Anhang zu Tropfen (katre)

    Risale-i Nur Tercümeleri sitesinden
    13.05, 8 Temmuz 2024 tarihinde Ferhat (mesaj | katkılar) tarafından oluşturulmuş 131878 numaralı sürüm ("Anhang zu Tropfen (katre)" içeriğiyle yeni sayfa oluşturdu)
    Diğer diller:

    Anhang zu Tropfen (katre)

    بِسْمِ اللّٰهِ الرَّحْمٰنِ الرَّح۪يمِ Im Namen Gottes, des Erbarmers, des Allbarmherzigen.

    اَل۟حَم۟دُ لِلّٰهِ رَبِّ ال۟عَالَمٖينَ وَالصَّلَاةُ وَالسَّلَامُ عَلٰى سَيِّدِنَا مُحَمَّدٍ وَعَلٰى اٰلِهٖ وَصَح۟بِهٖ اَج۟مَعٖينَ Lob, Preis und Dank sei Gott, dem Herrn (Rabb) der Welten, und Segen und Frieden über unseren Herrn (Seyyidina) Mohammed und über seiner Familie und über allen seinen Gefährten.

    Wink (Remz)

    Meine lieben Mitgefährten! Es wird allgemein empfohlen, sich zu Beginn der Gebetszeit (namaz) die Kaaba zur Betrachtung vor das geistige Auge zu stellen, wobei man dann zugleich auch die vielen konzentrischen Kreise sieht, in denen die einzelnen Reihen das "Haus (Beyt)" umgeben, sollte sich im Geiste (hayal) vorstellen, wie die in der Nähe stehenden Reihen das Haus umgeben und die am weitesten entfernten Reihen die gesamte islamische Welt (alem-i Islam) umfassen. Und indem (der Betende) sich dann in diese Kreise einreiht, gehört er nun selbst zu dieser gewaltigen Gemeinschaft, (betet) in Übereinstimmung mit dieser Gemeinschaft, die somit nun zum Zeugen für alle seine Aussagen (dava) wird und jedes Wort bestätigt, das er im Gebete (namaz) ausspricht.

    Mesela, namaz kılan اَل۟حَم۟دُ لِلّٰهِ dediği zaman, sanki o cemaat-i uzmayı teşkil eden bütün mü’minler “Evet, doğru söyledin.” diye onun o sözünü tasdik ediyorlar. Ve bu tasdikler, hücum eden evham ve vesveselere karşı manevî bir kalkan vazifesini görür. Ve aynı zamanda bütün hâsseleri, latîfeleri, duyguları o namazdan zevk ve hisselerini alırlar. Yalnız musallînin Kâbe’ye olan şu hayalî nazarı, kasdî değil tebeî bir şuurdan ibaret bulunmalıdır.

    İhtar: Sath-ı arz mescidini mütehalif ve muntazam harekâtıyla tezyin eden o cemaat-i uzmanın, satırları andıran saflarının o güzel manzarası muhafaza edilmek üzere, âlem-i misal sahifesinde kalem-i kader ile İlahî bir fotoğrafla tersim ve terkim edilmekte olduğu ihtimal ve imkândan hâlî değildir.

    REMİZ

    Arkadaş! Vesvese ve evham zulmetleri içinde yürürken Resul-i Ekrem’in (asm) sünnetleri, birer yıldız birer lamba vazifesini gördüklerini gördüm. Her bir sünnet veya bir hadd-i şer’î, zulmetli dalalet yollarında güneş gibi parlıyor. O yollarda insan, zerre-miskal o sünnetlerden inhiraf ve udûl ederse şeytanlara mel’ab, evhama merkep, ehval ve korkulara ma’rez ve dağlar kadar ağır yüklere matiyye olacaktır.

    Ve keza o sünnetleri, sanki semadan tedelli ve tenezzül eden ipler gibi gördüm ki onlara temessük eden yükselir, saadetlere nâil olur. Muhalefet edip de akla dayananlar ise uzun bir minare ile semaya çıkmak hamakatinde bulunan Firavun gibi bir firavun olur.

    REMİZ

    Arkadaş! Nefiste öyle dehşetli bir nokta ve açılmaz bir ukde var ki zıtları birbirinden tevlid eder. Ve aleyhte olan her bir şeyi lehte zanneder. Mesela, güneşin eli sana yetişir, ziyasıyla başını okşar. Fakat senin elin ona yetişemez ve senin keyfin üzerine hareket etmez. Demek şemsin sana karşı iki ciheti vardır: Biri kurb, diğeri bu’d. Eğer senin ondan baîd olduğun cihetle “O bana tesir edemez.” ve onun sana karib olduğu cihetle “Ona tesir edebilirim.” desen, cehlini ilan etmiş olursun.

    Kezalik Hâlık ile nefis arasında da bir kurb ve bu’d vardır. Kurb Hâlık’ındır, bu’d nefsindir. Eğer nefis, uzaklığı cihetiyle enaniyet ile Hâlık’a bakıp “Bana tesir edemez.” diye bir ahmaklıkta bulunursa dalalete düşer.

    Ve keza nefis, mükâfatı gördüğü zaman “Keşke ben de öyle yapaydım, böyle olaydım.” der. Mücazatın şiddetini de gördüğü vakit, teâmî ve inkâr ile kendisini teselli eder.

    Ey ahmak nokta-i sevda! Hâlık’ın ef’ali sana nâzır değildir. Ancak ona bakar. Kâinatı senin hendesen üzerine yapmış değildir. Ve seni hilkat-i âlemde şahit tutmamıştır. İmam-ı Rabbanî’nin (ra) dediği gibi: “Melikin atiyyelerini ancak matiyyeleri taşıyabilir.”

    REMİZ

    Arkadaş! Bilhassa muztar olanların dualarının büyük bir tesiri vardır. Bazen o gibi duaların hürmetine en büyük bir şey en küçük bir şeye musahhar ve mutî olur. Evet, kırık bir tahta parçası üzerindeki fakir ve kalbi kırık bir masumun duası hürmetine denizin fırtınası, şiddeti, hiddeti inmeye başlar. Demek dualara cevap veren zat, bütün mahlukata hâkimdir. Öyle ise bütün mahlukata dahi Hâlık’tır.

    REMİZ

    Kardeşlerim! Nefsin en mühim bir hastalığı da şudur ki küllü cüzde, büyüğü küçükte görmek istiyor. Göremediği takdirde red ve inkâr eder. Mesela, küçük bir kabarcıkta, güneşin tamamıyla tecelliyatını ister. Bunu göremediği için o kabarcıktaki cilvenin güneşten olduğunu inkâr eder. Halbuki şemsin vahdeti, tecelliyatının da vahdetini istilzam etmez.

    Ve keza delâlet etmek tazammun etmeyi iktiza etmez. Mesela, kabarcıktaki güneşin cilvesi güneşin vücuduna delâlet eder fakat güneşi tazammun edemez, yani içine alamaz.

    Ve keza bir şeyi bir şeyle tavsif edenin, o şeyle muttasıf olması lâzım gelmez. Mesela şeffaf bir zerre, şemsi tavsif eder fakat şems olamaz. Bal arısı Sâni’-i Hakîm’i vasıflandırır, amma Sâni’ olamaz.

    REMİZ

    Arkadaş! Küfür yolunda yürümek, buzlar üzerinde yürümekten daha zahmetli ve daha tehlikelidir. İman yolu ise suda, havada, ziyada yürümek ve yüzmek gibi pek kolay ve zahmetsizdir. Mesela bir insan, gövdesinin cihat-ı sittesini güneşlendirmek istediği zaman, ya bir Mevlevî gibi dönerek gövdesinin her tarafını güneşe karşı getirir veya güneşi o mesafe-i baîdeden celb ile gövdesinin etrafında döndürecektir. Birinci şık, tevhidin kolaylığına misaldir. İkincisi de küfrün zahmetlerine misaldir.

    Sual: Şirk bu kadar zahmetli olduğu halde ne için kâfirler kabul ediyorlar?

    Cevap: Kasden ve bizzat kimse küfrü kabul etmez. Yalnız şirk heva-i nefislerine yapışır. Onlar da içine düşer; mülevves, pis olurlar. Ondan çıkması müşkülleşir. İman ise kasden ve bizzat takip ve kabul edilmekle kalbin içine bırakılır.

    REMİZ

    Arkadaş! Bir kelime-i vâhidenin işitilmesinde bir adam, bin adam birdir. Yaratılış hususunda da –kudret-i ezeliyeye nisbeten– bir şey, bin şey birdir. Nevi ile fert arasında fark yoktur.

    REMİZ

    Arkadaş! Bütün zamanlarda, bütün insanların maddî ve manevî ihtiyaçlarını temin için nâzil olan Kur’an’ın hârikulâde haiz olduğu câmiiyet ve vüs’at ile beraber, tabakat-ı beşerin hissiyatına yaptığı müraat ve okşamalar, bilhassa en büyük tabakayı teşkil eden avam-ı nâsın fehmini okşayarak, tevcih-i hitap esnasında yaptığı tenezzülat, Kur’an’ın kemal-i belâgatına delil ve bâhir bir bürhan olduğu halde, hasta olan nefislerin dalaletine sebep olmuştur.

    Çünkü zamanların ihtiyaçları mütehaliftir. İnsanlar fikirce, hisçe, zekâca, gabavetçe bir değillerdir. Kur’an mürşiddir, irşad umumî oluyor. Bunun için Kur’an’ın ifadeleri zamanların ihtiyaçlarına, makamların iktizasına, muhatapların vaziyetlerine göre ayrı ayrı olmuştur.

    Hakikat-i hal bu merkezde iken en yüksek en güzel ifade çeşitlerini Kur’an’ın her bir ifadesinde aramak hata olduğu gibi; muhatabın hissine, fehmine uygun olan bir üslubun mizan ve mirsadıyla mütekellime bakan elbette dalalete düşer.

    REMİZ

    Arkadaş! Dünyanın üç vechi vardır:

    Birisi: Âhirete bakar. Çünkü onun mezraasıdır.

    İkincisi: Esma-i hüsnaya bakar. Çünkü onların mektep ve tezgâhlarıdır.

    Üçüncüsü: Kasden ve bizzat kendi kendine bakar. Bu vecihle insanların hevesatına, keyiflerine ve bu fâni hayatın tekâlifine medar olur.

    Nur-u imanla dünyanın evvelki iki vechine bakmak, manevî bir cennet gibi olur. Üçüncü vecih ise dünyanın fena yüzüdür ki zatî ve ehemmiyetli bir kıymeti yoktur.

    REMİZ

    Arkadaş! İnsanın vücudu, bedeni, emval-i mîriyeden bir neferin elinde bulunan bir hayvan gibidir. O nefer, o hayvanı beslemeye ve hizmetine mükellef olduğu gibi insan da o vücudu beslemeye mükelleftir.

    Aziz kardeşlerim! Burada bana bu sözü söylettiren, nefsimle olan bir münakaşamdır. Şöyle ki:

    Mehasiniyle mağrur olan nefsime dedim ki: Sen bir şeye mâlik değilsin, nedir bu gururun?

    Dedi ki: Madem mâlik değilim, ben de hizmetini görmem.

    Dedim ki: Yahu bu sineğe bak! Gayet küçücük zarif elleriyle kanatlarını, gözlerini siler süpürür. Her işini görür. Sen de lâekall onun kadar vücuduna hizmet etmelisin, diye ikna ettim.

    Takdis ederiz o zatı ki bu sineğe nezafeti ilhamen öğretir, bana da üstad yapar. Ben de onun ile nefsimi ikna ve ilzam ederim.

    REMİZ

    İnsanı dalaletlere sürükleyen cihetlerden biri de şudur ki: İsm-i Zâhir ile ism-i Bâtın’ın hükümleri ayrı ayrı oluyor, bunları birbirine karıştırıp mercilerini kaybetmek mahzurludur.

    Kezalik kudretin levazımı ile hikmetin levazımı bir değildir. Birisine ait levazımatı ötekisinden talep etmek hatadır.

    Ve keza daire-i esbabın iktizası ile daire-i itikad ve tevhidin iktizası bir değildir. Onu bundan istememeli.

    Ve keza kudretin taallukatı ayrı, vücudun cilveleri veya sair sıfâtın tecelliyatı ayrıdır. Birbirine iltibas edilmemeli. Mesela, dünyada vücudun tedricîdir. Berzahî âyinelerde âni ve def’îdir. Çünkü icad ile tecelli arasında fark vardır.

    REMİZ

    Arkadaş! İslâmiyet, bütün insanlara bir nur bir rahmettir. Kâfirler bile onun rahmetinden istifade etmişlerdir. Çünkü İslâmiyet’in telkinatıyla küfr-ü mutlak, inkâr-ı mutlak; şek ve tereddüde inkılab etmiştir. O telkinatın kâfirlerde de yaptığı in’ikas ve tesirat sayesinde, kâfirlerin hayat-ı ebediye hakkında ümitleri vardır. Bu sayede, dünya lezzetleri ve saadeti onlarca tamamıyla zehirlenmez. Bütün bütün o lezzetler elemlere inkılab etmez. Yalnız tereddütleri vardır. Tereddüt ise her iki tarafa baktırır. Deve kuşu gibi tam manasıyla ne kuş olur ve ne de deve olur. Ortada kalarak her iki tarafın zahmetinden kurtulur.

    REMİZ

    Arkadaş! Nefis, tembellik sâikasıyla vazife-i ubudiyetini terk ettiğinden tesettür etmek istiyor. Yani onu görecek bir rakibin gözü altında bulunmasını istemiyor. Bunun için bir Hâlık’ın bir Mâlik’in bulunmamasını temenni eder. Sonra mülahaza eder. Sonra tasavvur eder. Nihayet ademini, yok olduğunu itikad etmekle dinden çıkar. Halbuki kazandığı o hürriyetler, adem-i mes’uliyetler altında ne gibi zehirler, yılanlar, elîm elemler bulunduğunu bilmiş olsa derhal tövbe ile vazifesine avdet eder.

    REMİZ

    Arkadaş! Her bir insanın bir nokta-i istinadı bulunduğuna nazaran, istinad noktalarının tefavütüne göre insanların yapabileceği işler de tefavüt eder. Mesela, büyük bir sultana istinadı olan bir nefer, bir şahın yapamadığı bir işi yapar. Çünkü nokta-i istinadı şahtan büyüktür. Evet, kudret-i ezeliye tarafından memur edilen baûda yani sivrisineğin Nemrut’a olan galebesi ve bir çekirdeğin فَالِقُ ال۟حَبِّ وَ النَّوٰى tarafından verilen izin ve kuvvete binaen koca bir ağacın cihazatını, malzemesini tazammun etmesi, yani içine alması bu hakikati tenvir eden birer hakikattir.

    REMİZ

    Arkadaş! “Katre” namındaki eserimde Kur’an’dan ilhamen takip ettiğim yol ile ehl-i nazar ve felsefenin takip ettikleri yol arasındaki fark şudur:

    Kur’an’dan tavr-ı kalbe ilham edilen –asâ-yı Musa gibi– manevî bir asâ ihsan edilmiştir. Bu asâ ile kitab-ı kâinatın herhangi bir zerresine vurulursa derhal mâ-i hayat çıkar. Çünkü müessir ancak eserde görünebilir.

    Manevî asansör hükmünde olan murakabeler ile mâü’l-hayatı bulmak pek müşküldür.

    Vesaite lüzum gösteren ehl-i nazar ise etraf-ı âlemi arşa kadar gezmeleri lâzımdır. Ve o uzun mesafede hücum eden vesveselere, vehimlere, şeytanlara mağlup olup caddeden çıkmamak için pek çok bürhanlar, alâmetler, nişanlar lâzımdır ki yolu şaşırtmasınlar.

    Kur’an ise bize asâ-yı Musa gibi bir hakikat vermiştir ki nerede olsam, hattâ taş üzerinde de bulunsam asâyı vuruyorum; mâü’l-hayat fışkırıyor. Âlemin haricine giderek uzun seferlere ve su borularının kırılmaması ve parçalanmaması için muhafazaya muhtaç olmuyorum. Evet وَ فٖى كُلِّ شَى۟ءٍ لَهُ اٰيَةٌ تَدُلُّ عَلٰى اَنَّهُ وَاحِدٌ beytiyle bu hakikat, hakikatiyle tebarüz eder. (*[1])

    REMİZ

    Arkadaş! Nefsin vücudunda bir körlük vardır. O körlük vücudunda zerre-miskal kaldıkça hakikat güneşinin görünmesine mani bir hicab olur. Evet, müşahedemle sabittir ki kat’î, yakînî bürhanlar ile deliller dolu olan büyük bir kalede, küçük bir taşta bir zafiyet görünürse o kör olası nefis o kaleyi tamamen inkâr eder. Altını üstüne çevirir. İşte nefsin cehaleti, hamakati, bu gibi insafsızca tahribattan anlaşılır.

    REMİZ

    Ey insan! Senin vücudunun sahasında yapılan fiiller ve işlerden senin yed-i ihtiyarında bulunan ancak binde bir nisbetindedir. Bâki kalan Mâlikü’l-mülk’e aittir. Binaenaleyh kendi kuvvetine göre yük al. Yoksa altında ezilirsin. Kıl kadar bir şuur ile büyük taşları kaldırmak teşebbüsünde bulunma. Mâlik’inin izni olmaksızın, onun mülküne el uzatma. Binaenaleyh gafletle, kendi hesabına bir iş yaptığın zaman, haddini tecavüz etme. Eğer Mâlik’in hesabına olursa istediğin şeyi al ve yap fakat izin ve meşiet ve emri dairesinde olmak şartıyla. İzin ve meşietini de şeriatından öğrenirsin.

    REMİZ

    Ey şan ve şerefi, nam ve şöhreti isteyen adam! Gel, o dersi benden al. Şöhret ayn-ı riyadır ve kalbi öldüren zehirli bir baldır. Ve insanı insanlara abd ve köle yapar. O bela ve musibete düşersen اِنَّا لِلّٰهِ وَاِنَّٓا اِلَي۟هِ رَاجِعُونَ de, o beladan kurtul!


    1. (∗) İhtar: Kur'ânın delâletiyle bulduğum yola gitmek isteyen için ve ona o yolu güzelce ta'rif etmek için, "Risale-i Nur Külliyatı" güzel bir ta'rifçidir...