Kastamonu Lahikası 31. Mektup: Revizyonlar arasındaki fark
("''(Ahmed Nazif’in bir fıkrasıdır.)'' '''Kıymetli Üstadım!''' Yüksek şahsiyetinizin aczi ve fakrı içinde inayet-i Rabbaniye ve rahmet-i İlahiye ile Kur’an-ı Mu’cizü’l-Beyan’ın i’cazlarını güneşin parlak ve keskin şuâları gibi kalplerimize nüfuz ettiren ve hakaik-i diniye ve imaniyenin, dalalete yüz tutan zayıf ve âciz mü’minlerin halâsı ve selâmeti ve hidayete çıkarılmasına hâdim ve kudsî Risale-i Nur’u..." içeriğiyle yeni sayfa oluşturdu) |
Değişiklik özeti yok |
||
38. satır: | 38. satır: | ||
'''Ahmed Nazif Çelebi''' | '''Ahmed Nazif Çelebi''' | ||
------ | |||
<center> [[Kastamonu Lahikası 30. Mektup]] ⇐ | [[Kastamonu Lahikası]] | ⇒ [[Kastamonu Lahikası 32. Mektup]] </center> | |||
------ |
08.14, 27 Ekim 2023 tarihindeki hâli
(Ahmed Nazif’in bir fıkrasıdır.)
Kıymetli Üstadım!
Yüksek şahsiyetinizin aczi ve fakrı içinde inayet-i Rabbaniye ve rahmet-i İlahiye ile Kur’an-ı Mu’cizü’l-Beyan’ın i’cazlarını güneşin parlak ve keskin şuâları gibi kalplerimize nüfuz ettiren ve hakaik-i diniye ve imaniyenin, dalalete yüz tutan zayıf ve âciz mü’minlerin halâsı ve selâmeti ve hidayete çıkarılmasına hâdim ve kudsî Risale-i Nur’un, elbette bir hâdî ve bu zamanın muhtaç bulunduğu bir sahib-i zuhur namını taşıyacağı şüphesizdir.
Binaenaleyh hem Kur’an’ın tercümanı ve dellâlı ve hem de bu Risale-i Nur’un müellif ve hâdim-i yegânesi bulunmanız hem de âciz ve fakir bir nefer iken, manevî hizmetinizle müşiriyet derece-i âliyesine terfi ve tefeyyüze istihkak kesbetmiş bulunmanızdadır ki Âlim-i Mutlak, Hâkim-i Mutlak, Kādir-i Mutlak olan Zülcelal Hazretleri, bu kudsî vazife-i âliyeyi, kıymetsiz gördüğünüz, çok kıymetli ve faziletli ve feyizli ve âlî derecelerde yüksek bir dellâla tevdi ve nasib ve bilhassa memur etmiştir. هٰذَا مِن۟ فَض۟لِ رَبّٖى
Biz âciz ve âsi ve günahkâr hizmetkârlarınızı dahi lütf u keremiyle irşada ve hidayete siz Üstadımızı rehber ve mürşid ve vasıta buyurmuştur ki ebedî minnet ve şükranlarımızı edadan âciz bulunuyoruz.
İşte Üstadım! Çok kıymetli arkadaşımız ve hizmet-i Kur’aniyede kıymetli refikimiz ve şerikimiz Küçük Hüsrev ve Mehmed Feyzi’nin mektubundan başka yerde ve mahalde mevsimsiz olduğunu idrak ederek, bu hakiki kelimeyi ve mübarek ism-i şerifi Risale-i Nur’a dahi henüz zâhiren takmak haddim değildir ve istimalinden hazer ediyorum. Çünkü Üstadımın izin ve müsaadesi olmadıkça bu gibi lakapların kıymeti olamaz. Ancak Risale-i Nur’dan aldığım ilham üzerine, muhitimizde birinciliği ihraz eden bir kardeşimiz olan Feyzi’nin mektubunda bahsedilmesi, sırf hüsn-ü niyet ve fart-ı merbutiyet ve sadakatten ve ihlastan doğmuştur.
Bu izharın hatasından hâdis olan meşguliyetinize sebebiyet verdiğimden çok müteessir oldum. Af buyurunuz. İkaz ve irşad edici nimet ve himmet-i itabınızla af buyrulmasını ve Risale-i Nur’un manevî tokatlarından muhafaza edilmekliğimizi kemal-i hulusla istirham eylerim.
Aziz ve kıymetli Üstadım! Cenab-ı Hakk’ın lütf u keremiyle ve hadsiz ihsanıyla, intisaben hizmet-i kudsiyesinde bulunduğum Risale-i Nur’un maddî ve manevî pek çok kerametlerini ve bereketlerini aynelyakîn görmüş ve lezzetini tatmış olan bu âciz hizmetkârınızın noksanlarını hüsn-ü niyete ve hulus-u kalbine bağışlamanızı rica ederken, bu mübarek Risale-i Nur’un pek çok kerametlerinden birkaçını arz ediyorum. Şöyle ki:
Risale-i Nur’un tercümanı ve müellif ve sahibi bulunan zat, bin üç yüz yirmi dört (1324) ve yirmi beş (1325) Rumî senelerinde, İstanbul’da iştiharla “Bediüzzaman” namı ve lakabı altında matbuatın sitayişle neşriyatından mütehassis olarak, o zaman on yedi yaşımda bulunduğum ve çok cahil ve çocukluk devresinde iken bu mübarek isim kalbimde yer tutmuş. Ve bu kalbî muhabbet hürmeti için olacak ki bin üç yüz yirmi altı (1326) senesinde Hazret-i Üstadın “Bediüzzaman Said-i Kürdî” lakabı altında Karadeniz seyahatinde iki hizmetkârı ile İnebolu’yu ziyaret ederek, o zaman İnebolu’nun meşhur ulemasından Hacı Ziya ve diğer ulema arasında vapura teşyi edildiği sırada tesadüfen çarşıda karşılaştığım ve çok derin muhabbet hissiyle bu mübarek zata selâm durarak mütebessim ve nurani simalarıyla ve keskin nazarlarıyla selâmlarına ve manevî nazarlarıyla iltifatlarına mazhar olduğum günden beri artan muhabbet ve alâkamı, otuz senelik hatırımdan kat’iyen silinmediğini aynelyakîn görüyordum.
Tahminen ve takriben altı sene evvel bir gazete sütununda, Isparta’da halkın fazla alâka göstermesinden, din ve iman telkin etmesinden ürken ehl-i dünya tarafından tevkif edildiğini teessürle okumuştum. Otuz senelik uzun bir zaman içinde bir defa böyle acı haber aldığım halde, âkıbetinden kat’iyen başka bir malûmat edinememiştim. On seneden beri Cenab-ı Rabbü’l-âlemîn Hazretlerinden niyazımda, daima beş vakit dualarımda “Yâ Rab! Bana bir mürşid-i kâmil ihsan buyur.” niyazında iken bundan üç sene evvel yani hicrî bin üç yüz elli yedi (1357) ve miladî bin dokuz yüz otuz sekiz (1938) senesinde, İnebolu’da bir kahvede, Kastamonulu bir zavallı sarhoşun sitayişle bahsettiği bir zatın Kastamonu’da mevcudiyeti ve menfî olarak bulunduğunu işittim. Dikkat ettim ve tahkik ve ta’mik ettim, anladım ki otuz senedir kalbimde saklı olarak taşıdığım o zamanki Said-i Kürdî olduğunu hayretle öğrendim. Ve kalbimdeki sevgi günler geçtikçe ateşlendiğini hissettiğimden, her tehlikeyi göze alarak ziyaret edip mübarek ellerini öpmek lâzım ve şart olduğunu bildim. Ve ziyaretimde, Eski Said’in ism-i mübarekleri Bediüzzaman Said Nursî ve Risale-i Nur’un müellifi ve sahibi olarak buldum. Kemal-i aşk ve ihlasla sarıldım. Ve benim yegâne mürşidim ve rehberim ve büyük üstadım o Risale-i Nur’dur dedim. Ve bana bu hadsiz ihsanatı hidayet ve inayet buyuran Cenab-ı Hakk’a, Kur’an-ı Hakîm’in harfleri adedince şükrederek اَل۟حَم۟دُ لِلّٰهِ هٰذَا مِن۟ فَض۟لِ رَبّٖى dedim. (Hâşiye[1])
Risale-i Nur’a intisap etmezden evvel, maddî ve dünyevî her işlerimizde ve ticarethanemizin kazançlarında ve şahsî ve hususi işlerimizde, Risale-i Nur’a intisaptan sonraki hârikulâde farkları ve bereketleri görmekle beraber; en büyük bir tüccarın veya mesud bir zenginin müferrah ve serbestliğinden daha fazla ferah ve sürur ve serbest ve yaşayış tarzında sıhhat ve âfiyetle –elhamdülillah– mesudane imrar-ı hayat eylemekte olduğumuzu ve Risale-i Nur’un kudsî lütuf ve kerametlerine medyun bulunduğumuzu itiraf ve tasdik ederiz.
Üstad Hazretlerinin mezuniyet-i hususiyesiyle, Risale-i Nur namına neşriyat ve hakaik-i imaniye noktasında, bilhassa ibadet ve namaz hakkında şahsımın cahil ve âciz, nâkıs, iktidarsız vaziyetim ile vaki olan ve olacak bulunan telkinat-ı diniyedeki kuvvetli ikna ve müessir hitabelerin âsâr-ı fiiliyesini aynen müşahede ettiğimi; üstadım Risale-i Nur namına kemal-i fahirle, birçok namazsız Müslümanları –elhamdülillah– namaza ve camilere devama muvaffak bulunmak gibi kudsî hizmetlerin âsâr-ı fiiliyesinden, Risale-i Nur’un büyük hârika kerametinden tulû ettiğini ve etmekte olduğunu tasdik ederiz.
Bu içinde bulunduğumuz Alman ve İngiliz harbinin bidayetinden devamı müddetince, hadsiz zındıka ve münafıkların hiç yoktan sebepsiz olarak, şahsıma bir isnadat olsun için gerek münevver fikirli âlim ve gerekse cahil mülhid hemen hemen birkaç dostlarım müstesna, memleket halkı kudsî hizmetimden küstürmek için şeytan-ı aleyhi mâyestehık bütün memleket halkını iğfal ederek aleyhime tahrik etmiş olacaktır ki “Nazif, muhalif bir siyasetle ittihad-ı İslâm’a taraftar eder, siyaset propagandası yapıyor.” zihniyetini şiddetle aleyhimde, memleket halkına ve erkân-ı hükûmete kadar sirayet ettiriyorlar. Ve bütün şeytanların tecessüsleri tahrik edilmiş. Güya aleyhtarlarım benden bir intikam almak hasebiyle gıyabımda hem müthiş cereyanı şiddetlendirmek için kendilerince menfur telakki ettikleri “Almancı” namıyla hakaretlere maruz bırakmaktan çekinmediler.
Halbuki ben lillahi’l-hamd Risale-i Nur’un irşadıyla, hakaik-i imaniye ve Kur’aniyeyi bütün kâinatın fevkinde gördüğümden ve itikad ettiğimden, değil küre-i arzdaki cereyanlara, belki bana verilse de bütün dünya saltanatına da âlet edemem. Ben, yalnız hakikatçi ve imancı ve Kur’ancı, Risale-i Nur’un bir hâdimiyim. Kaç senedir bütün bu hücumlarıyla beraber, iki eser-i inayet var:
Birisi: Risale-i Nur’un neşriyatındaki hizmetime zarar verilmediği gibi fevka’l-me’mul muvaffak olduk.
İkincisi: Her ne vakit şiddetli hücum edileceği zaman, Üstadımızdan “Dikkat!” emrini alıyorduk.
Hem de Risale-i Nur’un aşikâr bir kerametindendir ki bin üç yüz elli dokuz (1359) sene-i hicrî ramazan-ı şerifin on veya on ikinci günlerinde –Allah rahmet etsin– vefat eden kardeşlerimizden Hatip Mehmed namındaki zat, Yirmi Altıncı Lem’a olan İhtiyarlar Risalesi’ni yazarken hasta olarak yazmaya kādir olmadığından لَۤا اِلٰهَ اِلَّاهُوَ kelime-i tevhidi yazarak bıraktığı, ziyaretine gelen diğer kardeşimiz ve faal arkadaşımız Feyzi Mehmed Efendi’ye ikmalini rica ederek dünyaya veda ve ebedî hayatına, inşâallah bu kelime-i tayyibe ile hayatının sonunu mühürleyerek imanlı olarak kabre girdiğini izhar ve Risale-i Nur’un talebelerine açık bir müjde ve tebşiratta bulunmuştur.
İşarat-ı Kur’aniyenin yirmi altıncı âyetinin فَفِى ال۟جَنَّةِ خَالِدٖينَ sırrıyla “Risale-i Nur talebeleri, iman ile kabre gireceklerdir.” tebşiratının sıdkını gösteren bu açık kerametin ve tebşirat-ı azîmenin bütün kardeşlerimize ta’mim olunmasını, Risale-i Nur’un derece-i ulviyetini ve hâdimlerinin mükâfatlarının ne zaman ve ne suretle verilmekte olduğunu aynelyakîn bilinmek ve görülmek üzere, şu hakikat muvafık ise İşarat-ı Kur’aniye Risalesi’ne tahşiye olunmasını rica ederim, kıymetli Üstadım.
Risale-i Nur şakirdlerinden
Ahmed Nazif Çelebi
- ↑ Hâşiye: Evet, bazı ehl-i velayetin ileride talebesi olacak zatlar, daha dünyaya gelmeden, hiss-i kable’l-vukuun inkişafıyla kerametkârane keşfettikleri gibi Risale-i Nur’un talebelerinin mühimlerinden birkaç zat dahi çok zaman evvel, bir hiss-i kable’l-vuku ile ileride Said ile alâkadar bir surette bir Nur’a hizmet edeceğini hissetmişler. İşte onların birisi de Nazif’tir.