Zeylü'l-Habbe: Revizyonlar arasındaki fark

    Risale-i Nur Tercümeleri sitesinden
    Değişiklik özeti yok
    Değişiklik özeti yok
    1. satır: 1. satır:
    = Zeylü’l-Habbe =
    = Zeylü’l-Hubab =
    Arkadaş! Şu müşevveş eserlerim ile büyük bir şeyin etrafını kazıyorum. Amma bilmiyorum keşfedebildim mi? Veyahut sonra inkişaf edecektir. Veyahut bilâhare zuhur edecek. Keşfine yol açıp gösteriyorum.
    Öyle bir Allah’a hamd, medh ü senalar ederiz ki şu âlem-i kebir onun icadıdır. Ve insan denilen şu küçük âlem de onun ibdaıdır. Biri inşası, diğeri binasıdır. Biri sanatı, diğeri sıbgasıdır. Biri nakşı, diğeri ziynetidir. Biri rahmeti, diğeri nimetidir. Biri kudreti, diğeri hikmetidir. Biri azameti, diğeri rububiyetidir. Biri mahluku, diğeri masnuudur. Biri mülkü, diğeri memlûküdür. Biri mescidi, diğeri abdidir. Evet bütün bu şeyler, eczasıyla beraber Allah’ın mülkü ve malı olduğu, i’cazvari sikke ve mühürleriyle sabittir.


    لَا حَو۟لَ وَلَا قُوَّةَ اِلَّا بِاللّٰهِ
    اَللّٰهُمَّ يَا قَيُّومَ ال۟اَر۟ضِ وَ السَّمَاءِ اِنَّا نُش۟هِدُكَ وَ نُش۟هِدُ جَمٖيعَ مَص۟نُوعَاتِكَ وَ جَمٖيعَ خَل۟قِكَ بِاَنَّكَ اَن۟تَ اللّٰهُ لَٓا اِلٰهَ اِلَّا اَن۟تَ وَح۟دَكَ لَا شَرٖيكَ لَكَ وَ نَس۟تَغ۟فِرُكَ وَ نَتُوبُ اِلَي۟كَ وَ نَش۟هَدُ اَنَّ مُحَمَّدًا عَب۟دُكَ وَ رَسُولُكَ اَر۟سَل۟تَهُ رَح۟مَةً لِل۟عَالَمٖينَ


    حَس۟بُنَا اللّٰهُ وَنِع۟مَ ال۟وَكٖيلُ ۝
    اَللّٰهُمَّ صَلِّ وَ سَلِّم۟ عَلَي۟هِ كَمَا يُنَاسِبُ حُر۟مَتَهُ وَ كَمَا يَلٖيقُ بِرَح۟مَتِكَ وَ عَلٰى اٰلِهٖ وَ صَح۟بِهٖ اَج۟مَعٖينَ


    نِع۟مَ ال۟مَو۟لٰى وَ نِع۟مَ النَّصٖيرُ
    '''İ’lem eyyühe’l-aziz!''' Her kim kendisini Allah’a mal ederse bütün eşya onun lehinde olur. Ve kim Allah’a mal olmasa bütün eşya onun aleyhinde olur. Allah’a mal olmak ise bütün eşyayı terk ve her şeyin ondan olduğunu ve ona rücû ettiğini bilmekle olur.


    اَل۟حَم۟دُ لِلّٰهِ عَلٰى نِع۟مَةِ ال۟اٖيمَانِ وَال۟اِس۟لَامِ بِعَدَدِ قَطَرَاتِ ال۟اَم۟طَارِ وَاَم۟وَاجِ ال۟بِحَارِ وَثَمَرَاتِ ال۟اَش۟جَارِ وَنُقُوشِ ال۟اَز۟هَارِ وَنَغَمَاتِ ال۟اَط۟يَارِ وَلَمَعَاتِ ال۟اَن۟وَارِ وَالشُّك۟رُ لَهُ عَلٰى كُلِّ مِن۟ نِعَمِهٖ فِى ال۟اَط۟وَارِ بِعَدَدِ كُلِّ نِعَمِهٖ فِى ال۟اَد۟وَارِ وَالصَّلَاةُ وَالسَّلَامُ عَلٰى سَيِّدِ ال۟اَب۟رَارِ وَال۟اَخ۟يَارِ مُحَمَّدٍ نِ ال۟مُخ۟تَارِ وَعَلٰى اٰلِهِ ال۟اَط۟هَارِ وَاَص۟حَابِهٖ نُجُومِ ال۟هِدَايَةِ ذَوِى ال۟اَن۟وَارِ مَادَامَ الَّي۟لُ وَالنَّهَارُ
    '''İ’lem eyyühe’l-aziz!''' Cenab-ı Hakk’ın sana in’am ettiği vücud ile vücuda lâzım olan şeyler, temlik suretiyle değildir. Yani senin mülkün ve malın olup istediğin gibi tasarruf etmek için verilmemiştir. Ancak o gibi nimetlerde, Allah’ın rızasına muvafık tasarruf edilebilir.


    '''İ’lem eyyühe’l-aziz!''' Misafir olan bir kimse seferinde çok yerlere, menzillere uğrar. Uğradığı her yerin âdetleri ve şartları ayrı ayrı olur.
    Evet bir misafir, ev sahibinin iznine ve rızasına muvafık olmayacak derecede, yemeklerde ve sair şeylerde israf edemez.


    Kezalik Allah’ın yolunda sülûk eden zat çok makamlara, mertebelere, hallere, perdelere rast gelir ki bunların da her birisi için kendine mahsus şartlar ve vaziyetler vardır. Bu şartları ve perdeleri, birbirine halt edip karıştıran, galat ve yanlış hareket eder.
    '''İ’lem eyyühe’l-aziz!''' Gözleri küsuf tutmuş bazı adamlar, gözleri önünde vukua gelen gayr-ı mahdud hususi haşir ve neşirleri kör gözleriyle gördükleri halde, kıyamet-i kübrayı ve haşr-i umumiyeyi nasıl istiğrab ediyorlar? Acaba çiçek açıp semere veren ağaçlarda her sene icad edilen meyvelerin haşir ve neşirlerini gördükten sonra haşr-i umumîyi istib’ad eden sıkılmaz mı?


    Mesela, bir ahırda atın kişnemesini işiten bir adam, yüksek bir sarayda andelibin terennümünü, güzel sadâsını işitir. Eğer o terennüm ile atın kişnemesini fark etmeyip andelibden kişnemeyi talep ederse kendi nefsiyle mugalata etmiş olur.
    Eğer onlar şuhudî bir yakîn ile haşr-i umumîyi görmek isterlerse –akıllarını da beraber bulundurmak şartıyla– yaz mevsiminde küre-i arz bahçesine girsinler. Acaba ağaç dallarından sallanan o tatlı, ballı, nazif, latîf kudret mu’cizeleri o mahlukat-ı latîfe, evvelkisinin yani ölüp giden semeratın aynı veya misli değil midir?


    '''İ’lem eyyühe’l-aziz!''' Dünya hayatını güzelleştiren esbabdan biri, dünya âyinesinde temessül ile parlayan hidayet nurları ve büyük insanların sevgili ve sevimli timsalleridir.
    Eğer insanlarda olduğu gibi o meyvelerde de vahdet-i ruhiye olmuş olsa idi, geçmiş ve gelen yeni meyveler birbirinin aynı olmaz mıydı? Fakat ruhları olmadığı için aralarında ayniyete yakın öyle bir misliyet vardır ki ne aynıdır ve ne de gayr keyfiyeti gösterir. Acaba semerattaki bu vaziyeti gören, haşri istib’ad edebilir mi?


    Evet, müstakbel mazinin âyinesidir. Mazi berzaha, yani öteki âleme intikal ve inkılab ettiğinde suretini ve şeklini, dünyasını istikbal âyinesine, tarihe, insanların zihinlerine vedia ediyor. Onlara olan manevî ve hayalî muhabbetleriyle dünya muhabbeti tatlı olur.
    Ve keza manevî asansörler ile lâzım olan erzak ve gıdalarını ağacın yüksek dallarına çıkartmakla, tebessümleriyle arz-ı dîdar eden dut ve kayısı gibi meyveleri kuru ve camid bir ağaçtan ihraç ve icad etmekle o kuru ağacı acib bir vaziyete ve hayattar antika bir şekle koyan kudret-i ezeliyeye haşr-i umumî ağır gelir mi? Hâşâ! Bu latîf, nazik masnuatı o kuru ağaçlardan ihraç eden kudrete hiçbir şey ağır gelmez. Bu, bedihî bir meseledir. Fakat gözleri kör olanlar göremiyorlar.


    Mesela, arkadaşlarının ve akrabasının timsallerini ve fotoğraflarını hâvi büyük bir âyineyi yolunda bulan bir adam, şark cihetine giden adamların memleketlerine gidip onlara iltihak etmek için çalışmayıp da o âyinenin içindeki timsaller ile uğraşır, muhabbet eder. İşte bu adam gafletten ayıldığı zaman “Eyvah, ne ediyorum! Bunlar şarap değil seraptır. Bunlar ile uğraşmak azb değil azaptır.” der, arkadaşlarına yetişmek üzere şark seferine tedarikatta bulunmaya başlar.
    '''İ’lem eyyühe’l-aziz!''' Kur’an-ı Mu’cizü’l-Beyan’ın her bir suresi, bütün Kur’an’ın münderecatını icmalen ihtiva ettiği gibi sair surelerde zikredilen makasıd ve mühim kıssaları da tazammun etmiştir. Bundaki hikmet, Kur’an’ı tamamen okumaya vakti müsait olmayan veya ancak bir kısmını veya bir suresini okuyabilen insanlar, Kur’an’ın hepsini okumaktan hasıl olan sevaptan mahrum kalmamasıdır.


    '''İ’lem eyyühe’l-aziz!''' Kur’an-ı Mu’cizü’l-Beyan’ın hak ve hakikat olduğuna en sadık deliller:
    Evet, mükellefîn arasında bulunan ümmiler ancak bir sureyi okuyabilirler. İ’caz-ı Kur’an onları da tam sevap kazanmaktan mahrum etmemek için bu nükte-i i’caziyeyi takip ederek bir sureyi tam Kur’an hükmünde kılmıştır.


    1- Tevhidin bütün iktizalarını ve lâzımlarını mertebeleriyle muhafaza etmesidir.
    '''İ’lem eyyühe’l-aziz!''' Maddiyattan olmayan, bilhassa mahiyetleri mütebayin olan bir çoklukta tasarruf eden bir zatın, o çokluğun her birisiyle bizzat mübaşeret ve mualecesi lâzım değildir.


    2- Esma-i hüsnanın tenasüp ve iktizası üzerine hakaik-i âliye-i İlahiyedeki muvazeneyi müraat etmesidir.
    Evet, asker neferatı arasında bir kumandanın tasarrufatı, tanzimatı ancak emir ve iradesiyle husule gelir. Eğer o kumandanlık vazifeleri ve işleri neferata havale edilirse her bir neferin bizzat mübaşeret ve hizmetiyle veya her bir neferin bir kumandan kesilmesiyle vücud bulacaktır.


    3- Rububiyet ve uluhiyete ait şuunatı kemal-i muvazene ile cem’etmesidir.
    Binaenaleyh Cenab-ı Hakk’ın mahlukatındaki tasarrufu, yalnız bir emir ve irade ile olur. Bizzat mübaşereti yoktur. Şemsin kâinatı tenvir ettiği gibi.


    Kur’an’ın bu hâsiyeti beşerin eserlerinde bulunmadığı gibi melekût cihetine geçen evliya ve sair büyüklerin netaic-i fikirlerinde de bulunamamıştır. Ve eşyanın bâtınında dalmış olan işrakiyyun ve âlem-i gayba nüfuz eden ruhaniyyun dahi Kur’an’ın bu hâsiyetini bulamamışlardır. Zira onların nazarları mukayyed olduğundan hakikat-i mutlakayı ihata edemez. Bunlar ancak hakikatin bir tarafını bulur ve ifrat tefrit ile tasarrufa başlarlar. Bunun için tenasübü bozup muvazeneyi ihlâl ediyorlar.
    '''İ’lem eyyühe’l-aziz!''' '''(*'''<ref>'''(*):''' Ehemmiyetli.</ref>''')''' İnsan, yaşayış vaziyetince bir dağdan kopup sel içine düşen veya yüksek bir apartmandan düşüp yuvarlanan bir şahıs gibidir.


    Mesela, enva-ı cevahiri hâvi ziynetli ve kıymetli bir defineyi keşfetmek için birkaç adam denizin dibine dalarlar. Denizin dibinde araştırma yaparken birisinin eline uzunca bir parça elmas geçer. Definenin müştemilatını tamamen bu gibi elmaslardan ibaret olduğunu hükmeder. Sonra arkadaşlarından başka çeşit cevherin bahsini işittiğinde onların buldukları cevahirin kendi bulduğu elmasın nakışları olduklarını tahayyül eder. Diğeri kürevî bir yakutu bulur. Öteki arkadaşı da başka bir çeşidini buluyor. Ve hâkeza her birisi definenin esas müştemilatı kendi bulduğu çeşitten ibaret olduğunu ve arkadaşlarının buldukları çeşitler de definenin zevaid ve teferruatından olduğunu itikad eder. Mesele bu şekle girmekle muvazene kayıp ve tenasüp zâil olur. Sonra meselenin hakikatini keşif ve izah için tevilat ve tekellüfata başlarlar. Hattâ definenin inkârına bile zehab eden olur.
    Evet, hayat apartmanı yıkılıyor. Ömür tayyaresi şimşek gibi geçiyor. Zaman da sel dolaplarını süratle çalıştırıyor. Arz sefinesi de süratle giderken تَمُرُّ مَرَّ السَّحَابِ âyetini okuyor. Sefine-i arz süratle yürürken, dünyanın gayr-ı meşru lezzetlerine uzatılan ellere zehirli dikenlerin batacağı düşünülsün. Binaenaleyh o zehirli dünya oklarına bakıp el uzatma. Firakın elemi, telaki lezzetinden ağırdır.


    Evet, sünnet-i seniye ile muvazene yapılmazdan evvel, hemen meşhudatına itimat eden işrakiyyun ile mutasavvıfenin eserlerini teemmül eden zatlar, şu söylediğime hak verir. Bilâ-tereddüt kabul ederler.
    Ey nefs-i emmarem! Sana tabi değilim. Sen istediğin şeye ibadet et ve istediğin şeyin peşine düş. Ben ancak ve ancak beni yaratıp şems ve kamer ve arzı bana musahhar eden Fâtır-ı Hakîm-i Zülcelal’e abd olurum.


    '''Arkadaş!''' Kur’an da o defineyi keşfetmek için o denize dalmıştır. Fakat Kur’an’ın gözü açık olduğundan defineyi tamamıyla ihata ile görmüştür. Ve hakikate uygun bir tarzda tenasüp ve muvazeneyi riayet ederek kemal-i intizam ve ıttırad ile hakikati izhar etmiştir.
    Ve keza kader muhitinde uçan tayyare-i ömre veya hayat dağları arasında açılan uhdud ve tünellerinden şimşekvari geçen zamanın şimendiferine bindirerek, ebedü’l-âbâd memleketinin iskelesi hükmünde olan kabir tünelinin kapısına sevk eden Hâlık-ı Rahmanu’r-Rahîm’den meded istiyorum.


    '''Arkadaş!''' Nev-i beşerde envaen dalalete düşen fırkaların sebeb-i dalaletleri, imamlarının kusurudur. Evet, imamları bâtından bahsetmişlerse de meşhudatlarına itimat ve iktifa ederek esna-i tarîkten dönmüşlerdir. Ve حَفَظ۟تَ شَي۟ئًا وَ غَابَت۟ عَن۟كَ اَش۟يَاءُ kavline mâsadak olmuşlardır.
    Ve keza hiçbir şeyi dualarıma, istigaselerime ve niyazlarıma hedef ittihaz etmem. Ancak küre-i arzı harekete getiren felek çarklarını durdurmaya ve şems ve kamerin birleştirilmesiyle zamanın hareketini teskin ettirmeye ve vücudun şâhikalarından yuvarlanıp gelen şu dünyayı sakin kılmaya kādir olan kudreti nihayetsiz Rabb-i Zülcelal’e dualarımı, niyazlarımı arz ve takdim ediyorum. Çünkü her şeyle alâkadar âmâl ve makasıdım vardır.


    '''İ’lem eyyühe’l-aziz!''' CenabHak seni ademden vücuda ve vücudun pek çok eşkâl ve vaziyetlerinden en yükseği müslim sıfatıyla insan suretine getirmiştir. Mebde-i hareketin ile son aldığın suret arasında müteaddid vaziyetlerin, menzillerin ve etvar ve ahvalin her birisi sana ait nimetler defterine kaydedilmiştir. Bu itibarla, senin geçirmiş olduğun zaman şeridine elmas gibi nimetler dizilmiş, tam bir gerdanlık veya nimetlerin envaına bir fihriste şeklini veriyor.
    Ve keza kalbime vaki olan en ince, en gizli hatıraları işittiği ve kalbimin müyul ve emellerini tatmin ettiği gibi; akıl ve hayalimin de temenni ettikleri saadet-i ebediyeyi vermeye kādir olan ZatAkdes’ten maada kimseye ibadet etmiyorum. Evet, dünyayı âhirete kalbetmekle kıyameti koparan kudret muktedirdir, âciz değildir. Bir zerre o kudretin nazarında gizlenemez. Şems, büyüklüğüne güvenerek o kudretin elinden kurtulamaz.


    Binaenaleyh geçirmiş olduğun vücudun her menzilinde ve vaziyetinde, etvarında, ahvalinde '''“Nasıl bu nimete vâsıl oldun? Ne ile müstahak oldun? Ve şükründe bulundun mu?”''' diye suale çekileceksin. Çünkü vukua gelen haller suale tabidir. Amma imkânda kalıp vukua gelmeyen şeyler suale tabi değildir.
    Evet, onun marifetiyle elemler lezzetlere inkılab eder. Evet, onun marifeti olmazsa ulûm evhama tahavvül eder. Hikmetler illet ve belalara tebeddül eder. Vücud ademe inkılab eder. Hayat ölüme ve nurlar zulmetlere ve lezaiz günahlara tahavvül eder. Evet, onun marifeti olmazsa insanın ahbabı ve mal ve mülkü insana a’da ve düşman olurlar. Beka bela olur, kemal heba olur, ömür heva olur. Hayat azap olur, akıl ikab olur. Âmâl, âlâma inkılab eder.


    Geçirmiş olduğun ahval, vukuattır. Gelecek ahvalin ademdir. Vücud mes’uldür, adem ise mes’ul değildir. '''Öyle ise mazide şükrünü eda etmediğin nimetlerin şükrünü kaza etmek lâzımdır.'''
    '''Evet, Allah’a abd ve hizmetkâr olana her şey hizmetkâr olur.''' Bu da her şey Allah’ın mülk ve malı olduğunu iman ve iz’an ile olur.


    '''İ’lem eyyühe’l-aziz!''' İnsanı havalandırıp baş aşağı felakete atan şöyle bir hal var:
    Evet kudret, insanı çok dairelerle alâkadar bir vaziyette yaratmıştır. En küçük ve en hakir bir dairede, insanın eli yetişebilecek kadar insana bir ihtiyar, bir iktidar vermiştir. Ferşten arşa, ezelden ebede kadar en geniş dairelerde insanın vazifesi, yalnız duadır.


    İstihkak nazara alınmayarak Hakk’ın takdiri hakkında tefrit veya ifrat yapılır. Ve kuvvetine, kıymetine bakılmayarak küçük veya büyük bir yük altına alınır gibi gayr-ı insanî haller insanı insaniyetten düşürür, ya zulme veya kizbe sevk eder.
    Evet قُل۟ مَا يَع۟بَؤُا بِكُم۟ رَبّٖى لَو۟لَا دُعَٓاؤُكُم۟ âyet-i kerîmesi, bu hakikati tenvir ve ispata kâfidir. Öyle ise çocuğun eli yetişemediği bir şeyi peder ve validesinden istediği gibi, abd de acz ve fakrıyla Rabb’ine iltica eder ve Hâlık’ından ister.


    Mesela, bir fırka askerin mümessili bir nefer, bütün askerlik umûrunu bilmek veya bir katre sudaki timsalinden, şemsin azametini göstermek talebinde bulunmak, en yüksek bir insafsızlıktır.
    '''İ’lem eyyühe’l-aziz!''' Eşyada görünen nev’î ve ferdî vahdetler, Sâni’deki sırr-ı vahdetten neş’et etmiştir. Çünkü kuvvet dağılmıyor. Bir kısmına çok, bir kısmına az sarf edilmekle kudrette, kuvvetin tecezzi ve inkısamı olmuyor. Eğer vahdet olmasa idi, kudretin yaptığı sarfiyatta tefavüt olsa idi, masnuatta da tefavüt ve intizamsızlık olurdu. Demek, kudretin vahdetle beraber masnuata yaptığı tasarrufu, şemsin tenviri gibidir ki bir şems-i vâhid, cüz ve küllü bilâ-tefavüt her şeyi ziyalandırdığı gibi tecellisiyle de her şeyin yanında mevcuddur.


    Çünkü vasıf ile ittisaf arasında fark vardır. Mesela, katredeki timsal, şemsin evsafını gösterir. Amma o evsaf ile muttasıf olamaz.
    Binaenaleyh mümkinat dairesi efradından tavzif edilen miskin, camid, meyyit ve ism-i Nur’a mazhar şemste sırr-ı vahdet sayesinde bu kadar intizamlı tasarruf olursa; Şems-i Ezelî, Sultan-ı Ebedî, Kayyum-u Sermedî, Vâcibü’l-vücud, Vâhid-i Ehad’in masnuata tasarrufu nasıl olacaktır?


    '''İ’lem eyyühe’l-aziz!''' Vücud nevinde tezahüm yoktur. Yani pek çok âlemler, haller, vücud sahnesinde içtima eder, birleşirler.
    '''İ’lem eyyühe’l-aziz!''' Sâni’in vahdetine en sadık şahitlerden birincisi: Cüz’î ve küllî eşyalarda görünen vahdetlerdir. Çünkü herhangi bir şey zerreden âleme kadar vahdet ile muttasıf ve alâkadardır. Öyle ise Sâni’de de vahdet var. Öyle ise Sâni’ ehaddir.


    Mesela, gece zamanı duvarları camdan olan ve elektrik yanan bir odaya girdiğin vakit, âlem-i misale bir pencere hükmünde olan camlarda pek çok menzilleri, odaları göreceksin.
    '''İkincisi:''' Her şeyde kabiliyetinin liyakatine göre bir kemal-i itkan vardır. En âdi, küçük, nebatî ve hayvanî bir şeyde kör gözler bile gördükleri öyle bir antika eser-i sanat vardır ki insanları hayrette bırakır.


    '''Sâniyen:''' Odada otururken kemal-i suhuletle o misalî odalarda her çeşit tebdil, tağyir, tasarruf edebilirsin.
    '''Üçüncüsü:''' Her şeyin icad ve inşasındaki suhulettir. Gözle görünen sanattaki suhulet; ispata, delile muhtaç değildir.


    '''Sâlisen:''' Odadaki elektrik, elektrik misallerinin en uzağına en yakındır. Çünkü o misalî misallerin kayyumu odur.
    '''İ’lem eyyühe’l-aziz!''' Küre-i arz mağazasından me’kûlat ve meşrubat ve libas ve sair ihtiyaçlarınızı temin ediyorsunuz. Parasız aldığınız bu malları İlahî hazineden almayıp birer birer esbaba yaptıracak olursanız, acaba bir nar tanesini ne kadar zamanlarda elde edip ne kadar pahalı alacaksınız? Çünkü o nar, bütün eşya ile alâkadardır. Az bir zamanda, az bir kıymetle husule gelmesi imkân haricidir. Ve aynı zamanda ondaki ziynet, intizam, sanat, rayiha, tat ve koku gibi latîf şeylerden anlaşılıyor ki o nar tanesi öyle bir Sâni’in masnuudur ki icadında külfet ve mübaşeret yoktur.


    '''Râbian:''' Bu maddî vücudun bir habbesi, bir parçası, o misalî vücudun bir âlemini içine alabilir.
    Mesele böyle olduğu halde, haşeratın zevk ve heveslerini tatmin için her bir noktasında bin türlü i’caz nükteleri bulunan o küre-i arz mağazasındaki eşyanın Sâni’i ya şuursuz, hissiz, iradesiz, ilimsiz, ihtiyarsız, kemalsizdir ki bu kadar bol zîkıymet antika eşyayı parasız dağıtıyor. Bu bâtıl ihtimal, ispata muhtaç olmayan bedihî bir hakikattir. Veya o hazine sahibi o hazineyi âhirete gitmek üzere gelip muvakkaten kalan insanlara İlahî ve Rahmanî bir sofra olarak yaratmıştır. O hazine-i gaybda eşyanın icadı “Kün” emri ile bağlıdır. Ve bütün eşyanın melekûtiyetleri santral gibi Hakîm, Kadîr, Mürîd, Alîm bir Vâcibü’l-vücud’un yed-i kudretindedir.


    Bu dört hüküm, Vâcib ile âlem-i mümkinat arasında da caridir. Çünkü mümkinatın vücudu, Vâcib’in nurundan bir gölge olduğu cihetle vehmî bir mertebededir. Vâcib’in emriyle vücud-u hariciyeye girer. Sabit ve müstekar kalır.
    Maahâzâ o İlahî sofradaki eşya yalnız insan ve hayvanların lezzet ve zevklerini tatmin için değildir. Her bir ferd-i müstehlikte zevi’l-hayata ait cüz’î faydalardan başka esma-i İlahiyenin tecelliyatına ve faaliyetteki esrar ve şuunatına ait gayr-ı mütenahî hikmetler, gayeler vardır. Öyle ise bu ziyafet-i âmme ve bu feyz-i âmmın bir kör kuvvetten neş’et etmesi ve bu eşyanın semeratı sel gibi akıp ittifakı ve tesadüfün eline havalesi muhaldir.


    Demek mümkinatın vücudu bizzat hakiki bir vücud-u haricî olmadığı gibi vehmî veya zâil bir zıll de değildir. Ancak Vâcibü’l-vücud’un icadıyla bir vücuddur.
    Çünkü o eşyanın intizamlı, hakîmane teşahhusatı ve şuurkârane, muhkem hususiyatı kör tesadüf ve ittifakı reddediyor. Öyle de o sofra-i rahmetteki ucuzluk ve kolaylık ve çokluk o eşyanın bir Cevvad-ı Mutlak’tan, bir Hakîm-i Mutlak’tan, bir Kadîr-i Mutlak’tan geldiğini gösteren şahitlerdir.


    '''İ’lem eyyühe’l-aziz!''' Bu güzel âlemin bir mâliki bulunmaması muhal olduğu gibi kendisini insanlara bildirip tarif etmemesi de muhaldir.
    '''İ’lem ey esbaba müptela insan!''' Bil ki sebebin halkı ve sebebiyetinin takdiri ve müsebbebin vücuduna lâzım olan şeylerle teçhizi, kudretine nisbetle zerreler ve şemsler müsavi olan zatın “Kün” emriyle müsebbebi halk etmesinden daha kolay daha ekmel daha a’lâ değildir.


    Çünkü insan, mâlikin kemalâtına delâlet eden âlemin hüsnünü görüyor ve kendisine beşik olarak yaratılan küre-i arzda istediği gibi tasarruf eden bir halifedir. Hattâ sema-i dünyada dahi aklıyla çalışıyor ve küçüklüğüyle, zafiyetiyle beraber hârika tasarrufat-ı acibesiyle eşref-i mahlukat unvanını almıştır. Ve elinde cüz-ü ihtiyarî bulunduğundan bütün esbab içerisinde en geniş bir salahiyet sahibidir.
    '''İ’lem eyyühe’l-aziz!''' Dünyada görülen bilhassa nebatî ve hayvanî hayatlarda müşahede edilen ademler, idamlar; tebeddül ve teceddüd-ü emsalden ibarettir. İmanlı olan kimselere göre zeval ve firakın acısı değil, yerlerine gelen emsalleriyle visalin lezzeti hasıl oluyor.


    Binaenaleyh Mâlik-i Hakiki’nin rusül vasıtasıyla böyle yüksek fakat gafil abdlerine kendisini bildirip tarif etmesi zarurîdir ki o Mâlik’in evamirine ve marziyatına vâkıf olsunlar.
    Öyle ise imana gel ki elemden emin olasın. Kadere teslim ol ki selâmette kalasın.


    '''İ’lem eyyühe’l-aziz!''' İnsanın vehim, farz, hayal duygularına varıncaya kadar bütün hâssaları bilâhare rücû edip bi’l-ittifak Hakk’a iltica ettiklerini ve bâtıla hiçbir ihtimal ve imkânın kalmadığını ve kâinatın ancak ve ancak Kur’an’ın izah ettiği şekilde bulunduğunu gördüm.
    '''İ’lem eyyühe’l-aziz!''' Asabiyet-i cahiliye, birbirine tesanüd edip yardım eden gaflet, dalalet, riya ve zulmetten mürekkeb bir macundur. Bunun için milliyetçiler, milliyeti mabud ittihaz ediyorlar. Hamiyet-i İslâmiye ise nur-u imandan in’ikas edip dalgalanan bir ziyadır.


    '''İ’lem eyyühe’l-aziz!''' (*<ref>'''(*):''' Ehemmiyetlidir.</ref>) Âlem-i ziya, âlem-i hararet, âlem-i hava, âlem-i kehrüba, âlem-i elektrik, âlem-i cezb, âlem-i esîr, âlem-i misal, âlem-i berzah gibi âlemler arasında müzahame ve yer darlığı yoktur. Bu âlemler, hepsi de ihtilalsiz, müsademesiz küçük bir yerde içtima ederler.
    '''İ’lem eyyühe’l-aziz!''' Ehl-i ilhad ile ve bilhassa Avrupa mukallidleriyle münazara ile iştigal edenler büyük bir tehlikeye maruzdurlar. Çünkü nefisleri tezkiyesiz ve emniyetsiz olması ihtimaliyle tedricen hasımlarına mağlup olur ki bîtarafane muhakeme denilen münsifane münazarada nefs-i emmareye emniyet edilemez.


    Kezalik pek geniş gaybî âlemlerin de bu küçük arzda içtimaları mümkündür. Evet, hava, su, insanın yürüyüşüne; cam ziyanın geçmesine, şuânın röntgen vasıtasıyla kesif cisimlere bile nüfuzuna ve akıl nuruna, melek ruhuna, demirin içine hararetin akmasına, elektriğin cereyanına bir mani yoktur.
    Çünkü insaflı bir münazır, hayalî bir münazara sahasında, ara sıra hasmının libasını giyer, ona bir dâva vekili olarak onun lehinde müdafaada bulunur. Bu vaziyetin tekrarıyla, dimağında bir tenkit lekesinin husule geleceğinden zarar verir. Lâkin niyeti hâlis olursa ve kuvvetine güvenirse zararı yoktur. Böyle bir vaziyete düşen bir adamın çare-i necatı, tazarru ve istiğfar ile o lekeyi izale edebilir.


    Kezalik bu kesif âlemde ruhanîleri deverandan, cinnîleri cevelandan, şeytanları cereyandan, melekleri seyerandan men’edecek bir mani yoktur.
    '''İ’lem eyyühe’l-aziz!''' Bu küre-i arz misafirhanesi, insanların mülk ve malı değildir. Ancak insanlar, amele gibi o misafirhanenin çeşit çeşit işlerinde ve tezyinatında çalışırlar. Eğer küre-i arzın haricinden yabancı birisi gelip misafirhanenin bir mu’cize ve hârika olduğuna ve insanların da âciz, fakir, muhtaç olduklarına dikkat ederse bu insanlar bu binaya sahip ve sâni’ olacak bir iktidarda değildir ancak böyle hârika bir masnuun sâni’i de mu’ciz-nüma olduğuna kat’iyetle hükmedecektir. Ve bu insanlar, o Sultan-ı Ezelî’nin makasıdına çalışan amelelerdir. Bu ameleler, aldıkları ücretlerinden maada bu binadan bir şeye mâlik ve sahip olmadıklarına tekraren hükmedecektir.


    '''İ’lem eyyühe’l-aziz!''' Göz, lamba, şems gibi nur ve nurani şeylerde cüz’î küllî, cüz küll, bir bin müsavidir. Evet, şemse bak! Onun timsalleriyle seyyarat, denizler ve havuzlar, katre, kabarcıklar gibi bütün şeffaf şeyler, kemal-i suhuletle temessül ediyorlar.
    '''Ve keza''' o çiçeklerin zevi’l-hayata karşı gösterdiği teveddüdlerine ve tahabbüblerine ve tebessümlerine dikkat eden anlar ki bir Hakîm-i Kerîm tarafından misafirlerine hizmetle muvazzaf birtakım hedâyâ ve behâyâdır ki Sâni’ ile masnû arasında bir vesile-i tearüf ve tahabbüb olsun.


    Kezalik Şems-i Ezelî şu kâinat kitabında bütün babları, fasılları, satırları, cümleleri, harfleri def’aten bilâ-külfet yazıyor. Ve ba’sü ba’de’l-mevtte dahi aynı bu suhulet vardır. '''“Hilkatiniz ve ba’siniz, bir nefsin hilkat ve ba’si gibidir.”''' diye Kur’an-ı Kerîm emrediyor.
    '''Eyyühe’n-nefs!''' Sen her bir eserde müessirin azametini görmek istiyorsun fakat haricî olan manaları zihnî manalarda arıyorsun. Esma-i hüsnanın her birisinde bütün esmanın şuâatını görmek istiyorsun. Her bir latîfenin zevkiyle bütün letaifin zevklerini zevk etmek istiyorsun. Her bir hisse tabi olan işleri ve hâcetleri îfa ederken, bütün hislerinin işlerini beraber görmek istiyorsun. Bundan dolayı evhama maruz kalıyorsun.


    '''İ’lem eyyühe’l-aziz!''' Her şeyi tahrik eden zerrat-ı müteharrikenin muayyen hadlerine kadar hareket ettikten sonra tevakkuf ve durmalarına dikkat eden adam anlar ki: '''Her şeyin hududunda daima harekette bulunan zerratı durdurup geri çeviren bir hudut bekçisi vardır. O zerratı taşmaktan men’ediyor. O bekçi ise muhit bir ilmin tecellisidir ki o tecelli kadere, kader de miktara, miktar da kalıba tahavvül eder. Demek her şey, içerisindeki zerrata bir kalıptır.'''
    '''İ’lem eyyühe’l-aziz!''' Bir nimetin umumî ve herkese şâmil olması, kıymetinin azlığına ve ehemmiyetsizliğine delâlet etmez. Ve o nimetin bir kasd ve iradeden gelmemesine emare olamaz. Mesela, göz nimetinin bütün hayvanlarda bulunması, senin göze olan şiddet-i ihtiyacını tahfif etmediği gibi gözün kıymetini tenkis etmeye de sebep olamaz. Ve keza hususi ve tek bir nimetin tesadüfü mümkün olsa bile, umumî bir nimet behemehal bir mün’imin eser-i kasd ve iradesidir.


    '''İ’lem eyyühe’l-aziz!''' Kur’an’ın âyetleri birbirini tefsir ettiği gibi bu kitabâlemin de bir kısmı, diğer bir kısmını izah ediyor.
    '''İ’lem eyyühe’l-aziz!''' Her bir zîhayatın hayatında gayrmütenahî gayeler vardır. Bu gayelerden zîhayata ait ancak binde birdir. Bâki kalan gayeler, gayr-ı mütenahî olan mâlikiyeti nisbetinde hayatı icad eden zata aittir. Öyle ise büyük bir mahlukun küçük bir mahluka tekebbür etmeye hakkı yoktur.


    Mesela, maddiyat âlemi CenabHakk’ın envar-ı nimetini cezbetmek için hakiki bir ihtiyaç ile şemse muhtaç olduğu gibi âlem-i maneviyat dahi rahmet-i İlahiyenin ziyalarını almak için şems-i nübüvvete muhtaçtır. Binaenaleyh Resul-i Ekrem’in (asm) nübüvveti, şemsin kat’iyet ve vuzuhu derecesinde kat’î ve vâzıhtır.
    Ve hakikate nazaran abesiyet de yoktur. Çünkü bir hayatın bütün faydaları, bir zîhayata ait değildir ki abes olsun. Evet, satharzda her sene yapılan ziyafet-i âmme-i İlahiye nev-i beşere halife olduğu münasebetiyle bir ikramdır. Yoksa hepsi onun istifadesi için değildir.


    '''İ’lem eyyühe’l-aziz!''' Zîhayatın vücuduna terettüp eden semereler; yalnız kendisine, menfaatine, bekasına, kemaline mahsus değildir. Ancak o semerelerden bir hisse kendisine aittir. Bâki kalan kısma’zamı Hâlık’a râcidir.
    '''İ’lem eyyühe’l-aziz!''' İnsanın zihnine bazen şöyle bir vesvese gelir, der: “Sen de âdi ve böcek gibi bir hayvansın. Hayvanlardan fazla ne kıymetin var? Hem de semavat ve arzı yed-i kudretine alan HâlıkZülcelal’e karşı ne meziyetin ve ne gibi bir hizmetin var ki seninle meşgul olsun?” Bu vesveseye karşı şöyle bir hakikati düşünmek lâzım:


    Zîhayata ait, uzun bir zaman sonra husule gelir. Hâlık’a râci kısım ise bir anda husule gelir. Mesela o zîhayat, esma-i hüsnanın tecelliyatına mazhariyetle Hâlık’ı evsafkemaliye ile tavsif ve lisanhaliyle hamdetmiş oluyor.
    1- İnsan gayrmütenahî acz ve fakrıyla beraber CenabHakk’a imanıyla, kudret ve gına ve izzetine mazhar olmuştur. İşte bu mazhariyetten dolayı insan, hayvaniyetten terakki edip halife-i zemin olmuştur.


    '''İ’lem eyyühe’l-aziz!''' İnsanın bir ferdi, ihata-i fikriyesiyle, aklıyla, kalbinin vüs’atiyle bir nevi külliyet kesbeder. Ve keza insanın bir ferdi, hilafet hususunda âlemin eczasıyla şuurca alâkadar olduğundan nebatî olsun hayvanî olsun pek çok nevilerde tasarruf sahibi bulunduğundan nev’i gibidir. Ve bu itibarla insanın bir ferdi neviler sırasına geçer.
    2- Cenab-ı Hak ihata-i kudret ve azametiyle insanın duasını işitir, hâcatını görür. Ve semavat ve arzın tedbiri, o insanı da düşünmeye mani değildir.


    Binaenaleyh gerek hayvanatın, gerek semeratın nevilerinde vukua gelen mükerrer kıyametler, hevam ve haşeratta vücuda gelen senevî haşir ve neşirler, insanın da her bir ferdinde caridir.
    '''Sual:''' Cenab-ı Hakk’ın cüz’iyat ve hasis emirler ile iştigali, azametine münafîdir?


    '''Hülâsa:''' Kur’an’ın âyetleriyle ebna-yı beşer için büyük kıyametin geleceğine kat’î delâletler olduğu gibi kitab-ı âlemin âyât-ı tekviniyesiyle de kıyamet-i kübraya pek kat’î delâletler ve işaretler vardır.
    '''Elcevap:''' O iştigal, azametine münafî değildir. Bilakis, adem-i iştigali azamet-i rububiyetine bir nakîsedir. Mesela, şemsin ziyasından bazı şeylerin mahrum ve hariç kalması, şemse bir nakîse olur. Maahâzâ bütün şeffaf şeylerde görünen şemsin timsallerinin her birisi “Şems benimdir. Şems yanımdadır. Şems bendedir.” diyebilir. Ve zerreler ile şems arasında müzahame yoktur.


    '''İ’lem eyyühe’l-aziz!''' Kur’anKerîm okunurken istimaında bulunduğun zaman muhtelif şekillerde dinleyebilirsin:
    Bütün mahlukat –bilhassa insanlarda ferdî olsun, nev’î olsun, şerif olsun, hasis olsun– ilim, irade, kudret itibarıyla Cenab-ı Hakk’ın tecellisine mazhardır. Her bir şey, her bir insan “Allah yanımdadır.” diyebilir. Bilhassa insanın zaafı, fakrı, aczi nisbetinde Cenab-ı Hakk’ın kurbiyeti ve her bir şeyin Cenab-ı Hak’la münasebeti olmakla beraber, o da münasebettardır. Ve gayr-ı mütenahî acz ve fakrı olan insan, gayr-ı mütenahî kudret ve gına ve azameti olan CenabHak’la münasebeti ne kadar latîftir.


    '''1- Resul-i Ekrem aleyhissalâtü vesselâm, nübüvvet kürsüsüne çıkıp nev-i beşere hitaben Kur’an’ın âyetlerini tebliğ ederken, kıraatını kalben ve hayalen dinlemek için kulağını o zamana gönder. O fem-i mübareğinden çıkar gibi dinlemiş olursun.'''
    Takdis ederiz o zatı ki en büyük lütfu en büyük azamete, en yüksek şefkati en yüksek ceberuta idhal ettiği gibi nihayetsiz kurbu nihayetsiz bu’d ile cem’edip zerreler ile şemsler arasında uhuvveti tesis etmiştir. Birbirine zıt olan bu şeyleri cem’etmekle derece-i azametini bir derece göstermiştir.


    '''2- Veya Cebrail (as) Hazret-i Muhammed’e (asm) tebliğ ederken her iki Hazretin arasında yapılan tebliğ tebellüğ vaziyetini dinler gibi ol.'''
    '''İ’lem eyyühe’l-aziz!''' İmana ait bilgilerden sonra en lâzım ve en mühim a’mal-i salihadır. Salih amel ise maddî ve manevî hukuk-u ibada tecavüz etmemekle, hukukullahı da bihakkın îfa etmekten ibarettir.


    '''3- Veya Kab-ı Kavseyn makamında, yetmiş bin perde arkasında Mütekellim-i Ezelî’nin Resul-i Ekrem aleyhissalâtü vesselâma olan tekellümünü dinler gibi hayalî bir vaziyete gir.'''
    Ecnebilerden alınan maddî bilgiler, sanat ve terakkiyata ait ise lâzımdır. Sefahete dair ise muzırdır.


    '''İ’lem eyyühe’l-aziz!''' Senin şuur ve ilminin sana taalluku, ahval ve levazımat-ı ihtiyacatın nisbetindedir. Çünkü sebep ile müsebbeb, kuvvet ile amel arasında münasebet lâzımdır. Fazla-noksan olmamalıdır. Senin sana olan şuur ve ilminin nisbeti, Hâlık’ın sana olan nazar ve ilmine nisbetle bir kıl gibidir.
    اَللّٰهُمَّ يَا اَر۟حَمَ الرَّاحِمٖينَ اِر۟حَم۟ اُمَّةَ مُحَمَّدٍ عَلَي۟هِ الصَّلَاةُ وَ السَّلَامُ


    Binaenaleyh pek cüz’î olan ilim ve şuurunla, Şems-i Ezelî’nin ilim ve nazarına mukabele etmekle gündüz ortasında, güneşin altında, güneşin ziyasıyla mübarezeye çıkan ateş böceği gibi olma!
    وَ نَوِّر۟ قُلُوبَ اُمَّةِ مُحَمَّدٍ عَلَي۟هِ الصَّلَاةُ وَ السَّلَامُ بِنُورِ ال۟اٖيمَانِ وَ ال۟قُر۟اٰنِ


    '''İ’lem eyyühe’l-aziz!''' Cenab-ı Hakk’ın ef’ali birbirine münasip, âsârı birbirine müşabih, esması birbirine âyine ve ma’kes, sıfatı birbirine mütedâhil, şuunatı memzuç ise de her birisi için hususi bir tavır, bir hal vardır ki maksud-u bizzat o hususi tavırdır. Sair tavırlar ise tebeîdirler.
    وَ نَوِّر۟ بُر۟هَانَ ال۟قُر۟اٰنِ وَ عَظِّم۟ شَرٖيعَةَ ال۟اِس۟لَامِ اٰمٖينَ
     
    Binaenaleyh mesela, Hâlık’ın âsârından cemadata baktığın zaman azamet ve kudreti, kasdına hedef yap. Başka isimlerin tecelliyatını teb’an düşün. Hayvanata bakarken merhamet kasdıyla bak. Sair tecelliyata tebeî bir nazar ile bak.
     
    '''İ’lem eyyühe’l-aziz!''' Kur’an-ı Kerîm bütün insanlara rahmettir. Çünkü her bir insanın şu hakiki âlemden kendisine mahsus hayalî bir âlemi olduğu gibi herkes kendi meşrebine göre Kur’an’dan fehim ve iktibas ettiği, hâfızasında kendisine has bir Kur’an vardır ki onun ruhunu terbiye, kalbini tedavi eder.
     
    Ve keza Kur’an-ı Kerîm’in bir meziyeti şudur ki: Bütün ulema ve ehl-i meşrep gibi herkes hidayeti için, şifası için müteaddid surelerden ayrı ayrı âyetleri ahzedebilir. Çünkü bir âyetin sair âyât-ı Kur’aniye ile pek ince münasebetleri, ittisal cihetleri vardır. Aralarında vahşet yoktur. Bu itibar ile müteaddid surelerden alınan âyetler küçük bir Kur’an hükmünde olur.
     
    '''İ’lem eyyühe’l-aziz!''' لَا حَو۟لَ وَلَا قُوَّةَ اِلَّا بِاللّٰهِ cümle-i mukaddesesi, insanın zerre vaziyetinden, insan-ı mü’min suretine gelinceye kadar camidiyet, nebatiyet, hayvaniyet, insaniyet gibi geçirdiği etvar ve ahvaline nâzırdır. Şu menzillerde insanın letaifi pek çok elem ve emellere maruzdur. Maahâzâ havl ve kuvvetin müteallikleri zikredilmeyerek mutlak bırakılmıştır. Binaenaleyh bu cümle, teselli-bahş olup şümulü dâhilinde olan makamlara göre tefsir edilir. Mesela:
     
    1- لَا حَو۟لَ عَنِ ال۟عَدَمِ وَ لَا قُوَّةَ عَلَى ال۟وُجُودِ اِلَّا بِاللّٰهِ Ademden çıkıp vücuda gelmek.
     
    2- لَا حَو۟لَ عَنِ الزَّوَالِ وَ لَا قُوَّةَ عَلَى ال۟بَقَاءِ اِلَّا بِاللّٰهِ Zevale gitmeyip bekada kalmak.
     
    3- لَا حَو۟لَ عَنِ ال۟مَضَرَّةِ وَ لَا قُوَّةَ عَلَى النَّف۟عِ اِلَّا بِاللّٰهِ Mazarratı def’, menfaati celb.
     
    4- لَا حَو۟لَ عَنِ ال۟مَصَائِبِ وَ لَا قُوَّةَ عَلَى ال۟مَطَالِبِ اِلَّا بِاللّٰهِ Musibetten uzak olup matluba nâil olmak.
     
    5- لَا حَو۟لَ عَنِ ال۟مَعَاصٖى وَ لَا قُوَّةَ عَلَى ال۟عِبَادَةِ اِلَّا بِاللّٰهِ Maâsiye düşmemek, ibadete devam etmek.
     
    6- لَا حَو۟لَ عَنِ النِّقَمِ وَ لَا قُوَّةَ عَلَى النِّع۟مَةِ اِلَّا بِاللّٰهِ Azaba maruz kalmamak, nimete mazhar olmak.
     
    7- لَا حَو۟لَ عَنِ الظُّل۟مَةِ وَ لَا قُوَّةَ عَلَى النُّورِ اِلَّا بِاللّٰهِ Zulmete düşmemek, nur ile tenevvür etmek.
     
    Ve hâkeza her bir makamda insanın letaifine göre takyid ve tefsir edilebilir.


    <nowiki>*</nowiki> * *
    <nowiki>*</nowiki> * *

    18.09, 29 Ekim 2023 tarihindeki hâli

    Zeylü’l-Hubab

    Öyle bir Allah’a hamd, medh ü senalar ederiz ki şu âlem-i kebir onun icadıdır. Ve insan denilen şu küçük âlem de onun ibdaıdır. Biri inşası, diğeri binasıdır. Biri sanatı, diğeri sıbgasıdır. Biri nakşı, diğeri ziynetidir. Biri rahmeti, diğeri nimetidir. Biri kudreti, diğeri hikmetidir. Biri azameti, diğeri rububiyetidir. Biri mahluku, diğeri masnuudur. Biri mülkü, diğeri memlûküdür. Biri mescidi, diğeri abdidir. Evet bütün bu şeyler, eczasıyla beraber Allah’ın mülkü ve malı olduğu, i’cazvari sikke ve mühürleriyle sabittir.

    اَللّٰهُمَّ يَا قَيُّومَ ال۟اَر۟ضِ وَ السَّمَاءِ اِنَّا نُش۟هِدُكَ وَ نُش۟هِدُ جَمٖيعَ مَص۟نُوعَاتِكَ وَ جَمٖيعَ خَل۟قِكَ بِاَنَّكَ اَن۟تَ اللّٰهُ لَٓا اِلٰهَ اِلَّا اَن۟تَ وَح۟دَكَ لَا شَرٖيكَ لَكَ وَ نَس۟تَغ۟فِرُكَ وَ نَتُوبُ اِلَي۟كَ وَ نَش۟هَدُ اَنَّ مُحَمَّدًا عَب۟دُكَ وَ رَسُولُكَ اَر۟سَل۟تَهُ رَح۟مَةً لِل۟عَالَمٖينَ

    اَللّٰهُمَّ صَلِّ وَ سَلِّم۟ عَلَي۟هِ كَمَا يُنَاسِبُ حُر۟مَتَهُ وَ كَمَا يَلٖيقُ بِرَح۟مَتِكَ وَ عَلٰى اٰلِهٖ وَ صَح۟بِهٖ اَج۟مَعٖينَ

    İ’lem eyyühe’l-aziz! Her kim kendisini Allah’a mal ederse bütün eşya onun lehinde olur. Ve kim Allah’a mal olmasa bütün eşya onun aleyhinde olur. Allah’a mal olmak ise bütün eşyayı terk ve her şeyin ondan olduğunu ve ona rücû ettiğini bilmekle olur.

    İ’lem eyyühe’l-aziz! Cenab-ı Hakk’ın sana in’am ettiği vücud ile vücuda lâzım olan şeyler, temlik suretiyle değildir. Yani senin mülkün ve malın olup istediğin gibi tasarruf etmek için verilmemiştir. Ancak o gibi nimetlerde, Allah’ın rızasına muvafık tasarruf edilebilir.

    Evet bir misafir, ev sahibinin iznine ve rızasına muvafık olmayacak derecede, yemeklerde ve sair şeylerde israf edemez.

    İ’lem eyyühe’l-aziz! Gözleri küsuf tutmuş bazı adamlar, gözleri önünde vukua gelen gayr-ı mahdud hususi haşir ve neşirleri kör gözleriyle gördükleri halde, kıyamet-i kübrayı ve haşr-i umumiyeyi nasıl istiğrab ediyorlar? Acaba çiçek açıp semere veren ağaçlarda her sene icad edilen meyvelerin haşir ve neşirlerini gördükten sonra haşr-i umumîyi istib’ad eden sıkılmaz mı?

    Eğer onlar şuhudî bir yakîn ile haşr-i umumîyi görmek isterlerse –akıllarını da beraber bulundurmak şartıyla– yaz mevsiminde küre-i arz bahçesine girsinler. Acaba ağaç dallarından sallanan o tatlı, ballı, nazif, latîf kudret mu’cizeleri o mahlukat-ı latîfe, evvelkisinin yani ölüp giden semeratın aynı veya misli değil midir?

    Eğer insanlarda olduğu gibi o meyvelerde de vahdet-i ruhiye olmuş olsa idi, geçmiş ve gelen yeni meyveler birbirinin aynı olmaz mıydı? Fakat ruhları olmadığı için aralarında ayniyete yakın öyle bir misliyet vardır ki ne aynıdır ve ne de gayr keyfiyeti gösterir. Acaba semerattaki bu vaziyeti gören, haşri istib’ad edebilir mi?

    Ve keza manevî asansörler ile lâzım olan erzak ve gıdalarını ağacın yüksek dallarına çıkartmakla, tebessümleriyle arz-ı dîdar eden dut ve kayısı gibi meyveleri kuru ve camid bir ağaçtan ihraç ve icad etmekle o kuru ağacı acib bir vaziyete ve hayattar antika bir şekle koyan kudret-i ezeliyeye haşr-i umumî ağır gelir mi? Hâşâ! Bu latîf, nazik masnuatı o kuru ağaçlardan ihraç eden kudrete hiçbir şey ağır gelmez. Bu, bedihî bir meseledir. Fakat gözleri kör olanlar göremiyorlar.

    İ’lem eyyühe’l-aziz! Kur’an-ı Mu’cizü’l-Beyan’ın her bir suresi, bütün Kur’an’ın münderecatını icmalen ihtiva ettiği gibi sair surelerde zikredilen makasıd ve mühim kıssaları da tazammun etmiştir. Bundaki hikmet, Kur’an’ı tamamen okumaya vakti müsait olmayan veya ancak bir kısmını veya bir suresini okuyabilen insanlar, Kur’an’ın hepsini okumaktan hasıl olan sevaptan mahrum kalmamasıdır.

    Evet, mükellefîn arasında bulunan ümmiler ancak bir sureyi okuyabilirler. İ’caz-ı Kur’an onları da tam sevap kazanmaktan mahrum etmemek için bu nükte-i i’caziyeyi takip ederek bir sureyi tam Kur’an hükmünde kılmıştır.

    İ’lem eyyühe’l-aziz! Maddiyattan olmayan, bilhassa mahiyetleri mütebayin olan bir çoklukta tasarruf eden bir zatın, o çokluğun her birisiyle bizzat mübaşeret ve mualecesi lâzım değildir.

    Evet, asker neferatı arasında bir kumandanın tasarrufatı, tanzimatı ancak emir ve iradesiyle husule gelir. Eğer o kumandanlık vazifeleri ve işleri neferata havale edilirse her bir neferin bizzat mübaşeret ve hizmetiyle veya her bir neferin bir kumandan kesilmesiyle vücud bulacaktır.

    Binaenaleyh Cenab-ı Hakk’ın mahlukatındaki tasarrufu, yalnız bir emir ve irade ile olur. Bizzat mübaşereti yoktur. Şemsin kâinatı tenvir ettiği gibi.

    İ’lem eyyühe’l-aziz! (*[1]) İnsan, yaşayış vaziyetince bir dağdan kopup sel içine düşen veya yüksek bir apartmandan düşüp yuvarlanan bir şahıs gibidir.

    Evet, hayat apartmanı yıkılıyor. Ömür tayyaresi şimşek gibi geçiyor. Zaman da sel dolaplarını süratle çalıştırıyor. Arz sefinesi de süratle giderken تَمُرُّ مَرَّ السَّحَابِ âyetini okuyor. Sefine-i arz süratle yürürken, dünyanın gayr-ı meşru lezzetlerine uzatılan ellere zehirli dikenlerin batacağı düşünülsün. Binaenaleyh o zehirli dünya oklarına bakıp el uzatma. Firakın elemi, telaki lezzetinden ağırdır.

    Ey nefs-i emmarem! Sana tabi değilim. Sen istediğin şeye ibadet et ve istediğin şeyin peşine düş. Ben ancak ve ancak beni yaratıp şems ve kamer ve arzı bana musahhar eden Fâtır-ı Hakîm-i Zülcelal’e abd olurum.

    Ve keza kader muhitinde uçan tayyare-i ömre veya hayat dağları arasında açılan uhdud ve tünellerinden şimşekvari geçen zamanın şimendiferine bindirerek, ebedü’l-âbâd memleketinin iskelesi hükmünde olan kabir tünelinin kapısına sevk eden Hâlık-ı Rahmanu’r-Rahîm’den meded istiyorum.

    Ve keza hiçbir şeyi dualarıma, istigaselerime ve niyazlarıma hedef ittihaz etmem. Ancak küre-i arzı harekete getiren felek çarklarını durdurmaya ve şems ve kamerin birleştirilmesiyle zamanın hareketini teskin ettirmeye ve vücudun şâhikalarından yuvarlanıp gelen şu dünyayı sakin kılmaya kādir olan kudreti nihayetsiz Rabb-i Zülcelal’e dualarımı, niyazlarımı arz ve takdim ediyorum. Çünkü her şeyle alâkadar âmâl ve makasıdım vardır.

    Ve keza kalbime vaki olan en ince, en gizli hatıraları işittiği ve kalbimin müyul ve emellerini tatmin ettiği gibi; akıl ve hayalimin de temenni ettikleri saadet-i ebediyeyi vermeye kādir olan Zat-ı Akdes’ten maada kimseye ibadet etmiyorum. Evet, dünyayı âhirete kalbetmekle kıyameti koparan kudret muktedirdir, âciz değildir. Bir zerre o kudretin nazarında gizlenemez. Şems, büyüklüğüne güvenerek o kudretin elinden kurtulamaz.

    Evet, onun marifetiyle elemler lezzetlere inkılab eder. Evet, onun marifeti olmazsa ulûm evhama tahavvül eder. Hikmetler illet ve belalara tebeddül eder. Vücud ademe inkılab eder. Hayat ölüme ve nurlar zulmetlere ve lezaiz günahlara tahavvül eder. Evet, onun marifeti olmazsa insanın ahbabı ve mal ve mülkü insana a’da ve düşman olurlar. Beka bela olur, kemal heba olur, ömür heva olur. Hayat azap olur, akıl ikab olur. Âmâl, âlâma inkılab eder.

    Evet, Allah’a abd ve hizmetkâr olana her şey hizmetkâr olur. Bu da her şey Allah’ın mülk ve malı olduğunu iman ve iz’an ile olur.

    Evet kudret, insanı çok dairelerle alâkadar bir vaziyette yaratmıştır. En küçük ve en hakir bir dairede, insanın eli yetişebilecek kadar insana bir ihtiyar, bir iktidar vermiştir. Ferşten arşa, ezelden ebede kadar en geniş dairelerde insanın vazifesi, yalnız duadır.

    Evet قُل۟ مَا يَع۟بَؤُا بِكُم۟ رَبّٖى لَو۟لَا دُعَٓاؤُكُم۟ âyet-i kerîmesi, bu hakikati tenvir ve ispata kâfidir. Öyle ise çocuğun eli yetişemediği bir şeyi peder ve validesinden istediği gibi, abd de acz ve fakrıyla Rabb’ine iltica eder ve Hâlık’ından ister.

    İ’lem eyyühe’l-aziz! Eşyada görünen nev’î ve ferdî vahdetler, Sâni’deki sırr-ı vahdetten neş’et etmiştir. Çünkü kuvvet dağılmıyor. Bir kısmına çok, bir kısmına az sarf edilmekle kudrette, kuvvetin tecezzi ve inkısamı olmuyor. Eğer vahdet olmasa idi, kudretin yaptığı sarfiyatta tefavüt olsa idi, masnuatta da tefavüt ve intizamsızlık olurdu. Demek, kudretin vahdetle beraber masnuata yaptığı tasarrufu, şemsin tenviri gibidir ki bir şems-i vâhid, cüz ve küllü bilâ-tefavüt her şeyi ziyalandırdığı gibi tecellisiyle de her şeyin yanında mevcuddur.

    Binaenaleyh mümkinat dairesi efradından tavzif edilen miskin, camid, meyyit ve ism-i Nur’a mazhar şemste sırr-ı vahdet sayesinde bu kadar intizamlı tasarruf olursa; Şems-i Ezelî, Sultan-ı Ebedî, Kayyum-u Sermedî, Vâcibü’l-vücud, Vâhid-i Ehad’in masnuata tasarrufu nasıl olacaktır?

    İ’lem eyyühe’l-aziz! Sâni’in vahdetine en sadık şahitlerden birincisi: Cüz’î ve küllî eşyalarda görünen vahdetlerdir. Çünkü herhangi bir şey zerreden âleme kadar vahdet ile muttasıf ve alâkadardır. Öyle ise Sâni’de de vahdet var. Öyle ise Sâni’ ehaddir.

    İkincisi: Her şeyde kabiliyetinin liyakatine göre bir kemal-i itkan vardır. En âdi, küçük, nebatî ve hayvanî bir şeyde kör gözler bile gördükleri öyle bir antika eser-i sanat vardır ki insanları hayrette bırakır.

    Üçüncüsü: Her şeyin icad ve inşasındaki suhulettir. Gözle görünen sanattaki suhulet; ispata, delile muhtaç değildir.

    İ’lem eyyühe’l-aziz! Küre-i arz mağazasından me’kûlat ve meşrubat ve libas ve sair ihtiyaçlarınızı temin ediyorsunuz. Parasız aldığınız bu malları İlahî hazineden almayıp birer birer esbaba yaptıracak olursanız, acaba bir nar tanesini ne kadar zamanlarda elde edip ne kadar pahalı alacaksınız? Çünkü o nar, bütün eşya ile alâkadardır. Az bir zamanda, az bir kıymetle husule gelmesi imkân haricidir. Ve aynı zamanda ondaki ziynet, intizam, sanat, rayiha, tat ve koku gibi latîf şeylerden anlaşılıyor ki o nar tanesi öyle bir Sâni’in masnuudur ki icadında külfet ve mübaşeret yoktur.

    Mesele böyle olduğu halde, haşeratın zevk ve heveslerini tatmin için her bir noktasında bin türlü i’caz nükteleri bulunan o küre-i arz mağazasındaki eşyanın Sâni’i ya şuursuz, hissiz, iradesiz, ilimsiz, ihtiyarsız, kemalsizdir ki bu kadar bol zîkıymet antika eşyayı parasız dağıtıyor. Bu bâtıl ihtimal, ispata muhtaç olmayan bedihî bir hakikattir. Veya o hazine sahibi o hazineyi âhirete gitmek üzere gelip muvakkaten kalan insanlara İlahî ve Rahmanî bir sofra olarak yaratmıştır. O hazine-i gaybda eşyanın icadı “Kün” emri ile bağlıdır. Ve bütün eşyanın melekûtiyetleri santral gibi Hakîm, Kadîr, Mürîd, Alîm bir Vâcibü’l-vücud’un yed-i kudretindedir.

    Maahâzâ o İlahî sofradaki eşya yalnız insan ve hayvanların lezzet ve zevklerini tatmin için değildir. Her bir ferd-i müstehlikte zevi’l-hayata ait cüz’î faydalardan başka esma-i İlahiyenin tecelliyatına ve faaliyetteki esrar ve şuunatına ait gayr-ı mütenahî hikmetler, gayeler vardır. Öyle ise bu ziyafet-i âmme ve bu feyz-i âmmın bir kör kuvvetten neş’et etmesi ve bu eşyanın semeratı sel gibi akıp ittifakı ve tesadüfün eline havalesi muhaldir.

    Çünkü o eşyanın intizamlı, hakîmane teşahhusatı ve şuurkârane, muhkem hususiyatı kör tesadüf ve ittifakı reddediyor. Öyle de o sofra-i rahmetteki ucuzluk ve kolaylık ve çokluk o eşyanın bir Cevvad-ı Mutlak’tan, bir Hakîm-i Mutlak’tan, bir Kadîr-i Mutlak’tan geldiğini gösteren şahitlerdir.

    İ’lem ey esbaba müptela insan! Bil ki sebebin halkı ve sebebiyetinin takdiri ve müsebbebin vücuduna lâzım olan şeylerle teçhizi, kudretine nisbetle zerreler ve şemsler müsavi olan zatın “Kün” emriyle müsebbebi halk etmesinden daha kolay daha ekmel daha a’lâ değildir.

    İ’lem eyyühe’l-aziz! Dünyada görülen bilhassa nebatî ve hayvanî hayatlarda müşahede edilen ademler, idamlar; tebeddül ve teceddüd-ü emsalden ibarettir. İmanlı olan kimselere göre zeval ve firakın acısı değil, yerlerine gelen emsalleriyle visalin lezzeti hasıl oluyor.

    Öyle ise imana gel ki elemden emin olasın. Kadere teslim ol ki selâmette kalasın.

    İ’lem eyyühe’l-aziz! Asabiyet-i cahiliye, birbirine tesanüd edip yardım eden gaflet, dalalet, riya ve zulmetten mürekkeb bir macundur. Bunun için milliyetçiler, milliyeti mabud ittihaz ediyorlar. Hamiyet-i İslâmiye ise nur-u imandan in’ikas edip dalgalanan bir ziyadır.

    İ’lem eyyühe’l-aziz! Ehl-i ilhad ile ve bilhassa Avrupa mukallidleriyle münazara ile iştigal edenler büyük bir tehlikeye maruzdurlar. Çünkü nefisleri tezkiyesiz ve emniyetsiz olması ihtimaliyle tedricen hasımlarına mağlup olur ki bîtarafane muhakeme denilen münsifane münazarada nefs-i emmareye emniyet edilemez.

    Çünkü insaflı bir münazır, hayalî bir münazara sahasında, ara sıra hasmının libasını giyer, ona bir dâva vekili olarak onun lehinde müdafaada bulunur. Bu vaziyetin tekrarıyla, dimağında bir tenkit lekesinin husule geleceğinden zarar verir. Lâkin niyeti hâlis olursa ve kuvvetine güvenirse zararı yoktur. Böyle bir vaziyete düşen bir adamın çare-i necatı, tazarru ve istiğfar ile o lekeyi izale edebilir.

    İ’lem eyyühe’l-aziz! Bu küre-i arz misafirhanesi, insanların mülk ve malı değildir. Ancak insanlar, amele gibi o misafirhanenin çeşit çeşit işlerinde ve tezyinatında çalışırlar. Eğer küre-i arzın haricinden yabancı birisi gelip misafirhanenin bir mu’cize ve hârika olduğuna ve insanların da âciz, fakir, muhtaç olduklarına dikkat ederse bu insanlar bu binaya sahip ve sâni’ olacak bir iktidarda değildir ancak böyle hârika bir masnuun sâni’i de mu’ciz-nüma olduğuna kat’iyetle hükmedecektir. Ve bu insanlar, o Sultan-ı Ezelî’nin makasıdına çalışan amelelerdir. Bu ameleler, aldıkları ücretlerinden maada bu binadan bir şeye mâlik ve sahip olmadıklarına tekraren hükmedecektir.

    Ve keza o çiçeklerin zevi’l-hayata karşı gösterdiği teveddüdlerine ve tahabbüblerine ve tebessümlerine dikkat eden anlar ki bir Hakîm-i Kerîm tarafından misafirlerine hizmetle muvazzaf birtakım hedâyâ ve behâyâdır ki Sâni’ ile masnû arasında bir vesile-i tearüf ve tahabbüb olsun.

    Eyyühe’n-nefs! Sen her bir eserde müessirin azametini görmek istiyorsun fakat haricî olan manaları zihnî manalarda arıyorsun. Esma-i hüsnanın her birisinde bütün esmanın şuâatını görmek istiyorsun. Her bir latîfenin zevkiyle bütün letaifin zevklerini zevk etmek istiyorsun. Her bir hisse tabi olan işleri ve hâcetleri îfa ederken, bütün hislerinin işlerini beraber görmek istiyorsun. Bundan dolayı evhama maruz kalıyorsun.

    İ’lem eyyühe’l-aziz! Bir nimetin umumî ve herkese şâmil olması, kıymetinin azlığına ve ehemmiyetsizliğine delâlet etmez. Ve o nimetin bir kasd ve iradeden gelmemesine emare olamaz. Mesela, göz nimetinin bütün hayvanlarda bulunması, senin göze olan şiddet-i ihtiyacını tahfif etmediği gibi gözün kıymetini tenkis etmeye de sebep olamaz. Ve keza hususi ve tek bir nimetin tesadüfü mümkün olsa bile, umumî bir nimet behemehal bir mün’imin eser-i kasd ve iradesidir.

    İ’lem eyyühe’l-aziz! Her bir zîhayatın hayatında gayr-ı mütenahî gayeler vardır. Bu gayelerden zîhayata ait ancak binde birdir. Bâki kalan gayeler, gayr-ı mütenahî olan mâlikiyeti nisbetinde hayatı icad eden zata aittir. Öyle ise büyük bir mahlukun küçük bir mahluka tekebbür etmeye hakkı yoktur.

    Ve hakikate nazaran abesiyet de yoktur. Çünkü bir hayatın bütün faydaları, bir zîhayata ait değildir ki abes olsun. Evet, sath-ı arzda her sene yapılan ziyafet-i âmme-i İlahiye nev-i beşere halife olduğu münasebetiyle bir ikramdır. Yoksa hepsi onun istifadesi için değildir.

    İ’lem eyyühe’l-aziz! İnsanın zihnine bazen şöyle bir vesvese gelir, der: “Sen de âdi ve böcek gibi bir hayvansın. Hayvanlardan fazla ne kıymetin var? Hem de semavat ve arzı yed-i kudretine alan Hâlık-ı Zülcelal’e karşı ne meziyetin ve ne gibi bir hizmetin var ki seninle meşgul olsun?” Bu vesveseye karşı şöyle bir hakikati düşünmek lâzım:

    1- İnsan gayr-ı mütenahî acz ve fakrıyla beraber Cenab-ı Hakk’a imanıyla, kudret ve gına ve izzetine mazhar olmuştur. İşte bu mazhariyetten dolayı insan, hayvaniyetten terakki edip halife-i zemin olmuştur.

    2- Cenab-ı Hak ihata-i kudret ve azametiyle insanın duasını işitir, hâcatını görür. Ve semavat ve arzın tedbiri, o insanı da düşünmeye mani değildir.

    Sual: Cenab-ı Hakk’ın cüz’iyat ve hasis emirler ile iştigali, azametine münafîdir?

    Elcevap: O iştigal, azametine münafî değildir. Bilakis, adem-i iştigali azamet-i rububiyetine bir nakîsedir. Mesela, şemsin ziyasından bazı şeylerin mahrum ve hariç kalması, şemse bir nakîse olur. Maahâzâ bütün şeffaf şeylerde görünen şemsin timsallerinin her birisi “Şems benimdir. Şems yanımdadır. Şems bendedir.” diyebilir. Ve zerreler ile şems arasında müzahame yoktur.

    Bütün mahlukat –bilhassa insanlarda ferdî olsun, nev’î olsun, şerif olsun, hasis olsun– ilim, irade, kudret itibarıyla Cenab-ı Hakk’ın tecellisine mazhardır. Her bir şey, her bir insan “Allah yanımdadır.” diyebilir. Bilhassa insanın zaafı, fakrı, aczi nisbetinde Cenab-ı Hakk’ın kurbiyeti ve her bir şeyin Cenab-ı Hak’la münasebeti olmakla beraber, o da münasebettardır. Ve gayr-ı mütenahî acz ve fakrı olan insan, gayr-ı mütenahî kudret ve gına ve azameti olan Cenab-ı Hak’la münasebeti ne kadar latîftir.

    Takdis ederiz o zatı ki en büyük lütfu en büyük azamete, en yüksek şefkati en yüksek ceberuta idhal ettiği gibi nihayetsiz kurbu nihayetsiz bu’d ile cem’edip zerreler ile şemsler arasında uhuvveti tesis etmiştir. Birbirine zıt olan bu şeyleri cem’etmekle derece-i azametini bir derece göstermiştir.

    İ’lem eyyühe’l-aziz! İmana ait bilgilerden sonra en lâzım ve en mühim a’mal-i salihadır. Salih amel ise maddî ve manevî hukuk-u ibada tecavüz etmemekle, hukukullahı da bihakkın îfa etmekten ibarettir.

    Ecnebilerden alınan maddî bilgiler, sanat ve terakkiyata ait ise lâzımdır. Sefahete dair ise muzırdır.

    اَللّٰهُمَّ يَا اَر۟حَمَ الرَّاحِمٖينَ اِر۟حَم۟ اُمَّةَ مُحَمَّدٍ عَلَي۟هِ الصَّلَاةُ وَ السَّلَامُ

    وَ نَوِّر۟ قُلُوبَ اُمَّةِ مُحَمَّدٍ عَلَي۟هِ الصَّلَاةُ وَ السَّلَامُ بِنُورِ ال۟اٖيمَانِ وَ ال۟قُر۟اٰنِ

    وَ نَوِّر۟ بُر۟هَانَ ال۟قُر۟اٰنِ وَ عَظِّم۟ شَرٖيعَةَ ال۟اِس۟لَامِ اٰمٖينَ

    * * *

    1. (*): Ehemmiyetli.