-ı Hakk’ın tecellisine mizan olacak, kâffe-i kelimatıdır ki eşcar kalem, denizler mürekkep olsa o kelimatı yazıp bitiremezler. (Hâşiye[7])

    Mesela şems; âkıl, ihtiyar ve irade sahibi farz edilse ziyasını bütün âleme neşrettiği bir sırada pis, mülevves bir zerre de onun ziyasından istifade ettiği vakit, şemse karşı “Ne için bu pis, bu mülevves zerre ile meşgul oldu ve ne için ona ziyasını verdi?” diye itiraz edilebilir mi? Hâşâ! Şemsin azametine bir nakîse gelir mi? Yok.

    Binaenaleyh gayet büyük olan bu âlemi, büyük bir sanat ile ve büyük bir ihtimamla halk ettiği gibi cevher-i fert ile tabir edilen zerre de onun destgâh-ı kudretinden çıkan bir eser-i sanatıdır. Çünkü o büyük kudretin nazarında cevahir-i fert, yani zerrelerle nücum-u seyyare, yani gezici yıldızlar müsavidirler. Zira o büyük Allah’ın kudreti, ilmi, iradesi, kelâmı, zatî sıfatlarıdır. Zat-ı Akdes’e lâzımdırlar. Onlarda teceddüd yok, ziyade ve noksan olmaya kabiliyet yok, tagayyürleri yok ki mertebeleri olsun. Maahâzâ acz bu sıfatların zıddı olduğundan onların içine girip oturamaz.

    Binaenaleyh kudret-i İlahiyede zerre ile şems arasında fark yoktur. Mesela, terazinin her iki gözünde iki güneş veya iki zerre bulunduğu farz edilse aralarında müsavat ve muvazene bulunduğundan hariçten bir kuvvet bir gözüne basarsa öteki göz havaya kalkar. İster o gözde zerre olsun ister güneş olsun, o kuvvete göre farkları yoktur; ikisi de birdir. Kezalik mümkin olan bir şeyin tarafeyni yani vücud ve ademi arasında, terazinin gözleri gibi müsavat olduğundan kudret-i ezeliye hangi tarafa basarsa öteki taraf heba gibi havaya kalkar. Güneş, sinek, zerre bu hususta hepsi de birdir.

    Hülâsa: Zerre gibi küçük şeyler veya âdi fiiller, Hâlık’ın halkıyla vücuda geldikleri için onun daire-i ilminde dâhil oldukları bedihîdir. Bu itibarla onlardan bahsetmekte bilbedahe müşahat (münakaşa etmek) yoktur. Kur’an-ı Kerîm اَلَا يَع۟لَمُ مَن۟ خَلَقَ وَهُوَ اللَّطٖيفُ ال۟خَبٖيرُ âyetiyle bu sırra işaret etmiştir. Yani halk eden Hâlık, mahlukunu bilmez mi ve bilmemesinin imkânı var mı? Öyle ise mahlukundan ne için bahsetmesin, ne için mahlukuyla konuşmasın?

    İkinci Mugalata: Onlar “Kur’an’ın üslupları ve şivesi altında bir insanın timsali görünür.” diyorlar. Çünkü Kur’an’da bahsedilen âdi işler ve hakir şeyler, insanların arasında yapılan muhavere ve konuşmalar gibidir.

    Bu cahil herifler bilmezler mi ki söylenilen bir kelâm, bir cihetten mütekellimine bakarsa birkaç cihetten de muhatabına bakar. Çünkü muhatabın ahvalini nazara almak lâzımdır ki söylenilen söz o ahvalin iktizası üzerine söylensin. Binaenaleyh Kur’an’ın muhatabı beşerdir. Kur’an’ın maksadı da tefhimdir. Yani beşerin bilmediği şeyleri bildirmektir. Buna binaendir ki belâgatın iktizası üzerine Kur’an, beşerin hissiyatıyla memzuç olan üsluplarını giyer ve şivesiyle söyler ki beşerin fehmi söylenilen sözden tevahhuş edip ürkmesin.

    Evet, yüksek bir insan, bir çocukla konuştuğu zaman çocukların şivesiyle konuşursa çocuğun zihnini okşamış olur. Çocuğun fehmi, onun çat pat söylediği sözler ile ünsiyet peyda eder; söylediklerini dinler ve anlar. Aksi halde o insan ile o çocuk arasında bir malûmat alışverişi olamaz. Allah ile beşer arasındaki ahz u i’talar da böyledir. Eğer Ce­nab-ı Hak beşere i’ta edeceği malûmatı beşerin terazisiyle tartıp vermezse beşer kat’iyen ne bakar ve ne de alır. Çünkü beşer ancak alışmış olduğu terazisinin dilinden anlar, bu fennî terazilerin dilinden anlamaz.

    Sual: Hakikaten eşyanın hakareti, hısseti; kudretin azametine, kelâmın nezahet ve nezaketine münafîdir?

    Cevap: Bazı şeylerde veya işlerde görünen hakaret, çirkinlik eşyanın mülk cihetine aittir. Yani dış yüzüne nâzırdır ve bizim nazarımızda öyle görünür. Ve bunun için eşya ile yed-i kudret arasına perde olarak esbab-ı zâhiriye vaz’edilmiştir ki sathî nazarımızda yed-i kudretin o gibi eşya ile mübaşereti görünmesin. Fakat melekût ciheti yani içyüzü ise şeffaf ve yüksektir. Kudretin taalluk ettiği bu cihette, hiçbir şey kudretin taallukundan hariç değildir.

    Evet, azamet-i İlahiye esbab-ı zâhiriyenin vaz’ını iktiza ettiği gibi vahdet ve izzet-i İlahiye de kudretin bütün eşyaya şümulünü ve kelâmın her şeye ihatasını iktiza ederler. Maahâzâ bir zerre üstünde zerreler ile yazılan bir Kur’an, sahife-i semada yıldızlar ile yazılacak Kur’an’dan hüsün ve güzellikte aşağı değildir. Ve keza (Hâşiye[8]) bir sivrisineğin yaratılışı, sanatça filin hilkatinden dûn değildir.

    Kelâm sıfatı da aynen kudret sıfatı gibidir. Bir çocukla konuşup söz anlatmak, bir feylesofla konuşmaktan aşağı değildir.

    Sual: Şu temsillerde görünen hakaret-i zâhiriye neye aittir?

    Cevap: O gibi haller temsil getirene ait değildir ancak mümessel-i lehe aittir. Yani kime ve ne şeye temsil getirilmişse ona aittir. Zaten kelâmın güzelliği, belâgatı; mümessel-i lehe mutabakatı nisbetindedir. Evet, bir padişah bir çobana, çobanlara mahsus bir abâ, bir palto ve kelbine de bir kemik verirse “Padişah iyi yapmadı.” diye kimse itiraz edemez. Çünkü her şeyi lâyıkına vermiştir. Binaenaleyh mümessel-i leh ne kadar hakir olursa temsili de o kadar hakir olur ve ne kadar büyük olursa temsili de o kadar büyük olur. Evet sanemler pek âdi, hakir olduklarından Cenab-ı Hak, sineği (Hâşiye[9]) onlara musallat kılmıştır ve ibadetleri de o kadar çirkindir ki نَس۟جُ ال۟عَن۟كَبُوتِ ile yani örümceğin ağıyla tabir edilmiştir.

    Üçüncü Mugalata: Onlar diyorlar ki: “Hakikati izhar etmekte aczi îma eden bu gibi temsilata ne ihtiyaç vardır?”

    Cevap: Kur’an’ı inzal etmekten maksat, cumhur-u nâsı irşad etmektir. Cumhur ise avamdır. Avam-ı nâs, çıplak olan hakaiki göremez; ülfet peyda etmedikleri akliyat-ı mahzayı ve mücerredatı fehimleri alamaz. Bunun için Cenab-ı Hak, lütuf ve ihsanıyla hakikatleri onların ülfet ettikleri bir libas ile bir şive ile göstermiştir ki tevahhuş edip ürkmesinler. Bu bahis, müteşabihat bahsinde geçmiştir.

    Bu âyetin cümleleri arasındaki irtibata gelelim:

    Evet اِنَّ اللّٰهَ لَا يَس۟تَح۟يٖٓى اَن۟ يَض۟رِبَ مَثَلًا مَا بَعُوضَةً فَمَا فَو۟قَهَا cümlesi onların îrad ettikleri aşağıdaki müteselsil itirazları reddediyor.

    1- Allah’ın beşer ile konuşmasında ve onlara kahr ve itab etmekte ve onlardan şikâyet etmekte ne hikmet vardır? Halbuki bu gibi şeylerden anlaşılır ki âlemde insanın da başka bir tasarrufu, bir tesiri vardır.

    2- İnsanlar arasında cereyan eden konuşmalar gibi temsillerin getirilmesi… Zira bu Kur’an’ın beşer kelâmı olduğuna alâmettir.

    3- Kelâmın arkasında, üslupların arasında insanın timsali görünür.

    4- Hakaik, temsilatla tasvir ediliyor. Bu ise hakikati izhar etmekten âciz olduğuna delâlet eder.

    5- Getirilen temsiller âdi temsillerdir. Bu ise mütekellimin zihni inhisar altında olduğuna emaredir.

    6- Hakir ve kıymetsiz şeylerden temsiller getiriliyor. Bu da mütekellimin zayıf olduğuna delildir.

    7- Getirilen temsillere mecburiyet olmadığından terki zikrinden evlâdır.

    8- Bilhassa ehl-i izzetin hayâ ederek tenezzül etmedikleri şeylerden temsil getirilmiştir.

    Kur’an-ı Kerîm bu itiraz silsilesini اِنَّ اللّٰهَ لَا يَس۟تَح۟يٖٓى اَن۟ يَض۟رِبَ مَثَلًا مَا ... الخ cümlesiyle bir darbede kırmış ve yıkmıştır.

    1- Eşyanın içyüzleri yüksek ve şeffaf olduğundan, bu yüzlerden bahsetmek azamet ve celale münafî olmadığı gibi uluhiyetin iktizası üzerine dış yüzleri çirkin görünenlerin bahsedilmekten, zikredilmekten hariç tutulmaları, uluhiyet kanununa muhaliftir. Çünkü bir hâkim, tebaasından Çingeneleri hukuk-u medeniyeden ihraç etmez.

    2- Belâgat ve hikmetin iktizası üzerine, hakir manaları ifade için hakir temsillerin zikrinde bir muhalefet yoktur.

    3- Âdi temsillerde bir beis yoktur, terbiye ve irşad öyle ister.

    4- İnayet-i İlahiyenin iktizası üzerine, hakaik temsilatla tasvir edilir.

    5- Rububiyet ve terbiyenin iktizasına binaen, insanları kendi aralarında cereyan eden muhavereleri, üslupları, şiveleriyle irşad etmek lâzımdır.

    6- Hikmet ve nizamın iktizası üzerine, Cenab-ı Hakk’ın insanlar ile konuşması zarurîdir.

    Hülâsa: Cenab-ı Hak insanlara cüz-i ihtiyarî vermekle, onları âlem-i ef’ale masdar yaptı. O âlem-i ef’ali bir nizam altına almak üzere kelâmını, yani Kur’an’ını da o âlem-i ef’ale gönderdi. Binaenaleyh tanzif ve tanzim için yapılan İlahî bir program, itirazlara mahal olamaz.

    فَاَمَّا الَّذٖينَ اٰمَنُوا فَيَع۟لَمُونَ اَنَّهُ ال۟حَقُّ مِن۟ رَبِّهِم۟

    Bu cümleyi evvelki cümle ile bağlayan alâkaya gelince:

    Evvelki cümledeki hükmü ispat için bu cümle, bir delilin yolunu gösteriyor ve zihne gelen vehimleri de def’ediyor. Şöyle ki:

    Her kim inayet-i ezeliye ile rububiyet-i İlahiyeyi göz önüne getirip Allah canibinden, kudretin azameti altında bakarsa بَعُوضَةً ve emsaliyle getirilen temsillerin, belâgat kanunlarına muvafık ve Cenab-ı Hak’tan hak olduğunu tasdik eder. Fakat her kim nefsinin emri altında mümkinatı nazara alarak bakarsa şüphesiz vehimler onu havalandırır, dalaletin bataklığına atar.

    Bu iki taife insanların meseli, şöyle iki şahsın meseline benzer ki: Onlardan birisi yukarıya, diğeri aşağıya gider. Her ikisi de pek çok su arklarını görürler. Yukarıya giden şahıs, doğru çeşmenin başına gider, suyun menbaını bulur; tatlı, temiz bir su olduğunu anlar. Sonra o çeşmeden teşaub edip dağılan bütün arkların temiz ve tatlı olduklarına hükmeder ve hangi arka tesadüf ederse tatlı ve temiz olduğunda tereddüt etmez. İşte bu itibarla, kendisine vehimler tasallut etmezler. Aşağıya giden öteki şahıs ise arklara bakar, suyun menbaını göremediğinden her rast geldiği ark suyunun tatlı olup olmadığını anlamak için delilleri, emareleri aramaya mecbur olur. Bundan dolayı vehimlere maruz kalır. Edna bir vehim, o kafasızı yoldan çıkarır.

    Yahut o iki taifenin misali, ellerinde bir âyine bulunan iki şahsın misaline benzer ki birisi âyinenin şeffaf yüzüne bakar, içinde kendisini gördüğü gibi çok şeyleri de görebilir. Öteki adam ise âyinenin renkli yüzüne bakar, bir şey anlayamaz.

    Hülâsa: Allah’ın sun’una, ef’aline, kelâmına, temsilatına, üsluplarına; inayet ve rububiyetini mülahaza etmekle beraber Allah’ın canibinden bakmak lâzımdır. Bu bakış da ancak nur-u imanla olur. Bu itibarla vehimler olsa bile ancak örümcek ağının kıymet ve kuvvetinde olur. Eğer mümkinat cihetinden cüz’î fikriyle, müşteri nazarıyla bakarsa zayıf bir vehim bile onun nazarında bir dağ gibi olur. Cûdi Dağı’nı gözün rü’yetinden men’eden sineğin kanadı gibi; zayıf, küçük bir vehim de hakikati onun gözünün görmesinden setreder.

    وَاَمَّا الَّذٖينَ كَفَرُوا

    Bu cümlenin evvelki cümle ile cihet-i irtibatı:

    Evet, temsilat-ı Kur’aniyedeki hikmeti fehmetmek için Allah canibinden nur-u imanla bakmak lâzım olduğuna evvelki cümle ile işaret edilmiştir. Bu cümlede ise mezkûr temsilattaki hikmetin adem-i fehmini intac eden ve aynı zamanda evham ve bahaneler yuvasına giden yol gösterilmiştir. Şöyle ki:

    Alçak nefis tarafından her şeyi karanlıklı gösteren küfür zulmetiyle temsilat-ı Kur’aniyeye bakan olursa; tabiî o temsilatın hikmetini anlayamaz, evhama kapılır. Kalbindeki marazın yardımıyla, her vehim onun nazarında bir dev kesilir, tarîk-i hakkı kaybeder, tereddütlere maruz kalır. Sonra istifhama, yani sorup sual etmeye başlar; içinden çıkamaz, en nihayet iş inkâra dayanır, inkârın içinde kalır. Kur’an-ı Kerîm ihtisar ve kinaye tarîkıyla onların inkârı tazammun eden istifhamlarına

    مَاذَٓا اَرَادَ اللّٰهُ بِهٰذَا مَثَلًا cümlesiyle işaret etmiştir. Ve bu işaret içindir ki evvelki cümlede mezkûr olan يَع۟لَمُونَ ye mutabakat için burada لَا يَع۟لَمُونَ nin zikri lâzım iken مَاذَٓا اَرَادَ اللّٰهُ بِهٰذَا مَثَلًا denilmiştir.

    يُضِلُّ بِهٖ كَثٖيرًا وَيَه۟دٖى بِهٖ كَثٖيرًا

    Bu cümle, onların temsilatının sebebini, ille-i gaiyesini anlamak üzere مَاذَا ile yaptıkları istifhama cevaptır. Fakat Kur’an-ı Kerîm usûl ittihaz ettiği îcaz ve ihtisara binaen, temsilatın âkıbetini yani temsilata terettüp eden dalalet ve hidayeti, ille-i gaiye menzilesinde göstermiştir. Evet dalalet ve hidayet, temsilata illet olamaz. Eğer illet olsa cebir olur. Ancak temsilatın sebep ve ille-i gaiyesi, cumhur-u avamı ikaz ve irşaddır. Sanki onlar “Ne için böyle oldu? Ne için i’caz bedihî olmadı? Ne için Allah’ın kelâmı olduğu zarurî olmadı? Ne için bu temsilat yüzünden vehimlere meydan verildi?” diye birçok sualleri ortaya çıkardılar. Kur’an-ı Kerîm يُضِلُّ بِهٖ كَثٖيرًا وَيَه۟دٖى بِهٖ كَثٖيرًا cümlesiyle o sual kümesini dağıttı. Şöyle ki:

    O temsilatı nur-u iman ile tefekkür edenin nur-u imanı inkişaf eder, kuvvet bulur. Küfür zulmetiyle ve tenkit hırsıyla bakanın da zulmeti ziyadeleşir ve gözü kör olur. Çünkü nazarîdir, bedihî değildir. Evet bu temsilat, temiz ve yüksek ruhları, mülevves ve alçak ruhlardan tefrik içindir. Bu da yüksek istidatları neşv ü nemalandırmakla pis istidatlardan temyiz içindir. Bu dahi sağlam fıtratları, mücahede ile bozuk ve hasta fıtratlardan ayırmak içindir. Bunu da imtihan-ı beşer istilzam ediyor. Bunu dahi sırr-ı teklif iktiza etmiştir. Teklif ise saadet-i beşer içindir. Saadet ise tekemmülden sonradır.

    Sual: Diyorsun ki “Teklif, saadet içindir.” Halbuki ekser-i nâsın şakavetine sebep, tekliftir. Teklif olmasaydı bu kadar tefavüt-ü şakavet de olmazdı?

    Cevap: Cenab-ı Hak, verdiği cüz-i ihtiyarî ile ef’al-i ihtiyariye âlemini kesbiyle teşkil etmeye insanı mükellef kıldığı gibi ruh-u beşerde vedia olarak ekilen gayr-ı mütenahî tohumları sulamak ve neşv ü nemalandırmak için de beşeri teklif ile mükellef kılmıştır. Eğer teklif olmasaydı, ruhlardaki o tohumlar neşv ü nema bulamazdı.

    Evet, nev-i beşerin ahvaline dikkatle bakılırsa görülür ki ruhun manen terakkisini, vicdanın tekâmülünü, akıl ve fikrin inkişaf ve terakkisini telkîh eden yani aşılayan, şeriatlardır; vücud veren, tekliftir; hayat veren, peygamberlerin gönderilmesidir; ilham eden, dinlerdir. Eğer bu noktalar olmasaydı, insan hayvan olarak kalacaktı ve insandaki bu kadar kemalât-ı vicdaniye ve ahlâk-ı hasene tamamen yok olurlardı. Fakat insanların bir kısmı, arzu ve ihtiyarıyla teklifi kabul etmiştir. Bu kısım, saadet-i şahsiyeyi elde ettiği gibi nev’in saadetine de sebep olmuştur.

    Amma insanların büyük bir kısmı, ihtiyarı ile küfrü kabul ve tekâlif-i İlahiyeyi reddetmişlerse de teklifin bazı nevilerinden süzülen terbiyevî, ahlâkî vesaire güzel şeyleri aldıklarından, teklifin o nevilerini zımnen ve ıztıraren kabul etmiş bulunurlar. İşte bu itibarla, kâfirin her sıfatı ve her hali kâfir değildir.

    Sual: İnsanlardan büyük bir kısmın şakaveti meydanda iken yalnız küçük bir kısmın saadeti nasıl nev’in saadetine sebep olur ki “Şeriat rahmettir.” diyorsunuz. Halbuki nev’in saadeti ya bütün efradın veya kısm-ı ekserisinin saadetiyle olabilir?

    Cevap: Altına yüz yumurta bırakılan tavuk, o yumurtadan yirmisini civciv çıkarıp seksenini ifsad etse bu tavuk, yumurta nevine hizmet etmiş olur. Çünkü bir civciv, bin yumurtanın annesi olabilir. Veya yüz tane çekirdek toprağa ekilse ve su ile sulanıp bilâhare yirmisi neşv ü nema bulup hurma ağacı olsa ve sekseni çürüyüp mahvolsa yirmi çekirdeğin sümbüllenip ağaç olmasına sebep olan su, elbette çekirdek nevine hizmet etmiş olur. Veyahut bir maden ateşte eritilse beşte biri altın, mütebâkisi toprak çıksa; elbette ateş, o madenin kemaline, saadetine sebep olur. Binaenaleyh teklif de insanların beşte birini kurtarsa o beşte birin saadet-i neviyeye sebep ve âmil olduğuna kat’iyetle hükmedilebilir.

    Maahâzâ yüksek hissiyat ile güzel ahlâkın neşv ü neması ancak mücahede ve içtihadla olur. Evet sağ el, daima çalıştığı için sol elden daha kuvvetlidir. Ve bir hükûmet, mücahede ettikçe cesareti artar, terk ettiği zaman cesareti azalır ve bi’n-netice cesaret de hükûmet de söner, mahvolur. Ve keza her şeyin ve her işin tekâmülü, zıtlarının mukabele ve rekabet etmeleriyle olur. Mesela, hidayetin tekâmülüne dalalet yardım ettiği gibi imanın tekâmülüne de küfür yardım eder. Çünkü küfür ve dalaletin ne derece pis ve zararlı olduklarını gören bir mü’minin imanı ve hidayeti, birden bine çıkar.

    Bu iki cihet, teklifin eser ve semeresidir. Ve bu iki cihet itibarıyla teklif, saadet-i neviyenin yegâne âmilidir.

    وَمَا يُضِلُّ بِهٖٓ اِلَّا ال۟فَاسِقٖينَ

    Bu cümlenin mâkabliyle münasebeti:

    Evet, Kur’an-ı Kerîm يُضِلُّ بِهٖ كَثٖيرًا cümlesinde dalalete atılanlar kimler olduğunu beyan etmeyip mübhem bıraktığından sâmi’ korktu. “Acaba o dalalete atılanlar kimlerdir? Sebep nedir? Kur’an’ın nurundan zulmet nasıl geliyor?” diye sorduğu bu üç sual, şu cümle ile cevaplandırılmıştır ki: “Onlar, fâsıklardır. Dalalete atılmaları, fısklarının cezasıdır. Fısk sebebiyle, fâsıklar hakkında nur nâra, ziya zulmete inkılab eder.” Evet, şemsin ziyasıyla pis maddeler taaffün eder, kokar, berbat olur.

    اَلَّذٖينَ يَن۟قُضُونَ عَه۟دَ اللّٰهِ مِن۟ بَع۟دِ مٖيثَاقِهٖ وَيَق۟طَعُونَ مَٓا اَمَرَ اللّٰهُ بِهٖٓ اَن۟ يُوصَلَ وَيُف۟سِدُونَ فِى ال۟اَر۟ضِ

    Bu cümlenin evvelki cümle ile vech-i nazmı:

    Evet bu cümle ile fısk, şerh ve beyan edilmiştir. Şöyle ki:

    Fısk; haktan udûl, ayrılmak, hadden tecavüz, hayat-ı ebediyeden çıkıp terk etmektir. Fıskın menşei; kuvve-i akliye, kuvve-i gazabiye, kuvve-i şeheviye denilen üç kuvvetin ifrat ve tefritinden neş’et eder.

    Evet ifrat veya tefrit, delillere karşı bir isyandır. Yani sahife-i âlemde yaratılan delail, uhûd-u İlahiye hükmündedir. O delaile muhalefet eden, Cenab-ı Hak’la fıtraten yapmış olduğu ahdini bozmuş olur.

    Ve keza ifrat ve tefrit hayat-ı nefsiye ve ruhiyenin maraz ve hastalığını intac eden esbabdandır. Buna fıskın birinci sıfatı olan يَن۟قُضُونَ عَه۟دَ اللّٰهِ cümlesiyle işaret edilmiştir.

    Ve keza ifrat ve tefrit, hayat-ı içtimaiyeye karşı isyan ateşini yakan iki âmildir. Evet, bu âmiller hayat-ı içtimaiyeyi nizam ve intizam altına alan rabıtaları, kanunları keser atar. Evet, şehvet veya gazap haddini aşarsa ırz ve namuslar pâyimal olur, masumlar mahvolur. Buna da fıskın ikinci sıfatı olan وَيَق۟طَعُونَ مَٓا اَمَرَ اللّٰهُ بِهٖٓ اَن۟ يُوصَلَ cümlesiyle işaret edilmiştir.

    Ve keza dünya nizamının bozulmasını intac edip fesat ve ihtilale sebebiyet veren iki ihtilalcidirler. Buna dahi fıskın üçüncü sıfatı olan وَيُف۟سِدُونَ فِى ال۟اَر۟ضِ cümlesiyle işaret edilmiştir.

    Evet, fâsık olan kimsenin kuvve-i akliye ve fikriyesi itidali kaybedip safsatalara düşerse itikadata ait rabıtaları kesmekle, hayat-ı ebediyesini yırtar atar.

    Ve keza kuvve-i gazabiyesi hadd-i vasatı tecavüz ederse hayat-ı içtimaiyenin hem yüzünü hem astarını yırtar, altüst eder.

    Ve keza kuvve-i şeheviyesi haddi aşarsa heva-i nefse tabi olur, kalbinden şefkat-i cinsiye zâil olur, kendisi berbat olacağı gibi başkalarını da berbat edecektir. Bu itibarla fâsıklar hem nevinin zararına hem arzın fesadına çalışmış olur.

    اُولٰٓئِكَ هُمُ ال۟خَاسِرُونَ

    Bu cümle, evvelki cümlenin neticesi ve aynı zamanda tekididir. Şöyle ki:

    Evvelki cümlede ahdi bozmak, sıla-i rahmi kesmek, arzda fesat yapmak gibi fâsıkın cinayetlerini korkunç bir şekilde söyledikten sonra, bu cümlede evvelki tehdit ve korkuyu tekid için fâsıkın cinayetlerinin netice ve cezasını şöyle beyan etmiştir: “O fâsıklar, âhiretlerini verip dünyayı aldıkları gibi hidayeti dalaletle tebdil eden kafasız adamlardır.”

    Şimdi üçüncü vazifeye geldik. Yani bu âyetin ihtiva ettiği cümlelerin heyetlerinden bahsedeceğiz:

    Evvela bunu bilmek lâzımdır ki Kur’an-ı Kerîm’in âyetleri ve âyetlerin cümleleri ve cümlelerin heyetleri; saniye, dakika, saatleri sayan saatin milleri gibidirler. Millerin her ikincisi birincisine yardım ettiği gibi bir âyet bir maksadı takip ettiği zaman, cümleleri de o maksadın etrafında dolaşırlar; cümlelerin heyetleri dahi cümlelerin izini takip ediyorlar. Vaziyetleri öyle bir noktaya gelir ki halleri, lisan-ı hal ile şu beyti okuyor:

    عِبَارَاتُنَا شَتّٰى وَحُس۟نُكَ وَاحِدٌ وَكُلٌّ اِلٰى ذَاكَ ال۟جَمَالِ يُشٖيرُ

    Yani “Söylediğimiz sözler ayrı ayrı ise de senin hüsnün birdir. Bütün sözlerimiz, o hüsn-ü cemale işaret ediyorlar.” Bunun içindir ki Kur’an-ı Kerîm’in selaseti ve yüksek belâgatı ve nakşındaki inceliği tabaka-i i’caza vâsıl olmuştur.

    اِنَّ اللّٰهَ لَا يَس۟تَح۟يٖٓى اَن۟ يَض۟رِبَ مَثَلًا مَا بَعُوضَةً فَمَا فَو۟قَهَا

    Bu cümledeki kelimelerin nüktelerinden bahsedeceğiz:

    اِنَّ kelimesi hem hükmün hakikate bağlı olduğuna hem hükümde vaki olan tereddüt ve inkârların def’ine delâlet eder. Öyle ise bu اِنَّ âyetin başında zikredilen müteselsil tereddütlere işarettir.

    اَللّٰهَ kelimesi, bundan önce zikredilen Cenab-ı Hak ile mümkinat arasında yaptıkları kıyastaki hatayı, zihnin gözüne sokuyor. Yani “Nasıl Allah diyorsunuz ve nasıl Allah’ı mümkinata kıyas ediyorsunuz, Allah unvanını taşıyan zat, mümkinata kıyas edilebilir mi?”

    Sual: لَا يَس۟تَح۟يٖى Hayâ, nefsin sıkılmasıyla yüzde peyda olan kızartıdan ibaret olduğundan, Cenab-ı Hak hakkında bu kelimenin kullanılması muhaldir; muhali nefyetmekte fayda yoktur. Binaenaleyh

    لَا يَس۟تَح۟يٖى yerinde لَايَت۟رُكُ denilmiş olsaydı muhaliyete mahal kalmazdı?

    Cevap: بَعُوضَةً ile yapılan temsili iktiza eden ve hüsnünü takdir eden hikmet, belâgat vesaire gibi esbaba karşı temsili terk etmek isteyen, hayâdan maada tek bir esbab yoktur. Hayâ da Cenab-ı Hak hakkında muhaldir. Öyle ise o temsili terk etmeye aslâ sebep bulunmadığına işareten لَا يَس۟تَح۟يٖى kelimesi لَايَت۟رُكُ kelimesine tercih edilmiştir. Çünkü لَايَت۟رُكُ kelimesi, bu manayı ifade edemez.

    Yahut يَس۟تَح۟يٖى nin zikri, onların ahmakçasına söyledikleri اَمَا يَس۟تَح۟يٖى رَبُّ مُحَمَّدٍ اَن۟ يُمَثِّلَ بِهٰذِهِ ال۟مُحَقَّرَاتِ yani “Muhammed’in Rabb’i bu hakir şeylerden temsil getirmeye hayâ etmez mi?” diye söyledikleri sözlerindeki يَس۟تَح۟يٖى kelimesine müşakelet ve müşabehet içindir. Kur’an-ı Kerîm belâgatça kıymetli olan مُشَاكَلَةً فِى الصُّح۟بَةِ üslubuna binaen, onların kullandıkları يَس۟تَح۟يٖى kelimesini aynen kullanmıştır.

    Onların bu sözlerine müşakelet ve müşabehet nokta-i nazarından اَن۟ يَض۟رِبَ yerinde مِنَ ال۟مَثَلِ ال۟حَقٖيرِ denilmesi, müşabeheti saklamak için daha münasip olurdu. Fakat bu münasebetin nazara alınmaması, latîf bir üsluba işarettir ki: Temsiller, mühür veya imzalar gibi tasdik ve ispat içindir. Nasıl ki yazılan bir şey mühürlenmekle tasdik edilmiş olur, aynen bunun gibi söylenilen bir söz de bir misal ile tasdik ve ispat edilmiş olur.

    Yahut اَن۟ يَض۟رِبَ ile paranın darbına îma edilmiştir. Yani temsillerin darbı ve darb-ı meseller, sikkenin darbı kadar kelâma kıymet veriyor. Yani nasıl ki sikke; gümüş ve altına kıymet veriyor, darb-ı meseller de kelâmlara o nisbette kıymet ve itibar veriyor.

    Ve bu işaretle, vehimleri def’etmek için temsillerin güzel bir vasıta olduklarına ve temsillerin bid’a olmayıp belâgat sahasında işlek ve güzel bir cadde olduğuna îma edilmiştir. Evet durub-u emsal, malûm kaidelerdendir.

    Daha kısa ve muhtasar olan ضَر۟بٌ masdarı üzerine اَن۟ يَض۟رِبَ nin fiil sîgasıyla tercihen zikredilmesi, itirazlarının menşei bizzat temsil olmayıp بَعُوضَةً nin hakareti olduğuna işarettir. Çünkü temsiller haddizatında kıymetli olup itirazlara mahal değildirler. Zira اَن۟ يَض۟رِبَ fiildir. Fiil, müstakil ve sabit olmadığından sanki latîftir. Mütekellimin kasdı onda durmuyor, mef’ule geçiyor. Masdar olan ضَر۟بٌ ise isimdir. İsim, müstakil ve sabit olduğu için sanki kesiftir. Mütekellimin kasdını cezbedip mef’ule vermemesi ihtimali vardır.

    Binaenaleyh اِنَّ اللّٰهَ لَا يَس۟تَح۟يٖى ضَر۟بَ ال۟بَعُوضَةِ مَثَلًا denilmiş olsaydı اِس۟تِح۟يَا mahalli ضَر۟بٌ olurdu. Halbuki istihyanın mahalli بَعُوضَةً dir.

    مَثَلًا : Bundan murad, temsilin hâsiyeti olan aklî bir şeyi, hissî bir şeyle ve aslı olmayan mevhum bir şeyi muhakkak ve mevcud olan bir şeyle ve gaib olan bir şeyi, hazır bir şeyle tasvir etmektir. مَثَلًا deki tenkirden anlaşılır ki burada medar-ı nazar, bizzat meselin zatıdır, sıfatları değildir. Sıfatları ise makamın iktizasına veya mümessel-i lehin haline havale edilmiştir.

    مَا ta'mimi ifade ettiğinden, kaidenin umumî olduğuna işarettir ki cevap yalnız onların itiraz ettikleri şeye münhasır kalmasın.

    بَعُوضَةً : Pek çok küçük ve hakir şeyler ve hayvanlar bulunduğu halde بَعُوضَةً nin tahsisi, inde’l-bülega temsil için istimali çok olduğuna binaendir.

    فَمَا فَو۟قَهَا : Yani kıymet ve belâgatça baûdanın (sinek) mâfevki veya küçüklükte baûdanın mâdûnu veyahut hem kıymette hem küçüklükte baûdanın mâdûnu olan şeyler. Fakat مَا فَو۟قَهَا tabiri, küçük şeyin belâgatça daha garib, hilkatçe daha acib olduğuna işarettir.

    فَاَمَّا الَّذٖينَ اٰمَنُوا فَيَع۟لَمُونَ اَنَّهُ ال۟حَقُّ مِن۟ رَبِّهِم۟ وَاَمَّا الَّذٖينَ كَفَرُوا فَيَقُولُونَ مَاذَٓا اَرَادَ اللّٰهُ بِهٰذَا مَثَلًا

    Bu cümlenin evvelki cümleden teferru ve teşaub ettiğini ifade eden ف bu cümleyi her iki şıkkıyla intac eden zımnî ve gizli bir delile işarettir. Tasviri şöyle olsa gerektir:

    Cenab-ı Hak, temsili terk etmez. Zira belâgatın iktiza ettiği bir temsildir. Belâgatın iktiza ettiği şey terk edilmez. Öyle ise Cenab-ı Hak bu temsili terk etmez. Binaenaleyh insafı olan, o temsilin beliğ, hak ve Allah’tan olduğunu bilir. İnat ile bakan adam ise hikmetini bilmez, tereddüde düşer, sorar, sual eder, en nihayet istihkar ile inkâra girer.

    Hülâsa: Mü’min, insaflı olduğu için Allah’tan olduğunu tasdik eder. Kâfir olan adam inatçı olduğundan “Bunda ne fayda var?” der.

    اَمَّا: Bu اَمَّا şart edatıdır. Dâhil olduğu her iki cümleyi birincisi melzum, ikincisi lâzım veya evvelkisi şart, ötekisi meşrut olmak üzere, ikincisini birinci ile bağlar. Evet, bu اَمَّا iki cümle arasında lüzumu tesis etmek için vaz’edilmiştir. Binaenaleyh burada فَيَع۟لَمُونَ اَنَّهُ ال۟حَقُّ cümlesinin اَلَّذٖينَ اٰمَنُوا cümlesine lâzım ve zarurî olduğuna delâlet eder. Yani imanı olanın şe’ni, onun hak olduğunu bilmektir.

    Kendisinden daha kısa olan اَل۟مُؤ۟مِنُونَ kelimesine bedel اَلَّذٖينَ اٰمَنُوا denilmesi, onun hak olduğunu bilmek “iman sebebiyle olduğuna” ve keza onun hak olduğunu bilmek “iman olduğuna” işarettir.

    Belâgat nokta-i nazarından makama daha münasip olan اَنَّهُ ال۟بَلٖيغُ cümlesine tercihen اَنَّهُ ال۟حَقُّ denilmesi, onların itirazlarından kasdettikleri son neticeye işarettir. Çünkü onların maksatları, Allah’tan olduğunu nefyetmektir.

    اَنَّهُ ال۟حَقُّ hakkaniyetin o temsile hasredilmesinden anlaşılır ki takbih edilmeyip istihsan edilen yalnız بَعُوضَةً temsilidir. بَعُوضَةً nin gayrısı ve بَعُوضَةً den daha iyisi, ayıplardan hâlî olsa bile, belâgatça بَعُوضَةً nin yerini tutamaz. Çünkü yalnız ayıplardan selâmet, kemale delil olamaz.

    مِن۟ رَبِّهِم۟: O temsilin, Rablerinden nâzil olduğunu ifade eden bu kayıt, onlar itirazlarına hedef ittihaz ettikleri, o temsilin nüzulü olduğuna işarettir.

    وَاَمَّا الَّذٖينَ كَفَرُوا: Bu اَمَّا evvelki اَمَّا gibi mâkabllerindeki icmali tafsil etmekle, tahkik ve tekidi ifade ediyor.

    اَلَّذٖينَ كَفَرُوا nun اَل۟كَافِرُونَ kelimesine tercihen zikredilmesi, onların bu inkârı, kalplerinde rüsuh peyda eden küfürden neş’et ettiğine ve onun için onları yine küfre götürdüğüne işarettir.

    Evvelki cümledeki يَع۟لَمُونَ nin mutabakatı için burada فَلَا يَع۟لَمُونَ denmesi münasip iken, onun yerine zikredilen فَيَقُولُونَ îcaz ve ihtisar için mukadder olan hallerden kinayedir. Takdir-i kelâm: “Küfrü olan adam, hakikati bilmez, tereddüde düşer, inkâra girer, istifham şeklinde istihkar eder, hakir görür.” Ve keza kendileri dalalette oldukları gibi ağızlarıyla halkı da dalalete sürüklediklerine işarettir.

    يُضِلُّ بِهٖ كَثٖيرًا وَيَه۟دٖى بِهٖ كَثٖيرًا

    Bu cümleden evvelki cümlede اَلَّذٖينَ اٰمَنُوا mukaddem olduğuna nazaran, burada ona münasip olan يَه۟دٖى بِهٖ nin takdimi lâzım iken يُضِلُّ بِهٖ takdim edilmiştir. Çünkü bu kelâmdan maksat, inkâr edenlerin itirazlarını reddetmektir. Buna binaen يُضِلُّ بِهٖ kesb-i ehemmiyet ettiğinden takdim hakkını kazanmıştır.

    Sual: Dalalet yerine يُضِلُّ , hidayet yerine يَه۟دٖى yani masdardan fiile olan udûlden maksat nedir?

    Cevap: Fiil-i muzari teceddüd ve istimrara delâlet ettiğinden; yirmi üç sene devam eden nüzul-ü Kur’an’ın parça parça teceddüdü nisbetinde, onların zulmet-i küfriyelerine kat kat zulmetlerin ilâvesine sebebiyet verdiğine, mü’minlerin de nüzulün teceddüdü nisbetinde nur-u imanlarının derece derece yükselmesine bâis olduğuna işarettir. Ve keza bu cümle مَاذَٓا اَرَادَ اللّٰهُ ... الخ cümlesiyle işaret edilen istifhama cevap olduğu için her iki fırkanın vaziyetlerini beyan etmek icab etmiştir. Ve bu icaba binaen, masdara tercihen fiil zikredilmiştir. Yani bir fırkanın vaziyeti dalalet, ötekisinin de hidayettir.

    كَثٖيرًا: Evvelki كَثٖيرًا den kemiyet ve adetçe çokluk irade edilmiştir. İkinci كَثٖيرًا den keyfiyet ve kıymetçe çokluk kasdedilmiştir. Ve aynı zamanda, Kur’an’ın nev-i beşere rahmet olduğunun sırrına işarettir. Evet, insanların az bir kısmının fazilet ve hidayetlerini çok görmek ve göstermek, Kur’an’ın beşere karşı merhametli ve lütufkâr olduğunu gösterir. Ve keza bir fazilet sahibi, bin faziletsize mukabildir. Bu itibarla fazileti taşıyan az olsa da çok görünür.

    وَمَا يُضِلُّ بِهٖٓ اِلَّا ال۟فَاسِقٖينَ

    Evvelki cümlede mutlak ve mübhem olarak zikredilen كَثٖيرًا den hasıl olan vesveseleri, korkuları, tereddütleri bu cümle ile şöyle def’etmiştir ki: “Dalalete gidenler, fâsıklardır. Dalaletlerinin menşei de fısktır. Fıskın sebebi ise kesbleridir. Suç onlarda olup Kur’an’da değildir. Dalaleti halk etmek, yaptıklarının cezası içindir.”

    Yine bilinmesi lâzımdır ki bu cümlelerin her birisi mâkablini şerh ve beyan eder; mâba’di de onu tefsir eder. Demek her cümle, mâkabline delil, mâba’dine neticedir. İki silsile ile bunu izah edeceğiz:

    1- Allah, o temsilden hayâ etmez. Çünkü o temsili terk etmez. Hem o temsil, beliğdir. Hem o temsil haktır. Hem o temsil, Allah’ın kelâmıdır. Bunu da mü’min olan kimseler bilir.

    2- Allah münkirlerin dedikleri gibi o temsilden hayâ etmez. O münkirler “O temsilin terki lâzımdır.” diyorlar. Zira o temsilin hikmetini bilmezler hem “Bunda ne fayda var?” derler. Hem inkâr ediyorlar zira hakir görüyorlar. Hem işitmeleriyle dalalete girdiler zira Kur’an onları dalalete attı. Hem onlar fıskla kabuklarından çıktılar hem Allah’a olan ahidlerini bozdular hem sıla-i rahmi kestiler hem arzda Allah’ın nizam ve intizamını ifsad ettiler. Binaenaleyh hâsir ve zararlı onlardır. Dünyada vicdan, kalp ve ruhun azabı ile âhirette de Allah’ın gazabıyla ebedî bir azap içinde kalan onlardır.

    اَلَّذٖينَ يَن۟قُضُونَ عَه۟دَ اللّٰهِ مِن۟ بَع۟دِ مٖيثَاقِهٖ وَيَق۟طَعُونَ مَٓا اَمَرَ اللّٰهُ بِهٖٓ اَن۟ يُوصَلَ وَيُف۟سِدُونَ فِى ال۟اَر۟ضِ

    Evvela bilinmesi lâzımdır ki Kur’an-ı Kerîm’in i’caz ve nazmında şek ve şüpheleri îka eden fâsıkların bilhassa bu makamda, bu cümlede mezkûr sıfatlar ile tavsifleri, pek yüksek ve latîf bir münasebeti taşıyor. Evet, sanki Kur’an-ı Kerîm diyor ki:

    “Kur’an-ı ekber denilen kâinatın nizamında kudret-i ezeliyenin i’cazını göremeyen veya görmek istemeyen o fâsıkların; Kur’an-ı Kerîm’in de nazım ve i’cazında tereddütleri ve kör gözleriyle i’cazını göremeyip inkâr etmeleri, baîd ve garib değildir. Zira onlar, kâinattaki nizam ve intizamı tesadüfe ve tahavvülat-ı garibeyi ve inkılabat-ı acibeyi abesiyete ve tesadüfe isnad ettiklerinden, bozulmuş olan ruhlarının gözünden o nizam tesettür edip görünmediği gibi pis fıtratlarıyla da Kur’an’ın mu’ciz olan nazmını karışık, mukaddimelerini akîm, semerelerini acı gördüler.”

    يَن۟قُضُونَ : “Örülmüş kalın bir şeridi açıp dağıtmak” manasını ifade eden نَق۟ضٌ tabiri, yüksek bir üsluba işarettir. Sanki Cenab-ı Hakk’ın ahdi; meşiet, hikmet, inayetin ipleriyle örülmüş nurani bir şerittir ki ezelden ebede kadar uzanmıştır. Bu nurani şerit, kâinatta nizam-ı umumî şeklinde tecelli ederek silsilelerini kâinatın envaına dağıtır iken, en acib silsilesini nev-i beşere uzatmıştır ve ruh-u beşerde pek çok istidat ve kabiliyetlerin tohumlarını ekmiştir. Fakat o istidatların terbiyesini ve neticesini cüz-i ihtiyarînin eline vermiştir. O cüz-i ihtiyarînin yuları da şeriatın ve delail-i nakliyenin eline verilmiştir.

    Binaenaleyh Cenab-ı Hakk’ın ahdini bozmamak ve îfa etmek ancak o istidatları lâyık ve münasip yerlerine sarf etmekle olur. Ahdin nakzı ise bozmak ve parçalamaktan ibarettir. Mesela, bazı enbiyaya iman ve tasdik, bazılarını inkâr ve tekzip; bazı hükümleri kabul, bazılarını red; bazı âyetleri tahsin, bazılarını kabih ve çirkin görmek gibi. Zira böylece yapılan nakz-ı ahd; nazmı, nizamı, intizamı ihlâl eder, bozar.

    وَيَق۟طَعُونَ مَٓا اَمَرَ اللّٰهُ بِهٖٓ اَن۟ يُوصَلَ : Bu cümledeki emir, iki kısımdır:

    Birisi, teşriîdir ki sıla-i rahim ile tabir edilen akraba ve mü’minler arasında şer’an emredilen muvasala hattıdır.

    Diğeri, emr-i tekvinîdir ki fıtrî kanunlar ile âdetullahın tazammun ettiği emirlerdir. Mesela ilmin i’tası, manen ameli emrediyor; zekânın i’tası, ilmi emrediyor; istidadın bulunması, zekâyı; aklın verilmesi, marifetullahı; kudretin verilmesi, çalışmayı; cesaretin verilmesi, cihadı manen ve tekvinen emrediyor.

    İşte o fâsıklar, bu gibi şeylerin arasında şer’an ve tekvinen tesis edilen muvasala hattını kesiyorlar. Mesela, akılları marifetullaha, zekâları ilme küs olduğu gibi; akrabalara ve mü’minlere dahi dargın olup gidip gelmiyorlar.

    وَيُف۟سِدُونَ فِى ال۟اَر۟ضِ : Evet fıskla bozulan bir adam, bataklığa düşüp çıkamayan bir şahıs gibi çokların da o bataklığa düşmelerini istiyor ki maruz kaldığı o dehşetli halet, bir parça hafif olsun. Çünkü musibet umumî olursa hafif olur.

    Ve keza bir şahsın kalbinde bir ihtilal, bir fenalık hissi uyanırsa; yüksek hissiyatı, kemalâtı sukut etmeye başlar; kalbinde tahribata, fenalığa bir meyil, bir zevk peyda olur. Yavaş yavaş o meyil kalbinde büyür; sonra o şahıs bütün lezzetini, zevkini tahribatta, fenalıkta bulur. İşte o vakit o şahıs, tam manasıyla arzda yırtıcı bir hayvan, ihtilali çıkarıp büyüten bir bela, fesadı durmayıp karıştıran bir âfet kesilir.

    Sual: Bir fâsıkın fıskıyla arzın müteessir olması akıldan uzaktır?

    Cevap: Mademki arzda nizam var, muvazene de olmalıdır. Hattâ nizam muvazeneye tabidir. Binaenaleyh bir makinenin dişleri arasına küçük bir şey düşerse makine müteessir olur, belki faaliyeti de durur. Veya faraza iki dağ bir teraziyle tartılır iken, terazi muvazi olduğu vakit bir gözüne bir ceviz ilâve edilirse muvazenesi bozulur. Dünyanın da manevî nizam makinesi böyledir. Mütemerrid bir fâsıkın fıskı, arzın muvazene-i maneviyesinin bozulmasına vesile olabilir.

    اُولٰٓئِكَ هُمُ ال۟خَاسِرُونَ

    اُولٰٓئِكَ Üç şeyi ifade ediyor. Birisi ihzar, ikincisi mahsûsiyet, üçüncüsü uzaklıktır. Demek bu اُولٰٓئِكَ gaib olan o fâsıkları ihzar eder, mahsûs bir şekilde gösterir.

    Sual: Onların ihzarını icab eden sebep nedir?

    Cevap: Sâmi’in talep ve isteğidir. Evet, onların pis ahvalini işiten sâmi’, onlara karşı hissettiği hiddet ve nefretini izale için; hüsran ile tecziye ve tavsiflerinde, sanki onları karşısında hazır olarak görmek istiyor tâ “Oh, oh!” demekle kalbi rahat olsun. Müşahedeleri mümkün olmadığı halde اُولٰٓئِكَ ile mahsûs gösterilmeleri; güya pis ahvalleri, habîs sıfatları ve şöhret ve kesretleri öyle bir hadde bâliğdir ki herkesin nazar-ı nefreti önünde onların o hallerini tecessüm ettirerek mahsûs bir şekilde gösterir. Ve bu işaretten, hasarete mahkûm olduklarının sebebi de anlaşılmış olur.

    O fâsıklara râci olan اُولٰٓئِكَ nin ifade ettiği uzaklık ise onların tarîk-i haktan uzaklıkları öyle bir dereceye bâliğdir ki bir daha tarîk-i hakka rücûları mümkün olmayıp bu yüzden zemme, tahkire müstahak olduklarına işarettir.

    Hasrı ifade eden هُم۟ hasaretin onlara münhasır olduğuna delâlet eder. Hattâ mü’minlerin bazı dünya lezzetlerinde hasaretleri, hasaret sayılmaz ve yine mü’minlerden ehl-i ticaretin ticaretlerinde vaki olan zararları hasaret değildir.

    اَل۟خَاسِرُونَ deki harf-i tarif, cinsi ve hakikati ifade eder. Yani “Hüsran görenlerin hakikatini, cinslerini görmek isteyen varsa onlara baksın.” Ve keza onların meslekleri mahz-ı hasarettir, başka hasaretlere benzemiyor.

    اَل۟خَاسِرُونَ: Hasaretin mutlak bırakılması, yani bir şeyle takyid edilmemesi, hasaretin bütün envaına şâmil olduğuna işarettir. Mesela, vefa-i ahidde nakz ile hasaret ettiler; sıla-i rahimde kat’ ile, ıslahta ifsad ile, imanda küfür ile, saadet-i ebediyede şakavetle yaptıkları hasaretler gibi.

    * * *

    كَي۟فَ تَك۟فُرُونَ بِاللّٰهِ وَكُن۟تُم۟ اَم۟وَاتًا فَاَح۟يَاكُم۟ ثُمَّ يُمٖيتُكُم۟ ثُمَّ يُح۟يٖيكُم۟ ثُمَّ اِلَي۟هِ تُر۟جَعُونَ

    Yani “Ne suretle Allah’ı inkâr ediyorsunuz? Halbuki sizin hayatınız yoktu, o size hayatı verdi; sonra sizi öldürecektir, sonra yine hayat verecektir, sonra ona rücû edip gideceksiniz.”

    Âyetlerin nazmına ait üç vecih, bu âyette de caridir:

    Bu âyetin mâkabliyle irtibatı:

    Evet Kur’an-ı Kerîm, vaktâ ki insanları ibadete ve Allah’a iman etmeye davet etti. Ve imanın itikad edilecek esaslarıyla yapılacak hükümlerini icmalen, delillerine işareten zikretti. Evvelce mücmelen işaret edilen delilleri tazammun eden nimetlerin ta’dadıyla, bu âyette de zikretmeye avdet etti.

    Evet bu âyetle, en büyük nimet olan hayata işaret edilmiştir.

    İkinci âyetle, beka nimetine işaret edilmiştir. Evet, semavat ve arzın tanzimatı, hayatın kemal ve saadetini temin eder.

    Üçüncü âyetle, beşerin kâinat üzerine tafdil ve tekrimine işarettir.

    Dördüncü âyetle, beşere talim-i ilim nimetine işaret yapılmıştır.

    Bu nimetlerin suretine, yani nimet oldukları cihete bakılırsa; inayet-i İlahiyeye delil oldukları gibi ibadete de delildirler. Çünkü nimetleri verene şükür, vâcibdir; küfran-ı nimet, aklen de haramdır. Eğer o nimetlerin hakikatlerine bakılırsa mebde ve meâdi ispat eden delillerdir.

    Ve keza bu âyet, geçen kâfir ve münafıkların bahsine de nâzırdır. Onun için taaccübü ifade etmekle inkârı tazammun eden كَي۟فَ ile yapılan istifham, onların tehditlerine işarettir.

    Şimdi bu cümlelerin aralarındaki irtibat ve münasebetlerden bahsedeceğiz:

    Evet Kur’an-ı Kerîm, evvelce gaibane yaptığı hikâyeden sonra, burada hitaba başladı. Bu da belâgatça malûm bir nükte içindir. Şöyle ki:

    İnsan, bir adamın fenalığından, ayıplarından bahsederken hiddeti, gazabı o kadar galebe eder ki hayalen, hayalî bir ihzar ile hitap suretiyle kendisine tevcih-i kelâm etmeye başlar. Veya iyiliklerinden bahsederken şevki ve aşkı galeyana gelir, hemen hayalinin karşısına getirir, kendisine hitap ile konuşmaya başlar. Bu “iltifat” ile tesmiye edilen bir kaidedir. Bu kaidenin lisan-ı Arap’ta büyük bir mevkii vardır. İşte Kur’an-ı Kerîm bu kaideyi takiben كَي۟فَ تَك۟فُرُونَ diyerek, sîga-i hitap ile onlara tevcih-i kelâm etmiştir.

    Sonra vaktâ ki bu makamda takip edilen maksat; iman, ibadet etmek ve küfran-ı nimet etmemek, küfrü reddetmek gibi geçen usûl ve esasları ispat için lâzım olan delilleri zikretmektir ve delillerin en vâzıhı, ahval-i beşer silsilesinden istifade edilen delillerdir ve nimetlerin en büyüğü, o silsilenin ukde ve düğümlerindedir. Kur’an-ı Kerîm وَكُن۟تُم۟ اَم۟وَاتًا فَاَح۟يَاكُم۟ ثُمَّ يُمٖيتُكُم۟ ثُمَّ يُح۟يٖيكُم۟ ثُمَّ اِلَي۟هِ تُر۟جَعُونَ olan âyet-i kerîme ile beş düğümlü, müretteb o silsile-i acibeye işaret etmiştir. Biz de o beş düğümü, beş meselede hall ve beyan edeceğiz.

    BİRİNCİ MESELE: كُن۟تُم۟ اَم۟وَاتًا ukdesini, düğümünü açıyor. Şöyle ki:

    İnsanın cesedini teşkil eden zerreler, âlemin zerratı içinde camid, dağınık bir şekilde iken bakarsın ki mahsus bir kanun ile muayyen bir nizam ile intizam altına alınarak âlem-i anâsıra gönderilir. Âlem-i anâsırda sâkit, sakin, gizli bir vaziyette iken birdenbire kafile kafile, muayyen bir düstur ile yevmî bir intizam ile bir kasd ve hikmet altında âlem-i mevalide intikal eder. Âlem-i mevalidde de sükût içinde iken birdenbire acib, garib bir tarz ile nutfeye inkılab eder. Sonra müteselsil inkılablar ile alaka olur; sonra mudga olur, sonra et, kemik olur. Bu inkılabların her birisi, evvelkisine nisbeten daha mükemmel ise de lâhikine göre mevattır yani hayatsızdır.

    Sual: Mevt, hayatın zevalidir. Halbuki o zerrelerde hayat yoktur ki zevali mevt olsun?

    Cevap: Mevtin o zerrelere ıtlak edilmesi, mecazdır. Sebebi ise üçüncü, dördüncü düğümleri zihne kabul ettirmek üzere, zihin için bir hazırlamadır.

    İKİNCİ MESELE: فَاَح۟يَاكُم۟ düğümünü açıyor.

    Evet hayat, kudret-i ezeliyenin en büyük ve en ince ve en acib bir mu’cizesidir ve bütün nimetlerden üstündür ve mebde ve meâdin bürhanlarından en zâhir bürhandır.

    Evet, hayat nevilerinin en ednası nebat hayatıdır. Hayat-ı nebatiyenin başlangıcı, çekirdekte veya habbede hayat düğümünün uyanıp açılmasıdır. Bunun keyfiyeti o kadar zâhir, o kadar umumî, o kadar me’luf iken zaman-ı Âdem’den şimdiye kadar hikmet-i beşerden ve felsefesinden gizli kalmıştır. İşte hayatın ne derece ince olduğu anlaşıldı.

    Ve keza hayatı olmayan bir cisim, en büyük bir dağ da olsa tektir, yetimdir, mekânından başka bir şeyle münasebeti yoktur. Lâkin bal arısı gibi küçük bir cisim, hayata mazhar olduğu zaman, bütün kâinatla münasebettar olur ve her şeyle alışveriş yapar; hattâ diyebilir ki: “Kâinat benim mülkümdür, benim yerimdir.” Kâinatın her tarafına gider, havassıyla tasarruf eder, bütün eşya ile kesb-i muarefe eder. Bilhassa hayat-ı insaniye tabakasına çıkan hayat, aklın nuruyla âlemleri gezmiş olur. Âlem-i cismanîde tasarruf ettiği gibi âlem-i ruhanîde gezer, âlem-i misale seyahat eder; kendisi o âlemleri ziyarete gittiği gibi o âlemler de onun ruhunun âyinesinde temessül etmekle iade-i ziyaret etmiş gibi olurlar. Hattâ insan “Âlem, Allah’ın fazlıyla benim için halk olunmuştur.” diyebilir. Hayat-ı insaniye; her birisi çok tabakalara şâmil olarak hayat-ı maddiye, hayat-ı ruhaniye, hayat-ı maneviye, hayat-ı cismaniye gibi nevilere ayrılır, inbisat eder.

    Demek ziya, renk ve cisimlerin görünmesine sebep olduğu gibi; hayat da mevcudatın kâşifi ve sebeb-i zuhurudur. Evet hayat, bir zerreyi bir küre gibi yapar; ashab-ı hayatın her birisi, âlem benimdir diyebilir. Aralarında müzahame ve münakaşa da olmaz, müzahame ve münakaşa yalnız nev-i beşerde olur. İşte hayatın ne büyük bir nimet olduğu anlaşıldı.

    Ve keza camid, dağınık bazı zerrelerin birdenbire bir vaziyetten çıkıp makul bir sebep olmadığı halde diğer bir vaziyete girmesi, Sâni’in vücuduna zâhir bir delildir. Hattâ hayat; hakikatlerin en eşrefi, en temizidir; hiçbir cihetle hısseti yoktur, çirkin bir lekesi yok. Hayatın dışı da içi de her iki yüzü de latîftir. Hattâ en küçük ve hasis bir hayvanın hayatı bile yüksektir. Bunun içindir ki hayat ile kudret arasında zâhirî bir sebep tavassut etmiyor. Hayata bizzat kudretin mübaşereti, izzete münafî değildir. Halbuki umûr-u hasiseye kudretin zâhiren mübaşereti görünmemek için esbab-ı zâhire vaz’edilmiştir. Demek hayatta hısset yoktur. İşte bundan anlaşıldı ki hayat, Sâni’in vücuduna en zâhir bir delildir.

    Ve keza en basit bir cismin geçirmiş olduğu inkılabat ve tahavvülata dikkatle bakılırsa görülür ki âlem-i zerrattaki zerreler, âlem-i anâsıra intikal edince başka suretlere girerler, âlem-i mevalidde başka suretlere dönerler, nutfede başka vaziyet alırlar, sonra alaka olur, sonra mudga olur, sonra bir insan suretini giyer, ortaya çıkarlar. Bu kadar inkılabat-ı acibe esnasında, zerreler öyle muntazam harekât ve muayyen düsturlar üzerine cereyan ederler ki sanki bir zerre, mesela, âlem-i zerratta iken vazifelendirilmiş ve Abdülmecid’in gözünde yer alıp vazife görmek üzere yola çıkarılmıştır. Bu hali, bu vaziyeti, bu intizamı gören bir zihin, bilâ-tereddüt hükmeder ki o zerreler, bir kasd ile ve bir hikmet altında gönderilir. İşte zerratın hayata mazhariyeti için geçirdiği bu kadar acib ve garib tavırlar, insana ikinci bir hayatın bu hayattan daha kolay ve daha sehil olduğuna da bir kanaat getirir. İşte hayatın mebde ve meâde delil olduğu bu hakikatlerden anlaşıldı.

    فَاَح۟يَاكُم۟ cümlesi ثُمَّ يُمٖيتُكُم۟ cümlesine bir delil gibidir. Hepsi de birlikte كَي۟فَ den istifade edilen inkâra delildir.

    ÜÇÜNCÜ MESELE: ثُمَّ يُمٖيتُكُم۟ ukdesini açar.

    Evet, mevtin de hayat gibi mahluk olduğuna, mevtin idam ve adem-i mahz olmadığına delâlet eder. Mevt ancak ruhun ceset kafesinden çıkmasıyla tebdil-i mekân etmesinden ibarettir. Ve keza nev-i beşerde mevcud emarat ve işarat-ı kesîreden kat’iyetle anlaşılır ki insan öldükten sonra bir şeyi bâki kalır, o şeyi de ancak ruhtur. Demek ruhun bekası, hâsse-i zatiyedir. Bu hâsse-i zatiyenin bir fertte mevcud olması, nev’in tamamında mevcud olmasını istilzam etmekle; mûcibe-i cüz’iyenin mûcibe-i külliye hükmünde olduğuna bir misal teşkil ediyor.

    Binaenaleyh mevt, hayat gibi bir mu’cize-i kudrettir. Yoksa hayat şartları bulunmadığından ademin dairesine girmiş değildir.

    Sual: Ölüm nasıl nimet olur ve ne suretle nimetlerin sırasına dâhil edilmiştir?

    Cevap:

    Evvela: Ölüm, saadet-i ebediyeye mukaddimedir; bu itibarla nimet sayılabilir. Çünkü nimetin mukaddimesi de nimettir. Nitekim vâcibin mukaddimesi vâcib, haramın mukaddimesi haramdır.

    Sâniyen: Ölüm, muzır hayvanlarla dolu bir hapisten geniş bir sahraya çıkmak gibidir. Binaenaleyh ruh, ceset kafesinden çıkarsa necat bulur.

    Sâlisen: Ölüm olmasaydı küre-i arz, nev-i beşeri istiab edemezdi ve nev-i beşer müthiş perişaniyetlere maruz kalırdı.

    Râbian: İhtiyarlık yüzünden öyle bir dereceye gelenler var ki tekâlif-i hayatiyeye kādir olamaz, daima ölümünü isterler.

    İşte bunun için ölüm nimettir.

    DÖRDÜNCÜ MESELE: ثُمَّ يُح۟يٖيكُم۟ ukdesinin beyanındadır.

    Evet bu hayat, ikinci hayattır ki ölümden sonra haşirden evvel vukua gelir. Demek, hayat-ı uhreviye bu ikinci hayatla başlar. Binaenaleyh bu يُح۟يٖيكُم۟ deki hitap, yalnız insanlara ait değildir, bi’l-cümle kâinata râcidir. Çünkü bu hayat-ı uhreviye, bütün kâinatın neticesidir. Eğer bu hayat olmasa kâinatta hakikat denilen her şey, zıddına inkılab eder. Mesela nimet nıkmet olur, akıl bela olur, şefkat yılan olur.

    BEŞİNCİ MESELE: ثُمَّ اِلَي۟هِ تُر۟جَعُونَ un ukdesi hakkındadır.

    Evet Cenab-ı Hak, âlem-i kevn ü fesat denilen şu âlemde hüsün kubuh, nef’ zarar gibi zıtları, çok hikmetlere binaen karışık bir tarzda yaratmıştır. Hem de izhar-ı izzet için vesait ve esbabı vaz’etmiştir. Haşir ve kıyamette kâinat tasfiye ameliyatını gördüğü zaman, zıtlar birbirinden ayrılır ve esbab ile vesait de ortadan kalkar; ortadaki perde ve hicab kalktıktan sonra herkes Sâni’ini görür ve hakiki Mâlik’ini bilir.

    TETİMME

    Mezkûr âyetteki cümlelerin arasındaki irtibatın hülâsasına bir zeyldir.

    Cenab-ı Hak, vaktâ ki onların küfrünü, istifham ifade eden كَي۟فَ ile reddetti ve halkı da taaccübe davet etti ve ondan sonra gelen dört büyük inkılabı gösteren dört cümle ile bürhan getirerek ispat etti; o inkılabların her birisi çok tavırlara, vaziyetlere ve mertebelere şâmil olduğu gibi kendinden sonra gelen inkılabları hazırlayıcı birer mukaddime oldu.

    Birinci inkılaba وَكُن۟تُم۟ اَم۟وَاتًا cümlesiyle işaret edilmiştir. Yani bir insanın cesedini teşkil eden zerrelerin âlem-i zerratta geçirmiş olduğu vaziyetlerden son vaziyetine işarettir ki فَاَح۟يَاكُم۟ cümlesiyle işaret edilen ikinci inkılaba mukaddime olur.

    Hakaik-i kevniyenin en acibi olan şu ikinci inkılab da çok mertebelere, çok tavırlara şâmildir ki son tavrı, vaziyeti ثُمَّ يُمٖيتُكُم۟ cümlesiyle işaret edilen üçüncü inkılaba mukaddime olur.

    Bu inkılab dahi pek çok berzahî tavırlara şâmil olup son vaziyeti ثُمَّ يُح۟يٖيكُم۟ cümlesiyle işaret edilen dördüncü inkılabda tamamlanır.

    Bu dördüncü inkılab dahi birçok kabrî ve haşrî vaziyetlere şâmil olup en son vaziyeti ثُمَّ اِلَي۟هِ تُر۟جَعُونَ cümlesiyle hitam bulur.

    Demek bir zîhayatın cesedi, birinci inkılabın birinci vaziyetinden başlamak üzere daima teceddüd eder, tazelenir. Yani bir libastan, bir kıyafetten çıkar, daha güzel bir libasa bir kıyafete girer. Ve hâkeza böylece saadet-i ebediyeye mazhar oluncaya kadar devam eder. Binaen­alâhâzâ bir zîhayatın şu müteselsil vaziyetlerine bakan bir adam, nasıl inkâra cesaret edebilir?

    Şimdi mezkûr âyetteki cümlelerin heyetlerinden bahsedeceğiz:

    Birinci Cümle:

    كَي۟فَ تَك۟فُرُونَ بِاللّٰهِ

    Bu cümle ile yapılan istifham, o kâfirlerin zihinlerini, gözlerini; yaptıkları kötülüğe, fenalığa çevirtir. Tâ ki bizzat şakavetlerini görsünler belki insafa gelip ikrar ederler. تَك۟فُرُونَ deki hitap, Cenab-ı Hakk’ın şiddet-i gazabına işarettir. Çünkü gaybetten hitaba yapılan iltifat ya şiddet-i hiddete veya kesret-i muhabbete işarettir. تَك۟فُرُونَ ye bedel لَا تُؤ۟مِنُونَ nin zikredilmemesi, onların şiddet-i inatlarına işarettir. Çünkü onlar, hakkaniyeti delail ile sabit olan imanı terk ve butlanı bürhanlar ile sabit olan küfrü kabul ettiler.

    وَكُن۟تُم۟ اَم۟وَاتًا

    Bu cümledeki و , vav-ı haliyedir yani mâba’dinin mâkabline hal olduğuna delâlet eder. Demek تَك۟فُرُون َ , كُن۟تُم۟ اَم۟وَاتًا nin fâiline haldir. Halin, zevi’l-halin âmili ile beraber olması şarttır. Halbuki burada dört cümle vardır. Bunlardan ikisi mazi, ikisi müstakbel olduklarından zevi’l-halin âmili olan تَك۟فُرُونَ ile zamanca mukarin değildirler. Binaenaleyh و ın haliyeti, bir mukaddere işarettir.

    Takdir-i kelâm: وَتَع۟لَمُونَ اِن۟ كُن۟تُم۟ اَم۟وَاتًا Bu itibarla تَك۟فُرُونَ nin fâiline تَع۟لَمُونَ cümlesi hal olur. Öteki cümleler اِن۟ e haber olurlar.

    Sual: Onlar, birinci ölüm ile bir hayatı bilirlerse de Allah’tan olduğunu bilmezler, inkâr ederler. İkinci hayat ile Allah’a rücûu zaten inkâr ederler?

    Cevap: Cehli izale edecek deliller zâhir iken o vechile cehil denilmemesi, belâgatın kaidelerinden biridir. Buna binaen birinci mevt ile birinci hayatın etvar ve ahvaline yapılan dikkat, Sâni’i ikrar ve tasdik etmeye icbar eder ve aynı zamanda evvelki hayat ve mematın Allah’tan olduğunu bilmek, ikinci bir hayatın olacağına da zihni ikna ve icbar eder. Hal böyle iken, cahil telakki ettiğin o kâfirler, âlimler sırasına dâhildirler.

    كُن۟تُم۟ deki hitaptan, onların âlem-i zerratta dahi bir nevi vücud ve taayyünleri olduğu anlaşılıyor. Yoksa o zerrat, tesadüf ile rastgele muayyen cisimleri teşkil edemez.

    اَم۟وَاتًا tabiri لَم۟ يَكُن۟ شَي۟ئًا مَذ۟كُورًا nin mealine îmadır.

    فَاَح۟يَاكُم۟

    Bu ف takip ve ittisali ifade eder. Yani mâkabliyle mâba’dinin arasında mesafe olmayacaktır. Halbuki burada, mevt ile hayat arasında uzun bir mesafe vardır. Evet fakat bu ف Sâni’i ispat eden delillerin menşeine işarettir ki o zerratın hiçbir vasıta ve esbab olmaksızın cemadiyetten hayvaniyete def’aten intikal etmesi, zihni Sâni’i ikrar etmeye mecbur eder. Ve keza o zerrat, mevat halinde iken vaziyetleri sabit olmadığından şe’nleri ve iktizaları, fâsılasız takiptir.

    Sual: اَح۟يَاكُم۟ ün yerine ne için صِر۟تُم۟ اَح۟يَٓاءً denilmemiştir?

    Cevap: اَح۟يَاكُم۟ hayatın Cenab-ı Hak tarafından i’ta edildiğine sarahaten delâlet eder. صِر۟تُم۟ اَح۟يَٓاءً de o delâlet yoktur. Yalnız “Hayat sahibi oldunuz.” manasına delâlet eder.

    ثُمَّ يُمٖيتُكُم۟

    Bunun yerine تَمُوتُونَ zikredilmemesi; mevtin, kaderin takdiriyle kudretin büyük bir tasarrufu olduğuna işarettir. Evet, ömr-ü tabiîsini bitirip sonra ölenler pek azdır. Kısm-ı a’zamı, ömr-ü tabiîsi esnasında ölürler. Demek mevt, tabiî bir netice değildir ancak cesedin inhilaliyle dağılmasından ibarettir, yoksa ruhun fenasıyla değildir. Mevt ile ceset dağılır, ruh bâki kalır.

    ثُمَّ يُح۟يٖيكُم۟

    Mâkabliyle mâba’di arasında bu’d-u mesafeyi ifade eden ثُمَّ imate ile ikinci ihya arasında kocaman âlem-i berzahın fâsıla olduğuna işarettir.

    ثُمَّ اِلَي۟هِ تُر۟جَعُونَ

    Bu ثُمَّ ise ikinci ihya ile rücû arasında mevcud büyük bir perde ve hicabın bulunduğuna işarettir.

    تُر۟جَعُونَ Yani “Esbab perdesinin keşfiyle, vesaitin tardıyla Allah’a rücû edeceksiniz.”

    Sual: Allah’a rücû etmek, Allah’tan gelmeyi iktiza eder. Bunun için bir kısım insanlar, Allah ile insan arasında ittisali tevehhüm etmişlerdir ve bazı sofiler de şüpheye düşmüşlerdir?

    Cevap: Dünyada insanın vücud ve bekası olduğu gibi âhirette de vücud ve bekası vardır. Dünyadaki vücud, vasıtasız dest-i kudretten çıkar. Dünyada terkip, tahlil, tasarruf, tahavvül ile karışık beka meselesi sâbıkan zikredilen hikmet üzerine esbab, vesait, ilel, meseleye müdahale edip araya girerler. Âhirette ise vücud ve beka, her ikisi de levazımatıyla, terkibatıyla bizzat dest-i kudretten çıkarlar ve herkes hakiki Mâlik’ini bilir. İşte bunu anlayan, rücûun ne demek olduğunu anlar.

    هُوَ الَّذٖى خَلَقَ لَكُم۟ مَا فِى ال۟اَر۟ضِ جَمٖيعًا ثُمَّ اس۟تَوٰٓى اِلَى السَّمَٓاءِ فَسَوّٰيهُنَّ سَب۟عَ سَمٰوَاتٍ وَهُوَ بِكُلِّ شَى۟ءٍ عَلٖيمٌ

    Bu âyetin sâbık âyetle cihet-i irtibatı:

    Evvelki âyette küfür ile küfran, delail-i enfüsiye ile inkâr edilmiştir. Bu âyette, delail-i âfakıyeye işaret edilmiştir. Ve keza evvelki âyette vücud ve hayat nimetlerine işaret edilmiş, bu âyette beka nimetine işaret edilmiştir. Ve keza evvelki âyette, Sâni’in vücuduna delil olmakla haşre bir mukaddime olduğuna işaret edilmiş; bu âyette ise âhiretin tahkikiyle şüphelerin izalesine işaret edilmiştir.

    Evet, sanki onlar diyorlar ki: “İnsana bu kadar kıymet ve ehemmiyet verilmesi nereden ve neye binaendir? Ve Allah’ın yanında mevkii nedir ki onun için kıyameti koparıyor?”

    Onlara cevaben Kuran-ı Kerîm, bu âyetin işaretiyle diyor ki: “İnsanın pek yüksek bir kıymeti olmasaydı semavat ve arz onun istifadesine mutî ve musahhar olmazdı. Ve keza insan ehemmiyetsiz olsaydı mahlukat onun için halk edilmezdi. Eğer insan ehemmiyetsiz ve kıymetsiz olsa idi o vakit insan mahlukat için halk olunacaktı. Ve keza insanın Hâlık’ı yanında mevkii pek büyük olduğu içindir ki âlem-i dünyayı kendisi için değil, beşer için; beşeri de ibadeti için halk etmiştir.”

    Hülâsa: İnsan mümtaz ve müstesnadır, hayvanlar gibi değildir. Onun için insan وَاِلَي۟هِ تُر۟جَعُونَ cevherine bir sadef olmuştur.

    Bu âyetteki cümlelerin nüktelerine geçiyoruz:

    Ey arkadaş! Birinci cümlede جَمٖيعًا , ikinci cümlede ثُمَّ , üçüncü cümlede سَب۟عَ kelimeleri için bir tahkikat lâzımdır.

    O tahkikatı, altı noktada izah edeceğiz:

    Birinci Nokta: Aşağıda beyan edildiği gibi hayatın öyle bir hâsiyeti vardır ki hayat cüzü küll, cüz’îyi küllî, ferdi nevi, mukayyedi mutlak, bir şahsı bir âlem gibi kılar. Binaenaleyh tek bir insan “Dünya benim evimdir. Dünyadaki enva benim kavmimdir ve benim aşiretimdir ve bütün eşya ile muarefem ve münasebetim vardır.” diyebilir.

    İkinci Nokta: Bilirsin ki âlemde sabit bir nizam vardır, muhkem bir irtibat vardır ve daimî düsturlar, esaslı kanunlar vardır. Bu itibarla âlem, bir saat veya muntazam bir makine gibidir. Her bir çarkın, her bir vidanın, her bir çivinin; makinenin nizam ve intizamında bir hissesi ve makinenin netice ve faydalarında bir tesiri olduğu gibi ehl-i hayat için ve bilhassa beşer için de bir faydası var.

    Üçüncü Nokta: Aşağıda işiteceğin gibi istifadede müzahamet ve münakaşa yoktur. Nasıl ki Zeyd diyebilir ki: “Şems benim lambamdır, dünya benim evimdir.” Amr da öyle diyebilir ve aralarında münakaşa da olmaz. Evet Zeyd mesela, dünyada tek farz edilirse istifadesi nasılsa bütün insanlar içinde iken istifadesi yine öyledir, ne fazla olur ne noksan. Yalnız gareyne ait olan kısım müstesnadır. Zira yiyecek, içecek vesaire şeylerde münakaşa olur.

    Dördüncü Nokta: Âlem için tek bir yüz, bir cihet değil, pek çok umumî ve muhtelif vecihler vardır. Ve faydaları temin eden, kesretle umumî ve mütedâhil yani birbiri içinde cihetler vardır. Ve istifade yollarının da envaen türlü türlü tarîkleri vardır. Mesela, senin güzel bir bahçen vardır. O bahçe, bir cihetten senin istifadene tahsis edildiği gibi diğer bir cihetten de halkı faydalandırır. Mesela o bahçenin hüsnüne, güzelliğine her bakan bir zevk alır, bir inşirah peyda eder; bunda bir mani yoktur. Kezalik insanın beş zâhirî, beş bâtınî olmak üzere on tane hâssesi ve duygusu vardır. İnsan bu duygularıyla ve keza cismiyle, ruhuyla, kalbiyle dünyanın her bir cüzünden istifade edebilir; mani yoktur.

    Beşinci Nokta: Bu âyetle diğer bazı âyetlerden anlaşılıyor ki bu büyük dünya, insan için yaratılmıştır. Ve yaratılışında, insanın istifadesi ille-i gaiye olarak nazara alınmıştır. Halbuki arzdan pek büyük olan Zühal’in mesela, beşeri faydalandıran, yalnız ziyneti ve zayıf bir ziyasıdır. Bu cüz’î fayda için ne suretle beşer ona ille-i gaiye olur?

    Cevap: Bir faydayı takip eden adam, bütün fikrini, hayalini o faydaya hasreder ve ondan maada bir şeye bakmaz ve her şeye kendi hesabına bakar, kimseyi nazara almaz, hattâ kendisini ille-i gaiye zanneder. Binaenaleyh bu gibi adama karşı makam-ı imtinanda söylenilen o gibi kelâmlarda mübalağa yoktur. Evet, binlerce hikmetler için yaratılan Zühal’in her bir hikmetinde binlerce cihetler ve her bir cihetinde binlerce istifade edenler bulunduğu halde “Hilkatinde o adamın istifadesi, ille-i gaiyeden bir cüz olarak düşünülmüştür.” denilirse ne manii var? Çünkü ille-i gaiye, daima basit bir şeyden ibaret değildir.

    Altıncı Nokta: İmam-ı Ali’nin وَتَز۟عُمُ اَنَّكَ جِر۟مٌ صَغٖيرٌ وَفٖيكَ ان۟طَوَى ال۟عَالَمُ ال۟اَك۟بَرُ emrettiği gibi insan küçük bir cisim ise de büyük âlemi içine alacak kadar büyüktür. Öyle ise cüz’î istifadesi küllî olur, öyle ise abesiyet yoktur.

    İKİNCİ MESELE: ثُمَّ hakkındadır.

    Ey arkadaş! Bu âyet, arzın semadan evvel yaratılmış olduğuna delâlet eder.

    Ve وَال۟اَر۟ضَ بَع۟دَ ذٰلِكَ دَحٰيهَا âyeti de semavatın arzdan evvel halk edildiğine dêlldir.

    Ve كَانَتَا رَت۟قًا فَفَتَق۟نَاهُمَا âyeti ise ikisinin bir maddeden beraber halk edilmiş ve sonra birbirinden ayırt edilmiş olduklarını gösteriyor.

    Şeriatın nakliyatına nazaran: Cenab-ı Hak bir cevhereyi, bir maddeyi yaratmıştır. Sonra o maddeye tecelli etmekle bir kısmını buhar, bir kısmını da mayi kılmıştır. Sonra mayi kısmı da tecellisiyle tekâsüf edip zebed (köpük) kesilmiştir. Sonra arz veya yedi küre-i arziyeyi o köpükten halk etmiştir. Bu itibarla her bir arz için hava-i nesîmîden bir sema hasıl olmuştur. Sonra o madde-i buhariyeyi bast etmekle yedi kat semavatı tesviye edip yıldızları içine zer’etmiştir ve o yıldızlar tohumuna müştemil olan semavat in’ikad etmiş, vücuda gelmiştir.

    Hikmet-i cedidenin nazariyatı ise şu merkezdedir ki: Görmekte olduğumuz manzume-i şemsiye ile tabir edilen güneşle ona bağlı yıldızlar cemaati, basit bir cevhere imiş. Sonra bir nevi buhara inkılab etmiştir. Sonra o buhardan, mayi-i nârî hasıl olmuştur. Sonra o mayi-i nârî bürudet ile tasallüb etmiş yani katılaşmış. Sonra şiddet-i hareketiyle bazı büyük parçaları fırlatmıştır. O parçalar tekâsüf ederek seyyarat olmuşlardır. Şu arz da onlardan biridir.

    Bu izahata tevfikan, şu iki meslek arasında mutabakat hasıl olabilir. Şöyle ki:

    “İkisi de birbirine bitişikti, sonra ayrı ettik.” manasında olan كَانَتَا رَت۟قًا فَفَتَق۟نَاهُمَا nın ifadesine nazaran, manzume-i şemsiye ile arz, dest-i kudretin madde-i esîriyeden yoğurmuş olduğu bir hamur şeklinde imiş. Madde-i esîriye, mevcudata nazaran akıcı bir su gibi mevcudatın aralarına nüfuz etmiş bir maddedir. وَكَانَ عَر۟شُهُ عَلَى ال۟مَٓاءِ âyeti, şu madde-i esîriyeye işarettir ki Cenab-ı Hakk’ın arşı, su hükmünde olan şu esîr maddesi üzerinde imiş. Esîr maddesi yaratıldıktan sonra, Sâni’in ilk icadlarının tecellisine merkez olmuştur. Yani esîri halk ettikten sonra, cevahir-i ferde kalbetmiştir. Sonra bir kısmını kesif kılmıştır ve bu kesif kısımdan, meskûn olmak üzere yedi küre yaratmıştır. Arz, bunlardandır.

    İşte arzın –hepsinden evvel tekâsüf ve tasallüb etmekle acele kabuk bağlayarak uzun zamanlardan beri menşe-i hayat olması itibarıyla– hilkat-i teşekkülü semavattan evveldir. Fakat arzın bast edilmesiyle nev-i beşerin taayyüşüne elverişli bir vaziyete geldiği, semavatın tesviye ve tanziminden sonra olduğu cihetle, hilkati semavattan sonra başlarsa da bidayette, mebdede ikisi beraber imişler. Binaenalâhâzâ o üç âyetin aralarında bulunan zâhirî muhalefet, bu üç cihetle mutabakata inkılab eder.

    İkinci bir cevap: Ey arkadaş! Kur’an-ı Kerîm tarih, coğrafya muallimi değildir. Ancak âlemin nizam ve intizamından bahisle, Sâni’in marifet ve azametini cumhur-u nâsa ders veren mürşid bir kitaptır. Binaenaleyh bunda iki makam vardır:

    Birinci Makam: Nimetleri, ihsanları, merhametleri göstermekle delail-i zâhiriyeyi beyan etmekten ibarettir. Bu itibarla arz, semavattan evveldir.

    İkinci Makam: Azamet, izzet, kudret delillerini gösterir bir makamdır. Bu cihetle semavat, arzdan evveldir.

    ثُمَّ mâba’dinin mâkablinden bir zaman sonra vücuda geldiğine delâlet eder ki buna “terahi” denilir. Demek burada arz ile semavat arasında bir uzaklık vardır. Bu uzaklık, arzın semavattan evvel halk edildiğine göre zatîdir. Aksi halde rütebî ve tefekkürîdir. Yani semavatın hilkati birinci ise de tefekkürce rütbesi ikincidir, arzın hilkati ikinci ise de tefekkürü birincidir. Yani evvela arzın tefekkürü, sonra semavatın tefekkürü lâzımdır.

    Buna göre ثُمَّ ile اِس۟تَوٰى arasında اِع۟لَمُٓوا وَ تَفَكَّرُوا mukadderdir.

    Takdir-i kelâm: ثُمَّ اِع۟لَمُٓوا وَ تَفَكَّرُوا اَنَّهُ اس۟تَوٰى ... الخ dir.

    ÜÇÜNCÜ MESELE: سَب۟عَ kelimesi hakkındadır.

    Ey arkadaş! Semavatın dokuz tabakadan ibaret olduğu, eski hikmetin hurafelerinden biridir. Onların o hurafevari fikirleri, efkâr-ı âmmeyi istila etmişti. Hattâ bazı müfessirler, bazı âyetlerin zâhirini onların mezheplerine meylettirmişlerdir.

    Hikmet-i cedide ise feza denilen şu boşlukta yalnız yıldızların muallak bir vaziyette durmakta olduklarına kaildir. Bunların mezhebinden, semavatın inkârı çıkıyor. Ve bu iki hikmetin birisi ifrata varmışsa da ötekisi tefritte kalmıştır.

    Şeriat ise Cenab-ı Hakk’ın yedi tabakadan ibaret semavatı halk etmiş olduğuna hâkimdir ve yıldızların da balık gibi o semalar denizlerinde yüzmekte olduklarına kaildir.

    Hadîs ise semanın مَو۟جٌ مَك۟فُوفٌ den ibaret bulunduğunu emrediyor.

    Şu hak olan mezhebin, altı mukaddime ile tahkikatını yapacağız.

    Birinci Mukaddime: Şu geniş boşluğun esîr ile dolu olduğu, fennen ve hikmeten sabittir.

    İkinci Mukaddime: Ecram-ı ulviyenin kanunlarını rabteden ve ziya ve hararetin emsalini neşir ve nakleden fezayı doldurmuş bir madde mevcuddur.

    Üçüncü Mukaddime: Madde-i esîriyenin yine esîr olarak kalmak şartıyla, sair maddeler gibi muhtelif teşekkülatı ve ayrı ayrı nevileri vardır. Buhar ile su ve buzun teşekkülatları gibi.

    Dördüncü Mukaddime: Ecram-ı ulviyeye dikkat edilirse tabakaları arasında muhalefet görünür. Evet, yeni teşekküle ve in’ikada başlamış milyarlarca yıldızlardan ibaret Kehkeşan ile anılan tabaka-i esîriye, sabit yıldızların tabakasına muhaliftir. Bu da manzume-i şemsiyenin tabakasına ve hâkeza yedi tabakaya kadar birbirine muhalif tabakalar vardır.

    Beşinci Mukaddime: Araştırmalar neticesinde sabit olmuştur ki bir maddede teşkil, tanzim, tesviyeler vaki olursa birbirine muhalif tabakalar husule gelir. Bir madenden kül, kömür, elmas meydana gelir; ateşten alev, duman husule gelir. Müvellidü’l-mâ ile müvellidü’l-humuzanın imtizacından su, buz, buhar tevellüd eder.

    Altıncı Mukaddime: Şu müteaddid emarelerden anlaşıldı ki semavat müteaddiddir, şeriat sahibi de yedidir demiştir, öyle ise yedidir. Maahâzâ yedi, yetmiş, yedi yüz sayıları Arap üsluplarında kesret için kullanılır.

    Arkadaş! Pek geniş bulunan Kur’an-ı Kerîm’in hitaplarına, manalarına, işaretlerine dikkat edilmekle bir âmîden tut bir veliye kadar bütün tabakat-ı nâsa ve umum efkâr-ı âmmeye olan müraatları, okşamaları fevkalâde hayrete, taaccübe mûcibdir.

    Mesela سَب۟عَ سَمٰوَاتٍ kelimesinden bazı insanlar hava-i nesîmiyenin tabakalarını fehmetmiştir.

    Öbür bazı da arzımız ile arkadaşları olan hayattar küreleri ihata eden nesîmî küreleri fehmetmiştir.

    Bir kısım da seyyarat-ı seb’ayı fehmetmiştir.

    Bir kısmı da manzume-i şemsiye içinde esîrin yedi tabakasını fehmetmiştir.

    Bir kısım da şu bildiğimiz manzume-i şemsiye ile beraber altı tane daha manzume-i şemsiyeyi fehmetmiştir.

    Bir kısım da esîrin teşekkülatı yedi tabakaya inkısam ettiğini fehmetmiştir.

    Hülâsa: Her bir kısım insanlar, istidatlarına göre feyz-i Kur’an’dan hisselerini almışlardır. Evet Kur’an-ı Kerîm, bütün şu mefhumlara şâmildir diyebiliriz.

    Birinci Cümle:

    هُوَ الَّذٖى خَلَقَ لَكُم۟ مَا فِى ال۟اَر۟ضِ جَمٖيعًا

    Bu cümlenin beş vecihle mâkabliyle irtibatı vardır:

    Birinci Vecih: Evvelki âyet, vücud ve hayat nimetlerine işarettir. Bu âyet, beka ve bekanın esbab ve levazımatına işarettir.

    İkinci Vecih: Kur’an-ı Kerîm vaktâ ki evvelki âyetle beşer için mertebelerin en yükseği olan rücûu ispat etti, sâmi’in zihnine şöyle bir sual geldi: “Şu zelil insanların bu yüksek mertebeye liyakatleri nereden gelmiştir?” Kur’an-ı Kerîm bu cümle ile o suali şöylece cevaplandırmıştır: “Bütün dünya dest-i itaat ve teshirine verilen insanın, elbette Hâlık’ının yanında büyük bir mevkii vardır.”

    Üçüncü Vecih: Evvelki âyet beşer için haşir ve kıyametin vücuduna işaret etmesi, sâmi’ce güya “Beşerin ne kıymeti vardır ki onun saadeti için kıyamet kopacak?” diye vârid olan sual, bu âyetle: “Arz bütün müştemilatıyla istifadesi için yaratılan ve bütün enva itaat ve emrine verilen insan, netice-i hilkattir. Elbette ve elbette onun saadeti için kıyamet kopacaktır.” diye cevaplandırılmıştır.

    Dördüncü Vecih: Evvelki âyet, kıyamette esbab ve vesaitin ortadan kalkmasıyla, insanın mercii yalnız Cenab-ı Hakk’a münhasır kalacağına işaret etmiştir. Bu âyet ise dünyada da insanın merci-i hakikisi Cenab-ı Hakk’a münhasır olduğunu söylüyor. Zira esbab ve vesaitin arkasında, kudretin şuâı görünür; tesir onundur, esbab ise perdedir.

    Beşinci Vecih: Evvelki âyet, saadet-i ebediyeye işarettir. Bu âyet de saadet-i ebediyenin insana verilmesini iktiza eden ve sebep olan Cenab-ı Hak’tan sebkat etmiş fazl ve in’ama işarettir ki kendisine arzın müştemilatı ihsan edilmiş insanın elbette saadet-i ebediyeye liyakati vardır.

    ثُمَّ اس۟تَوٰٓى اِلَى السَّمَٓاءِ

    Bunun mâkabliyle cihet-i irtibatı dörttür:

    Birinci Cihet: Arz ve sema “tev’em” yani ikizdirler, birbirinden ayrılmazlar; zikirde, fikirde daima beraber dolaşıyorlar. Bu cümleden evvelki cümlede arz zikredildiği gibi bu cümlede de sema zikredilmiştir.

    İkinci Cihet: Beşerin arzdan istifadesini ikmal ve itmam eden ancak semavatın tanzimidir.

    Üçüncü Cihet: Evvelki âyet, ihsan ve fazl delillerine işaret etmiştir. Bu âyet de kudret ve azamete işaret ediyor.

    Dördüncü Cihet: Bu cümle, beşerin istifadesi yalnız arza münhasır olmadığına, sema dahi onun istifadesine teshir edildiğine işarettir.

    فَسَوّٰيهُنَّ سَب۟عَ سَمٰوَاتٍ

    Bu cümlenin mâkabliyle irtibatı, üç çeşittir:

    1- كُن۟ ile فَيَكُونُ arasındaki irtibat gibidir. Nasıl ki memurun husulü كُن۟ emrine bağlıdır, semavatın tesviyesi de اِس۟تَوٰى ya bağlıdır.

    2- Kudretin taallukuyla iradenin taalluku arasındaki irtibat gibidir. Yani اِس۟تَوٰى iradenin taallukuna “tesviye” de kudretin taallukuna

    benzer bir irtibattır.

    3- Netice ile mukaddime arasında bulunan irtibat gibidir. Çünkü semavatın tesviyesi, mukaddimesi olan اِس۟تَوٰى ya terettüp eder.

    وَهُوَ بِكُلِّ شَى۟ءٍ عَلٖيمٌ

    Bu cümle mâkabliyle iki vecihle merbuttur:

    Birinci Vecih: Bu cümledeki ilm-i küllî, semavatın tanzim ve tesviyesine delil olduğu gibi tanzim ve tesviyenin vücudu da ilm-i küllînin vücuduna delildir.

    İkinci Vecih ise: Evvelki cümle kudret-i kâmileye, bu cümle ise küllî ve şümullü ilme delâlet eder.

    Cümlelerin nüktelerini beyan edeceğiz:

    هُوَ الَّذٖى ... الخ

    Bu cümle mâkabliyle bağlı değildir. Ancak müste’nife olup beş sual ile cevaplarına işarettir ki bundan önce beyan edildiğinden tekrarına lüzum yoktur. هُوَ الَّذٖى deki هُوَ mübtedadır, اَلَّذٖى sılasıyla beraber haberdir. Bu cümlede mübteda ile haberin tarifleri tevhide işaret olduğu gibi hasra da delâlet eder. Yani müştemilat-ı arziyenin halkı Cenab-ı Hakk’a münhasır olduğu gibi Hâlık’ı da yalnız Cenab-ı Hak’tır. Bu hasr ثُمَّ اِلَي۟هِ تُر۟جَعُونَ cümlesinde اِلَي۟هِ nin takdimiyle hasıl olan hasra delildir. Yani müştemilat-ı arziyenin halkı Cenab-ı Hakk’a münhasır olduğu için kıyamette merciiyet de Cenab-ı Hakk’a münhasırdır. اَلَّذٖى sılasıyla beraber haberdir. Haberin aslı ve müstahakkı, nekre olmaktır. Burada marife olarak gelmesi, hükmün zâhir ve malûm olduğuna işarettir. Yani “Cenab-ı Hakk’ın müştemilat-ı arziyenin Hâlık’ı olduğu malûm ve zâhirdir.”

    Menfaat için kullanılan لَكُم۟ deki ل eşyanın hilkaten mübah, helâl, menfaatli olarak yaratılıp bazı arızalardan dolayı haram olmuş olduklarına işarettir. Mesela ağyarın malı, ismet-i şer’iye için haram olmuştur. İnsanın eti, hürmet ve keramet için; zehir, zarar için; laşe eti, necaset için haram olmuşlardır. Ve keza her bir şeyde bir fayda, bir menfaat olduğuna remizdir. Ve keza beşer için her şeyde bir menfaati bulunduğuna remizdir. Evet, hangi şey olursa olsun, beşere bir cihetten bir istifadeyi temin eder, velev ibret almak için olsun. Ve keza arzın karnında istikbal insanlarını intizar eden pek çok rahmetin hazine ve definelerinin bulunduğuna remizdir. لَكُم۟ câr ve mecrurunun مَا فِى ال۟اَر۟ضِ üzerine takdimi, beşere ait istifadelerin her gayeden evvel ve evlâ olduğuna işarettir.

    Umumu ifade eden مَا her şeyde menfaatleri aramaya insanları tergib ve teşvik içindir.

    فِى ال۟اَر۟ضِ daki فٖى nin عَلٰى ya tercihi, en çok menfaatlerin arzın karnında olduğuna ve arzın karnındaki eşyanın taharrisine insanları teşci ettiğine işarettir. Ve keza arzın içindeki maden ve maddelerin istifade-i beşer için yaratılışı, arzın içinde henüz keşfedilemiyen anâsır ve maddelerden –tekâlif-i hayatın zahmetlerinden müstakbelin insanlarını kurtaracak– bazı gıdaî vesaire maddelerin vücudu mümkün olduğuna delâlet eder.

    جَمٖيعًا : Arzdaki bazı eşyanın abes ve faydasız olduklarına ait evhamı def’etmek içindir.

    ثُمَّ اس۟تَوٰى daki ثُمَّ arzın hilkatiyle semavatın tesviyesi arasındaki Cenab-ı Hakk’ın ef’al ve şuunatının silsilesine işarettir. Ve keza beşere menfaat hususunda, semavatın tesviyesi arzın hilkatinden rütbece uzak olduğuna delâlet eder. Îcaz ve ihtisar için اَرَادَ اَن۟ يُسَوّٖى yerinde اِس۟تَوٰى denilmiştir. اِس۟تَوٰى kelimesinin istimali, burada mecazdır. Yani hedefe kasdını hasredip sağa sola bakmayanlar gibi semavatın tesviyesini irade etmiştir.

    اِلَى السَّمَٓاءِ: Bu semadan maksat, semavatın maddesi olan buhardır.

    فَسَوّٰيهُنَّ deki ف tefrîi ifade ettiğine nazaran, tesviyenin istivaya bağlanması; فَيَكُونُ nün كُن۟ emrine veya kudretin taalluku iradenin taallukuna veya kazanın kadere olan terettüblerine benziyor ve takibi ifade ettiğine göre, mukadder bazı fiillere îmadır. Takdir-i kelâm:

    نَوَّعَهَا وَنَظَّمَهَا وَدَبَّرَ ال۟اَم۟رَ بَي۟نَهَا فَسَوّٰيهُنَّ...الخ den ibarettir. Yani “Nevilere ayırdı, tanzim etti, aralarında lâzım gelen emirleri, tedbirleri yaptı; sonra yedi tabakaya tesviye etti.”

    سَوّٰى: Yani “Muntazam, müstevî; envaı, eczaları mütesavi olarak yarattı.”

    هُنَّ: Bu zamirin cem’i, semavat olacak maddenin nevilere münkasım olduğuna işarettir.

    سَب۟عَ tabiri, semavat tabakalarının kesretine işarettir ve bu tabakaların teşekkülat-ı arziyenin edvar-ı seb’asıyla sıfât-ı seb’aya münasebettar olduğuna îmadır.

    سَمٰوَاتٍ: Bu semaların bir kısmı, seyyarat balıklarına denizdir; bir kısmı da sabit yıldızlara mezraadır; bir kısmı da sema çiçekleri hükmünde olan “derârî” yıldızlara bahçe ve bostandır.

    وَهُوَ بِكُلِّ شَى۟ءٍ عَلٖيمٌ

    Bu و atıf içindir. Halbuki burada atfın tarafeyni arasında münasebet yoktur. Öyle ise bu münasebeti bulmak için takdire ihtiyaç vardır. Şöyle ki: وَهُوَ عَلٰى كُلِّ شَى۟ءٍ قَدٖيرٌ “Öyle ise bu büyük ecramın Hâlık’ı odur.” وَهُوَ بِكُلِّ شَى۟ءٍ عَلٖيمٌ “Öyle ise o ecramdaki sanatı tanzim, tahkim eden odur.”

    İlsakı ifade eden بِكُلِّ kelimesindeki ب ilmin, malûmdan infikâk ve infisalinin mümkün olmadığına işarettir.

    كُلِّ ta'mimi ifade eden bir edattır. Burada ifade ettiği ta'mimden hiçbir şeyin, hiçbir ferdin tahsisi ve daire-i şümulünden ihracı yoktur. Bu itibarla مَا مِن۟ عَامٍ اِلَّا وَقَد۟ خُصَّ مِن۟هُ ال۟بَع۟ضُ olan kaide-i külliyeyi tahsis ediyor. Çünkü kendisi bu kaidenin şümulünden hariç kalmıştır.

    شَى۟ءٍ: Bu kelime; vâcib, mümkin, mümteniye şâmildir.

    عَلٖيمٌ: Yani zatı ile ilim arasında zarurî, lüzumî bir sübut vardır.

    * * *

    وَ اِذ۟ قَالَ رَبُّكَ لِل۟مَلٰٓئِكَةِ اِنّٖى جَاعِلٌ فِى ال۟اَر۟ضِ خَلٖيفَةً قَالُٓوا اَتَج۟عَلُ فٖيهَا مَن۟ يُف۟سِدُ فٖيهَا وَ يَس۟فِكُ الدِّمَٓاءَ وَ نَح۟نُ نُسَبِّحُ بِحَم۟دِكَ وَ نُقَدِّسُ لَكَ قَالَ اِنّٖٓى اَع۟لَمُ مَالَا تَع۟لَمُونَ

    Yani: “Düşün o zamanı ki Rabb’in melâikeye hitaben: ‘Ben yerde bir halifeyi yaratacağım.’ dedi. Melâike de: ‘Yerde fesat yapacak, kan dökecek kimseleri mi yaratacaksın? Halbuki biz, hamdinle seni tesbih ve takdis ediyoruz.’ dediler. Rabb’in de: ‘Sizin bilmediğinizi ben biliyorum.’ diye onlara cevap verdi.”

    Arkadaş! Melâikenin vücudunu tasdik ve kabul etmek imanın rükünlerinden biridir. Birkaç makamda bu rüknü ispat ve izah edeceğiz.

    Birinci Makam: Arzın ecram-ı ulviyeye nisbeten pek küçük ve süflî olduğu halde canlı mahlukatla dolu olduğunu görüp âlemin de nizam ve intizamına dikkat eden insan, ecram-ı ulviyenin de o yüksek burçlarında, hayatlı sakinleri olduğuna kat’î bir şekilde hükmeder.

    Evet, o burçlarda melâikenin vücudunu kabul etmeyen adamın meseli şöyle bir adamın meseline benzer: O adam, büyük bir şehre giderken şehrin bir kenarında pek küçük bir binaya tesadüf eder. Bakar ki insanlarla doludur. Ve arsalarına bakar ki canlı mahlukatla dolu. Ve gıdalarına bakar ki nebatat, balık vesaire gibi hayat şartları yerindedir. Sonra bakar ki pek uzakta milyonlarca apartmanlar, köşkler var. Aralarında, uzun uzun meydanlar, tenezzühgâhlar bulunur. Fakat o küçük binadaki insanların hayat şartları, o büyük binalarda bulunmadığından o yüksek, müzeyyen sarayları; sakinlerden boş, hâlî olduğunu itikad eder.

    Melâikenin vücudunu tasdik eden adamın meseli ise şöyle bir şahsın meseli gibidir: O adam, o küçük hanenin insanlar ile dolu olduğunu görür görmez, bilâ-tereddüt o yüksek kasırların da hayat yeri ve onlarda da onlara münasip sakinler bulunduğuna hükmeder. Ve o yüksek kasırlara mahsus ve münasip hayat şartları vardır. Fakat oraların sakinleri pek uzak olduklarından görünmemeleri, yok olduklarına delâlet etmez.

    Binaenaleyh arzın zevi’l-hayatla dolu olmasından kat’iyetle anlaşılıyor ki bu geniş boşlukta durmakta olan semalarda, yıldızlarda, burçlarda ve çok kısımlara münkasım ve müştemil semavatta, şeriatın “melâike” ile tesmiye ettiği zîhayatlar mevcuddur.

    İkinci Makam: Bundan evvel ispat ve izah edildiği gibi hayat, mevcudatın keşşafıdır, belki mevcudatın neticesidir. Binaenaleyh bu geniş fezanın sakinlerden ve şu yüksek semavatın şenliklerden hâlî olduklarının imkânı var mıdır? Evet, bütün ukalâ-i akıl ve nakil, manevî bir icma ve ittifakla melâikenin mana ve hakikatlerine hükmetmişlerdir fakat tabirleri çeşit çeşittir.

    Mesela meşaiyyun, “enva-ı mevcudatı idare eden ruhanî mahiyet-i mücerrede” ile; işrakiyyun ise “ukûl ve erbabü’l-enva” ile; dinler dahi “melekü’l-cibal, melekü’l-bihar, melekü’l-emtar” gibi tabirlerle tabir etmişlerdir. Hattâ akılları kör gözlerinde bulunan maddiyyun taifesi de melâikenin manasını inkâr etmeye mecal bulamadıklarından, fıtratın namuslarına nüfuz eden kuva-yı sâriye ile tabir etmişlerdir.

    Sual: Kâinatın irtibatını, hayatını temin için hilkatte cereyan eden namuslar, kanunlar kâfi gelmez mi?

    Cevap: Senin dediğin o sâri kanunlar, namuslar; itibarî ve vehmî emirlerdir. Muayyen vücudları, müşahhas hüviyetleri ancak onları temsil eden ve onların ma’kesi bulunan ve onların yularlarını ele alan melâike ile sabit olur.

    Ve keza teşekkül-ü ervaha münasebeti olmayan şu camid âlem-i şehadete vücudun münhasır olmadığına, akıl ve nakil müttefikan hükmetmişlerdir. Binaenaleyh ervaha münasip ve muvafık çok âlemlere müştemil olan âlem-i gayb, melâike ile dolu ve âlem-i şehadetin hayatına mazhardır.

    Hülâsa: Melâikenin mana-yı hakikati, bu izah edilen emirlerden tebarüz etti. Binaenaleyh melâikenin suretleri, eşkâlleri arasında, ukûl-ü selimenin kabul ettiği vecihle, şeriatın izah ve beyan ettiği şekildir ki: Melekler mükerrem abddirler, emirlere muhalefetleri yoktur ve muhtelif kısımlara münkasım ve latîf ve nurani cisimlerdir.

    Üçüncü Makam: Arkadaş! Melâike meselesi öyle meselelerdendir ki bir cüzün sübutuyla, küll sabit olur; bir ferdin vücuduyla, nevi tahakkuk eder. Zira inkâr eden küllünü inkâr eder. Binaenaleyh zaman-ı Âdem’den şimdiye kadar bütün din adamları her asırda icma ve ittifakla melâikenin vücuduna ve aralarında muhaverenin sübutuna ve müşahedelerinin tahakkukuna ve onlardan edilen rivayetlerin nakline hükmettikleri halde melâikenin hiçbirisinin insanlara görünmediği veya vücudları hissedilmediği elbette muhaldir.

    Kezalik beşerin akaidine karışıp hiçbir zamanda, hiçbir inkılabda itirazlara maruz kalmayarak devam eden melâike itikadının bir hakikate, bir asla dayanmaması ve mebâdi-i zaruriyeden tevellüd etmemesi muhaldir. Herhalde beşerin bu umumî itikadı, mebâdi-i zaruriyeden neş’et eden ve müşahedat-ı vakıadan hasıl olan ve muhtelif emarelerden tevellüd eden hadsî bir hükmün neticesidir. Evet, bu itikad-ı umumînin sebebi; kat’î bir surette manevî bir tevatür kuvvetini veren, pek çok defalar vukua gelen melâikenin müşahedelerinden hasıl olan zarurî ve kat’î delil ve emarelerdir. Çünkü melâike meselesi, beşerin malûmat-ı yakîniyesindendir. Eğer bunda şüphe olursa beşerin yakîniyatında emniyet kalmaz.

    Hülâsa: Ruhanîlerden bir ferdin bir zamanda vücudu tahakkuk etse bu nev’in vücudu tahakkuk eder. Nev’in vücudu tahakkuk etse herhalde şeriatın beyan ettiği gibi olacaktır.

    Bu âyetin, sâbık âyetle dört vecihle irtibatı vardır:

    Birinci Vecih: Bu âyetler, beşere verilen büyük nimetleri ta’dad ediyor. Birinci âyetle en büyük nimete işaret edilmiştir ki beşer, hilkatin neticesidir ve arzın müştemilatı ona teshir edilmiştir, istediği gibi tasarruf eder. Bu âyet ile de beşerin arza hâkim ve halife kılınmış olduğuna işaret edilmiştir.

    İkinci Vecih:

    Üçüncü Vecih: Evvelki âyetle, canlı mahlukatın meskenleri olan arz ve semavata işaret edilmiştir. Bu âyet ile de o meskenlerin sakinleri olan beşer ve melâikeye işaret edilmiştir. Ve keza o âyet, hilkatin silsilesine; bu âyet ise zevi’l-ervahın silsilesine işaret etmişlerdir.

    Dördüncü Vecih: Evvelki âyette hilkatten maksat beşer olduğu ve Hâlık’ın yanında beşerin bir mevki sahibi bulunduğu tasrih edildiğinde sâmi’in zihnine geldi ki: “Bu kadar fesat, şürur ve kötülüğü yapan beşere bu kadar kıymet neden verildi? Cenab-ı Hakk’a ibadet ve takdis için şu fesatçı beşerin vücuduna hikmetin iktizası ve rızası var mıdır?”

    Sâmi’in bu vesvesesini def’ için şöyle bir işarette bulundu ki: Beşerin o şürur ve fesatları, onda vedia bırakılan sırra mukabele edemez, affolur. Ve Cenab-ı Hak, onun ibadetine muhtaç değildir. Ancak Allâmü’l-guyub’un ilmindeki bir hikmet içindir.

    Cümlelerin arasındaki irtibata geldik:

    وَاِذ۟

    Bu kelime وَهُوَ بِكُلِّ شَى۟ءٍ عَلٖيمٌ cümlesine atıftır. Halbuki aralarında münasebet olmadığı gibi اِذ۟ diğer bir اِذ۟ i iktiza eder. Binaenaleyh böyle bir takdire lüzum vardır:

    اِذ۟ خَلَقَ مَا خَلَقَ مُن۟تَظَمًا وَاِذ۟ قَالَ رَبُّكَ ... الخ

    Bu takdirde, ikinci اِذ۟ birincisine atıf olur ve her iki cümle arasında da münasebet bulunur.

    اِنّٖى جَاعِلٌ فِى ال۟اَر۟ضِ خَلٖيفَةً

    Cenab-ı Hak müşavere yolunu öğretmek ile beşerin hilafetindeki hikmetin sırrını melâikeye istifsar ettirmek üzere bu cümleyi söyledi. Sâmi’in zihni, üç noktayı nazara alarak harekete geçti:

    1- Melâike ne dediler?

    2- Taaccüble hikmeti sordular.

    3- Cinlere halife olmakla beraber, beşerde de kuvve-i gazabiye ve şeheviye halk edilmiştir. Bunlar, cinlerden daha ziyade fesat yapacaklardır.

    İşte Kur’an-ı Kerîm قَالُٓوا اَتَج۟عَلُ فٖيهَا مَن۟ يُف۟سِدُ فٖيهَا وَيَس۟فِكُ الدِّمَٓاءَ cümlesiyle o üç noktaya işaret etmiştir.

    Melâikenin sual-i taaccüb ve istifsarları bittikten sonra sâmi’, Ce­nab-ı Hak’tan verilecek cevabı beklerken Kur’an-ı Kerîm قَالَ اِنّٖٓى اَع۟لَمُ مَا لَا تَع۟لَمُونَ cümlesiyle cevap vermiştir. Yani “Eşya ve ahkâm, sizin malûmatınıza münhasır değildir. Adem-i ilminiz, onların vücuda gelmeyeceklerine sebep olamaz. Benim, beşerin hilkati hakkında bir hikmetim vardır; o hikmetin hatırası için fesatlarını nazara almam.” ferman etmiştir.

    Cümlelerin heyet ve nüktelerine geldik:

    وَاِذ۟ قَالَ رَبُّكَ ... الخ

    Atfı ifade eden bu و münasebet-i atfiyenin iktizasına binaen

    وَاِذ۟ قَالَ رَبُّكَ ... الخ cümlesine matufun aleyh olmak üzere

    اِذ۟ خَلَقَ مَا خَلَقَ مُن۟تَظَمًا cümlesinin takdirine işarettir.

    Ve keza اِذ۟ zaman-ı maziyi ifade ettiği cihetle, sanki zihinleri geçmiş zamanların silsilesine götürür veya o silsileyi bu zamana getirir, ihzar eder ki zihinler, o zamanlarda vukua gelmiş olan hâdiseleri görsünler.

    رَبُّكَ: Bu tabir, melâikenin aleyhine bir hüccet ve bir delildir. Yani “Allah seni terbiye etmiştir, hadd-i kemale eriştirmiştir ve seni beşere mürşid kılmıştır ki fesatlarını izale edesin. Demek, nev-i beşerin en büyük hasenesi sensin ki onların mefsedetlerini setrediyorsun.”

    لِل۟مَلٰٓئِكَةِ: Cenab-ı Hakk’ın müşavere şeklinde melâike ile yaptığı muhavere, melâikenin beşer ile fazla bir irtibat ve alâka ve münasebetleri olduğuna işarettir. Çünkü melâikenin bir kısmı insanları hıfzediyor, bir kısmı kitabet işlerini görüyor. Demek, insanlarla alâkaları ziyade olduğundan insanların ahvaline ehemmiyet veriyorlar.

    اِنّٖى: Melâikenin اَتَج۟عَلُ ile yaptıkları istifhamdan anlaşılan tereddütlerini reddetmekle, meselenin azamet ve ehemmiyetine işarettir.

    اِنّٖى: Burada ى mütekellim-i vahde ile وَاِذ۟ قُل۟نَا da mütekellim-i maalgayr zamirinin zikirlerinden şöyle bir işaret çıkıyor ki: Cenab-ı Hakk’ın halk ve icad fiilinde vasıtanın bulunmadığına, kelâm ve hitabında vasıtaların bulunduğuna işarettir. Bu nükteye delâlet eden başka âyetler de vardır. Ezcümle:

    اِنَّٓا اَن۟زَل۟نَٓا اِلَي۟كَ ال۟كِتَابَ بِال۟حَقِّ لِتَح۟كُمَ بَي۟نَ النَّاسِ بِمَٓا اَرٰيكَ اللّٰهُ âyet-i kerîmesinde azamete delâlet eden نَا zamir-i cem’i, vahiyde vasıtanın bulunduğuna işaret olduğu gibi بِمَٓا اَرٰيكَ اللّٰهُ de müfred hükmünde olan lafza-i Celal, manaları ilham etmekte vasıtanın bulunmadığına işarettir.

    جَاعِلٌ kelimesinin خَالِقٌ kelimesine tercihen zikri: Melâikenin medar-ı şüphe ve mûcib-i istifsarları, halk ve icad fiili değildir. Zira vücud hayr-ı mahzdır, halk Allah’ın fiilidir, Allah’ın fiili lâyüs’eldir. Ancak melâikeyi şüpheye davet eden ve istifsarlarına mûcib olan جَع۟ل dir. Yani Cenab-ı Hakk’ın beşeri arzın tamirine tahsis etmesidir.

    فِى ال۟اَر۟ضِ daki فٖى nin عَلٰى ya tercihi: Beşerin yer üstünde olduğu عَلٰى kelimesinin manasına muvafık ve münasip iken tercihen فٖى nin zikredilmesi, beşerin bir ruh gibi arzın cesedine nefh ve nüfuz ettiğine ve beşerin ölüp inkıraz etmesiyle arzın yıkılmasına işarettir.

    خَلٖيفَةً: Bu tabir, arzın insanların hayatına elverişli şeraiti haiz olmazdan evvel arzda idrakli bir mahlukun bulunmuş olduğuna ve o mahlukun hayatına o zamandaki arzın evvelki vaziyetleri muvafık ve müsait bulunduğuna işarettir. خَلٖيفَةٌ tabirinin bu manaya delâleti, mukteza-yı hikmettir. Amma meşhur olan manaya nazaran o idrakli mahluk, cinlerden bir nevi imiş; yaptıkları fesattan dolayı insanlar ile mübadele edilmişlerdir.

    قَالُٓوا اَتَج۟عَلُ فٖيهَا مَن۟ يُف۟سِدُ فٖيهَا وَيَس۟فِكُ الدِّمَٓاءَ

    Bu cümle müste’nifedir. Bu istînaftan anlaşılıyor ki Cenab-ı Hakk’ın melâike ile olan hitabı, sâmi’i şöyle bir suale mecbur etmiştir ki: “Acaba melâikeler komşuluklarına gelecek insanları nasıl karşılayacaklardır? Hem onlar ile beraber olmaya ve komşu olmaya rızaları var mıdır? Hem fikirleri nedir?” Kur’an-ı Kerîm قَالُٓوا اَتَج۟عَلُ cümlesiyle o suali cevaplandırmıştır.

    Sual: قَالُٓوا اَتَج۟عَلُ ... الخ cümlesi اِذ۟ قَالَ cümlesine ceza olduğuna nazaran, aralarında lüzum lâzımdır. Halbuki lüzum görünmüyor?

    Cevap: Melâike arzın müekkelleri bulundukları cihetle arz, onların idaresinde olur. Bu itibarla insanların arza halife kılınması hakkında melâikenin fikirlerini izhar etmek lüzumu vardır.

    قَالَ - قَالُوا tabirleri, mukavele ve muhavere şeklinde müşavere üslubunu insanlara öğretmek içindir. Yoksa Cenab-ı Hak müşavereden münezzehtir.

    Melâikenin اَتَج۟عَلُ ile yaptıkları istifhamdan maksat; جَع۟ل e itiraz, جَع۟ل i inkâr etmek değildir. Çünkü Cenab-ı Hakk’ın fiillerine itiraz etmeye ismetleri manidir. Ancak جَع۟ل in sebebi mahfî olduğundan taaccüble sebep ve hikmetini sormuşlardır. جَع۟ل tabirinden anlaşılıyor ki insanın ahvali, vaziyetleri ne tabiatın iktizasıdır ve ne de fıtratın icabıdır ancak bir câilin ca’li iledir.

    Sual: فٖيهَا: Mesafe pek kısa olduğu halde, ikinci فٖيهَا nin zikrine ne ihtiyaç vardır?

    Cevap: Birinci فٖيهَا ile beşerin bir ruh gibi arza nüfuz etmesiyle arzı ihya etmesine, ikinci فٖيهَا ise beşerin fesadı dahi Azrail gibi arzın kalbine kadar pençesini sokup arzı imatesine işarettir. Demek beşer, bir taraftan arzın şifası için bir ilaç iken, diğer taraftan ölümünü intac eden bir zehirdir.

    مَن۟: Beşerden kinayedir. Kinayenin tasrihe sebeb-i tercihi: Melâikenin maksadı, beşerin şahsiyeti olmayıp ancak kendilerine sakîl, ağır gelen bir mahlukun Allah’a isyan etmesine işarettir.

    يُف۟سِدُ: Fesadın “isyan”a bedel zikri, isyanlarının nizam-ı âlemin fesadına sebep olacağına işarettir. Devam ile teceddüdü ifade eden muzari sîgasıyla fesadın zikredilmesi, melâikenin asıl istemedikleri ve inkâr ettikleri ancak isyanlarının devam ve istimrar ile vukua geleceğine ait olduğuna işarettir. Melâike beşerin isyanlarının devam ve istimrarını ya Cenab-ı Hakk’ın i’lamıyla bilmişlerdir veya Levh-i Mahfuz’a bakıp ondan almışlardır veyahut insanlardaki kuvve-i gazabiye ve şeheviyeden anlamışlardır.

    فٖيهَا: Kuvve-i şeheviye ile arzda fesat hasıl olur, kuvve-i gazabiyenin tecavüzüyle katl ve kıtale mahal olur. Halbuki arz, takva üzerine tesis edilmiş bir mescid hükmündedir.

    و ise fesat ile sefk gibi iki rezileyi birbirine atıf ve cem’eder. Çünkü fesat, sefk-i dimâya sebeptir.

    يَس۟فِكُونَ nin يَق۟تُلُونَ ye tercihen zikrinden anlaşılıyor ki sefk, zulmen yapılan katldir. Bu ise fesada daha münasiptir. Çünkü katlin ifade ettiği mana, katlin mübah kısmına da şâmildir. Cihadda veya bir cemaati kurtarmak için yapılan katller gibi ki bu katl, fesada münasip olmaz.

    اَلدِّمَٓاءَ: Sefk kelimesinin delâlet ettiği irâka-i demdeki demi tekiddir.

    وَنَح۟نُ نُسَبِّحُ بِحَم۟دِكَ وَنُقَدِّسُ لَكَ

    Beşerin ca’lindeki hikmeti soran melâikeye, sanki şöyle bir itiraz vârid olmuştur: “Beşerin Allah’a yapacağı ibadet ve takdis, onun ca’line sebeb-i kâfi gelmez mi ki ca’linin hikmetini soruyorsunuz?” İşte “vav-ı haliye” ile zikredilen وَنَح۟نُ نُسَبِّحُ ... الخ cümlesi, güya o itirazı def’etmeye işarettir.

    نَح۟نُ: Maâsiden masum melâikenin cemaatlerinden kinayedir. Cümlenin cümle-i ismiye şeklinde zikredilmesi, tesbihin melâikeye bir seciye olduğuna ve melâikenin tesbihata mülazım ve müdavim olduklarına işarettir.

    نُسَبِّحُ بِحَم۟دِكَ: “Bizler, bütün ibadetlerin sana mahsus olduğunu kâinata ilan ve Cenab-ı Uluhiyet’ine lâyık olmayan şeylerden münezzeh olduğuna iman ve bütün evsaf-ı azamet ve celal ile muttasıf olduğuna itikad ediyoruz.”

    وَنُقَدِّسُ لَكَ: Bu ل ya sıladır, bir manayı ifade etmez veya ta’lil ve sebebiyet içindir.

    Birinci ihtimale göre نُقَدِّسُكَ takdirinde olur. Yani “Seni takdis ve tathir ediyoruz.” demektir.

    İkinci ihtimale nazaran نُقَدِّسُ لِاَج۟لِكَ takdirinde olur. Yani “Biz nefislerimizi, fiillerimizi günahlardan temizlemekle beraber, kalplerimizi mâsivandan çeviriyoruz.” demektir.

    Bu و ise iki rezileyi cem’ ve birbirine atfeden يَس۟فِكُ deki و ın aksine ve inadına olarak, biri takdis diğeri tesbih iki fazileti cem’ ve birbirine atfediyor.

    قَالَ اِنّٖٓى اَع۟لَمُ مَا لَا تَع۟لَمُونَ

    Bu cümle, melâikenin istifsarından sonra “Acaba Cenab-ı Hak, istifsarlarına nasıl cevap verdi ve taaccüblerini ne ile izale etti ve beşerin onlara tercihindeki hikmet nedir?” diye sâmi’in kalbine gelen suale icmalî bir cevaptır, tafsili sonra gelecektir.

    اِنّٖٓى اَع۟لَمُ deki اِنَّ tahkiki ifade etmekle tereddüt ve şüpheyi def’etmek içindir. Bu ise müsellem olmayan nazarî hükümlerde olur. Halbuki burada Allah’ın halkın bilmediklerini bilmesi müsellem ve bedihî bir hükümdür, hâşâ melâikenin bu hükümde tereddütleri yoktur. Binaenaleyh burada bu اِنَّ Kur’an-ı Kerîm’in îcaz için ihtisaren icmal ettiği birkaç cümleye işarettir:

    1- Beşerdeki maslahatlar ve beşerin hayr-ı kesîre nisbeten mefsedetleri, şerr-i kalildir. Şerr-i kalil için hayr-ı kesîri terk etmek, hikmete muhaliftir.

    2- Beşerin hilafete olan sırr-ı liyakati, melâikece meçhul, Hâlıkça malûmdur.

    3- Beşerin onlara tercih hakkını veren hikmet, melâikece meçhuldür.

    4- اِنَّ nin ifade ettiği tahkik, bazen sarîh hükme değil, cümlenin bir kaydından istifade edilen zımnî bir hükme râci olur. Burada اِنَّ nin tahkiki لَا تَع۟لَمُونَ kaydından istifade edilen hükm-ü zımnîye râcidir. Yani “Sizler muhakkak bilmiyorsunuz ve keza Allah’ın ilmi lâzım, beşerin vücudu melzumdur.” Bu cümlede ilm-i İlahînin vücuduna delâlet eden اَع۟لَمُ den, beşerin vücuda geleceği tebarüz eder. Çünkü اَع۟لَمُ nün delâletine göre, ilm-i İlahî taalluk ve tahakkuk etmiştir. Öyle ise beşerin vücudu herhalde olacaktır.

    Melâikeye verilen o icmalî cevabın tahkiki hakkında اِنَّ اللّٰهَ عَلٖيمٌ حَكٖيمٌ âyetinden şöyle bir izahat alınabilir ki: Cenab-ı Hakk’ın ef’ali hikmetlerden, maslahatlardan hâlî değildir. Öyle ise mevcudat, halkın malûmatında münhasır değildir. Öyle ise melâikenin adem-i ilimleri, beşerin adem-i vücuduna delil olamaz.

    Ve keza Cenab-ı Hak hayr-ı mahz olarak melâikeyi yaratmıştır, şerr-i mahz olarak da şeytanı yaratmıştır, hayır ve şerden mahrum olarak behaim ve hayvanatı halk etmiştir. Hikmetin iktizasına göre, hayır ve şerre kādir ve câmi’ olarak dördüncü kısmı teşkil eden beşerin yaratılması da lâzımdır ki beşerin şeheviye ve gazabiye kuvvetleri kuvve-i akliyesine münkad ve mağlup olursa beşer, mücahedesinden dolayı melâikeye tefevvuk eder. Aksi halde hayvanattan daha aşağı olur çünkü özrü yoktur.

    * * *

    وَعَلَّمَ اٰدَمَ ال۟اَس۟مَٓاءَ كُلَّهَا ثُمَّ عَرَضَهُم۟ عَلَى ال۟مَلٰٓئِكَةِ فَقَالَ اَن۟بِئُونٖى بِاَس۟مَٓاءِ هٰٓؤُلَٓاءِ اِن۟ كُن۟تُم۟ صَادِقٖينَ ۝ قَالُوا سُب۟حَانَكَ لَا عِل۟مَ لَنَٓا اِلَّا مَا عَلَّم۟تَنَٓا اِنَّكَ اَن۟تَ ال۟عَلٖيمُ ال۟حَكٖيمُ ۝ قَالَ يَٓا اٰدَمُ اَن۟بِئ۟هُم۟ بِاَس۟مَٓائِهِم۟ فَلَمَّٓا اَن۟بَاَهُم۟ بِاَس۟مَٓائِهِم۟ قَالَ اَلَم۟ اَقُل۟ لَكُم۟ اِنّٖٓى اَع۟لَمُ غَي۟بَ السَّمٰوَاتِ وَال۟اَر۟ضِ وَاَع۟لَمُ مَا تُب۟دُونَ وَمَا كُن۟تُم۟ تَك۟تُمُونَ

    Cenab-ı Hak, bütün eşyanın isimlerini Âdem’e (as) öğretti. Sonra o eşyayı melâikeye göstererek dedi ki: “Eğer iddianızda sadık iseniz bunların isimlerini bana söyleyiniz.”

    Melâike dediler ki: “Seni her nekaisten tenzih ve bütün sıfât-ı kemaliye ile muttasıf olduğunu ikrar ederiz. Senin bize öğrettiğin ilimden başka bir ilmimiz yoktur, her şeyi bilici ve her kimseye liyakatine göre ilim ve irfan ihsan edici sensin.”

    Cenab-ı Hak dedi ki: “Yâ Âdem! Bunların isimlerini onlara söyle.” Vaktâ ki Âdem, isimlerini onlara söyledi.

    Cenab-ı Hak dedi ki: “Size demedim mi semavat ve arzın gaybını bilirim ve sizin Âdem hakkında lisanla izhar ettiğinizi ve kalben gizlediğinizi bilirim.”

    MUKADDİME

    Bu talim-i esma meselesi ya Hazret-i Âdem aleyhisselâmın melâikenin inkârlarına karşı mu’cizesi olup melâikeyi inkârdan ikrara icbar etmiştir yahut melâikenin, hilafetine itiraz ettikleri nev-i beşerin hilafete liyakatini melâikeye kabul ettirmek için izhar ettiği bir mu’cizedir.

    Ey arkadaş! Her şeyin Kitab-ı Mübin’de mevcud olduğunu tasrih eden وَلَا رَط۟بٍ وَلَا يَابِسٍ اِلَّا فٖى كِتَابٍ مُبٖينٍ âyet-i kerîmesinin hükmüne göre: Kur’an-ı Kerîm zâhiren ve bâtınen, nassen ve delâleten, remzen ve işareten her zamanda vücuda gelmiş veya gelecek her şeyi ifade ediyor. Buna binaen gerek enbiyanın kıssa ve hikâyeleri gerek mu’cizeleri hakkında Kur’an-ı Kerîm’in işaratından fehmettiğime göre (Hâşiye[10]) mu’cizat-ı enbiyadan iki gaye ve hikmet takip edilmiştir:

    Birincisi: Nübüvvetlerini halka tasdik ve kabul ettirmektir.

    İkincisi: Terakkiyat-ı maddiye için lâzım olan örnekleri nev-i beşere göstererek o mu’cizelerin benzerlerini meydana getirmek için nev-i beşeri teşvik ve teşci etmektir. Sanki Kur’an-ı Kerîm, enbiyanın kıssa ve hikâyeleriyle terakkiyatın esaslarına, temellerine parmakla işaret ederek: “Ey beşer! Şu gördüğün mu’cizeler, birtakım örnek ve numunelerdir. Telahuk-u efkârınızla, çalışmalarınızla şu örneklerin emsalini yapacaksınız.” diye ihtar etmiştir.

    Evet mazi, istikbalin âyinesidir; istikbalde vücuda gelecek icadlar, mazide kurulan esas ve temeller üzerine bina edilir. Evet şu terakkiyat-ı hazıra, tamamıyla dinlerden alınan işaretlerden, vecizelerden hasıl olan ilhamlar üzerine vücuda gelmişlerdir. Evet:

    1- İlk saat ve sefine, mu’cize eliyle beşere verilmiştir.

    2- Kâinatın ihtiva ettiği bütün nevilerin isimlerini, sıfatlarını, hâssalarını beyan zımnında; beşerin telahuk-u efkârıyla meydana gelen binlerce fünun sayesinde وَعَلَّمَ اٰدَمَ ال۟اَس۟مَٓاءَ كُلَّهَا âyetiyle işaret edilen Hazret-i Âdem’in mu’cizesine mazhar olmuştur.

    3- Bütün sanatların medarı olan demirin yumuşatılıp kullanılması sayesinde icad edilen bu kadar terakkiyatla nev-i insan وَاَلَنَّا لَهُ ال۟حَدٖيدَ âyetiyle işaret edilen Hazret-i Davud’un mu’cizesine mazhardır.

    4- Yine telahuk-u efkâr ile tayyare gibi icad edilen terakkiyat-ı havaiye sayesinde nev-i beşer غُدُوُّهَا شَه۟رٌ وَرَوَاحُهَا شَه۟رٌ âyetiyle sürati beyan edilen Hazret-i Süleyman’ın mu’cizesine yaklaşıyor.

    5- Kıraç ve kumlu yerlerden suları çıkartan santrifüj âleti اَنِ اض۟رِب۟ بِعَصَاكَ ال۟حَجَرَ âyetiyle işaret edilen Hazret-i Musa’nın (as) asâsından ders almıştır.

    6- Tecrübeler sayesinde ve telahuk-u efkâr ile husule gelen terakkiyat-ı tıbbiye, Hazret-i İsa’nın (as) mu’cizesinin ilhamatındandır. Hakikaten şu mu’cizeler ile bu terakkiyat arasında pek büyük münasebet ve muvafakat vardır. Evet dikkat eden adam, bilâ-tereddüt o mu’cizeler bu terakkiyata birer mikyas ve numunelerdir diye hükmeder.

    Ve keza يَا نَارُ كُونٖى بَر۟دًا وَسَلَامًا âyet-i kerîmesinin delâletine göre Hazret-i İbrahim ateşe atıldığı zaman, ateşin harareti bürudete inkılab etmesi; beşerin keşfettiği yakıcı olmayan mertebe-i nâriyeye örnek ve me’hazdir.

    7- لَو۟لَٓا اَن۟ رَاٰ بُر۟هَانَ رَبِّهٖ âyet-i kerîmesinin –bir kavle göre– işaret ettiği gibi Hazret-i Yusuf’un (as) Ken’an’da bulunan babasının timsalini görür görmez Zeliha’dan geri çekilmesi ve kervanları Mısır’dan avdet ettiğinde Hazret-i Yakub’un اِنّٖى لَاَجِدُ رٖيحَ يُوسُفَ yani “Ben Yusuf’un kokusunu alıyorum.” demesi ve bir ifritin Hazret-i Süleyman’a “Gözünü açıp yummazdan evvel Belkıs’ın tahtını getiririm.” demesine işaret eden اَنَا اٰتٖيكَ بِهٖ قَب۟لَ اَن۟ يَر۟تَدَّ اِلَي۟كَ طَر۟فُكَ âyet-i kerîmesi; pek uzak mesafelerden celb-i savt, suret vesaire gibi beşerin keşfettiği veya edeceği icadata numune ve me’hazdirler.

    8- “Hazret-i Süleyman’a kuş dilini öğrettik.” manasında عُلِّم۟نَا مَن۟طِقَ الطَّي۟رِ olan âyet-i kerîme; beşerin keşfiyatından radyo, papağan, güvercin gibi âlât ve hayvanların konuşmalarına ve mühim işlerde kullanılmasına me’hazdir. Ve hâkeza beşerin henüz keşfedemediği çok mu’cizeler vardır, istikbalde yavaş yavaş keşfine muvaffak olur.

    Bu âyetin nazmında dahi emsali gibi üç vecih vardır:

    Birinci Vecih: Evvelki âyetle irtibatıdır.

    Şöyle ki:

    1- İnsanın hilkati hakkında melâikenin itirazlarına, evvelki âyette umumî, fehmi kolay, ikna edici bir cevap verilmiştir. Bu âyetle, avam ve havassı ikna eden tafsilatlı bir cevap verilmiştir.

    2- Evvelki âyette, beşerin hilafet meselesi tasrih edilmiştir; bu âyette ise nev-i beşerin melâikeye karşı gösterdiği mu’cize ile dava-yı hilafeti ispat edilmiştir.

    3- Evvelki âyette, beşerin melâikeye tereccuh etmesine işaret edilmiştir; bu âyette, tereccuhunun illetine işaret edilmiştir.

    4- Beşerin arzda hilafet-i kübraya mazhar olmasına evvelki âyetle delâlet edilmiştir, burada ise bütün tecelliyata mazhar bir nüsha-i câmia olarak gösterilmiştir. Bu da ayrı ayrı istidatlara mâlik ve ilim ve istifadelerinin yolları çok olduğundandır. Evet, beşer, zâhir ve bâtın havas ve duygularıyla bilhassa derinliğine nihayet olmayan vicdanıyla kâinatı ihata etmiş bir kabiliyettedir.

    İkinci Vecih: Cümlelerin birbiriyle irtibatlarıdır.

    Şöyle ki: وَعَلَّمَ اٰدَمَ ال۟اَس۟مَٓاءَ cümlesi اِنّٖٓى اَع۟لَمُ مَا لَا تَع۟لَمُونَ cümlesinin mazmununu tahkik ve icmalini tafsil ve ibhamını tefsirdir.

    Ve keza Cenab-ı Hakk’ın arzında beşerin halife olması, Allah’ın hükümlerini icra ve kanunlarını tatbik etmesi içindir. Bu ise tam bir ilme mütevakkıftır.

    Ve keza birinci âyette kelâmın sevkiyatı iktizasınca şöyle bir takdir olacaktır: Âdem’i halk etti, tesviye etti, cesedine nefh-i ruh etti, terbiye etti, sonra esmayı talim etti ve hilafete namzet kıldı. Sonra vaktâ ki Âdem’i melâikeye tercih etmekle rüçhan meselesinde ve hilafet istihkakında ilm-i esma ile mümtaz kıldı; makamın iktizası üzerine, eşyayı melâikeye arz ve onlardan muarazayı talep etti; sonra melâike aczlerini hissetmekle Cenab-ı Hakk’ın hikmetini ikrar ettiler. Kur’an-ı Kerîm buna işareten ثُمَّ عَرَضَهُم۟ عَلَى ال۟مَلٰٓئِكَةِ فَقَالَ اَن۟بِؤُنٖى بِاَس۟مَٓاءِ هٰٓؤُلَٓاءِ اِن۟ كُن۟تُم۟ صَادِقٖينَ dedikten sonra, قَالُوا evvelce iblisin enaniyet ve kibrine kanarak yaptıkları istifsardan pişman olarak سُب۟حَانَكَ لَا عِل۟مَ لَنَٓا اِلَّا مَا عَلَّم۟تَنَٓا اِنَّكَ اَن۟تَ ال۟عَلٖيمُ ال۟حَكٖيمُ dediler. Sonra vaktâ ki istidatlarının adem-i câmiiyetinden dolayı melâikenin aczi zâhir oldu, makamın iktizası üzerine Âdem’in iktidarının beyanı icab etti ki muaraza tamam olsun. Bunun için قَالَ يَٓا اٰدَمُ اَن۟بِئ۟هُم۟ بِاَس۟مَٓائِهِم۟ hitabıyla Âdem’e ferman etti. Sonra vaktâ ki mesele tebeyyün etti ve hikmetin sırrı zâhir oldu, geçen cevab-ı icmalînin bu tafsilata netice kılınması makamın iktizasından olduğuna binaen قَالَ اَلَم۟ اَقُل۟ لَكُم۟ اِنّٖٓى اَع۟لَمُ غَي۟بَ السَّمٰوَاتِ وَال۟اَر۟ضِ وَاَع۟لَمُ مَا تُب۟دُونَ وَمَا كُن۟تُم۟ تَك۟تُمُونَ yani “Sizin ketmettiğiniz şeyi bilirim.”

    Şu mukavele ve mükâlemeden anlaşılıyor ki iblisin enaniyeti, kibri, melâikeye sirayet etmiştir ve yaptıkları istifsara, bir taifenin itirazı da karışmıştır.

    Üçüncü Vecih: Cümlelerin heyet ve nükteleri:

    وَعَلَّمَ اٰدَمَ ال۟اَس۟مَٓاءَ كُلَّهَا

    Yani Cenab-ı Hak Âdem’i (as) bütün kemalâtın mebâdisini tazammun eden âlî bir fıtratla tasvir etmiştir ve bütün maâlînin tohumlarına mezraa olarak yüksek bir istidat ile halk etmiştir ve mevcudatı ihata eden ulvi bir vicdan ve ihatalı on duygu ile teçhiz etmiştir ve bu üç meziyet sayesinde, bütün hakaik-i eşyayı öğretmeye hazırlamıştır, sonra bütün esmayı kendisine öğretmiştir. Demek, bu cümlenin evvelindeki و şu mukadder olan üç cümleye işarettir.

    عَلَّمَ: Bu kelimenin ihtiyar edilmesi, ilmin ulüvv-ü kadrine ve kadrinin yüksek derecesine ve hilafete mihver olduğuna işarettir. Ve keza esmanın tevkifine yani Şâri’ tarafından bildirilmiş olduğuna remizdir. Zaten esma ile müsemmeyat arasında takip edilen münasebat-ı vaz’iye, bunu teyid ediyor. Ve keza mu’cizenin vasıtasız Allah’ın fiili olduğuna îmadır. Fakat felasifeye göre hârikalar, ervah-ı hârikanın fiilidir.

    اٰدَمَ: Hilafeti irade edilen ve Âdem ismiyle tesmiye edilen küre-i arzın sahibi şahs-ı ma’huddur. İsminin tasrihi, teşrif ve teşhiri içindir.

    اَل۟اَس۟مَٓاءَ: İsim ve sıfat ve hâsiyet gibi eşyayı birbirinden ayırıp temyiz ve tayin eden alâmet ve nişanlardır yahut insanlar arasında münkasım olan lügatlardır.

    عَرَضَهُم۟: Arz edilen eşya olduğu halde zamirin esmaya rücûundan ismin, ayn-ı müsemma olduğuna kail olan Ehl-i Sünnet’in mezhebine işarettir.

    كُلَّهَا: Âdem’in melâikeden cihet-i imtiyazı ve melâikenin muarazadan sebep ve medar-ı aczi, esmanın heyet-i mecmuası olduğuna işarettir. Yoksa esmanın bir kısmını, belki kısm-ı a’zamını melekler de bilirler.

    ثُمَّ عَرَضَهُم۟ عَلَى ال۟مَلٰٓئِكَةِ فَقَالَ اَن۟بِئُونٖى بِاَس۟مَٓاءِ هٰٓؤُلَٓاءِ اِن۟ كُن۟تُم۟ صَادِقٖينَ

    ثُمَّ: Terahi ve bu’d-u mesafeyi ifade ettiği cihetle, şöyle bir takdire işarettir: هُوَ اَك۟رَمُ مِن۟كُم۟ وَاَحَقُّ بِال۟خِلَافَةِ Yani “Âdem, sizden daha kerîm ve hilafete daha müstahak ve lâyıktır.”

    عَرَضَهُم۟: Müşterilere gösterilmek üzere kumaş toplarının açılıp arz edildiği gibi eşyanın envaı da bast edilerek enzar-ı melâikeye gösterilmiştir. Bu tabirden şöyle bir işaret çıkıyor ki: Mevcudat, müdrik ve âlimin malıdır. İlim ile alır, isimle ahzeder, suretlerinin temessülüyle temellük eder.

    هُم۟ müzekker ve âkıllar cemaatinden kinayedir. Burada müzekkerin müennese ve âkılın gayr-ı âkıla tağlib ve teşmiliyle, mecazen enva-ı eşyaya ircâ edilmiştir. Bu itibarla هُم۟ kelimesinde bir mecaz, iki tağlib vardır. Bu mecaz ile o tağlibleri icbar eden esbab عَرَضَ kelimesinin işaret ettiği üsluptur. Çünkü melâikeye enva-ı eşyanın arzı, manevî bir resmigeçit manzarasını andırıyor. Malûm ya, resmigeçitleri yapan,

    müzekker ve âkıl insanlardır. Bunun için burada iki tağlibe ve dolayısıyla bir mecaza mecburiyet hasıl olmuştur.

    عَلٰى: Arz edilenin levh-i a’lâda nakşedilen suretler olduğuna işarettir.

    سُب۟حَانَكَ لَا عِل۟مَ لَنَٓا اِلَّا مَا عَلَّم۟تَنَٓا اِنَّكَ اَن۟تَ ال۟عَلٖيمُ ال۟حَكٖيمُ

    وَاٰخِرُ دَع۟وٰيهُم۟ اَنِ ال۟حَم۟دُ لِلّٰهِ رَبِّ ال۟عَالَمٖينَ

    Hâşiye: İntihabım olmayarak ihtiyarsız bir tarzda, âdeta umum Sözlerin ve Mektupların âhirlerinde şu âyet سُب۟حَانَكَ لَا عِل۟مَ لَنَٓا اِلَّا مَا عَلَّم۟تَنَٓا اِنَّكَ اَن۟تَ ال۟عَلٖيمُ ال۟حَكٖيمُ bana söylettirilmiş. Şimdi anladım ki tefsirim de şu âyet ile hitam buluyor. Demek inşâallah bütün Sözler, hakiki bir tefsir ve şu âyetin bahrinden birer cetveldir. En-nihayet yine o denize dökülüyorlar. Şu tefsirin hitamında, güya her Söz manen şu âyetten başlıyor. Demek o zamandan beri yirmi senedir daha şu âyeti tefsir ediyorum, bitiremedim ki tefsirin ikinci cildini yazayım.

    Said Nursî

    Allah’ın avn ü inayetiyle ümidimin, iktidarımın fevkinde şu tercümeyi iyi kötü yaptım; noksanları çoktur, müellifçe ıslahları lâzımdır. Zaten onun himmetiyle bu kadarını ancak yapabildim. Yoksa nazm-ı Kur’an’daki îcazlı olan i’cazı, kısa ve veciz olarak beyan eden bu tefsiri sönük, kör bir fikirle tercüme etmek, Abdülmecid’in işi değildir. Yine onun fart-ı şefkatinden himmeti yetişti, ikmaline muvaffak oldum.

    Müellifin küçük kardeşi ve Nur talebesi

    Abdülmecid

    1. Hâşiye: Kırk sene sonra Risale-i Nur, bu lem’a-i i’cazı körlere dahi göstermiştir.
    2. Hâşiye: Kırk sene sonra neşrolan Risale-i Nur’da Carlyle, Goethe ve Bismark gibi kırk meşhur feylesofların tasdikleri beyan edilmiş. İnşâallah bu kitabın zeylinde dahi yazılacak.
    3. Hâşiye: Hasta halimde, nevm ile yakaza arasında ihtar edilen bir nüktedir:

    Şemsin yerinde mevlevîvari yaptığı semavî hareketi, kuvve-i cazibeyi tevlid etmek içindir. Kuvve-i cazibe de manzume-i şemsiye ile anılan güneşe bağlı yıldızları düşmek tehlikesinden kurtarmak içindir. Demek, şemsin mihverinde dairevari cereyan ve hareketi olmasa yıldızlar düşerler.

    Said Nursî

    Muhterem müellif, diğer bir risalesinde şöyle diyor:

    Evet güneş bir meyvedardır, silkinir tâ düşmesin seyyar olan yemişleri

    Eğer sükûnuyla sükûnet eylese cezbe kaçar, ağlar fezada muntazam meczupları.

    Mütercim

  • Hâşiye: Mu’cizat-ı Kur’aniye risale-i nuriyesi tamamıyla bu hakikati ispat etmiş.

  • Mütercim

  • *Diyarbakır’da Van Valisi Cevdet Bey’in evinde 19 Şubat 1330 tarihinde Cuma gecesi bu tefsirin ilk Arabî nüshasını tebyiz ederken şu şekl-i garib, tevafukan vaki olmuştur. Ve o gece vukua gelen Bitlis’in sukutuyla müellif Bediüzzaman’ın esaretine rast gelir. Sanki şu şekl-i garibin, şu mu’cizeler ve hârikalar bahsinde o gece husule gelmesi, müellifin Ruslara esir düştüğüne ve beraberinde bulunan bazı talebelerinin şehit olarak kanlarının dökülmesine hârika bir işarettir.
  • Said’in küçük kardeşi, yirmi senelik talebesi

    Abdülmecid


    Ve keza bu nakış, başı kesilmiş bir yılanın kuyruğunu müellif Bediüzzaman’a sarmış olduğuna ve müellifin yaralı olarak otuz saat ölüme muntazıran su arkının içinde kaldığı yere benziyor ve o vaziyeti andırıyor.

    Eski Said’in ehemmiyetli talebesi

    Hamza

  • Hâşiye: Horhor, Van’da müellifin medresesinin adıdır.
  • Hâşiye: Bu mealdeki âyette bir mübalağa, bir müzayede görünür. Fakat hakikate, vakıa bakılırsa ziyadelik yoktur. Çünkü “kelime” bir manayı ifade eden şeye denir. Amma nahvîlerin lafız ile takyid ve tahsis ettikleri, onlara mahsus bir ıstılahtır. Evet biri kāl, diğeri hal olmak üzere iki lisan vardır. Lisan-ı kālin kelimatı elfaz ise lisan-ı halin kelimatı da ahvaldir. Binaenaleyh kudsî şairin
  • وَفِى كُلِّ شَيْءٍ لَهُ آيَةٌ تَدُلُّ عَلٰى اَنَّهُ وَاحِدٌ


    dediği gibi; kitab-ı kebir-i kâinatta yaratılan herhangi bir şey, Hâlık’ın azametine delâlet eden bir kelime-i haliyedir.

    Eşcar ile denizler, kâinat kitabında mevcud kelimat-ı haliyelerin yazılmasına kâfi geldiği takdirde, o denizlerin katreleri, o ağaçların zerreleri birer halî kelime olduğundan, onların da yazılması için mürekkep, kalem lâzımdır. Öyle ise onlar için de onlar kadar başka eşcar ve denizler lâzımdır. Ve hâkeza her bir birincinin katreleri ve kelimatı yazıldıktan sonra, ona da onun kadar ikinci birtakım eşcar ve denizler lâzımdır. Hal böylece ilâ gayrı’n-nihaye teselsül eder gider. Cenab-ı Hakk’ın kelimatı, yani Cenab-ı Hakk’ın azametine delâlet eden kelimat-ı haliyesi bitmez. Demek hakikatte اَنْ تَنْفَدَ كَلِمَاتُ رَبِّى وَلَوْ جِئْنَا بِمِثْلِـه۪ مَدَدًا âyetinin ifâde ettiği mânâda hiçbir cihetle mübâlağa, müzâyede yoktur, belki tenâkus vardır.

    Mütercim


    Abdülmecîd

  • Hâşiye-1: Sivrisineğin başında mızrak gibi bir hortum vardır. Filin başına konar, hortumunu filin hortumuna batırır, fil kaçmaya başlar, hiçbir suretle elinden kurtulamaz. Demek Cenab-ı Hak, sivrisineği file galip ve hâkim kılmıştır. Binaenaleyh hilkatçe dûn ise de cesaret hususunda faiktir.
  • Mütercim

    Abdülmecid

  • Hâşiye-2: Bir a'rabînin taptığı bir sanemi varmış. Bir gün ibâdete gitmiş. Bakmış ki, bir tilki sanemin başına bevletmiş. Bu hâli görünce, اَرَبٌّ يَبُولُ الثَّعْلَبَانُ بِرَاْسِهِ demekle, sanemi kırmış atmış. Demek sanemlerin hakaretinden, yalnız sinekler değil, tilkiler de başlarına çıkar, telvîs eder.
  • Mütercim

    Abdülmecîd

  • Hâşiye: Eğer müellifin, Tenzil’in nazmından çıkardığı letaifte şüphen varsa ben derim ki: İbnü’l-Fârıd kitabından tefe’ül ederken şu beyit çıktı:
  • كَاَنَّ كِرَامَ الْكَاتِبِينَ تَنَزَّلُوا عَلٰى قَلْبِـهِ وَحْيًا بِمَا فِى صَحِيفَـةٍ


    Habib