Yedinci Şuâ/hu

    Risale-i Nur Tercümeleri sitesinden
    08.52, 5 Eylül 2024 tarihinde Said (mesaj | katkılar) tarafından oluşturulmuş 153037 numaralı sürüm ("Ahogy az ája megvilágítja: „És a szelek és a felhők irányításában az egek és a föld között” Az, Aki a szeleket irányítva számtalan uralkodói feladat elvégzésére használja őket, Aki a felhőket irányítva számtalan kegyes tettben használja fel őket, és Aki a levegőt ilyen formában megteremtette Az csak a Szükségszerű Létezés Birtokosa lehet, Akinek minden felett hatalma van, és Aki tud mindenről, a Világok Fennt..." içeriğiyle yeni sayfa oluşturdu)

    A Legnagyobb Jel

    Mühim bir ihtar ve bir ifade-i meram

    Bu ehemmiyetli risalenin herkes her bir meselesini anlamaz. Fakat hissesiz de kalmaz. Büyük bir bahçeye giren bir kimsenin, o bahçenin bütün meyvelerine elleri yetişmez. Fakat eline girdiği miktar yeter. O bahçe yalnız onun için değil belki elleri uzun olanların hisseleri de var.

    Bu risalenin fehmini işkâl eden beş sebep var:

    Birincisi: Ben kendi müşahedatımı kendi fehmime göre ve kendim için yazdım. Sair kitaplar gibi başkalarının fehmine ve telakkisine göre yazmadım.

    İkincisi: İsm-i a’zam cilvesiyle tevhid-i hakiki a’zamî bir surette yazıldığından, meseleleri hem gayet geniş hem gayet derin ve bazen çok uzun olduğundan herkes birden ihata edemez.

    Üçüncüsü: Her bir mesele büyük ve uzun bir hakikat olması sebebiyle, hakikati parçalamamak için bazen bir sahife veya bir yaprak bir tek cümle olur. Bir tek delil hükmünde çok mukaddimat bulunur.

    Dördüncüsü: Ekser meselelerinin her birisinin pek çok delilleri ve hüccetleri bulunduğundan bazen on, bazen yirmi delili bir tek bürhan yapmak cihetiyle mesele uzunlaşır; kısa fehimler kavramaz.

    Beşincisi: Ben ramazanın feyziyle bu risalenin nurlarına mazhar olmaklığımla beraber, birkaç cihette halim perişan ve birkaç hastalıkla vücudum sarsıldığı bir zamanda acele yazılıp birinci müsvedde ile iktifa edildi. Hem yazdığım vakit, irade ve ihtiyarım ile olmadığını hissettiğimden, kendi fikrimle tanzim veya ıslah etmeyi muvafık görmediğim için bir parça fehmi işkâl edecek bir vaziyet aldı. Hem Arabî fıkralar içine çok girdi. Hattâ Birinci Makam baştan başa Arabî olduğundan içinden çıkarıldı, müstakil yazıldı.

    Medar-ı kusur ve işkâl olan bu beş sebeple beraber, bu risalenin öyle bir ehemmiyeti var ki İmam-ı Ali (ra) keramat-ı gaybiyesinde bu risaleye “Âyet-i Kübra” ve “Asâ-yı Musa” namlarını vermiş. Risale-i Nur’un risaleleri içinde buna hususi bakıp nazar-ı dikkati celbetmiş. (*[1])

    “El-Âyetü’l-Kübra”nın bir hakiki tefsiri olan bu Âyetü’l-Kübra Risalesi, Hazret-i İmam’ın (ra) tabirince “Asâ-yı Musa” namında “Yedinci Şuâ” kitabıdır.

    Bu “Yedinci Şuâ” bir mukaddime ve iki makamdır. Mukaddimesi dört mesele-i mühimmeyi, Birinci Makamı Âyet-i Kübra’nın tefsirinden Arabî kısmını, İkinci Makamı onun bürhanlarını ve tercümesini ve mealini beyan ederler.

    Bu gelen mukaddime lüzumundan fazla izah edilmekle beraber, bir derece uzun olması ihtiyarsız olmuştur. Demek, ihtiyaç var ki öyle yazdırıldı. Belki de bir kısım insanlar bu uzunu kısa görürler.

    Said Nursî

    MUKADDİME

    بِسْمِ اللّٰهِ الرَّحْمٰنِ الرَّحِيمِ

    وَمَا خَلَق۟تُ ال۟جِنَّ وَال۟اِن۟سَ اِلَّا لِيَع۟بُدُونِ

    Bu âyet-i uzmanın sırrıyla, insanın bu dünyaya gönderilmesinin hikmeti ve gayesi; Hâlık-ı kâinat’ı tanımak ve ona iman edip ibadet etmektir. Ve o insanın vazife-i fıtratı ve farîza-i zimmeti, marifetullah ve iman-ı billahtır ve iz’an ve yakîn ile vücudunu ve vahdetini tasdik etmektir.

    Evet, fıtraten daimî bir hayat ve ebedî yaşamak isteyen ve hadsiz emelleri ve nihayetsiz elemleri bulunan bîçare insana, elbette o hayat-ı ebediyenin üssü’l-esası ve anahtarı olan iman-ı billah ve marifetullah ve vesilelerinden başka olan şeyler ve kemalâtlar, o insana nisbeten aşağıdır. Belki çoğunun kıymetleri yoktur.

    Risale-i Nur’da bu hakikat kuvvetli bürhanlarla ispat edildiğinden, bu hakikati Risale-i Nur’a havale ederek yalnız o yakîn-i imanîyi bu asırda sarsan ve tereddüt veren iki vartayı dört mesele içinde beyan ederiz.

    Birinci vartadan çare-i necat

    İki meseledir:

    Birinci Mesele: Otuz Birinci Mektup’un On Üçüncü Lem’a’sında tafsilen ispat edildiği gibi umumî meselelerde ispata karşı nefyin kıymeti yoktur ve kuvveti pek azdır.

    Mesela, ramazan-ı şerifin başında hilâli görmek hususunda, iki âmî şahit hilâli ispat etseler ve binlerle eşraf ve âlimler “Görmedik.” deyip nefyetseler onların nefiyleri kıymetsiz ve kuvvetsizdir. Çünkü ispatta birbirine kuvvet verir, birbirine tesanüd ve icma var. Nefiyde ise bir olsa bin olsa farkları yoktur; herkes kendi başına kalır, infiradî olur.

    Çünkü ispat eden harice bakar ve nefsü’l-emre göre hükmeder. Mesela, misalimizde olduğu gibi biri dese: “Gökte ay vardır.” Diğer arkadaşı parmağını oraya basar, ikisi birleşip kuvvetleşirler.

    Nefiy ve inkârda ise nefsü’l-emre bakmaz ve bakamaz. Çünkü “Hususi olmayan ve has bir yere bakmayan bir nefiy ispat edilmez.” meşhur bir düsturdur. Mesela, bir şeyi dünyada var diye ben ispat etsem, sen de “Dünyada yok.” desen; benim bir işaretimle kolayca ispat edilebilen o şeyin sen nefyini yani ademini ispat etmek için bütün dünyayı aramak ve taramak ve göstermek, belki geçmiş zamanların her tarafını dahi görmek lâzım geliyor. Sonra “Yoktur, vuku bulmamıştır.” diyebilirsin.

    Madem nefiy ve inkâr edenler nefsü’l-emre bakmazlar, belki kendi nefislerine ve akıllarına ve gözlerine bakıp hükmediyorlar. Elbette birbirine kuvvet veremezler ve zahîr olmazlar. Çünkü görmeye ve bilmeye mani olan perdeler, sebepler ayrı ayrıdırlar. Herkes “Ben görmüyorum, benim yanımda ve itikadımda yoktur.” diyebilir. Yoksa “Vakide yoktur.” diyemez. Eğer dese hususan umum kâinata bakan iman meselelerinde dünya kadar büyük bir yalan olur ki doğru diyemez ve doğrultulmaz.

    Elhasıl, ispatta netice birdir, vâhiddir, tesanüd olur. Nefiyde ise bir değildir, müteaddiddir. Ya “yanımda ve nazarımda” veya “itikadımda” gibi kayıtların herkese göre taaddüdü ile neticeler dahi taaddüd eder, daha tesanüd olmaz.

    İşte bu hakikat noktasında imana karşı gelen kâfirlerin ve münkirlerin kesretinin ve zâhiren çokluğunun kıymeti yoktur. Ve mü’minin yakînine ve imanına hiç tereddüt vermemek lâzım iken bu asırda Avrupa feylesoflarının nefiy ve inkârları, bir kısım bedbaht meftunlarına tereddüt verip yakînlerini izale ve saadet-i ebediyelerini mahvetmiş. Ve insandan her günde otuz bin adama isabet eden ölümü, mevt ve eceli bir terhis manasından çıkarıp idam-ı ebedî suretine çevirmiş. Kapısı kapanmayan kabir, daima idamını o münkire ihtar etmekle, lezzetli hayatını elîm elemlerle zehirliyor. İşte, iman ne kadar büyük bir nimet ve hayatın hayatı olduğunu anla!

    İkinci Mesele: Bir fennin veya bir sanatın medar-ı münakaşa olmuş bir meselesinde, o fennin ve o sanatın haricindeki adamlar ne kadar büyük ve âlim ve sanatkâr da olsalar sözleri onda geçmez, hükümleri hüccet olmaz; o fennin icma-ı ulemasına dâhil sayılmazlar.

    Mesela büyük bir mühendisin, bir hastalığın keşfinde ve tedavisinde bir küçük tabip kadar hükmü geçmez. Ve bilhassa maddiyatta çok tevaggul eden ve gittikçe maneviyattan tebâud eden ve nura karşı gabileşen ve kabalaşan ve aklı gözüne inen en büyük bir feylesofun münkirane sözü, maneviyatta nazara alınmaz ve kıymetsizdir.

    Acaba yerde iken arş-ı a’zamı temaşa eden, hârika bir deha-yı kudsî sahibi olan ve doksan sene maneviyatta terakki edip çalışan ve hakaik-i imaniyeyi ilmelyakîn, aynelyakîn hattâ hakkalyakîn suretinde keşfeden Şeyh-i Geylanî (ks) gibi yüz binler ehl-i hakikatin ittifak ettikleri tevhidî ve kudsî ve manevî meselelerde, maddiyatın en dağınık ve kesretin en cüz’î teferruatına dalan ve sersemleşen ve boğulan feylesofların sözleri kaç para eder ve inkârları ve itirazları, gök gürültüsüne karşı sivrisineğin sesi gibi sönük olmaz mı?

    Hakaik-i İslâmiyeye zıddiyet gösterip mübareze eden küfrün mahiyeti bir inkârdır, bir cehildir, bir nefiydir. Sureten ispat ve vücudî görülse de manası ademdir, nefiydir.

    İman ise ilimdir, vücudîdir, ispattır, hükümdür. Her bir menfî meselesi dahi bir müsbet hakikatin unvanı ve perdesidir.

    Eğer imana karşı mübareze eden ehl-i küfür, gayet müşkülat ile menfî itikadlarını kabul-ü adem ve tasdik-i adem suretinde ispat ve kabul etmeye çalışsalar o küfür, bir cihette yanlış bir ilim ve hata bir hüküm sayılabilir. Yoksa irtikâbı çok kolay olan yalnız adem-i kabul ve inkâr ve adem-i tasdik ise cehl-i mutlaktır, hükümsüzlüktür.

    Elhasıl, itikad-ı küfriye iki kısımdır:

    Birisi: Hakaik-i İslâmiyeye bakmıyor. Kendine mahsus yanlış bir tasdik ve bâtıl bir itikad ve hata bir kabuldür ve zalim bir hükümdür. Bu kısım bahsimizden hariçtir. O bize karışmaz, biz de ona karışmayız.

    İkincisi: Hakaik-i imaniyeye karşı çıkar, muaraza eder. Bu dahi iki kısımdır:

    Birisi: Adem-i kabuldür. Yalnız ispatı tasdik etmemektir. Bu ise bir cehildir, bir hükümsüzlüktür ve kolaydır. Bu da bahsimizden hariçtir.

    İkincisi: Kabul-ü ademdir. Kalben, ademini tasdik etmektir. Bu kısım ise bir hükümdür, bir itikaddır, bir iltizamdır. Hem iltizamı için nefyini ispat etmeye mecburdur.

    Nefiy dahi iki kısımdır:

    Birisi: “Has bir mevkide ve hususi bir cihette yoktur.” der. Bu kısım ise ispat edilebilir. Bu kısım da bahsimizden hariçtir.

    İkinci kısım ise: Dünyaya ve kâinata ve âhirete ve asırlara bakan imanî ve kudsî ve âmm ve muhit olan meseleleri nefiy ve inkâr etmektir. Bu nefiy ise –birinci meselede beyan ettiğimiz gibi– hiçbir cihetle ispat edilmez. Belki kâinatı ihata edecek ve âhireti görecek ve hadsiz zamanın her tarafını temaşa edecek bir nazar lâzımdır, tâ o gibi nefiyler ispat edilebilsin.

    İkinci varta ve çare-i necat

    Bu dahi iki meseledir:

    Birincisi: Azamet ve kibriya ve nihayetsizlik noktasında, ya gaflete veya masiyete veya maddiyata dalmak sebebiyle darlaşan akıllar, azametli meseleleri ihata edemediklerinden bir gurur-u ilmî ile inkâra saparlar ve nefyederler. Evet, o manen sıkışmış ve kurumuş akıllarına ve bozulmuş ve maneviyatta ölmüş olan kalplerine, çok geniş ve derin ve ihatalı olan imanî meseleleri sığıştıramadıklarından, kendilerini küfre ve dalalete atarlar, boğulurlar.

    Eğer dikkatle kendi küfürlerinin içyüzüne ve dalaletlerinin mahiyetine bakabilseler görecekler ki imanda bulunan makul ve lâyık ve lâzım olan azamete karşı, yüz derece muhal ve imkânsızlık ve imtina o küfrün altında ve içindedir.

    Risale-i Nur yüzer mizan ve muvazenelerle, bu hakikati iki kere iki dört eder derecesinde kat’î ispat etmiş. Mesela, Cenab-ı Hakk’ın vücub-u vücudunu ve ezeliyetini ve ihatalı sıfatlarını azametleri için kabul edemeyen adam, ya hadsiz mevcudata, belki nihayetsiz zerrelere, o vücub-u vücudu ve ezeliyeti ve uluhiyet sıfatlarını vermekle küfrünü itikad edebilir. Veyahut ahmak sofestaîler gibi hem kendini hem kâinatın vücudunu inkâr ve nefyetmekle akıldan istifa etmelidir.

    İşte bunun gibi bütün hakaik-i imaniye ve İslâmiye, kendilerinin şe’nleri ve muktezaları olan azamete istinad ederek, karşılarındaki küfrün dehşetli muhalatından ve vahşetli hurafatından ve zulmetli cehalatından kurtarıp kemal-i iz’an ve teslimiyetle selim kalplerde ve müstakim akıllarda yerleşirler.

    Evet, ezan ve namaz gibi ekser şeair-i İslâmiyede kesretle اَللّٰهُ اَك۟بَرُ اَللّٰهُ اَك۟بَرُ ۝ اَللّٰهُ اَك۟بَرُ اَللّٰهُ اَك۟بَرُ azamet ve kibriyasını her vakit ilanı hem اَل۟عَظَمَةُ اِزَارٖى وَ ال۟كِب۟رِيَاءُ رِدَائٖى hadîs-i kudsînin fermanı hem “Cevşenü’l-Kebir” münâcatının seksen altıncı ukdesinde:

    يَا مَن۟ لَا مُل۟كَ اِلَّا مُل۟كَهُ ۝ يَا مَن۟ لَا يُح۟صِى ال۟عِبَادُ ثَنَائَهُ ۝

    يَا مَن۟ لَا تَصِفُ ال۟خَـلَائِقُ جَلَالَهُ ۝ يَا مَن۟ لَا تَنَالُ ال۟اَو۟هَامُ كُن۟هَهُ ۝

    يَا مَن۟ لَا يُد۟رِكُ ال۟اَب۟صَارُ كَمَالَهُ ۝ يَا مَن۟ لَا يَب۟لُغُ ال۟اَف۟هَامُ صِفَاتَهُ ۝

    يَا مَن۟ لَا يَنَالُ ال۟اَف۟كَارُ كِب۟رِيَائَهُ ۝ يَا مَن۟ لَا يُح۟سِنُ ال۟اِن۟سَانُ نُعُوتَهُ ۝

    يَا مَن۟ لَا يَرُدُّ ال۟عِبَادُ قَضَائَهُ ۝ يَا مَن۟ ظَهَرَ فٖى كُلِّ شَى۟ءٍ اٰيَاتُهُ ۝

    سُب۟حَانَكَ يَا لَٓا اِلٰهَ اِلَّا اَن۟تَ ال۟اَمَانُ ال۟اَمَانُ نَجِّنَا مِنَ النَّارِ

    diye olan gayet ârifane münâcat-ı Ahmediyenin (asm) beyanı gösteriyor ki azamet ve kibriya lüzumlu bir perdedir.


    A Legnagyobb Jel

    Kâinattan hâlıkını soran bir seyyahın müşahedatıdır.

    „A hét ég és a föld és minden, ami bennük van, Őt magasztalja. És nincs semmi, ami ne az Ő dicsőségét magasztalná, de ti nem értitek a magasztalásukat. Bizony, Ő hosszú türelmű, Megbocsátó.”([2])

    Mivel ez a nagy jelentőségű ája, sok más ájához hasonlóan, a Mennyeket említi először, � ezt az Allah egységét kinyilvánító csodálatos helyet, amelyre az emberek mindenkor ámulattal és örömmel tekintenek � amikor a világmindenség Teremtőjéről beszél, kezdjük mi is a mennyek említésével.

    Minden utazó, aki elérkezik erre a világra, kinyitja szemét, és eltűnődik, hogy vajon ki a gazdája ennek a gyönyörű birodalomnak, amely olyan, mint a legvendégszeretőbb lakoma, a legeredetibb kiállítás, a leglenyűgözőbb iskola és kiképzőtábor, csodálatos pihenőhely, bölcs irányítás alatt. �Megkérdezi magától, hogy vajon ki a szerzője ennek a nagyszerű könyvnek, és ki az uralkodója ennek a gyönyörű birodalomnak. És akkor először a mennyek gyönyörű arca tekint rá, a ragyogó csillagokkal pettyezve, és azt mondja neki: „Nézz rám, és én majd elvezetlek ahhoz, amit keresel”.

    Feltekint hát a mennyekre, és látja az Uralkodás megnyilvánulását, amely számtalan feladatot lát el a Mennyekben:

    támaszték vagy oszlopok nélkül tartja fenn a mennyek boltozatát, és a több százezer mennyei testet, amelyek közül jó néhány ezerszer nehezebb, mint maga a föld, és hetvenszer gyorsabban forog, mint a kilőtt ágyúgolyó, harmóniában és sebesen mozgatja őket, anélkül, hogy összeütköznének, számtalan lámpással világít folyamatosan, anélkül, hogy olajat vagy bármi mást használna bennük, munkába állítja a Napot és a Holdat a megfelelő feladatukra anélkül, hogy ezek a hatalmas égitestek egy hajszálnyira is eltérnének pályájukról, rendezi a végtelen térben (amelynek nagyságát annyi számjeggyel sem lehetne leírni, amennyi körbeérné a Földet) minden létező ügyeit, minden időben, ugyanakkora erővel, ugyanolyan hatékonysággal, a legkisebb hiba nélkül. Az égitestek agresszív erejét alázatos engedelmességre készteti, megtisztítja és fényesíti a Mennyek arcát, eltávolítja ennek a hatalmas seregnek minden hulladékát és feleslegét, és az égitesteket fegyelmezett katonák módjára irányítja, és aztán, a Föld forgása közben, minden éjszaka és minden évben más arcát mutatja a Mennyeknek, mintha egy mozivásznon mindig új, igaz és gyönyörű jeleneteket láthatna a Teremtés közönsége.

    És ebben az uralkodói tevékenységben van egy igazság, amelynek része a meghódoltatás, a vezetés, a fejlődés, a rendezés, a megtisztítás és a rendelés. Ez az igazság, amely hatalmas és átfogó, tanúsítja a Mennyek Teremtőjének szükségszerű létezését és egységét, és bizonyítja, hogy ez a létezés nyilvánvalóbb és szükségszerűbb, mint a Mennyek létezése. Ezért mondtuk azt az Első Állomás Első Lépcsőjén:

    „Nincs más Isten, csak Allah, a Szükségszerűen Létező, Akinek Szükségszerű és Egyetlenként való Létezését bizonyítják a Mennyek és minden, ami bennük van, a meghódoltatás, a vezetés, a fejlődés, a rendezés, a megtisztítás és a rendelés igazságának hatalmassága és átfogósága, ez a hatalmas és tökéletes igazság.”

    Aztán az a csodálatos gyülekezőhely, amelyet űr néven ismerünk, vagy a légkör a mennydörgés hangján szólítja meg az utazót, aki vendégként érkezett erre a világra: „Néz rám! Általam felfedezheted és megtalálhatod keresésed tárgyát, Azt, Aki ideküldött téged!”. Az utazó feltekint a légkör szomorú, de kedves arcára, és a félelmetes, de csodálatos mennydörgést hallgatva a következőket érti meg.

    A felhők, amelyek az ég és a föld között lógnak, és a legbölcsebb és legkegyelmesebb módon öntözik meg a világ kertjét, ellátják a föld lakóit az élet vizével, szabályozzák a hőmérsékletet, és sietnek segíteni bárhol, ahol szükség van rájuk. Ilyen és hasonló feladatokon kívül a hatalmas felhők, amelyek képesek arra, hogy megtöltsék a mennyeket, időnként elrejtőznek, visszahúzódnak, és nyomukat sem látni, akárcsak egy fegyelmezett hadsereg, amely a kapott parancsok szerint jelenik meg vagy vonul vissza.

    Aztán, amikor parancsot kapnak, a felhők egy órán, sőt, pár percen belül összegyűlnek, és esőt hullatnak a földre, megtöltik az eget, és várják a további parancsokat parancsnokuktól.

    Majd az utazó rátekint a légkörben fújó szélre, és látja, hogy a levegőt bölcsen és nagylelkűen használják számos feladatra, mintha csak az öntudatlan levegő minden egyes élettelen atomja értelemmel bírna, hallaná a Mindenség Uralkodójának parancsait, és engedelmeskedne nekik, egyet sem hagyva figyelmen kívül, a megfelelő módon követve az Uralkodó hatalmát. Így biztosít levegőt minden teremtménynek, és eljuttatja minden élőlényhez a szükséges fényt, meleget vagy energiát, közvetíti a hangot, megtermékenyíti a növényeket.

    Az utazó ránéz az esőre, és látja, hogy azokban a finom, fénylő, édes cseppekben a kegyelem rejtett kincse van, oly sok nagylelkű ajándék, mintha maga a kegyelem öltött volna testet, és áradna ki az Uralkodó kincstárából a cseppek formájában. Ezért nevezik az esőt kegyelemnek is.

    Ez után az utazó látja a villámot és hallja a mennydörgést, és észreveszi, hogy ezek is csodálatos feladatokat látnak el.

    Majd leveszi a szemét ezekről, saját elméjébe tekint, és azt mondja: „Az élettelen, tudattalan felhők, amelyek a kártolt gyapjúhoz hasonlatosak, természetesen nem tudnak rólunk. Amikor segítségünkre jönnek, nem azért teszik, mert sajnálnak minket, nem jelenhetnek meg és nem tűnhetnek el anélkül, hogy valaki parancsolna nekik. Egy rendkívül hatalmas és jóakaratú parancsnoknak engedelmeskednek. Egyszer nyom nélkül eltűnnek, aztán pedig hirtelen megjelennek, és elkezdik munkájukat. Egy tevékeny és magasztos, hatalmas és csodálatos uralkodó parancsára megtöltik, majd kiürítik az eget. Végtelen bölcsességgel ír az uralkodó az égre, majd letörli az írást, az eget az eltörlés és bizonyítás táblájává teszi, a találkozás és feltámadás ábrázolásává. Egy nagylelkű és kegyelmes fenntartó, egy szabályozó és ellenőrző uralkodó szelet támaszt, és esőterheket küld, hegynél is nehezebbeket, a szükségben lévők segítségére sietve. Olyan ez, mintha zokogna szánalmában, és könnyeitől mosolyognának a virágok, enyhülne a Nap forrósága, víz hullana a kertekre, megmosná és megtisztítaná a föld arcát”.

    Ez a csodálkozó utazó azt mondja saját intellektusának: „Ez a több százezer bölcs, kegyelmes és átgondolt cselekedet, amely az élettelen, tudattalan, instabil, viharos, nyughatatlan és megfoghatatlan levegő fátyolából és külső megnyilvánulásából származik, nyilvánvalóan azt mutatja, hogy a szorgalmas szél, ez a fáradhatatlan szolga, sohasem saját magától cselekszik, hanem a Hatalmas és Mindentudó, Bölcs és Kegyelmes Uralkodó parancsára.

    Olyan, mintha minden egyes részecske tudatában lenne minden egyes feladatnak, mint egy katona, aki hallja parancsnoka minden parancsát és engedelmeskedik. Segít minden élőlénynek, hogy lélegezhessen és életben maradjon, minden növénynek, hogy megtermékenyüljön és növekedjen, és megteremt minden feltételt, amely a fennmaradásukhoz szükséges. Irányítja a felhőket, lehetővé teszi a vitorlás hajók haladását, a hangok továbbítását, főként távíró, telefon vagy rádió segítségével, és betölt más szerepeket is.”

    „Ezek a részecskék mindegyike két egyszerű elemből, hidrogénből és oxigénből épül fel, és mind hasonlít egymásra, és több százezer különböző formában létezik a föld különböző pontjain, arra következtetek hát, hogy a legnagyobb rendben állította őket munkába a bölcsesség keze.

    Ahogy az ája megvilágítja:

    „És a szelek és a felhők irányításában az egek és a föld között”

    Az, Aki a szeleket irányítva számtalan uralkodói feladat elvégzésére használja őket, Aki a felhőket irányítva számtalan kegyes tettben használja fel őket, és Aki a levegőt ilyen formában megteremtette Az csak a Szükségszerű Létezés Birtokosa lehet, Akinek minden felett hatalma van, és Aki tud mindenről, a Világok Fenntartója, dicsőséggel és kegyelemmel teljes”. Ez hát az a következtetés, amelyre utazónk jutott.

    Aztán látja az esőt, és látja, hogy annyi áldás van abban, amennyi az esőcseppek száma, és az Isteni megnyilvánulás és bölcsesség jelei olyan számosak, akár az atomok száma a cseppekben. És azok a gyengéd, édes és áldott cseppek olyan gyönyörűen és rendben vannak teremtve, kiváltképp a nyári esőben, olyan szabályosan és egyensúlyban hullanak, hogy még a hatalmas szélviharok, amelyek óriási tárgyakat döntenek le és törnek össze, sem képesek felborítani az eső egyensúlyát, és nem tudják úgy ütköztetni az esőcseppeket, hogy ártalmas víztömeggé egyesülve zúduljanak a földre. A vizet, amely két egyszerű elemből, hidrogénből és oxigénből épül fel, még százezer bölcs és jótékony feladatra és művészetre használja fel, főleg az élőlényeket segítve ezzel az élettelen és tudattalan elemmel. Az esőt, amely az Isteni Könyörület közvetlen megnyilvánulása, csak a Legkegyelmesebb láthatatlan kegyelmének kincsestára képes előállítani, és ennek áldását fogalmazza meg ez az ája:

    „Ő Az, Aki esőt bocsát a földre, amikor az emberek már kétségbe estek, és így árasztja ki rájuk kegyelmét”([3]).

    Az utazó aztán hallja a mennydörgést és látja a villámlást. Megérti, hogy olyan ez a két jelenség, mintha a következő áják anyagi megtestesülései lennének:

    „A mennydörgés is az Ő dicséretét zengi”([4])

    „Villámának fénye csaknem megvakítja őket”([5])

    De a villám és a mennydörgés a közelgő eső hírnökei is, és így reménységet és jó hírt jelentenek a szükséget szenvedőknek.

    Igen, a puszta levegőnek ez a csodálatos hangja, és amikor az ég megtelik a villámlás tüzével, amely megvilágítja a gyapjúhalmokhoz hasonló felhőket, és amikor azok esőtől vagy hótól terhesen kirobbannak ezek és az ehhez hasonló jelenségek olyanok, mintha valaki fejbe vágná a tudatlant, aki nem képes a földtől elszakítani tekintetét, és azt mondaná neki:

    „Emeld fel a fejed, tekints a Hatalmas cselekedeteire, aki általuk kívánja nyilvánvalóvá tenni magát. Ahogy te sem vagy magadra hagyatva, ugyanúgy ezeknek a jelenségeknek is van gazdájuk és okuk. Mindegyik egy bizonyos feladatot lát el, és mindegyiket a Legbölcsebb Irányító irányítja”.

    Az ámuló utazó aztán meghallja az igazság nyilvánvaló bizonyítékát, amely a szelek irányításából, az eső lebocsátásából és a légkör eseményeinek vezérléséből áll, és azt mondja: hiszek Allahban. Amit az Első Állomás Második Lépcsőjén kijelentettünk, az tökéletesen tükrözi az utazónak a légkörre vonatkozó megfigyeléseit:

    „Nincs más Isten, csak Allah, a Szükségszerűen Létező, Akinek Szükségszerű és Egyetlenként való Létezését bizonyítja a légkör és minden, ami benne van, a meghódoltatás, a vezetés, a fejlődés, a rendezés, a megtisztítás és a rendelés igazságának hatalmassága és átfogósága, ez a hatalmas és tökéletes igazság.”

    Aztán a föld szól a figyelmes utazóhoz, aki most már kezd hozzászokni elgondolkodtató utazásához:

    „Miért vándorolsz a mennyeken keresztül, az űr és az egek magasában? Jöjj, és én megmutatom neked, amit keresel. Nézd meg cselekedeteimet, és olvasd a jeleimet!”

    És az utazó néz, és látja a Földet, ahogy eksztatikus dervisként kétszeres mozgásban kering és forog, mozgásával kirajzolva a napok, évek és évszakok egymást követő mintáját. A legfenségesebb zászlóshajó ez, amely tömve van az élőlények fennmaradásához szükséges több százezerféle élelemmel és felszereléssel, tökéletes egyensúlyban lebeg az űr óceánjain.

    És az utazó elolvassa a Föld könyvének lapjait, és látja, hogy minden fejezet ezer versben beszél a Föld Fenntartójáról. Mivel képtelen az összeset elolvasni, ezért ahhoz a fejezethez lapoz, amely a teremtésről és az élőlények tavaszi ébredéséről szól, és azt olvassa:

    Több százezer különböző faj számtalan millió példánya származik egyazon anyagból, majd a legnagyobb kegyelemben nevelődnek fel. Aztán egyes magok szárnyakat kapnak, elrepülnek, és szétszóródnak a földön, és gondoskodásban nőnek fel. Számtalan különböző, ízletes eledel származik a száraz agyagból, a gyökerekből, a magokból és vízcseppekből, amik pedig alig különböznek egymástól. Minden tavasszal százezer fajta eledel és felszerelés jelenik meg, mintha csak egy láthatatlan kincstárból rakodnák ki őket, és a legnagyobb rendszerességgel osztódik el az élőlények között.

    A gyermekek tejet kapnak, édes tejszivattyúkat édesanyjuk gondoskodó kebleinek formájában, és ez önmagában is olyan kegyelmet és bölcsességet tár fel, hogy azonnal láthatjuk a Kegyelmes és Irgalmas nagylelkűségét és kegyelmét.

    Röviden: A tavasz élő lapjai százezer példát mutatnak a Felsőbb Rendelésre, és ennek az ájának a tökéletes megtestesülése:

    „Nézd hát meg Allah kegyelmének jeleit: hogyan éleszti fel a földet halottaiból, mert bizony Ő az, aki életet ad a holtaknak, és Ő az, aki mindenek felett hatalmas.”

    Ez a vers csodálatos módon fejezi ki a tavasz lapjainak jelentését a föld könyvében. És az utazó megérti ezáltal, hogy a föld könyvének minden lapja, méreteinek megfelelő arányban, egyetlen dolgot fejez ki:

    „Nincs más Isten, csak Ő”.

    Egyetlen lap számtalan nézőpontjának egyetlen értelmezése pedig számtalan lap és számtalan értelmezés van elegendő bizonyíték arra, hogy az Első Állomás Harmadik Lépcsőjén azt mondhassuk:

    „Nincs más Isten, csak Allah, a Szükségszerűen Létező, Akinek Szükségszerű és Egyetlenként való Létezését bizonyítja a Föld és minden, ami rajta van, a meghódoltatás, a vezetés, a gondoskodás, megnyitás, a magok elosztása, a védelmezés, az élet adása minden élőlénynek, az általános és mindent átfogó kegyelem és jóakarat, ez a hatalmas és tökéletes igazság.”

    És amikor a gondolkodó utazó elolvasta a kozmosz lapjait, hite, a boldogságnak ez a kulcsa, megerősödik, tudata, a spirituális fejlődés feltétele, növekszik, Allahba vetett hite, amely minden jó feltétele és forrása, magasabb fokra fejlődik, és mialatt az ég, az űr és a föld tökéletes és meggyőző tanításait hallgatja, felébred benne a vágy, hogy még többet tanuljon. És akkor meghallja, ahogy a hatalmas óceánok és folyók elragadtatva fohászkodnak Allahhoz, hallja, ahogy szomorú, de szép hangjukon százféleképpen mondják: „Nézz ránk, és olvasd a jeleinket!”. És rájuk pillantva, az utazó ezt látja:

    A tengerek, amelyek folyamatosan áradnak, összeolvadnak és szétválnak, amelyek természetének legmélyén ott van a hódítás vágya, a földdel körülvéve és a Földdel együtt hihetetlenül gyorsan keringenek, egy év alatt huszonötezer évnek megfelelő mozgást végezve. És a tengerek mégsem csordulnak túl, nem öntik és árasztják el a környező szárazföldet. Mozognak és megnyugszanak, a Leghatalmasabb és Legfenségesebb Lény parancsainak és hatalmának engedelmeskedve.

    Aztán a tengerek mélyére tekintve az utazó látja, hogy a tengerek nemcsak a legcsodálatosabb, szimmetrikus és díszes ékszereket rejtik, hanem különböző állatfajok ezreit, amelyeket Valaki fenntart és irányít, amelyek születnek és pusztulnak, olyan fegyelmezett módon, és mindössze a homokból és sós vízből származó tápanyagokat hasznosítva, hogy az egyértelműen bizonyítja a Hatalmas és Dicsőséges, Könyörületes és Csodálatos Lény létezését, amely életet ad nekik és fenntartja őket.

    Az utazó aztán megnézi a folyókat, és látja, hogy az ajándékok, amelyeknek hordozói, a feladatok, amelyeket ellátnak, és a folytonos megújulásuk olyan bölcsesség és kegyelem megnyilvánulásai, amely kétségtelenné teszi, hogy minden folyó, patak, forrás és csatorna az Irgalmas, a Hatalom és Dicsőség Ura kincsestárából származik. Olyan különleges a folyóvizek megléte és eloszlása, hogy azt mondják: négy folyó ered a Paradicsomból. Vagyis a folyóvizek messze túlhaladnak minden racionális okot, és ehelyett a nem anyagi Paradicsom kincsestárából származnak, a láthatatlan és kimeríthetetlen, bőséges forrásból.

    Például az áldott Nílus, amely Egyiptom sivár homokját édenkertté változtatja, a déli Hold�hegységből ered, és soha ki nem szárad, mintha csak egy kis tenger lenne. Ha a folyó által szállított vizet csak hat hónapon keresztül összegyűjtenénk és megfagyasztanánk, sokkal nagyobb hegy lenne belőle, mint a Hold�hegység. De a hegység vízgyűjtő területe, ahonnan a folyó vize származik, ennek még az egyhatodánál is jóval kisebb. Ami a folyó vizét pótló esőt illeti, az igencsak ritka és kevés azon a száraz vidéken, és a hőségtől szomjas homok hamar el is nyeli, az eső tehát képtelen lenne fenntartani a folyó vízhozamának egyensúlyát. Ezért alakult ki az a hagyomány, hogy az áldott Nílus a láthatatlan Paradicsomból ered. Ennek a hagyománynak mélyen gyökerező értelme és csodálatos igazsága van.

    Az utazó eddig csak az óceánokban és a folyókban megnyilvánuló igazságok és bizonyítékok ezredrészét látta. A tengerek és óceánok, méretüknek megfelelő arányban, öntudatlanul is egyre azt hangoztatják: „Nincs más isten, csak Ő”, és kijelentésük tanújának hívnak minden teremtményt, amely bennük lakozik. Ezt látta hát az utazónk.

    A tengerek és folyók tanúságtételét ismételve és megerősítve, azt mondhatjuk az Első Állomás Negyedik Lépcsőjén:

    „Nincs más isten, csak Allah, A Szükségszerűen Létező, Akinek Szükségszerű és Egyetlenként való Létezését bizonyítják a folyók és tengerek, és minden, ami bennük van, a meghódoltatás, a vezetés, a fejlődés, a rendezés, a megtisztítás és a rendelés igazságának hatalmassága és átfogósága, ez a hatalmas és tökéletes igazság.”

    Szellemi vándorútja során ekkor a hegyek és a síkságok szólítják meg az utazót. „Olvasd hát el a mi lapjainkat is” mondják neki.

    És az utazó látja a hegyek szerepét, és olyan nagyságra és bölcsességre vall ez, amely mellett saját intelligenciája teljesen eltörpül. A hegyek Teremtőjük parancsára kiemelkednek a földből, ezzel levezetve a föld mélyének dühét, haragját és tombolását. Ahogy a hegyek felfelé törnek, a föld fellélegzik, megszabadul ártalmas görcseitől és mozgásaitól, és nem zavarja többé semmi nyugodt és szabályos forgását.

    Ahogy a tőkesúly megóvja a vitorlást a felborulástól, úgy szolgálnak a hegyek is a Föld nevű hajó testén, ahogy a Korán ájái is mondják:

    „És a hegyek rögzítő ékként”([6])

    „És horgonyokat vetettünk”([7])

    „És hegyekkel horgonyoztuk le”([8])

    És a hegyek ezen kívül tárolnak még különféle forrásokat, vízkészleteket, ásványokat, és más, az élethez szükséges anyagokat is, olyan bölcs, ügyes, nagylelkű és előrelátó módon, amely azt bizonyítja, hogy nem mások ők, mint a végtelen hatalommal és bölcsességgel rendelkező Egyetlen raktárai és szolgái.

    Ebből a két példából kivetítve a hegyek és síkságok többi feladatát és bölcsen meghatározott szerepét, az utazó átlátja a bennük rejlő átfogó bölcsességet, kiváltképp azzal kapcsolatban, ahogy a különböző készletek tárolódnak bennük, és látja, hogy a hegyek és síkságok tanúságtétele sem más, mint hogy „nincs más Isten, csak Ő”. Olyan erős és hatalmas kijelentés ez, mint maguk a hegyek, olyan határtalan és mindenre kiterjedő, mint maguk a végtelen síkságok és maga az utazó sem tud mást mondani, mint hogy: hiszek Allahban.

    Ennek kifejezésére mondhatjuk azt az Első Állomás Ötödik Lépcsőjén:

    „Nincs más Isten, csak Allah, A Szükségszerűen Létező, Akinek Szükségszerű és Egyetlenként való Létezését bizonyítják a hegyek és síkságok, és minden, ami bennük van, az eltárolt készletek hatalmas és mindent átfogó igazsága, a magok elvetése és megőrzése, a vezetés, a fejlődés, a rendezés, és a Gondviselés igazságának hatalmassága és átfogósága, ez a hatalmas és tökéletes igazság.”

    Mialatt az utazó gondolatban a hegyek és síkságok birodalmában barangolt, megnyílt előtte a fák és növények birodalmának kapuja. „Jöjj” hívogatták bentről, „vizsgáld meg birodalmunkat, és olvasd jeleinket!”

    Belépett, és az Allah Egységét hirdető teremtményekkel találkozott, amelyek az Ő neveit említették, és Neki adtak hálát. Már a fák és növények külső megjelenése, különböző fajai is azt sugallták: „Nincs más isten, csak Ő”. Mert három hatalmas és általános igazságot tudott meg, amelyet a gyümölcshozó fák és növények szimmetrikus és szépen formált leveleik nyelvén, finom és dús virágaik szavaival, ízletes és szemet gyönyörködtető gyümölcseikkel hirdetnek, amelyek Allah dicsőségét bizonyítják, és azt, hogy nincs más Isten, csak Ő.

    Az első: Ahogy minden egyes növény és fa nyilvánvalóan beszél a szándékos kegyelemről és bőkezűségről, ugyanúgy látszik ez a növényzet összességében, nyilvánvalóan, akár a fényes Nap.

    A második: A bölcs és céltudatos különbségek, amelyek semmiképpen sem tulajdoníthatók a vakvéletlennek, a szándékos és kegyes díszítés és formába öntés � mindez a napnál is világosabban látszik a fajok és fajták végtelen változatosságából, amelyek a Legbölcsebb Teremtő alkotásaként és díszítéseként mutatják magukat.

    A harmadik: E végtelen birodalom százezer fajának minden egyes példánya, mindegyik a maga módján, a legtökéletesebb rendben, egyensúlyban és szépségben létezik, és mind hasonló, jól körülhatárolható, egyszerű magvakból származik. Ezekből a magvakból különböző formák születnek, telve életerővel és bölcs céllal, a legkisebb hiba nélkül � olyan fényes igazság ez, mint maga a Nap. Ezt az igazságot számos tanú tanúsítja, számos, mint a tavasszal születő virágok, levelek és gyümölcsök. És az utazó azt mondta erre: „Hála Allahnak a hit áldásáért!”

    Ezeknek az igazságoknak és az őket igazoló tanúságtételeknek az összefoglalásául mondhatjuk az Első Állomás Hatodik Lépcsőjén:

    „Nincs más isten, csak Allah, A Szükségszerűen Létező, Akinek Szükségszerű és Egyetlenként való Létezését bizonyítják a fák és növények, amelyek Allahot dicsérik leveleik, rügyeik, szépséges virágaik, gyümölcseik pontos és jól válogatott szavaival és tanúsítják a kegyelem, bőség és jóakarat mindent átfogó igazságát, amelyet céltudatos kegyelem vezérel, és a szándékos és céltudatos megkülönböztetés és feldíszítés igazságát. Határozott bizonyítékul szolgál szimmetrikus, szemet gyönyörködtető, végtelen változatosságú formájuk, amely egymáshoz olyannyira hasonló, véges és korlátozott tulajdonságokkal bíró magvakból születik.”

    Ahogy a mindenségen keresztülvágó utazó továbbhaladt gondolati utazásában, egyre növekvő tudással és hittel, mint a tavasz kertjéből kiáradó tavasz, igazságot befogadó intellektusa előtt megnyílt az állatok és madarak birodalmának kapuja. Százezer különböző hang hívta, százezer különböző nyelven, hogy lépjen be.

    Amikor belépett, látta, hogy az állatok és madarak, a különböző fajok, családok és nemzetségek, hangosan vagy némán, mint azt hirdetik: „Nincs más Isten, csak Ő”, és ezzel a fohászkodás hatalmas színterévé teszik a földet, Allah dicsőségét hirdető hatalmas gyűléssé. Olyannak látta mindegyiket, mint egy Allahhoz írt ódát, a dicsőségét hirdető szót, a hatalmát magasztaló betűt, amelyek mindegyike a Teremtőt hirdeti és Neki ad hálát. Három hatalmas és általános igazságot figyelhetett meg, amelyek az Allah iránti hálájukat és az Ő Egységét hirdették:

    Az első: Bölcsességgel és céltudatosan lettek életre hívva, és teremtésükben olyan művészet van, amely semmiképpen sem tulajdonítható a véletlennek, vak erőknek vagy az élettelen természetnek, mert céllal és tudással lettek teremtve, olyan módon, amelyben húszféleképpen tükröződik a bölcsesség és az akarat megnyilvánulása � és olyan igazság ez, amely egyértelműen bizonyítja az Örökké Élő és Önfenntartó Szükségszerű Létezését, hét jellemzőjét és Egységét. Olyan tanúságtétel ez, amely annyiszor ismétlődik, amennyi a teremtmények száma a földön.

    A második: A végtelen számú élőlény közötti különbségek, és a különbséget létrehozó megformáltságuk és szépségük, díszes formájuk, arányos és szimmetrikus felépítésük, jólformáltságuk mind hatalmas igazságot bizonyít: hogy nem származhatnak máshonnan, mint a mindenek felett Hatalmas, mindenek felett Bölcs Teremtőtől. Rajta kívül nem vihette véghez más ezt a bonyolult tettet, amely ezer csodában és a bölcsesség ezer példájában nyilvánul meg, lehetetlen és elképzelhetetlen hát, hogy Rajta kívül bárki is képes lett volna rá.

    A harmadik: A számtalan teremtmény megjelenése és létezése, több százezer különböző formában és alakban, amelyek mindegyike a bölcsesség egy csodája, és ezek születése egy petesejtből és a spermának nevezett cseppecskékből, amelyek minden faj esetében teljesen hasonlóak egymáshoz, számukban korlátozottak és végesek, és az egész folyamat szervezettsége, szimmetrikus és hibátlan volta olyan fényes igazság, amelyet annyi bizonyíték világít meg, amennyi maguknak az állatoknak a száma.

    A három igazság egybehangzásával az összes állat egyhangúlag azt bizonyítja: „Nincs más Isten, csak Ő”. Mintha az egész föld, akár egyetlen hatalmas organizmus, azt tanúsítaná: „Nincs más isten, csak Ő”, olyan módon, amely megfelel hatalmasságának, és közvetíti a tanúságtételt a mennyek lakói felé. Az utazó látta ezt, és tökéletesen meg is értette. Ezen igazságok összefoglalásaként azt mondhatjuk az Első Állomás Hetedik Lépcsőjén:

    „Nincs más isten, csak Allah, A Szükségszerűen Létező, Akinek Szükségszerű és Egyetlenként való Létezését bizonyítják az állatok és a madarak, amelyek Allahot dicsérik és tanúságot tesznek Róla érzékeikkel, képességeikkel és erejükkel, kiegyensúlyozott, határozott és jól érthető szavakkal, végtagjaik és testrészeik szavaival, tökéletes és meggyőző szavakkal, a tudatos és akaratos létezés, alkotás és teremtés hatalmas igazságával, a céltudatos alakítás és díszítés igazságával, a bölcs formálás és arányok igazságával. Határozott bizonyíték az is, amelyet rendszeres, eltérő és változatos formájuk szolgáltat, amely egymáshoz igen hasonló, számukban korlátozott és véges petesejtekből és spermacseppekből születik.”

    Ezt követően a gondolkodó utazó, aki még tovább kívánt jutni az Allahról szerzett tudás végtelen fokozataiban és számtalan fényes lépcsőjén, belépett az emberek világába, az emberiség birodalmába. A próféták által vezetett emberiség hívta őt, ő pedig elfogadta meghívásukat.

    Először a múlt jelentős állomásait vette szemügyre, és azt tapasztalta, hogy a próféták mindegyike (béke legyen velük), az emberiség legnemesebb és legkiválóbb képviselői, azt hangoztatták egybehangzóan: „Nincs más isten, csak Ő”, és Allahról emlékeztek meg. Lenyűgöző, jól bizonyított és számtalan csodáik segítségével Allah Egységét hirdették, és hogy az emberiséget az állatok szintjéről az angyalok szintjére emeljék, az Allahba vetett hitre hívták el őket. És letérdelve a fény tanítása előtt, az utazó is meghallgatta szavaikat.

    Látta, hogy mindegyik ilyen tanító kezéből akik a legmagasabb rangú és legelismertebb emberek voltak számos csoda származott, amelyeket a Legmagasztosabb Allah kegyelméből voltak képesek véghezvinni, küldetésüket bizonyító jelként. És nagy számú ember, egész közösségek erősítették meg szavaikat és találták meg hitüket az ő segítségükkel az igazság, amely ennek a több százezer komoly és megbízható emberi lénynek küldetett, és általuk erősíttetett meg, szilárd és határozott volt. Azt is megértette, hogy azok a tévelygők, akik tagadták az oly sok igaz ember által tanúsított igazságot, a legrettenetesebb hibát követték el, és ezért a legrettenetesebb büntetést érdemelték. És azt is felismerte, hogy azok, akik hajlottak az igaz szóra, hűségesek és igazak voltak, és a hit szentségének még magasabb foka nyilvánult meg számára.

    Igen, a számtalan csoda, amelyet Allah az Ő kegyelmében a prófétáknak adott (béke legyen valamennyiükkel), mind a küldetésüket erősíti meg, mind az ellenfeleikre lesújtó mennyei csapás, igazságuk bizonyítéka, és tanításaik igazságáé, hitük erősségéé, őszinteségüké, rendkívüli komolyságuké és önfeláldozásuké, a Szent Könyveké, amelyeket kezükben tartottak. A számtalan tanítvány, aki követte őket az igazság, a tökéletesség és a fény elnyerésében, megint csak tanításaik igazát bizonyította. A próféták és követőik tökéletes egyetértése minden fontos kérdésben, együttműködésük, kölcsönös támogatásuk és tiszteletük olyan erős bizonyíték, amelyet semmilyen földi erő nem képes megdönteni, és nem érheti semmiféle kétség.

    Utazónk azt is megértette továbbá, hogy a hit pillérei közé tartozik a prófétákba (béke legyen valamennyiükkel) vetett hit, amely az erő újabb nagyszerű forrása.

    Hite megerősödött tanításaiktól, amelyet így fejezett ki az Első Állomás Nyolcadik Lépcsőjeként:

    „Nincs más isten, csak Allah, a Szükségszerűen Létező, Akinek Szükségszerű és Egyetlenként való Létezését bizonyítja a próféták egybehangzó tanítása, az általuk tett csodák ereje, amely megerősítés, és amely megerősíttetik.”

    A kereső utazót, miután az igazságot fedezte fel a hit erejében, a prófétáktól (béke legyen valamennyiükkel) jövet meghívták termeikbe azok a kiváló, eredeti és pontos tudósok, akik a legdöntőbb és legerősebb eszközökkel erősítik meg a próféták (béke legyen valamennyiükkel) tanításait, és akiket a tiszta és igaz néven ismernek.

    Termeikbe lépve lángelmék ezreit, nemes és nagytudású emberek százezreit látta, akik a hit tételeit bizonyították, Allah létének és egységének szükségszerűségétől vezetve, olyan pontos és átlátható bizonyítással, amely a legkisebb helyet sem hagyta a kételynek. Valójában a puszta tény, hogy valamennyien egyetértenek a hit alapelveiben és alappilléreiben, azzal együtt, hogy beállítottságuk és hátterük annyira különböző, és hogy mindegyikük szilárd és biztos bizonyítékokra támaszkodik, az már magában is elegendő bizonyíték, amely csak akkor vonható kétségbe, ha feltételezzük, hogy ilyen nagy számú intelligens és jóravaló ember alaptalanul egyetlen eredményre juthat. Máskülönben a tagadó csak úgy mondhat ellent nekik, hogy nyilvánvalóvá teszi saját végtelen tudatlanságát és makacsságát. Olyan lesz tehát tulajdonképpen, mintha becsukná a szemét. De aki becsukja a szemét, az csak saját magának változtatja éjszakává a nappalt.

    Az utazó rájött, hogy a fény, amellyel ezek a tiszteletre méltó tudósok világítják meg hatalmas termeiket, a földgolyó felét beragyogja több mint ezer éve már. Olyan lelki és erkölcsi erőt talált ebben, amelyet az összes tagadó együttes ereje sem volt képes megingatni vagy elpusztítani.

    Az utazó röviden így foglalhatná össze az Első Állomás Kilencedik Lépcsőjén tanultakat:

    „Nincs más Isten, csak Allah, A Szükségszerűen Létező, Akinek Szükségszerű és Egyetlenként való Létezését bizonyítja a tiszteletre méltó tudósok teljes egyetértése, bizonyos, egybehangzó és kétségbevonhatatlan bizonyítékaikkal.”

    A kíváncsi utazó kilépett a tudósok termeiből, egyre inkább vágyott a fényre, amely a tudás megszerzésével csak erősödik, és segít abban, hogy a bizonyosság tudásának szintjéről a bizonyosság látásának szintjére lépjen. És akkor meghallotta a spirituális vezetők ezreinek vagy millióinak hívását, akik az igazság felé törekedtek, és a bizonyosság látomását nyerték el a Mohamed (Allah áldja meg és adjon neki békességet) és Mohamed leszármazottai (béke legyen valamennyiükkel) által kijelölt úton. Egy találkozóhelyen gyűltek ők össze, a megemlékezés helyén, amely fényességtől ragyogó hatalmas síkság volt.

    Amint oda belépett, az utazó látta, hogy mindezek a lelki vezetők, csodálatos és leleplező tettek véghezvivői, egybehangzóan azt állítják: „Nincs más isten, csak Ő”. Annak alapján állítják ezt, hogy látták a Láthatatlant, és a csodálatos cselekedetek által, amelyeket véghezvinniük megadatott így hirdették Allah Szükségszerű Létezését és Egységét. Az utazó rájött, hogy mennyire nyilvánvaló és tisztán látható az az igazság, amelyet egybehangzóan bizonyít ennyi szentséges lángelme és tiszteletre méltó tudós. Mert ahogy a Napot is a fényében található hét szín által ismerhetjük meg, úgy Allah barátainak fényes színei, fénnyel teli árnyalatai, igaz útjuk és igaz tanításaik is nyilvánvalóak az Idők Kezdete előtti Nap fényének hetven színe által, sőt, az Isteni Nevek számával megegyező számú színek által, amelyek mind egymástól különbözőek. Látta, hogy a próféták egyetértése, a tiszta tudósok azonos állításai és Allah barátainak egybehangzó tanításai felsőbbrendű igazságot bizonyítanak, amely fényesebb, mint a nappali fény, amely a Nap létezésének bizonyítéka.

    Rövid összefoglalásaként annak, amire utazónk a szúfik otthonában szerzett ismereteiből következtethetett, azt mondhatjuk az Első Állomás Tizedik Lépcsőjén:

    „Nincs más isten, csak Allah, a Szükségszerűen Létező, Akinek Szükségszerű és Egyetlenként való Létezését bizonyítja Allah barátainak nyilvánvaló, megerősített és jól alátámasztott látomásos tapasztalata és csodálatos tetteik.”

    Most, hogy utazónk bejárta az egész világot, tudja, hogy az emberi tökéletesség legfontosabb és legmagasabb szintje, sőt, minden tökéletesség forrása és eredete Allah szeretete, amely az Allahba vetett hitből és az Allahhal kapcsolatos tudásból fakad, és az a kívánsága, hogy minden külső és belső erejét arra koncentrálja, hogy tovább erősítse hitét és növelje tudását. Ezért felemelte hát tekintetét, és a mennyekre pillantva azt mondta magában:

    „A legértékesebb dolog a világmindenségben az élet, minden dolog az életnek van alárendelve. Minden teremtett dolgok közül a legértékesebbek az élőlények, és minden élőlény közül a legértékesebbek a tudatosak. Minden egyes év és évszázad során a föld kiüríti és feltölti önmagát, hogy javítsa és megújítsa ezt a rendkívül értékes anyagot. Ebből tehát kétség nélkül következik, hogy a gyönyörű és díszes mennyekben is élnek népek és lakosok, akik élettel, lélekkel és tudattal bírnak, mivel ősidőktől fogva feljegyzéseink vannak az angyalokkal folytatott beszélgetésekről, például olyan alkalmakról, amikor Gabriel (béke legyen vele) megjelent a Próféta (Allah áldja meg és adjon neki békességet) jelenlétében, vagy a Barátai szeme láttára. Arra vágyom hát, hogy a mennyek lakosaival beszélgessem, és megtudjam az ő véleményüket is ezekről a kérdésekről. Mert a Világmindenség Teremtőjével kapcsolatban az ő szavaik a legfontosabbak.”

    És amint ezt gondolta magában, egyszer csak meghallott egy égi hangot:

    „Ha találkozni kívánsz velünk, és meghallgatnád tanításainkat, akkor tudnod kell, hogy mi mindenki más előtt hittünk a hit elemeiben, amelyeket a próféták ismertettek meg az emberekkel, akiknek betetőzése Mohamed Próféta (Allah áldja meg és adjon neki békességet) volt, aki a Dicsőséges Koránt hozta el az embereknek”.

    „És az összes tiszta lélek, aki közülünk valaha is megjelent az emberek előtt, egybehangzólag és kivétel nélkül a Világmindenség Teremtőjének és Urának szükségszerű létezéséről, egységéről és Szent Tulajdonságairól tett tanúbizonyságot. A számtalan tanúságtétel egyezése és megfelelése a Napnál is fényesebb útmutató számodra”. Így lángolt hát fel az utazó hitének fénye, és emelkedett a földről a mennyekbe.

    Annak rövid összefoglalásaként, amit az angyalok tanítottak az utazónak, azt mondhatjuk az Első Állomás Tizenegyedik Lépcsőjén:

    „Nincs más isten, csak Allah, A Szükségszerűen Létező, Akinek Szükségszerű és Egyetlenként való Létezését bizonyítja az emberek előtt megjelenő angyalok egybehangzó tanúságtétele, akik az emberek közül a kiválasztottakhoz szóltak, azonos és egyértelmű üzenettel.”

    Mindezek után a törekvő és kíváncsi utazó, aki a teremtés különböző birodalmainak nyelvén hallotta azok véleményeit, a Láthatatlan Világot és a Köztes Birodalmat kívánta beutazni, hogy így is tanulmányozza a valóságot. Ott az igaz és kivételes intellektusok kapuja nyílott meg neki, az igaz és fénylő szíveké, akik olyanok, mint az emberiség magja, a Világmindenség gyümölcse, és bár kevesen vannak, átfogják az egész Mindenséget.

    Szétnézett, és látott számos emberi hidat, akik a Láthatatlan Birodalmat a Megnyilvánult Birodalommal kötötték össze, és látta a két világ közötti kapcsolatot, és a két világ közötti átmenetet, amely rajtuk keresztül ment végbe. Így szólt szívéhez és értelméhez:

    „Gyerünk, az igazsághoz vezető út rövidebb ezeken az összekötő pontokon keresztül. Előnyünkre válik, ha tulajdonságaikat, természetüket, és hitük milyenségét tanulmányozzuk, ahogy azt itt látjuk, és nem úgy, hogy, mint eddig tettük, a szóbeli tanításokra hallgatunk.”

    Tanulmányait elkezdve látta, hogy az Isteni Egységbe vetett szilárd hit és meggyőződés, amely minden fényes elme sajátja, azok különböző szintjének és különböző, vagy éppen ellentétes módszereinek és nézeteinek ellenére, azonos, és hogy állhatatos és biztos hitük egy. Tehát valamennyinek egyetlen, változatlan igazságban kellett gyökereznie, gyökereik kitéphetetlen, szilárd igazságba nyúltak. A hittel és az Isteni Egységgel kapcsolatban vallott nézeteik azonosak voltak � fényes, elszakíthatatlan lánc, az igazság birodalmára nyíló, fényesen megvilágított ablak.

    Látta azt is, hogy az egységes, bizonyos és alapvető fontosságú kijelentések és tanúságtételek, amiket ezek a kimagasló intellektusok tettek, akiknek módszerei annyira eltérőek, nézeteik megoszlóak voltak, mégis teljesen megfeleltek egymásnak az Isteni Egység kérdésében.

    Ezek a fényes szívek, amelyek mindegyike az Igazság felé fordult és kinyilvánította azt, mindegyik az Isteni Tudás egy szigete, Allah Örök Uralmának tükre, olyanok voltak, mint egy egy, az Igazság Napjára nyíló ablak. Összességében pedig olyanok voltak, mint egy hatalmas tükör, mint a napot tükröző óceán. Egyetértésük és egybehangzó véleményük Allah Szükségszerű Létezésével kapcsolatban tévedhetetlen és csalhatatlan kalauz volt, magasabb rendű vezető.

    Mert semmiképp nem lehetséges, és el sem képzelhető, hogy az igazságtól eltérő feltételezés, egy hamis gondolat vagy feltevés ilyen egyöntetűen és ismételten megtévesszen ennyi éles szemet, ennyi kivételes lángelmét. Még az ostoba szofisták, akik tagadják a Világmindenség létezését, sem értenének egyet azzal a romlott és rosszindulatú elmével, aki ilyesmit feltételezne. Utazónk megértette mindezt, és saját intellektusa és szíve egybehangzólag állította: „Hiszek Allahban”.

    Rövid összefoglalásaként annak, amit utazónk az igaz elméktől és fénylő szívektől tanult a hitre vonatkozó tudással kapcsolatban, azt mondhatjuk:

    „Nincs más isten, csak Allah, a Szükségszerűen Létező, Akinek Szükségszerű és Egyetlenként való Létezését bizonyítja az igaz elmék teljes egyetértése, amelyet az azonos hit, az egybevágó meggyőződések és bizonyosságok ragyognak be, a módszerek és nézőpontok különbözősége ellenére. Az Ő Szükségszerű Létezésére mutat minden jóravaló, fényes szív egybehangzó tapasztalata, egymásnak kölcsönösen megfelelő spirituális élményeik és tanúságtételük, a módszerekben és eljárásokban tapasztalt különbségek ellenére.”

    Aztán az utazó közelebbről is megvizsgálja a Láthatatlan Birodalmat, szívével és elméjével beutazva kíváncsian kopogtat ajtóin, azt gondolva magában: „Mit tud mondani ez a világ nekem?”. És az jut eszébe, hogy a Láthatatlan fátyla mögött van Valaki, akinek célja az, hogy a Nyilvánvaló Világ számtalan finoman díszített, művészi jelensége által nyilvánítsa ki Önmagát, hogy ezek által a végtelenül édes és díszes javak által szerettesse meg Önmagát, és hogy rejtett tökéletességét számtalan csodálatos műalkotásban nyilvánítsa ki, és aki mindezt inkább cselekvéssel, mint szavakkal teszi. Mivel ez így van, bizonyosak lehetünk benne, hogy megszólal majd, megismerteti és megszeretteti magát szavai által is, ahogy most tettei által teszi. Akkor viszont megnyilvánulásain keresztül ismernünk kell őt a Láthatatlan Világgal kapcsolatban is. Az utazó belépett tehát ebbe a világba szívével, és lelki szemeivel a következőket látta:

    A kinyilatkoztatás igazsága jelen van a Láthatatlan Világ minden egyes pontján, minden egyes időpillanatban, a legerősebb megnyilvánulással. A Láthatatlanról mindent Tudótól származó kinyilatkoztatások és ihletések igazságai sokkal erősebb bizonyítékot szolgáltatnak az Ő létezésére és Egységére, mint az egész Mindenség és minden teremtett lény tanúságtétele. Ő nem hagyja létezésének és Egységének tanúsítását csupán teremtményeire. Ehelyett az Idők Kezdete előtt létező, saját létével egybehangzó Szavakkal beszél. A Mindenütt Jelen Lévő, tudásával és hatalmával Mindent Látó Beszéde is végtelen, és ahogy Szavai által megismerhetjük Őt magát, Beszéde által megismerhetjük Tulajdonságait is.

    Az utazó felismerte, hogy a kinyilatkoztatás igazsága, valósága és létezése teljesen nyilvánvaló és magától értetődő a próféták ezreinek (béke legyen valamennyiükkel) tanításai alapján, kitűnik ez az Isteni Kinyilatkoztatásról alkotott egybevágó véleményük alapján, a szent könyvekben leírt csodákból, amelyek az emberiség túlnyomó többségének kalauzai és példái, amelyet milliók erősítenek meg és fogadnak el, és amelyek a kinyilatkoztatás látható gyümölcsei. Azt is megértette továbbá, hogy a kinyilatkoztatások öt szent igazságot tartalmaznak.

    Az első: Az emberi értelemnek és megértésnek megfelelő beszéd az isteni leereszkedés egy formája. Az isteni uralkodás szükségszerűsége, hogy Ő felruházza tudatos teremtményeit a beszéd képességével, megértse beszédüket, és belefoglalja saját beszédébe is.

    A második: Az Egyetlen, Aki, hogy megnyilvánítsa Önmagát, megtölti a mindenséget a csodáival, teremtményeivel, és nyelvet ad nekik, hogy az Ő Tökéletességéről beszélhessenek, szükségszerűen saját Szavai által is megnyilvánítja Önmagát.

    A harmadik: A Teremtő létének egyik funkciója az, hogy szavakkal is válaszoljon azokra a fohászokra és hálaadásokra, amelyek a legkiválasztottabb, legnagyobb szükségben lévő, legtörékenyebb és legszeretettebb teremtményeitől, az igaz emberektől érkeznek Hozzá.

    A negyedik: A Beszéd tulajdonsága, ami az élet és tudás alapvető és legfényesebb megnyilvánulása, szükségszerűen megtalálható tökéletes és örök formában Benne, Akinek Tudása mindent felölel, és Akinek Élete örökkévaló.

    Az ötödik: Az Isteni Lényeg következménye, hogy Ő, Aki felruházza az embert tehetetlenséggel és vággyal, szegénységgel és szükséggel, a jövőért való aggódással, szeretettel és imádattal, tudtára adja saját létezését, saját Beszéde által, azoknak, akiket leginkább szeret, legbuzgóbb és legnagyobb szükséget látó teremtményeinek, akikben a legnagyobb vágy él, hogy megtalálják Urukat és Gazdájukat.

    A Szükségszerű Létezés és Egység bizonyítékai, amelyek egybehangzólag megtalálhatók az összes kinyilatkoztatásban, amelyek az isteni igazságokat, meghatározó kijelentéseket, kegyelmes válaszokat, isteni párbeszédeket és az örök önkinyilatkoztatást tartalmazzák, erőteljesebb bizonyítékok, mint amilyen bizonyítékot a napsugarak szolgáltatnak a Nap létezésére.

    Ezt megértve az utazó az ihlet irányába tekintett, és látta, hogy az isteni ihletettség valóban hasonlít a kinyilatkoztatásra több tekintetben is, és az Isteni Beszéd része.

    AZ ELSŐ: A kinyilatkoztatás, amely sokkal magasabb szinten van, mint az ihlet, általában az angyalok közvetítésével érkezik, míg az ihlet közvetlenül.

    Hasonlóképpen, egy király kétféleképpen szólhat és parancsolhat.

    Az első mód, amikor kormányzójához olyan követet küld, aki el van látva a királyság minden pompájával és az uralkodó minden fényével. Néha, hogy uralmának nagyságát és parancsának fontosságát érzékeltesse, találkozik a közvetítővel, és elmondja neki rendeléseit.

    A második mód az, ha saját személyében beszél, nem uralkodói címével és a királyság nevében, hanem valami magánügyben, apróságban, erre a célra bizalmas lakáját, közönséges alattvalóját vagy magántelefonját használva.

    Az Idők Kezdete előtt létező Uralkodó vagy a Világok Urának és Fenntartójának címével, a Mindenség Teremtőjének jogán kinyilatkoztatást tesz egy szolgájának, vagy másként, bizalmasabban szól, mint minden teremtett lény Teremtője és Fenntartója, eltakaró fátyla mögül, olyan módon, ahogy ahhoz illik, akihez szólni kíván.

    A MÁSODIK KÜLÖNBSÉG: A kinyilatkoztatás árnyék nélkül való, tiszta, és csak a kiválasztottaknak adatik meg. Az ihletnek, ezzel ellentétben, van árnyéka, színek keverednek bele, és többek számára elérhető. Az ihletnek számos fajtája van, kaphatják angyalok, emberek vagy akár állatok is, tehát az ihlet Allah szavainak megsokszorozása, amelyek olyan számosak, akár az óceánban a vízcseppek.

    Utazónk megértette, hogy ez nem más, mint a következő ája magyarázata:

    „Ha a tengerek tintává változnának Uram szavainak leírásához, előbb fogyna el az a tinta, mint Uram szavai.”([9])

    Aztán az utazó megvizsgálta az ihlet természetét, bölcsességét és tanúbizonyságát, és úgy találta, hogy ezek négy fényből tevődnek össze.

    Az első: Allah Szeretetének és Kegyelmességének bizonyítéka, hogy szavak, jelenlét és párbeszéd által szeretteti meg magát, ugyanúgy, ahogy cselekedetei által is megszeretteti magát teremtményeivel.

    A második: Kegyelmességéből adódóan, ahogy tettekkel is válaszol szolgái fohászaira, úgy fátyla mögül szavakkal is felel nekik.

    A harmadik: Az uralkodás velejárója, hogy miként valóban válaszol Ő nehézségek és balszerencse sújtotta teremtményeinek segélykérésére, fohászaira és könyörgésére, az ihlet szavaival is segítségükre siet, amelyek egyfajta beszédhez hasonlatosak.

    A negyedik: Allah tettei által teszi nyilvánvalóvá létezését, jelenlétét és törődését a leggyengébb és legelesettebb, legszegényebb és legnagyobb szükséget látó tudatos teremtményeinek, akiknek leginkább szükségük van arra, hogy megtalálják Urukat, Védelmezőjüket, Gazdájukat és ügyeik Rendezőjét. Az isteni gondviselés nyilvánvaló és szükségszerű következménye, hogy szavakkal is tudassa létezését és jelenlétét, az igaz ihlet fátyla mögül, olyan módon, ahogy az az egyes emberek szellemi és lelki kapacitásának megfelel � a szívükben lévő telefonvonalon át.

    Aztán az utazó megnézte az ihletről szóló beszámolókat, és arra a következtetésre jutott, hogy ha például a Napnak lenne tudata, és élő lenne, és a napfény hét színe hét tulajdonságnak felelne meg, akkor a Nap a sugarai által beszélne, és a napfény által nyilvánulna meg. És ebben az esetben hasonmása és tükörképe jelen lenne minden átlátszó tárgyban, és beszélne minden tükörrel, minden fényes tárggyal és üvegdarabbal és buborékkal és vízcseppel, sőt, minden áttetsző részecskével, a képességeiknek megfelelően, válaszolna mindegyik szükségleteire, és ezek mind tanúsítanák a Nap létezését, és egyetlen feladatuk sem gátolná semelyik más feladatukat, és a beszéd nem tartaná vissza őket semmilyen más beszédtől. Ez magától értetődik.

    Hasonlóképpen, az Idők előtt és az Idők után létező, Dicsőséges Uralkodó, a Csodálatos és Magasztos Teremtő, Akit az Idők előtti Idő Napjaként is jellemezhetünk, minden dolognak megnyilvánítja Beszédét, általános és mindent átfogó módon, mindegyiknek a képességei szerint, ahogy megnyilvánítja Tudását és Hatalmát is. Az egyik kérés nem zavarja a másikat, az egyik feladat végrehajtása nem akadályozza a másikat, egyik cím nem keveredik a másikkal. Utazónk ezt mind magától értetődőnek fogta fel. Tudta, hogy ezek a megnyilvánulások, ezek a párbeszédek és ihletések együtt és külön�külön mind egybehangzóan tanúsítják és bizonyítják az Idők előtti Nap létezését, jelenlétét, Egységét és egységességét, a bizonyosság olyan tudásával, amely már megközelíti a bizonyosság látomását.

    Rövid összefoglalásaként annak, amit kíváncsi utazónk a Láthatatlan Birodalomban tudott meg Allahról, azt mondhatjuk az Első Állomás Tizenötödik Lépcsőjén:

    „Nincs más isten, csak Allah, A Szükségszerűen Létező, Akinek Szükségszerű és Egyetlenként való Létezését bizonyítja minden igaz kinyilatkoztatás, amely isteni üzenetet, dicsőséges szavakat, isteni önkinyilatkoztatást, az emberek fohászára adott együttérző választ, és az Ő létezésének a teremtményei felé tett örök kijelentését tartalmazza. Szükségszerű, Egységes Létezésére utal még minden igazi ihlet, amely Allah szeretetének kifejezését tartalmazza, kegyelmes választ a teremtmények fohászaira, az Uralkodó válaszát szolgái segélykérésére, és Létezésének dicsőséges megszemélyesítését teremtményei felé.”

    Aztán a világot bejárt utazó saját intellektusát szólította meg: „Mivel a világ teremtményeinek segítségével keresem Uramat és Teremtőmet, mindenekelőtt meg kellene látogatnom ezen teremtmények legkiválóbbikát, legnagyobb és legérdemesebb vezérüket, aki még ellenségei szavai szerint is a legtiszteletreméltóbb uralkodó volt, a legszebb beszédű és a legokosabb, aki tizennégy évszázadnak adott fényt intellektusával és a Koránnal � Mohamedet, az arab Prófétát (Allah áldja meg és adjon neki békességet)”.

    Hogy találkozhassék vele, és választ kaphasson kérdéseire, az utazó gondolatban visszament a Próféta áldott idejébe, és látta, hogy ennek az embernek köszönhetően ez az idő a tiszta boldogság kora volt. Mert az általa hozott fény segítségével a legprimitívebb és legműveletlenebb népet a világ uraivá és tanítóivá tette.

    Még azt is mondta saját intellektusának: „Mielőtt megkérdezném őt Teremtőnkről, először meg kell ismernem, mennyit ért ez a különleges emberi lény, mennyire helytállóak szavai és igazak tanácsai”. Elkezdett hát vizsgálódni ebben a kérdésben, és a számos bizonyíték közül, amelyre rábukkant, itt csak kilencet fogunk megemlíteni a legáltalánosabbak közül.

    AZ ELSŐ: Ebben a rendkívüli emberi lényben megtalálható volt minden kívánatos jó tulajdonság, még ellenségei tanúbizonysága szerint is. Csodák százai nyilvánultak meg az ő kezén keresztül, a Korán ájái vagy tawatur (erős, hiteles) hadíszok szerint. Példa ezekre a csodákra az, amikor kettészakította a Holdat („És a Hold kettészakadt”, 54:1) ujjának egyetlen intésével, vagy amikor menekülésre késztette ellenségeit azzal, hogy egy marék port dobott a szemükbe („Nem a te cselekedeted volt, amikor dobtál, hanem Allahé”, 8:17), vagy amikor szomjazó seregének inni adott az öt ujjáról lecsorgó vízből, amely úgy áradt, mint a Kawthar vize. Mivel a több mint háromszáz csodából jó néhányat leírtunk és bizonyítottunk is a Mohamed csodái című műben (A Tizenkilencedik Levél), ezért a csodák részletes tárgyalását arra a könyvre hagyjuk, és visszaadjuk a szót az utazónak:

    „Az az ember, aki nemcsak hogy nemes és tökéletes tulajdonságokkal bír, hanem ráadásul még ilyen csodákat is tesz, minden bizonnyal a legigazabb beszédű is. Elképzelhetetlen, hogy leereszkednék a hamissághoz, hazugságokhoz és bűnökhöz, amik a gonoszok sajátjai.”

    A MÁSODIK: A Mindenség Urának dekrétumát tartja a kezében, amelyet minden évszázadban háromszázmilliónál is több ember fogadott el. Ez a Hatalmas Korán, amely hétféleképpen csodálatos. A tény, hogy, a Koránnak negyven különböző csodája van, és hogy minden lény Teremtőjének szava, amelyet erős bizonyítékokkal küldött le, amiket a Huszonötödik Szóban (A Korán csodálatossága) részleteztünk, amely sorozatunk fénylő napja. Ezért ennek magyarázatát arra a könyvre hagyjuk, és az utazóra hallgatunk, aki azt mondja:

    „A hazugság lehetősége sem merülhet fel egy olyan férfival kapcsolatban, aki egy ilyen üzenet átadója, mert ez az üzenet megsértését jelentené, és árulás lenne Azzal szemben, Akinek Szavát tartalmazza”.

    A HARMADIK: Olyan Szent Törvényt, szertartást, ügyet, elhívatást, hitet, vagyis az Iszlámot hozta ez az emberi lény az egész emberiségnek, amihez még csak hasonló sem létezik, és nem is létezhet. Nem létezik ezeknek tökéletesebb formája, és nem is létezhet.

    Mert az a Törvény, amit ez az írástudatlan ember hozott el a világnak, nem talált vetélytársára az emberiség egyötödének szemében tizennégy évszázadon keresztül, igazságosan és pontosan vezette őket.

    Az Iszlám hitnek, amely ennek az írástudatlan embernek a szavaiból, tetteiből és belső állapotából született, nincs párja, és nem is lehet, hiszen minden évszázadban háromszázmillió emberi lénynek mutatott utat és menedéket, intellektusuk csiszolója és nevelője, szívük beragyogója és megtisztítója, lelkük finomodásának és fejlődésének oka, szellemi növekedésük és haladásuk kiváltója.

    A Próféta (Allah áldja meg és adjon neki békességet) példa nélkül áll abban is, hogy ő járt legelöl a vallásában található valamennyi ima és szertartás gyakorlásában, a buzgóságban és istenfélelemben, az imádat kötelességeinek tökéletes teljesítésében, még akkor is, ha közben folyamatos háború és küzdelem kötötte le életét. Az ő imája az első és az utolsó minden ima között, olyan ima és Allah olyan szolgálata, amelyet senki nem képes megismételni.

    A Jawshan alKabir, több ezer fohásza közül az egyik, olyan tudással és megértéssel írja le Urát, amire képtelen volt az összes utána jövő gnosztikus és szent egyesült erőfeszítése. Azt mutatja ez, hogy az ő imája is olyan ima, amelynek nincs párja. Aki elolvassa a fohászokról szóló traktátus elejét, amely a Jawshan alKabir kilencvenkilenc része közül az egyiket magyarázza, az látni fogja, hogy a Jawshan alKabir is olyan fohász, amelyhez fogható nincs.

    Az üzenet átadását és az emberek elhívását az igazságra olyan állhatatossággal, határozottsággal és bátorsággal végezte, hogy bár hatalmas népek és vallások, sőt, még saját népe, törzse és nagybátyja is ellene volt, a legkisebb kétség, félelem vagy habozás sem merült fel benne. Az a tény, hogy sikeresen hívta ki az egész világot, és az Iszlámot a világ vezetőjévé tette, az is azt bizonyítja, hogy nincs és nem lehet senki, aki hozzá hasonló üzenetet és elhívást hozna az embereknek.

    Hitében olyannyira erős volt, olyan csodálatosan biztos és mély, annyira meggyőződött, hogy a világot akkor uraló gondolatok és hitek, a bölcsek filozófiái és a vallási vezetők tanításai sem voltak képesek megingatni bizonyosságát, meggyőződését és bizalmát, nem ébresztette benne a legkisebb kétséget, habozást, gyengeséget vagy félelmet sem. Minden korok első emberei, a Barátaival az élen, akik hit dolgában a legelöl jártak, az ő hitének forrásából merítettek, és őt tartották a legerősebb hitűnek. Ez mind azt bizonyítja, hogy hite páratlan volt. Utazónk tehát levonta a következtetést, amelyet intellektusa is megerősített:

    a hazugságnak vagy a kétszínűségnek nyoma sem lehet olyan emberben, aki ilyen egyedülálló Szent Törvényt hozott el, a semmihez sem hasonlítható Iszlámot, az ima iránti csodálatos elkötelezettséget, ilyen kiválóságot a fohászokban, az igazságra való ilyen általánosan elfogadott elhívást, és ilyen csodálatos hitet.

    Dördüncüsü: Enbiyaların aleyhimüsselâm icmaı, nasıl ki vücud ve vahdaniyet-i İlahiyeye gayet kuvvetli bir delildir; öyle de bu zatın (asm) doğruluğuna ve risaletine gayet sağlam bir şehadettir. Çünkü enbiya aleyhimüsselâmın doğruluklarına ve peygamber olmalarına medar olan ne kadar kudsî sıfatlar ve mu’cizeler ve vazifeler varsa o zatta (asm) en ileride olduğu tarihçe musaddaktır.

    Demek onlar, nasıl ki lisan-ı kāl ile Tevrat, İncil, Zebur ve suhuflarında bu zatın (asm) geleceğini haber verip insanlara beşaret vermişler ki kütüb-ü mukaddesenin o beşaretli işaratından yirmiden fazla ve pek zâhir bir kısmı, On Dokuzuncu Mektup’ta güzelce beyan ve ispat edilmiş. Öyle de lisan-ı halleriyle, yani nübüvvetleriyle ve mu’cizeleriyle; kendi mesleklerinde ve vazifelerinde en ileri ve en mükemmel olan bu zatı tasdik edip davasını imza ediyorlar. Ve lisan-ı kāl ve icma ile vahdaniyete delâlet ettikleri gibi lisan-ı hal ile ve ittifak ile de bu zatın sadıkıyetine şehadet ediyorlar diye anladı.

    Beşincisi: Bu zatın düsturlarıyla ve terbiyesi ve tebaiyetiyle ve arkasından gitmeleriyle hakka, hakikate, kemalâta, keramata, keşfiyata, müşahedata yetişen binlerce evliya vahdaniyete delâlet ettikleri gibi; üstadları olan bu zatın sadıkıyetine ve risaletine, icma ve ittifakla şehadet ediyorlar. Ve âlem-i gaybdan verdiği haberlerin bir kısmını nur-u velayetle müşahede etmeleri ve umumunu nur-u iman ile ya ilmelyakîn veya aynelyakîn veya hakkalyakîn suretinde itikad ve tasdik etmeleri, üstadları olan bu zatın derece-i hakkaniyet ve sadıkıyetini güneş gibi gösterdiğini gördü.

    Altıncısı: Bu zatın ümmiliğiyle beraber getirdiği hakaik-i kudsiye ve ihtira ettiği ulûm-u âliye ve keşfettiği marifet-i İlahiyenin dersiyle ve talimiyle, mertebe-i ilmiyede en yüksek makama yetişen milyonlar asfiya-i müdakkikîn ve sıddıkîn-i muhakkikîn ve dâhî hükema-i mü’minîn, bu zatın üssü’l-esas davası olan vahdaniyeti, kuvvetli bürhanlarıyla bi’l-ittifak ispat ve tasdik ettikleri gibi; bu muallim-i ekberin ve bu üstad-ı a’zamın hakkaniyetine ve sözlerinin hakikat olduğuna ittifakla şehadetleri, gündüz gibi bir hüccet-i risaleti ve sadıkıyetidir. Mesela Risale-i Nur, yüz parçasıyla bu zatın sadakatinin bir tek bürhanıdır.

    Yedincisi: Âl ü ashab namında ve nev-i beşerin enbiyadan sonra feraset ve dirayet ve kemalâtla en meşhuru ve en muhterem ve en namdarı ve en dindar ve keskin nazarlı taife-i azîmesi; kemal-i merak ile ve gayet dikkat ve nihayet ciddiyetle, bu zatın bütün gizli ve aşikâr hallerini ve fikirlerini ve vaziyetlerini taharri ve teftiş ve tetkik etmeleri neticesinde; bu zatın dünyada en sadık ve en yüksek ve en haklı ve hakikatli olduğuna ittifak ile ve icma ile sarsılmaz tasdikleri ve kuvvetli imanları, güneşin ziyasına delâlet eden gündüz gibi bir delildir diye anladı.

    Sekizincisi: Bu kâinat, nasıl ki kendini icad ve idare ve tertip eden ve tasvir ve takdir ve tedbir ile bir saray gibi bir kitap gibi bir sergi gibi bir temaşagâh gibi tasarruf eden sâni’ine ve kâtibine ve nakkaşına delâlet eder. Öyle de kâinatın hilkatindeki makasıd-ı İlahiyeyi bilecek ve bildirecek ve tahavvülatındaki Rabbanî hikmetlerini talim edecek ve vazifedarane harekâtındaki neticeleri ders verecek ve mahiyetindeki kıymetini ve içindeki mevcudatın kemalâtını ilan edecek ve o kitab-ı kebirin manalarını ifade edecek bir yüksek dellâl, bir doğru keşşaf, bir muhakkik üstad, bir sadık muallim istediği ve iktiza ettiği ve herhalde bulunmasına delâlet ettiği cihetiyle, elbette bu vazifeleri herkesten ziyade yapan bu zatın hakkaniyetine ve bu kâinat Hâlık’ının en yüksek ve sadık bir memuru olduğuna şehadet ettiğini bildi.

    Dokuzuncusu: Madem bu sanatlı ve hikmetli masnuatıyla kendi hünerlerini ve sanatkârlığının kemalâtını teşhir etmek ve bu süslü, ziynetli, nihayetsiz mahlukatıyla kendini tanıttırmak ve sevdirmek ve bu lezzetli ve kıymetli hesapsız nimetleriyle kendine teşekkür ve hamdettirmek ve bu şefkatli ve himayetli umumî terbiye ve iaşe ile hattâ ağızların en ince zevklerini ve iştihaların her nevini tatmin edecek bir surette ihzar edilen Rabbanî it’amlar ve ziyafetler ile kendi rububiyetine karşı minnettarane ve müteşekkirane ve perestişkârane ibadet ettirmek ve mevsimlerin tebdili ve gece gündüzün tahvili ve ihtilafı gibi azametli ve haşmetli tasarrufat ve icraat ve dehşetli ve hikmetli faaliyet ve hallakıyet ile kendi uluhiyetini izhar ederek, o uluhiyetine karşı iman ve teslim ve inkıyad ve itaat ettirmek ve her vakit iyiliği ve iyileri himaye, fenalığı ve fenaları izale ve semavî tokatlar ile zalimleri ve yalancıları imha etmek cihetiyle, hakkaniyet ve adaletini göstermek isteyen perde arkasında birisi var.

    Elbette ve herhalde, o gaybî zatın yanında en sevgili mahluku ve en doğru abdi ve onun mezkûr maksatlarına tam hizmet ederek, hilkat-i kâinatın tılsımını ve muammasını hall ve keşfeden ve daima o Hâlık’ının namına hareket eden ve ondan istimdad eden ve muvaffakiyet isteyen ve onun tarafından imdada ve tevfike mazhar olan ve Muhammed-i Kureyşî denilen bu zat olacak (asm).

    Hem aklına dedi: Madem bu mezkûr dokuz hakikatler bu zatın sıdkına şehadet ederler; elbette bu âdem, benî-Âdem’in medar-ı şerefi ve bu âlemin medar-ı iftiharıdır. Ve ona “Fahr-i Âlem” ve “Şeref-i benî-Âdem” denilmesi pek lâyıktır. Ve onun elinde bulunan ferman-ı Rahman olan Kur’an-ı Mu’cizü’l-Beyan’ın haşmet-i saltanat-ı maneviyesinin nısf-ı arzı istilası ve şahsî kemalâtı ve yüksek hasletleri gösteriyor ki bu âlemde en mühim zat budur, Hâlık’ımız hakkında en mühim söz onundur.

    İşte gel, bak! Bu hârika zatın yüzer zâhir ve bâhir kat’î mu’cizelerinin kuvvetine ve dinindeki binler âlî ve esaslı hakikatlerine istinaden, bütün davalarının esası ve bütün hayatının gayesi; Vâcibü’l-vücud’un vücuduna ve vahdetine ve sıfâtına ve esmasına delâlet ve şehadet ve o Vâcibü’l-vücud’u ispat ve ilan ve i’lam etmektir.

    Demek, bu kâinatın manevî güneşi ve Hâlık’ımızın en parlak bir bürhanı, bu Habibullah denilen zattır ki onun şehadetini teyid ve tasdik ve imza eden aldanmaz ve aldatmaz üç büyük icma var:

    Birincisi: “Eğer perde-i gayb açılsa yakînim ziyadeleşmeyecek.” diyen İmam-ı Ali radıyallahu anh ve yerde iken arş-ı a’zamı ve İsrafil’in azamet-i heykelini temaşa eden Gavs-ı A’zam (ks) gibi keskin nazar ve gaybbîn gözleri bulunan binler aktab ve evliya-i azîmeyi câmi’ ve Âl-i Muhammed namıyla şöhret-şiar-ı âlem olan cemaat-i nuraniyenin icma ile tasdikleridir.

    İkincisi: Bedevî bir kavim ve ümmi bir muhitte, hayat-ı içtimaiyeden ve efkâr-ı siyasiyeden hâlî ve kitapsız ve fetret asrının karanlıklarında bulunan ve pek az bir zamanda en medeni ve malûmatlı ve hayat-ı içtimaiyede ve siyasiyede en ileri olan milletlere ve hükûmetlere üstad ve rehber ve diplomat ve hâkim-i âdil olarak şarktan garba kadar cihan-pesendane idare eden ve sahabe namıyla dünyada namdar olan cemaat-i meşhurenin ittifakla can ve mallarını, peder ve aşiretlerini feda ettiren bir kuvvetli imanla tasdikleridir.

    Üçüncüsü: Her asırda binlerle efradı bulunan ve her fende dâhiyane ileri giden ve muhtelif mesleklerde çalışan, ümmetinde yetişen hadsiz muhakkik ve mütebahhir ulemasının cemaat-i uzmasının tevafukla ve ilmelyakîn derecesinde tasdikleridir.

    Demek, bu zatın vahdaniyete şehadeti şahsî ve cüz’î değil belki umumî ve küllî ve sarsılmaz ve bütün şeytanlar toplansa karşısına hiçbir cihetle çıkamaz bir şehadettir diye hükmetti.

    İşte asr-ı saadette aklıyla beraber seyahat eden dünya misafiri ve hayat yolcusunun o medrese-i nuraniyeden aldığı derse kısa bir işaret olarak Birinci Makam’ın on altıncı mertebesinde böyle لَٓا اِلٰهَ اِلَّا اللّٰهُ ال۟وَاجِبُ ال۟وُجُودِ ال۟وَاحِدُ ال۟اَحَدُ الَّذٖى دَلَّ عَلٰى وُجُوبِ وُجُودِهٖ فٖى وَح۟دَتِهٖ فَخ۟رُ ال۟عَالَمِ وَ شَرَفُ نَو۟عِ بَنٖى اٰدَمَ بِعَظَمَةِ سَل۟طَنَةِ قُر۟اٰنِهٖ وَ حَش۟مَةِ وُس۟عَةِ دٖينِهٖ وَ كَث۟رَةِ كَمَالَاتِهٖ وَ عُل۟وِيَّةِ اَخ۟لَاقِهٖ حَتّٰى بِتَص۟دٖيقِ اَع۟دَائِهٖ وَ كَذَا شَهِدَ وَ بَر۟هَنَ بِقُوَّةِ مِاٰتِ مُع۟جِزَاتِهِ الظَّاهِرَةِ ال۟بَاهِرَةِ ال۟مُصَدِّقَةِ ال۟مُصَدَّقَةِ وَ بِقُوَّةِ اٰلَافِ حَقَائِقِ دٖينِهِ السَّاطِعَةِ ال۟قَاطِعَةِ بِاِج۟مَاعِ اٰلِهٖ ذَوِى ال۟اَن۟وَارِ وَ بِاِتِّفَاقِ اَص۟حَابِهٖ ذَوِى ال۟اَب۟صَارِ وَ بِتَوَافُقِ مُحَقِّقٖى اُمَّتِهٖ ذَوِى ال۟بَرَاهٖينِ وَ ال۟بَصَائِرِ النَّوَّارَةِ denilmiştir.

    Sonra bu dünyada hayatın gayesi ve hayatın hayatı iman olduğunu bilen bu yorulmaz ve tok olmaz yolcu, kendi kalbine dedi ki: “Aradığımız zatın sözü ve kelâmı denilen bu dünyada en meşhur ve en parlak ve en hâkim ve ona teslim olmayan herkese her asırda meydan okuyan Kur’an-ı Mu’cizü’l-Beyan namındaki kitaba müracaat edip o ne diyor, bilelim. Fakat en evvel, bu kitap bizim Hâlık’ımızın kitabı olduğunu ispat etmek lâzımdır.” diye taharriye başladı.

    Bu seyyah bu zamanda bulunduğu münasebetiyle en evvel manevî i’caz-ı Kur’anînin lem’aları olan Resaili’n-Nur’a baktı ve onun yüz otuz risaleleri, âyât-ı Furkaniyenin nükteleri ve ışıkları ve esaslı tefsirleri olduğunu gördü. Ve Risaletü’n-Nur, bu kadar muannid ve mülhid bir asırda her tarafa hakaik-i Kur’aniyeyi mücahidane neşrettiği halde, karşısına kimse çıkamadığından ispat eder ki onun üstadı ve menbaı ve mercii ve güneşi olan Kur’an semavîdir, beşer kelâmı değildir.

    Hattâ Resaili’n-Nur’un yüzer hüccetlerinden bir tek hüccet-i Kur’aniyesi olan Yirmi Beşinci Söz ile On Dokuzuncu Mektup’un âhiri, Kur’an’ın kırk vecihle mu’cize olduğunu öyle ispat etmiş ki kim görmüş ise değil tenkit ve itiraz etmek, belki ispatlarına hayran olmuş, takdir ederek çok sena etmiş.

    Kur’an’ın vech-i i’cazını ve hak kelâmullah olduğunu ispat etmek cihetini Risaletü’n-Nur’a havale ederek yalnız bir kısa işaretle büyüklüğünü gösteren birkaç noktaya dikkat etti:

    Birinci Nokta: Nasıl ki Kur’an, bütün mu’cizatıyla ve hakkaniyetine delil olan bütün hakaikiyle, Muhammed aleyhissalâtü vesselâmın bir mu’cizesidir. Öyle de Muhammed aleyhissalâtü vesselâm da bütün mu’cizatıyla ve delail-i nübüvvetiyle ve kemalât-ı ilmiyesiyle Kur’an’ın bir mu’cizesidir ve Kur’an kelâmullah olduğuna bir hüccet-i kātıasıdır.

    İkinci Nokta: Kur’an, bu dünyada öyle nurani ve saadetli ve hakikatli bir surette bir tebdil-i hayat-ı içtimaiye ile beraber, insanların hem nefislerinde hem kalplerinde hem ruhlarında hem akıllarında hem hayat-ı şahsiyelerinde hem hayat-ı içtimaiyelerinde hem hayat-ı siyasiyelerinde öyle bir inkılab yapmış ve idame etmiş ve idare etmiş ki on dört asır müddetinde, her dakikada, altı bin altı yüz altmış altı âyetleri, kemal-i ihtiramla, hiç olmazsa yüz milyondan ziyade insanların dilleriyle okunuyor ve insanları terbiye ve nefislerini tezkiye ve kalplerini tasfiye ediyor. Ruhlara inkişaf ve terakki ve akıllara istikamet ve nur ve hayata hayat ve saadet veriyor. Elbette böyle bir kitabın misli yoktur, hârikadır, fevkalâdedir, mu’cizedir.

    Üçüncü Nokta: Kur’an, o asırdan tâ şimdiye kadar öyle bir belâgat göstermiş ki Kâbe’nin duvarında altın ile yazılan en meşhur ediblerin “Muallakat-ı Seb’a” namıyla şöhret-şiar kasidelerini o dereceye indirdi ki Lebid’in kızı, babasının kasidesini Kâbe’den indirirken demiş: “Âyâta karşı bunun kıymeti kalmadı.”

    Hem bedevî bir edib فَاص۟دَع۟ بِمَا تُؤ۟مَرُ âyeti okunurken işittiği vakit secdeye kapanmış. Ona demişler: “Sen Müslüman mı oldun?” O demiş: “Hayır, ben bu âyetin belâgatına secde ettim.”

    Hem ilm-i belâgatın dâhîlerinden Abdülkahir-i Cürcanî ve Sekkakî ve Zemahşerî gibi binlerle dâhî imamlar ve mütefennin edibler, icma ve ittifakla karar vermişler ki: “Kur’an’ın belâgatı, tâkat-i beşerin fevkindedir, yetişilmez.”

    Hem o zamandan beri mütemadiyen meydan-ı muarazaya davet edip mağrur ve enaniyetli ediblerin ve beliğlerin damarlarına dokundurup gururlarını kıracak bir tarzda der: “Ya bir tek surenin mislini getiriniz veyahut dünyada ve âhirette helâket ve zilleti kabul ediniz.” diye ilan ettiği halde; o asrın muannid beliğleri bir tek surenin mislini getirmekle kısa bir yol olan muarazayı bırakıp uzun olan, can ve mallarını tehlikeye atan muharebe yolunu ihtiyar etmeleri ispat eder ki o kısa yolda gitmek mümkün değildir.

    Hem Kur’an’ın dostları, Kur’an’a benzemek ve taklit etmek şevkiyle ve düşmanları dahi Kur’an’a mukabele ve tenkit etmek sevkiyle o vakitten beri yazdıkları ve yazılan ve telahuk-u efkâr ile terakki eden milyonlarla Arabî kitaplar ortada geziyor. Hiçbirisinin ona yetişemediğini, hattâ en âdi adam dahi dinlese elbette diyecek: “Bu Kur’an, bunlara benzemez ve onların mertebesinde değil.” Ya onların altında veya umumunun fevkinde olacak. Umumunun altında olduğunu dünyada hiçbir fert, hiçbir kâfir, hattâ hiçbir ahmak diyemez. Demek mertebe-i belâgatı umumun fevkindedir.

    Hattâ bir adam سَبَّحَ لِلّٰهِ مَا فِى السَّمٰوَاتِ وَال۟اَر۟ضِ âyetini okudu. Dedi ki: “Bu âyetin hârika telakki edilen belâgatını göremiyorum.” Ona denildi: “Sen dahi bu seyyah gibi o zamana git, orada dinle.” O da kendini Kur’an’dan evvel orada tahayyül ederken gördü ki:

    Mevcudat-ı âlem perişan, karanlık, camid ve şuursuz ve vazifesiz olarak hâlî, hadsiz, hudutsuz bir fezada; kararsız, fâni bir dünyada bulunuyorlar. Birden Kur’an’ın lisanından bu âyeti dinlerken gördü:

    Bu âyet, kâinat üstünde, dünyanın yüzünde öyle bir perde açtı ve ışıklandırdı ki bu ezelî nutuk ve bu sermedî ferman asırlar sıralarında dizilen zîşuurlara ders verip gösteriyor ki bu kâinat, bir cami-i kebir hükmünde, başta semavat ve arz olarak umum mahlukatı hayattarane zikir ve tesbihte ve vazife başında cûş u hurûşla mesudane ve memnunane bir vaziyette bulunduruyor diye müşahede etti. Ve bu âyetin derece-i belâgatını zevk ederek sair âyetleri buna kıyasla Kur’an’ın zemzeme-i belâgatı arzın nısfını ve nev-i beşerin humsunu istila ederek haşmet-i saltanatı kemal-i ihtiramla on dört asır bilâ-fâsıla idame ettiğinin binler hikmetlerinden bir hikmetini anladı.

    Dördüncü Nokta: Kur’an, öyle hakikatli bir halâvet göstermiş ki en tatlı bir şeyden dahi usandıran çok tekrar, Kur’an’ı tilavet edenler için değil usandırmak, belki kalbi çürümemiş ve zevki bozulmamış adamlara tekrar-ı tilaveti halâvetini ziyadeleştirdiği, eski zamandan beri herkesçe müsellem olup darb-ı mesel hükmüne geçmiş.

    Hem öyle bir tazelik ve gençlik ve şebabet ve garabet göstermiş ki on dört asır yaşadığı ve herkesin eline kolayca girdiği halde, şimdi nâzil olmuş gibi tazeliğini muhafaza ediyor. Her asır, kendine hitap ediyor gibi bir gençlikte görmüş. Her taife-i ilmiye, ondan her vakit istifade etmek için kesretle ve mebzuliyetle yanlarında bulundurdukları ve üslub-u ifadesine ittiba ve iktida ettikleri halde o, üslubundaki ve tarz-ı beyanındaki garabetini aynen muhafaza ediyor.

    Beşincisi: Kur’an’ın bir cenahı mazide, bir cenahı müstakbelde. Kökü ve bir kanadı eski peygamberlerin ittifaklı hakikatleri olduğu ve bu onları tasdik ve teyid ettiği ve onlar dahi tevafukun lisan-ı haliyle bunu tasdik ettikleri gibi; öyle de evliya ve asfiya gibi ondan hayat alan semereleri ve hayattar tekemmülleriyle, şecere-i mübarekelerinin hayattar, feyizdar ve hakikat-medar olduğuna delâlet eden ve ikinci kanadının himayesi altında yetişen ve yaşayan velayetin bütün hak tarîkatları ve İslâmiyet’in bütün hakikatli ilimleri, Kur’an’ın ayn-ı hak ve mecma-ı hakaik ve câmiiyette misilsiz bir hârika olduğuna şehadet eder.

    Altıncısı: Kur’an’ın altı ciheti nuranidir, sıdk ve hakkaniyetini gösterir. Evet, altında hüccet ve bürhan direkleri, üstünde sikke-i i’caz lem’aları, önünde ve hedefinde saadet-i dâreyn hediyeleri, arkasında nokta-i istinadı vahy-i semavî hakikatleri, sağında hadsiz ukûl-ü müstakimenin delillerle tasdikleri, solunda selim kalplerin ve temiz vicdanların ciddi itminanları ve samimi incizabları ve teslimleri; Kur’an’ın fevkalâde, hârika, metin ve hücum edilmez bir kale-i semaviye-i arziye olduğunu ispat ettikleri gibi…

    Altı makamdan dahi onun ayn-ı hak ve sadık olduğuna ve beşerin kelâmı olmadığına hem yanlış olmadığına imza eden:

    Başta bu kâinatta daima güzelliği izhar, iyiliği ve doğruluğu himaye ve sahtekârları ve müfterileri imha ve izale etmek âdetini bir düstur-u faaliyet ittihaz eden bu kâinatın mutasarrıfı, o Kur’an’a âlemde en makbul en yüksek en hâkimane bir makam-ı hürmet ve bir mertebe-i muvaffakiyet vermesiyle onu tasdik ve imza ettiği gibi…

    İslâmiyet’in menbaı ve Kur’an’ın tercümanı olan zatın aleyhissalâtü vesselâm herkesten ziyade ona itikad ve ihtiramı ve nüzulü zamanında uyku gibi bir vaziyet-i nâimanede bulunması ve sair kelâmları ona yetişememesi ve bir derece benzememesi ve ümmiyetiyle beraber gitmiş ve gelecek hakiki hâdisat-ı kevniyeyi gaybiyane, Kur’an ile tereddütsüz ve itminan ile beyan etmesi ve çok dikkatli gözlerin nazarı altında hiçbir hile, hiçbir yanlış vaziyeti görülmeyen o tercümanın, bütün kuvvetiyle Kur’an’ın her bir hükmüne iman edip tasdik etmesi ve hiçbir şey onu sarsmaması; Kur’an semavî, hakkaniyetli ve kendi Hâlık-ı Rahîm’inin mübarek kelâmı olduğunu imza ediyor.

    Hem nev-i insanın humsu, belki kısm-ı a’zamı, göz önünde ona müncezibane ve dindarane irtibatı ve hakikat-perestane ve müştakane kulak vermesi; ve çok emarelerin ve vakıaların ve keşfiyatın şehadetiyle, cin ve melek ve ruhanîlerin dahi tilaveti vaktinde pervane gibi hakperestane etrafında toplanması, Kur’an’ın kâinatça makbuliyetine ve en yüksek bir makamda bulunduğuna bir imzadır.

    Hem nev-i beşerin umum tabakaları, en gabi ve âmîden tut tâ en zeki ve âlime kadar her birisi, Kur’an’ın dersinden tam hisse almaları ve en derin hakikatleri fehmetmeleri ve yüzlerle fen ve ulûm-u İslâmiyenin ve bilhassa şeriat-ı kübranın büyük müçtehidleri ve usûlü’d-din ve ilm-i kelâmın dâhî muhakkikleri gibi her taife kendi ilimlerine ait bütün hâcatını ve cevaplarını Kur’an’dan istihraç etmeleri, Kur’an menba-ı hak ve maden-i hakikat olduğuna bir imzadır.

    Hem edebiyatça en ileri bulunan Arap edibleri –İslâmiyet’e girmeyenler– şimdiye kadar muarazaya pek çok muhtaç oldukları halde Kur’an’ın i’cazından yedi büyük vechi varken, yalnız bir tek vechi olan belâgatının (tek bir surenin) mislini getirmekten istinkâfları ve şimdiye kadar gelen ve muaraza ile şöhret kazanmak isteyen meşhur beliğlerin ve dâhî âlimlerin onun hiçbir vech-i i’cazına karşı çıkamamaları ve âcizane sükût etmeleri; Kur’an, mu’cize ve tâkat-i beşerin fevkinde olduğuna bir imzadır.

    Evet, bir kelâm “Kimden gelmiş ve kime gelmiş ve ne için?” denilmesiyle kıymeti ve ulviyeti ve belâgatı tezahür etmesi noktasından Kur’an’ın misli olamaz ve ona yetişilemez.

    Çünkü Kur’an, bütün âlemlerin Rabb’i ve Hâlık’ının hitabı ve konuşması ve hiçbir cihette taklidi ve tasannuu ihsas edecek bir emare bulunmayan bir mükâlemesi ve bütün insanların belki bütün mahlukatın namına mebus ve nev-i beşerin en meşhur ve namdar muhatabı bulunan ve o muhatabın kuvvet ve vüs’at-i imanı, koca İslâmiyet’i tereşşuh edip sahibini Kab-ı Kavseyn makamına çıkararak muhatab-ı Samedaniyeye mazhariyetle nüzul eden ve saadet-i dâreyne dair ve hilkat-i kâinatın neticelerine ve ondaki Rabbanî maksatlara ait mesaili ve o muhatabın bütün hakaik-i İslâmiyeyi taşıyan en yüksek ve en geniş olan imanını beyan ve izah eden ve koca kâinatın bir harita, bir saat, bir hane gibi her tarafını gösterip, çevirip onları yapan sanatkârı tavrıyla ifade ve talim eden Kur’an-ı Mu’cizü’l-Beyan’ın elbette mislini getirmek mümkün değildir ve derece-i i’cazına yetişilmez.

    Hem Kur’an’ı tefsir eden ve bir kısmı otuz kırk hattâ yetmiş cilt olarak birer tefsir yazan yüksek zekâlı, müdakkik, binlerle mütefennin ulemanın, senetleri ve delilleriyle beyan ettikleri Kur’an’daki hadsiz meziyetleri ve nükteleri ve hâsiyetleri ve sırları ve âlî manaları ve umûr-u gaybiyenin her nevinden kesretli gaybî ihbarları izhar ve ispat etmeleri ve bilhassa Risale-i Nur’un yüz otuz kitabının her biri Kur’an’ın bir meziyetini, bir nüktesini kat’î bürhanlarla ispat etmesi ve bilhassa Mu’cizat-ı Kur’aniye Risalesi; şimendifer ve tayyare gibi medeniyetin hârikalarından çok şeyleri Kur’an’dan istihraç eden Yirminci Söz’ün İkinci Makamı ve Risale-i Nur’a ve elektriğe işaret eden âyetlerin işaratını bildiren İşarat-ı Kur’aniye namındaki Birinci Şuâ ve huruf-u Kur’aniye ne kadar muntazam, esrarlı ve manalı olduğunu gösteren Rumuzat-ı Semaniye namındaki sekiz küçük risaleler ve Sure-i Feth’in âhirki âyeti beş vecihle ihbar-ı gaybî cihetinde mu’cizeliğini ispat eden küçük bir risale gibi Risale-i Nur’un her bir cüzü, Kur’an’ın bir hakikatini, bir nurunu izhar etmesi; Kur’an’ın misli olmadığına ve mu’cize ve hârika olduğuna ve bu âlem-i şehadette âlem-i gaybın lisanı ve bir Allâmü’l-guyub’un kelâmı bulunduğuna bir imzadır.

    İşte altı noktada ve altı cihette ve altı makamda işaret edilen, Kur’an’ın mezkûr meziyetleri ve hâsiyetleri içindir ki haşmetli hâkimiyet-i nuraniyesi ve azametli saltanat-ı kudsiyesi, asırların yüzlerini ışıklandırarak zemin yüzünü dahi bin üç yüz sene tenvir ederek kemal-i ihtiramla devam etmesi hem o hâsiyetleri içindir ki Kur’an’ın her bir harfi, hiç olmazsa on sevabı ve on hasenesi olması ve on meyve-i bâki vermesi, hattâ bir kısım âyâtın ve surelerin her bir harfi, yüz ve bin ve daha ziyade meyve vermesi ve mübarek vakitlerde her harfin nuru ve sevabı ve kıymeti ondan yüzlere çıkması gibi kudsî imtiyazları kazanmış diye dünya seyyahı anladı ve kalbine dedi:

    İşte böyle her cihetle mu’cizatlı bu Kur’an; surelerinin icmaıyla ve âyâtının ittifakıyla ve esrar ve envarının tevafukuyla ve semerat ve âsârının tetabukuyla bir tek Vâcibü’l-vücud’un vücuduna ve vahdetine ve sıfât ve esmasına deliller ile ispat suretinde öyle şehadet etmiş ki bütün ehl-i imanın hadsiz şehadetleri, onun şehadetinden tereşşuh etmişler.

    İşte bu yolcunun Kur’an’dan aldığı ders-i tevhid ve imana kısa bir işaret olarak Birinci Makam’ın on yedinci mertebesinde böyle لَٓا اِلٰهَ اِلَّا اللّٰهُ ال۟وَاجِبُ ال۟وُجُودِ ال۟وَاحِدُ ال۟اَحَدُ الَّذٖى دَلَّ عَلٰى وُجُوبِ وُجُودِهٖ فٖى وَح۟دَتِهِ ال۟قُر۟اٰنُ ال۟مُع۟جِزُ ال۟بَيَانِ اَل۟مَق۟بُولُ ال۟مَر۟غُوبُ لِاَج۟نَاسِ ال۟مَلَكِ وَ ال۟اِن۟سِ وَ ال۟جَانِّ اَل۟مَق۟رُوءُ كُلُّ اٰيَاتِهٖ فٖى كُلِّ دَقٖيقَةٍ بِكَمَالِ ال۟اِح۟تِرَامِ بِاَل۟سِنَةِ مِأٰتِ مِل۟يُونٍ مِن۟ نَو۟عِ ال۟اِن۟سَانِ اَلدَّائِمُ سَل۟طَنَتُهُ ال۟قُد۟سِيَّةُ عَلٰى اَق۟طَارِ ال۟اَر۟ضِ وَ ال۟اَك۟وَانِ وَ عَلٰى وُجُوهِ ال۟اَع۟صَارِ وَ الزَّمَانِ وَ ال۟جَارٖى حَاكِمِيَّتُهُ ال۟مَع۟نَوِيَّةُ النُّورَانِيَّةُ عَلٰى نِص۟فِ ال۟اَر۟ضِ وَ خُم۟سِ ال۟بَشَرِ فٖى اَر۟بَعَةَ عَشَرَ عَص۟رًا بِكَمَالِ ال۟اِح۟تِشَامِ . وَ كَذَا : شَهِدَ وَ بَر۟هَنَ بِاِج۟مَاعِ سُوَرِهِ ال۟قُد۟سِيَّةِ السَّمَاوِيَّةِ وَ بِاِتِّفَاقِ اٰيَاتِهِ النُّورَانِيَّةِ ال۟اِلٰهِيَّةِ وَ بِتَوَافُقِ اَس۟رَارِهٖ وَ اَن۟وَارِهٖ وَ بِتَطَابُقِ حَقَائِقِهٖ وَ ثَمَرَاتِهٖ وَ اٰثَارِهٖ بِال۟مُشَاهَدَةِ وَ ال۟عِيَانِ denilmiştir.

    Sonra bir fakir insana değil fâni ve muvakkat bir tarlayı, bir haneyi, belki koca kâinatı ve dünya kadar bir mülk-ü bâkiyi kazandıran ve bir fâni adama ebedî bir hayatın levazımatını bulduran ve ecelin darağacını bekleyen bir bîçareyi idam-ı ebedîden kurtaran ve saadet-i sermediyenin hazinesini açan en kıymettar sermaye-i insaniyenin iman olduğunu bilen mezkûr misafir ve hayat yolcusu, kendi nefsine dedi ki:

    “Haydi, ileri! İmanın hadsiz mertebelerinden bir mertebe daha kazanmak için kâinatın heyet-i mecmuasına müracaat edip o da ne diyor, dinlemeliyiz; erkânından ve eczasından aldığımız dersleri tekmil ve tenvir etmeliyiz.” diye Kur’an’dan aldığı geniş ve ihatalı bir dürbün ile baktı, gördü:

    Bu kâinat, o kadar manidar ve muntazamdır ki mücessem bir kitab-ı Sübhanî ve cismanî bir Kur’an-ı Rabbanî ve müzeyyen bir saray-ı Samedanî ve muntazam bir şehr-i Rahmanî suretinde görünüyor. O kitabın bütün sureleri, âyetleri ve kelimatları, hattâ harfleri ve babları ve fasılları ve sayfaları ve satırları, umumunun her vakit manidarane mahv ve ispatları ve hakîmane tağyir ve tahvilleri; icma ile bir Alîm-i külli şey’in ve bir Kadîr-i külli şey’in ve bir musannifin, her şeyde her şeyi gören ve her şeyin her şeyi ile münasebetini bilen, riayet eden bir Nakkaş-ı Zülcelal’in ve bir Kâtib-i Zülkemal’in vücudunu ve mevcudiyetini bilbedahe ifade ettikleri gibi bütün erkân ve envaıyla ve ecza ve cüz’iyatıyla ve sekeneleri ve müştemilatıyla ve vâridat ve masarifatıyla ve onlarda maslahatkârane tebdilleriyle ve hikmet-perverane tecdidleriyle, bi’l-ittifak hadsiz bir kudret ve nihayetsiz bir hikmetle iş gören âlî bir ustanın ve misilsiz bir Sâni’in mevcudiyetini ve vahdetini bildiriyorlar. Ve kâinatın azametine münasip iki büyük ve geniş hakikatin şehadetleri, kâinatın bu büyük şehadetini ispat ediyorlar.

    Birinci Hakikat: Usûlü’d-din ve ilm-i kelâmın dâhî ulemasının ve hükema-i İslâmiyenin gördükleri ve hadsiz bürhanlarla ispat ettikleri “hudûs” ve “imkân” hakikatleridir. Onlar demişler ki:

    “Madem âlemde ve her şeyde tagayyür ve tebeddül var; elbette fânidir, hâdistir, kadîm olamaz. Madem hâdistir, elbette onu ihdas eden bir Sâni’ var. Ve madem her şeyin zatında vücudu ve ademi, bir sebep bulunmazsa müsavidir; elbette vâcib ve ezelî olamaz. Ve madem muhal ve bâtıl olan devir ve teselsül ile birbirini icad etmek mümkün olmadığı kat’î bürhanlarla ispat edilmiş. Elbette öyle bir Vâcibü’l-vücud’un mevcudiyeti lâzımdır ki naziri mümteni, misli muhal ve bütün maadası mümkün ve mâsivası mahluku olacak.”

    Evet, hudûs hakikati kâinatı istila etmiş. Çoğunu göz görüyor, diğer kısmını akıl görüyor. Çünkü gözümüzün önünde her sene güz mevsiminde öyle bir âlem vefat eder ki her birisinin hadsiz efradı bulunan ve her biri zîhayat bir kâinat hükmünde olan yüz bin nevi nebatat ve küçücük hayvanat, o âlem ile beraber vefat ederler. Fakat o kadar intizam ile bir vefattır ki haşir ve neşirlerine medar olan ve rahmet ve hikmetin mu’cizeleri, kudret ve ilmin hârikaları bulunan çekirdekleri ve tohumları ve yumurtacıkları baharda yerlerinde bırakıp defter-i a’mallerini ve gördükleri vazifelerin programlarını onların ellerine vererek Hafîz-i Zülcelal’in himayesi altında, hikmetine emanet eder; sonra vefat ederler.

    Ve bahar mevsiminde, haşr-i a’zamın yüz bin misali ve numune ve delilleri hükmünde olarak o vefat eden ağaçlar ve kökler ve bir kısım hayvancıklar, aynen ihya ve diriliyorlar. Ve bir kısmının dahi kendi yerlerinde emsalleri ve aynen onlara benzeyenleri icad ve ihya olunuyor. Ve geçen baharın mevcudatı, işledikleri amellerin ve vazifelerin sahifelerini ilanat gibi neşredip وَاِذَا الصُّحُفُ نُشِرَت۟ âyetinin bir misalini gösteriyorlar.

    Hem heyet-i mecmua cihetinde, her güzde ve her baharda büyük bir âlem vefat eder ve taze bir âlem vücuda gelir. Ve o vefat ve hudûs, o kadar muntazam cereyan ediyor ve o vefat ve hudûsta, gayet intizam ve mizanla o kadar nevilerin vefiyatları ve hudûsları oluyor ki güya dünya öyle bir misafirhanedir ki zîhayat kâinatlar ona misafir olurlar ve seyyah âlemler ve seyyar dünyalar ona gelirler, vazifelerini görürler, giderler.

    İşte, bu dünyada böyle hayattar dünyaları ve vazifedar kâinatları kemal-i ilim ve hikmet ve mizanla ve muvazene ve intizam ve nizamla ihdas ve icad edip Rabbanî maksatlarda ve İlahî gayelerde ve Rahmanî hizmetlerde kadîrane istimal ve rahîmane istihdam eden bir Zat-ı Zülcelal’in vücub-u vücudu ve hadsiz kudreti ve nihayetsiz hikmeti, bilbedahe güneş gibi akıllara görünüyor. “Hudûs” mesailini Risale-i Nur’a ve muhakkikîn-i kelâmiyenin kitaplarına havale ile o bahsi kapıyoruz.

    Amma imkân ciheti ise o da kâinatı istila ve ihata etmiş. Çünkü görüyoruz ki her şey, küllî ve cüz’î bulunsun, büyük ve küçük olsun arştan ferşe, zerrattan seyyarata kadar her mevcud; mahsus bir zat ve muayyen bir suret ve mümtaz bir şahsiyet ve has sıfatlar ve hikmetli keyfiyetler ve maslahatlı cihazlar ile dünyaya gönderiliyor. Halbuki o mahsus zata ve o mahiyete, hadsiz imkânat içinde o hususiyeti vermek... Hem suretler adedince imkânlar ve ihtimaller içinde o nakışlı ve farikalı ve münasip o muayyen sureti giydirmek... Hem hemcinsinden olan eşhasın miktarınca imkânlar içinde çalkanan o mevcuda, o lâyık şahsiyeti imtiyazla tahsis etmek... Hem sıfatların nevileri ve mertebeleri sayısınca imkânlar ve ihtimaller içinde şekilsiz ve mütereddid bulunan o masnua, o has ve muvafık, maslahatlı sıfatları yerleştirmek… Hem hadsiz yollar ve tarzlarda bulunması mümkün olması noktasında hadsiz imkânat ve ihtimalat içinde mütehayyir, sergerdan, hedefsiz o mahluka, o hikmetli keyfiyetleri ve inayetli cihazları takmak ve teçhiz etmek…

    Elbette küllî ve cüz’î bütün mümkinat adedince ve her mümkünün mezkûr mahiyet ve hüviyet, heyet ve suret, sıfat ve vaziyetinin imkânatı adedince tahsis edici, tercih edici, tayin edici, ihdas edici bir Vâcibü’l-vücud’un vücub-u vücuduna ve hadsiz kudretine ve nihayetsiz hikmetine ve hiçbir şey ve hiçbir şe’n ondan gizlenmediğine ve hiçbir şey ona ağır gelmediğine ve en büyük bir şey en küçük bir şey gibi ona kolay geldiğine ve bir baharı bir ağaç kadar ve bir ağacı bir çekirdek kadar suhuletle icad edebildiğine işaretler ve delâletler ve şehadetler, imkân hakikatinden çıkıp kâinatın bu büyük şehadetinin bir kanadını teşkil ederler.

    Kâinatın şehadetini, her iki kanadı ve iki hakikatiyle Risale-i Nur eczaları ve bilhassa Yirmi İkinci ve Otuz İkinci Sözler ve Yirminci ve Otuz Üçüncü Mektuplar tamamıyla ispat ve izah ettiklerinden onlara havale ederek bu pek uzun kıssayı kısa kestik.

    Kâinatın heyet-i mecmuasından gelen büyük ve küllî şehadetin ikinci kanadını ispat eden:

    İkinci Hakikat: Bu mütemadiyen çalkanan inkılablar ve tahavvülatlar içinde vücudunu ve hizmetini ve zîhayat ise hayatını muhafazaya ve vazifesini yerine getirmeye çalışan mahlukatta, kuvvetlerinin bütün bütün haricinde bir teavün hakikati görünüyor.

    Mesela, unsurları zîhayatın imdadına, hususan bulutları nebatatın mededine ve nebatatı dahi hayvanatın yardımına ve hayvanat ise insanların muavenetine ve memelerin kevser gibi sütleri, yavruların beslenmelerine ve zîhayatların iktidarları haricindeki pek çok hâcetleri ve erzakları, umulmadık yerlerden onların ellerine verilmesi, hattâ zerrat-ı taamiye dahi hüceyrat-ı bedeniyenin tamirine koşmaları gibi teshir-i Rabbanî ile ve istihdam-ı Rahmanî ile hakikat-i teavünün pek çok misalleri doğrudan doğruya, bütün kâinatı bir saray gibi idare eden bir Rabbü’l-âlemîn’in umumî ve rahîmane rububiyetini gösteriyorlar.

    Evet, camid ve şuursuz ve şefkatsiz olan ve birbirine şefkatkârane, şuurdarane vaziyet gösteren muavenetçiler, elbette gayet Rahîm ve Hakîm bir Rabb-i Zülcelal’in kuvvetiyle, rahmetiyle, emriyle yardıma koşturuluyorlar.

    İşte kâinatta cari olan teavün-ü umumî, seyyarattan tâ zîhayatın aza ve cihazat ve zerrat-ı bedeniyesine kadar kemal-i intizamla cereyan eden muvazene-i âmme ve muhafaza-i şâmile ve semavatın yaldızlı yüzünden ve zeminin ziynetli yüzünden tâ çiçeklerin süslü yüzlerine kadar kalem gezdiren tezyin ve Kehkeşan’dan ve manzume-i şemsiyeden tâ mısır ve nar gibi meyvelere kadar hükmeden tanzim ve güneş ve kamerden ve unsurlardan ve bulutlardan tâ bal arılarına kadar memuriyet veren tavzif gibi pek büyük hakikatlerin büyüklükleri nisbetindeki şehadetleri, kâinatın şehadetinin ikinci kanadını ispat ve teşkil ederler. Madem Risale-i Nur bu büyük şehadeti ispat ve izah etmiş, biz burada bu kısacık işaretle iktifa ederiz.

    İşte dünya seyyahının kâinattan aldığı ders-i imanîye kısa bir işaret olarak Birinci Makam’ın on sekizinci mertebesinde böyle لَٓا اِلٰهَ اِلَّا اللّٰهُ ال۟وَاجِبُ ال۟وُجُودِ ال۟مُم۟تَنِعُ نَظٖيرُهُ اَل۟مُم۟كِنُ كُلُّ مَاسِوَاهُ ال۟وَاحِدُ ال۟اَحَدُ الَّذٖى دَلَّ عَلٰى وُجُوبِ وُجُودِهٖ فٖى وَح۟دَتِهٖ هٰذِهِ ال۟كَائِنَاتُ ال۟كِتَابُ ال۟كَبٖيرُ ال۟مُجَسَّمُ وَ ال۟قُر۟اٰنُ ال۟جِس۟مَانِىُّ ال۟مُعَظَّمُ وَ ال۟قَص۟رُ ال۟مُزَيَّنُ ال۟مُنَظَّمُ وَ ال۟بَلَدُ ال۟مُح۟تَشَمُ ال۟مُن۟تَظَمُ بِاِج۟مَاعِ سُوَرِهٖ وَ اٰيَاتِهٖ وَ كَلِمَاتِهٖ وَ حُرُوفِهٖ وَ اَب۟وَابِهٖ وَ فُصُولِهٖ وَ صُحُفِهٖ وَ سُطُورِهٖ وَ اِتِّفَاقِ اَر۟كَانِهٖ وَ اَن۟وَاعِهٖ وَ اَج۟زَائِهٖ وَ جُز۟ئِيَّاتِهٖ وَ سَكَنَتِهٖ وَ مُش۟تَمِلَاتِهٖ وَ وَارِدَاتِهٖ وَ مَصَارِفِهٖ بِشَهَادَةِ عَظَمَةِ اِحَاطَةِ حَقٖيقَةِ ال۟حُدُوثِ وَ التَّغَيُّرِ وَ ال۟اِم۟كَانِ بِاِج۟مَاعِ جَمٖيعِ عُلَمَاءِ عِل۟مِ ال۟كَلَامِ وَ بِشَهَادَةِ حَقٖيقَةِ تَب۟دٖيلِ صُورَتِهٖ وَ مُش۟تَمِلَاتِهٖ بِال۟حِك۟مَةِ وَ ال۟اِن۟تِظَامِ وَ تَج۟دٖيدِ حُرُوفِهٖ وَ كَلِمَاتِهٖ بِالنِّظَامِ وَ ال۟مٖيزَانِ وَ بِشَهَادَةِ عَظَمَةِ اِحَاطَةِ حَقٖيقَةِ التَّعَاوُنِ وَ التَّجَاوُبِ وَ التَّسَانُدِ وَ التَّدَاخُلِ وَ ال۟مُوَازَنَةِ وَ ال۟مُحَافَظَةِ فٖى مَو۟جُودَاتِهٖ بِال۟مُشَاهَدَةِ وَ ال۟عِيَانِ denilmiştir.

    Sonra, dünyaya gelen ve dünyanın yaratanını arayan ve on sekiz adet mertebelerden çıkan ve arş-ı hakikate yetişen bir mi’rac-ı imanî ile gaibane marifetten hazırane ve muhatabane bir makama terakki eden meraklı ve müştak yolcu adam, kendi ruhuna dedi ki:

    Fatiha-i Şerife’de başından tâ اِيَّاكَ kelimesine kadar gaibane medh ü sena ile bir huzur gelip اِيَّاكَ hitabına çıkılması gibi biz dahi doğrudan doğruya gaibane aramayı bırakıp aradığımızı aradığımızdan sormalıyız; her şeyi gösteren güneşi, güneşten sormak gerektir. Evet her şeyi gösteren, kendini her şeyden ziyade gösterir. Öyle ise şemsin şuâatı ile onu görmek ve tanımak gibi Hâlık’ımızın esma-i hüsnasıyla ve sıfât-ı kudsiyesiyle onu kabiliyetimizin nisbetinde tanımaya çalışabiliriz.

    Bu maksadın hadsiz yollarından iki yolu ve o iki yolun hadsiz mertebelerinden iki mertebeyi ve o iki mertebenin pek çok hakikatlerinden ve pek çok uzun tafsilatından yalnız iki hakikati icmal ve ihtisar ile bu risalede beyan edeceğiz.

    Birinci Hakikat: Bilmüşahede gözümüzle görünen ve muhit ve daimî ve muntazam ve dehşetli ve semavî ve arzî olan bütün mevcudatı çeviren ve tebdil ve tecdid eden ve kâinatı kaplayan faaliyet-i müstevliye hakikati görünmesi ve o her cihetle hikmet-medar faaliyet hakikatinin içinde tezahür-ü rububiyet hakikatinin bilbedahe hissedilmesi ve o her cihetle rahmet-feşan tezahür-ü rububiyet hakikatinin içinde, tebarüz-ü uluhiyet hakikati bizzarure bilinmiş olmasıdır.

    İşte bu hâkimane ve hakîmane faaliyet-i daimeden ve perdesinin arkasında bir Fâil-i Kadîr ve Alîm’in ef’ali, görünür gibi hissedilir.

    Ve bu mürebbiyane ve müdebbirane ef’al-i Rabbaniyeden ve perdesinin arkasından, her şeyde cilveleri bulunan esma-i İlahiye, hissedilir derecesinde bedahetle bilinir.

    Ve bu celaldarane ve cemal-perverane cilvelenen esma-i hüsnadan ve perdesinin arkasında sıfât-ı seb’a-i kudsiyenin ilmelyakîn, belki aynelyakîn, belki hakkalyakîn derecesinde vücudları ve tahakkukları anlaşılır.

    Ve bu yedi kudsî sıfâtın dahi bütün masnuatın şehadetiyle hem hayattarane hem kadîrane hem alîmane hem semîane hem basîrane hem mürîdane hem mütekellimane nihayetsiz bir surette tecellileri ile bilbedahe ve bizzarure ve biilmelyakîn bir Mevsuf-u Vâcibü’l-vücud’un ve bir Müsemma-i Vâhid-i Ehad’in ve bir Fâil-i Ferd-i Samed’in mevcudiyeti, güneşten daha zâhir, daha parlak bir tarzda kalpteki iman gözüne görünür gibi kat’î bilinir.

    Çünkü güzel ve manidar bir kitap ve muntazam bir hane, bedahetle yazmak ve yapmak fiillerini ve güzel yazmak ve intizamlı yapmak fiilleri dahi bedahetle yazıcı ve dülger namlarını, yazıcı ve dülger unvanları ise bedahetle kitabet ve dülgerlik sanatlarını ve sıfatlarını ve bu sanat ve sıfatlar bedahetle herhalde bir zatı istilzam eder ki mevsuf ve sâni’ ve müsemma ve fâil olsun. Fâilsiz bir fiil ve müsemmasız bir isim mümkün olmadığı gibi; mevsufsuz bir sıfat, sanatkârsız bir sanat dahi mümkün değildir.

    İşte bu hakikat ve kaideye binaen, bu kâinat bütün mevcudatıyla beraber kaderin kalemiyle yazılmış, kudretin çekiciyle yapılmış manidar hadsiz kitaplar, mektuplar, nihayetsiz binalar ve saraylar hükmünde –her biri binler vecihle ve beraber hadsiz vücuh ile– Rabbanî ve Rahmanî nihayetsiz fiilleri ve o fiillerin menşeleri olan bin bir esma-i İlahiyenin hadsiz cilveleriyle ve o güzel isimlerin menbaı olan yedi sıfât-ı Sübhaniyenin nihayetsiz tecellileriyle, o yedi muhit ve kudsî sıfatların madeni ve mevsufu olan ezelî ve ebedî bir Zat-ı Zülcelal’in vücub-u vücuduna ve vahdetine hadsiz işaretler ve nihayetsiz şehadetler ettikleri gibi; bütün o mevcudatta bulunan bütün hüsünler, cemaller, kıymetler, kemaller dahi ef’al-i Rabbaniyenin ve esma-i İlahiyenin ve sıfât-ı Samedaniyenin ve şuunat-ı Sübhaniyenin kendilerine lâyık ve muvafık kudsî cemallerine ve kemallerine ve hepsi birden Zat-ı Akdes’in kudsî cemaline ve kemaline bedahetle şehadet ederler.

    İşte faaliyet hakikati içinde tezahür eden rububiyet hakikati; ilim ve hikmetle halk ve icad ve sun’ ve ibda, nizam ve mizan ile takdir ve tasvir ve tedbir ve tedvir, kasd ve irade ile tahvil ve tebdil ve tenzil ve tekmil, şefkat ve rahmetle it’am ve in’am ve ikram ve ihsan gibi şuunatıyla ve tasarrufatıyla kendini gösterir ve tanıttırır.

    Ve tezahür-ü rububiyet hakikati içinde bedahetle hissedilen ve bulunan uluhiyetin tebarüz hakikati dahi esma-i hüsnanın rahîmane ve kerîmane cilveleriyle ve yedi sıfât-ı sübutiye olan Hayat, İlim, Kudret, İrade, Sem’, Basar ve Kelâm sıfatlarının celalli ve cemalli tecellileriyle kendini tanıttırır, bildirir.

    Evet nasıl ki kelâm sıfatı, vahiyler ve ilhamlar ile Zat-ı Akdes’i tanıttırır, öyle de kudret sıfatı dahi mücessem kelimeleri hükmünde olan sanatlı eserleriyle o Zat-ı Akdes’i bildirir ve kâinatı baştan başa bir Furkan-ı cismanî mahiyetinde gösterip bir Kadîr-i Zülcelal’i tavsif ve tarif eder.

    Ve ilim sıfatı dahi hikmetli, intizamlı, mizanlı olan bütün masnuat miktarınca ve ilim ile idare ve tedbir ve tezyin ve temyiz edilen bütün mahlukat adedince, mevsufları olan bir tek Zat-ı Akdes’i bildirir.

    Ve hayat sıfatı ise kudreti bildiren bütün eserler ve ilmin vücudunu bildiren bütün intizamlı ve hikmetli ve mizanlı ve ziynetli suretler, haller ve sair sıfatları bildiren bütün deliller, sıfat-ı hayatın delilleriyle beraber, hayat sıfatının tahakkukuna delâlet ettikleri gibi; hayat dahi bütün o delilleriyle, âyineleri olan bütün zîhayatları şahit göstererek Zat-ı Hayy-ı Kayyum’u bildirir.

    Ve kâinatı, serbeser her vakit taze taze ve ayrı ayrı cilveleri ve nakışları göstermek için daima değişen ve tazelenen ve hadsiz âyinelerden terekküp eden bir âyine-i ekber suretine çevirir. Ve bu kıyasla görmek ve işitmek, ihtiyar etmek ve konuşmak sıfatları dahi her biri birer kâinat kadar Zat-ı Akdes’i bildirir, tanıttırır.

    Hem o sıfatlar, Zat-ı Zülcelal’in vücuduna delâlet ettikleri gibi hayatın vücuduna ve tahakkukuna ve o zatın hayattar ve diri olduğuna dahi bedahetle delâlet ederler. Çünkü bilmek hayatın alâmeti, işitmek dirilik emaresi, görmek dirilere mahsus, irade hayat ile olabilir, ihtiyarî iktidar zîhayatlarda bulunur, tekellüm ise bilen dirilerin işidir.

    İşte bu noktalardan anlaşılır ki hayat sıfatının yedi defa kâinat kadar delilleri ve kendi vücudunu ve mevsufun vücudunu bildiren bürhanları vardır ki bütün sıfatların esası ve menbaı ve ism-i a’zamın masdarı ve medarı olmuştur. Risale-i Nur, bu birinci hakikati kuvvetli bürhanlar ile ispat ve bir derece izah ettiğinden, bu denizden bu mezkûr katre ile şimdilik iktifa ediyoruz.

    İkinci Hakikat: Sıfat-ı kelâmdan gelen tekellüm-ü İlahîdir.

    لَو۟ كَانَ ال۟بَح۟رُ مِدَادًا لِكَلِمَاتِ رَبّٖى âyetinin sırrıyla: Kelâm-ı İlahî, nihayetsizdir. Bir zatın vücudunu bildiren en zâhir alâmet, konuşmasıdır. Demek bu hakikat, nihayetsiz bir surette Mütekellim-i Ezelî’nin mevcudiyetine ve vahdetine şehadet eder.

    Bu hakikatin iki kuvvetli şehadeti, bu risalenin on dördüncü ve on beşinci mertebelerinde beyan edilen vahiyler ve ilhamlar cihetiyle ve geniş bir şehadeti dahi onuncu mertebesinde işaret edilen kütüb-ü mukaddese-i semaviye cihetiyle ve çok parlak ve câmi’ bir diğer şehadeti dahi on yedinci mertebesinde Kur’an-ı Mu’cizü’l-Beyan cihetiyle geldiğinden, bu hakikatin beyan ve şehadetini o mertebelere havale edip o hakikati mu’cizane ilan eden ve şehadetini sair hakikatlerin şehadetleriyle beraber ifade eden شَهِدَ اللّٰهُ اَنَّهُ لَٓا اِلٰهَ اِلَّا هُوَ وَال۟مَلٰٓئِكَةُ وَ اُولُوا ال۟عِل۟مِ قَٓائِمًا بِال۟قِس۟طِ لَٓا اِلٰهَ اِلَّا هُوَ ال۟عَزٖيزُ ال۟حَكٖيمُ âyet-i muazzamanın envarı ve esrarı, bizim bu yolcuya kâfi ve vâfi gelmiş ki daha ileri gidememiş.

    İşte bu yolcunun bu makam-ı kudsîden aldığı dersin kısa bir mealine bir işaret olarak Birinci Makam’ın on dokuzuncu mertebesinde لَٓا اِلٰهَ اِلَّا اللّٰهُ ال۟وَاجِبُ ال۟وُجُودِ ال۟وَاحِدُ ال۟اَحَدُ لَهُ ال۟اَس۟مَاءُ ال۟حُس۟نٰى وَ لَهُ الصِّفَاتُ ال۟عُل۟يَا وَ لَهُ ال۟مَثَلُ ال۟اَع۟لٰى اَلَّذٖى دَلَّ عَلٰى وُجُوبِ وُجُودِهٖ فٖى وَح۟دَتِهٖ اَلذَّاتُ ال۟وَاجِبُ ال۟وُجُودِ بِاِج۟مَاعِ جَمٖيعِ صِفَاتِهِ ال۟قُد۟سِيَّةِ ال۟مُحٖيطَةِ وَ جَمٖيعِ اَس۟مَائِهِ ال۟حُس۟نٰى اَل۟مُتَجَلِّيَّةِ بِاِتِّفَاقِ جَمٖيعِ شُؤُنَاتِهٖ وَ اَف۟عَالِهِ ال۟مُتَصَرِّفَةِ بِشَهَادَةِ عَظَمَةِ حَقٖيقَةِ تَبَارُزِ ال۟اُلُوهِيَّةِ فٖى تَظَاهُرِ الرُّبُوبِيَّةِ فٖى دَوَامِ ال۟فَعَّالِيَّةِ ال۟مُس۟تَو۟لِيَةِ بِفِع۟لِ ال۟اٖيجَادِ وَ ال۟خَل۟قِ وَ الصُّن۟عِ وَ ال۟اِب۟دَاعِ بِاِرَادَةٍ وَ قُد۟رَةٍ وَ بِفِع۟لِ التَّق۟دٖيرِ وَ التَّص۟وٖيرِ وَ التَّد۟بٖيرِ وَ التَّد۟وٖيرِ بِاِخ۟تِيَارٍ وَ حِك۟مَةٍ وَ بِفِع۟لِ التَّص۟رٖيفِ وَ التَّن۟ظٖيمِ وَ ال۟مُحَافَظَةِ وَ ال۟اِدَارَةِ وَ ال۟اِعَاشَةِ بِقَص۟دٍ وَ رَح۟مَةٍ وَ بِكَمَالِ ال۟اِن۟تِظَامِ وَ ال۟مُوَازَنَةِ وَ بِشَهَادَةِ عَظَمَةِ اِحَاطَةِ حَقٖيقَةِ اَس۟رَارِ - شَهِدَ اللّٰهُ اَنَّهُ لَٓا اِلٰهَ اِلَّا هُوَ وَ ال۟مَلٰٓئِكَةُ وَ اُولُوا ال۟عِل۟مِ قَٓائِمًا بِال۟قِس۟طِ لَٓا اِلٰهَ اِلَّا هُوَ ال۟عَزٖيزُ ال۟حَكٖيمُ denilmiştir.


    İHTAR

    Geçen İkinci Makam’ın Birinci Bab’ındaki on dokuz adet mertebelerin şehadet eden hakikatlerinin her birisi, tahakkuklarıyla ve vücudlarıyla vücub-u vücuda delâlet ettikleri gibi; ihataları ile dahi vahdete ve ehadiyete delâlet ederler. Fakat başta sarîhan vücudu ispat ettikleri cihetle, vücub-u vücudun delilleri sayılmış.

    İkinci Makam’ın İkinci Bab’ı ise başta ve sarahatle vahdeti ve içinde vücudu ispat ettiği haysiyetiyle, tevhid bürhanları denilir. Yoksa her ikisi, her ikisini ispat eder. Farklarına işaret için Birinci Bab’da بِشَهَادَةِ عَظَمَةِ اِحَاطَةِ حَقٖيقَةِ

    İkinci Bab’da vahdet görünür gibi zuhuruna işareten بِمُشَاهَدَةِ عَظَمَةِ اِحَاطَةِ حَقٖيقَةِ fıkraları tekrar ediliyor.

    Gelecek İkinci Bab’ın mertebelerini Birinci Bab gibi izah etmeye niyet etmiştim. Fakat bazı hallerin mümanaatıyla ihtisara ve icmale mecburum. Hakkıyla beyan etmeyi Risale-i Nur’a havale ediyoruz.

    İKİNCİ BAB

    Berahin-i Tevhidiyeye Dairdir

    Dünyaya iman için gönderilen ve bütün kâinatta fikren seyahat eden ve her şeyden Hâlık’ını soran ve her yerde Rabb’ini arayan ve hakkalyakîn derecesinde İlah’ını vücub-u vücud noktasında bulan dünya misafiri, kendi aklına dedi ki: Gel, Vâcibü’l-vücud Hâlık’ımızın vahdet bürhanlarını temaşa için yine beraber bir seyahate gideceğiz.

    Beraber gittiler. Birinci menzilde gördüler ki kâinatı istila eden dört hakikat-i kudsiye, vahdeti bedahet derecesinde istilzam edip isterler.

    BİRİNCİ HAKİKAT: “Uluhiyet-i mutlaka”dır.

    Evet, nev-i beşerin her taifesi birer nevi ibadet ile fıtrî gibi meşgul olması ve sair zîhayatın belki cemadatın dahi fıtrî hizmetleri, birer nevi ibadet hükmünde bulunması ve kâinatta maddî ve manevî bütün nimetlerin ve ihsanların her biri, bir mabudiyet tarafından, hamd ve ibadeti yaptıran perestişe ve şükre birer vesile olmaları ve vahiy ve ilhamlar gibi bütün tereşşuhat-ı gaybiye ve tezahürat-ı maneviyenin bir tek İlah’ın mabudiyetini ilan etmeleri; elbette ve bedahetle bir uluhiyet-i mutlakanın tahakkukunu ve hüküm-ferma olduğunu ispat ederler.

    Madem böyle bir uluhiyet hakikati var, elbette iştiraki kabul edemez. Çünkü uluhiyete yani mabudiyete karşı şükür ve ibadetle mukabele edenler, kâinat ağacının en nihayetlerinde bulunan zîşuur meyveleridir. Ve başkaların o zîşuurları memnun ve minnettar edip yüzlerini kendilerine çevirmesi ve görünmediğinden çabuk unutturulabilen hakiki mabudlarını onlara unutturması, uluhiyetin mahiyetine ve kudsî maksatlarına öyle bir zıddiyettir ki hiçbir cihetle müsaade etmez.

    Kur’an’ın çok tekrar ile ve şiddetle şirki red ve müşrikleri cehennem ile tehdit etmesi, bu cihettendir.

    İKİNCİ HAKİKAT: “Rububiyet-i mutlaka”dır.

    Evet, bütün kâinatta hususan zîhayatlarda ve bilhassa terbiye ve iaşelerinde her tarafta aynı tarzda ve umulmadık bir surette beraber ve birbiri içinde hakîmane, rahîmane bir dest-i gaybî tarafından olan bir tasarruf-u âmm elbette bir rububiyet-i mutlakanın tereşşuhudur ve ziyasıdır ve tahakkukuna bir bürhan-ı kat’îdir.

    Madem bir rububiyet-i mutlaka vardır, elbette şirk ve iştiraki kabul etmez. Çünkü o rububiyetin kendi cemalini izhar ve kemalâtını ilan ve kıymetli sanatlarını teşhir ve gizli hünerlerini göstermek gibi en mühim maksat ve gayeleri cüz’iyatta ve zîhayatta temerküz ve içtima ettiğinden, en cüz’î bir şeye ve en küçük bir zîhayata kendi başıyla müdahale eden bir şirk, o gayeleri bozar ve o maksatları harap eder. Ve zîşuurun yüzlerini o gayelerden ve o gayeleri irade edenden çevirip esbaba saldığından ve bu vaziyet rububiyetin mahiyetine bütün bütün muhalif ve adâvet olduğundan, elbette böyle bir rububiyet-i mutlaka, hiçbir cihetle şirke müsaade etmez.

    Kur’an’ın kesretli takdisatı ve tesbihatı ve âyâtı ve kelimatı, belki hurufatı ve hey’atıyla mütemadiyen tevhide irşadatı bu büyük sırdan ileri gelmiştir.

    ÜÇÜNCÜ HAKİKAT: “Kemalât”tır.

    Evet, bu kâinatın bütün ulvi hikmetleri, hârika güzellikleri, âdilane kanunları, hakîmane gayeleri, hakikat-i kemalâtın vücuduna bedahetle delâlet ve bilhassa bu kâinatı hiçten icad edip her cihetle mu’cizatlı ve cemalli bir surette idare eden Hâlık’ın kemalâtına ve o Hâlık’ın âyine-i zîşuuru olan insanın kemalâtına şehadeti pek zâhirdir.

    Madem kemalât hakikati vardır. Ve madem kâinatı kemalât içinde icad eden Hâlık’ın kemalâtı muhakkaktır. Ve madem kâinatın en mühim meyvesi ve arzın halifesi ve Hâlık’ın en ehemmiyetli masnuu ve sevgilisi olan insanın kemalâtı haktır ve hakikatlidir.

    Elbette bu gözümüz ile gördüğümüz kemalli ve hikmetli kâinatı; fena ve zevalde yuvarlanan ve neticesiz olarak tesadüfün oyuncağı, tabiatın mel’abegâhı, zîhayatın zalimane mezbahası, zîşuurun dehşetli hüzüngâhı suretine çeviren ve âsârı ile kemalâtı görünen insanı, en bîçare ve en perişan ve en aşağı bir hayvan derekesine indiren ve Hâlık’ın âyine-i kemalâtı olan bütün mevcudatın şehadetiyle nihayetsiz kemalât-ı kudsiyesi bulunan o Hâlık’ın kemalâtını setredip perde çekerek netice-i faaliyetini ve hallakıyetini iptal eden şirk, elbette olamaz ve hakikatsizdir.

    Şirkin bu kemalât-ı İlahiyeye ve insaniye ve kevniyeye karşı zıddiyeti ve o kemalâtları bozduğu İkinci Şuâ Risalesi’nin üç meyve-i tevhide dair Birinci Makam’ında kuvvetli ve kat’î deliller ile ispat ve izah edildiğinden ona havale edip burada kısa kesiyoruz.

    DÖRDÜNCÜ HAKİKAT: “Hâkimiyet”tir.

    Evet, bu kâinata geniş bir dikkat ile bakan; kâinatı gayet haşmetli ve gayet faaliyetli bir memleket, belki idaresi gayet hikmetli ve hâkimiyeti gayet kuvvetli bir şehir hükmünde görür, her şeyi ve her nev’i birer vazife ile musahharane meşgul bulur. وَ لِلّٰهِ جُنُودُ السَّمٰوَاتِ وَال۟اَر۟ضِ âyetinin askerlik manasını ihsas eden temsiline göre: Zerrat ordusundan ve nebatat fırkalarından ve hayvanat taburlarından tâ yıldızlar ordusuna kadar olan cünud-u Rabbaniyeden, o küçücük memurlarda ve bu pek büyük askerlerde hâkimane tekvinî emirlerin, âmirane hükümlerin, şahane kanunların cereyanları, bedahetle bir hâkimiyet-i mutlakanın ve bir âmiriyet-i külliyenin vücuduna delâlet ederler.

    Madem bir hâkimiyet-i mutlaka hakikati vardır, elbette şirkin hakikati olamaz. Çünkü لَو۟ كَانَ فٖيهِمَٓا اٰلِهَةٌ اِلَّا اللّٰهُ لَفَسَدَتَا âyetinin hakikat-i kātıasıyla, müteaddid eller müstebidane bir işe karışsalar karıştırırlar. Bir memlekette iki padişah, hattâ bir nahiyede iki müdür bulunsa intizam bozulur ve idare herc ü merc olur. Halbuki sinek kanadından tâ semavat kandillerine kadar ve hüceyrat-ı bedeniyeden tâ seyyaratın burçlarına kadar öyle bir intizam var ki zerre kadar şirkin müdahalesi olamaz.

    Hem hâkimiyet bir makam-ı izzettir; rakip kabul etmek, o hâkimiyetin izzetini kırar. Evet, aczi için çok yardımcılara muhtaç olan insanın, cüz’î ve zâhirî ve muvakkat bir hâkimiyeti için kardeşini ve evladını zalimane öldürmesi gösteriyor ki hâkimiyet rakip kabul etmez. Böyle bir âciz, böyle cüz’î bir hâkimiyet için böyle yaparsa; elbette bütün kâinatın mâliki olan bir Kadîr-i Mutlak’ın hakiki ve küllî rububiyetine ve uluhiyetine medar olan kendi hâkimiyet-i kudsiyesine başkasını teşrik etmesi ve şerike müsaade etmesi hiçbir cihetle mümkün olamaz.

    Bu hakikat, İkinci Şuâ’nın İkinci Makam’ında ve Risale-i Nur’un birçok yerlerinde kuvvetli deliller ile ispat edildiğinden onlara havale ediyoruz.

    İşte yolcumuz bu dört hakikati müşahede etmekle, vahdaniyet-i İlahiyeyi şuhud derecesinde bildi, imanı parladı. Bütün kuvvetiyle

    لَٓا اِلٰهَ اِلَّا اللّٰهُ وَح۟دَهُ لَا شَرٖيكَ لَهُ dedi. Ve bu menzilden aldığı derse bir kısa işaret olarak Birinci Makam’ın ikinci babında لَٓا اِلٰهَ اِلَّا اللّٰهُ ال۟وَاحِدُ ال۟اَحَدُ الَّذٖى دَلَّ عَلٰى وَح۟دَانِيَّتِهٖ وَ وُجُوبِ وُجُودِهٖ مُشَاهَدَةُ عَظَمَةِ حَقٖيقَةِ تَبَارُزِ ال۟اُلُوهِيَّةِ ال۟مُط۟لَقَةِ وَ كَذَا مُشَاهَدَةُ عَظَمَةِ اِحَاطَةِ حَقٖيقَةِ تَظَاهُرِ الرُّبُوبِيَّةِ ال۟مُط۟لَقَةِ ال۟مُق۟تَضِيَّةِ لِل۟وَح۟دَةِ وَ كَذَا مُشَاهَدَةُ عَظَمَةِ اِحَاطَةِ حَقٖيقَةِ ال۟كَمَالَاتِ النَّاشِئَةِ مِنَ ال۟وَح۟دَةِ وَ كَذَا مُشَاهَدَةُ عَظَمَةِ اِحَاطَةِ حَقٖيقَةِ ال۟حَاكِمِيَّةِ ال۟مُط۟لَقَةِ ال۟مَانِعَةِ وَ ال۟مُنَافِيَةِ لِلشِّر۟كَةِ denilmiştir.

    Sonra o sükûnetsiz misafir kendi kalbine dedi: Ehl-i imanın, hususan ehl-i tarîkatın her vakit tekrarla لَٓا اِلٰهَ اِلَّاهُوَ demeleri, tevhidi yâd ve ilan etmeleri gösterir ki tevhidin pek çok mertebeleri bulunuyor. Hem tevhid, en ehemmiyetli ve en halâvetli ve en yüksek bir vazife-i kudsiye ve bir farîza-i fıtriye ve bir ibadet-i imaniyedir. Öyle ise gel bir mertebeyi daha bulmak için bu ibrethanenin diğer bir menzilinin kapısını daha açmalıyız.

    Çünkü aradığımız hakiki tevhid, yalnız tasavvurdan ibaret bir marifet değildir. Belki ilm-i mantıkta tasavvura mukabil ve marifet-i tasavvuriyeden çok kıymettar ve bürhanın neticesi olan ve ilim denilen tasdiktir.

    Ve tevhid-i hakiki öyle bir hüküm ve tasdik ve iz’an ve kabuldür ki her bir şeyle Rabb’ini bulabilir ve her şeyde Hâlık’ına giden bir yolu görür ve hiçbir şey huzuruna mani olmaz. Yoksa Rabb’ini bulmak için her vakit kâinat perdesini yırtmak, açmak lâzım gelir. “Öyle ise haydi ileri!” diyerek, kibriya ve azamet kapısını çaldı. Ef’al ve âsâr menziline ve icad ve ibda âlemine girdi, gördü ki: Kâinatı istila etmiş beş hakikat-i muhita hükmediyorlar, bedahetle tevhidi ispat ederler.

    BİRİNCİSİ

    Kibriya ve azamet hakikatidir. Bu hakikat, İkinci Şuâ’nın İkinci Makam’ında ve Risale-i Nur’un müteaddid yerlerinde bürhanlarla izah edildiğinden burada bu kadar deriz ki:

    Binlerle sene birbirlerinden uzak bir mesafede bulunan yıldızları, aynı anda aynı tarzda icad edip tasarruf eden ve zeminin şark ve garp ve cenup ve şimalinde bulunan aynı çiçeğin hadsiz efradını, bir zamanda ve bir surette halk edip tasvir eden...

    Hem هُوَ الَّذٖى خَلَقَ السَّمٰوَاتِ وَال۟اَر۟ضَ فٖى سِتَّةِ اَيَّامٍ yani gökleri ve zemini altı günde yaratmak gibi geçmiş ve gaybî ve çok acib bir hâdiseyi, hazır ve göz önünde bir hâdise ile ispat etmek ve onun gibi acib bir tanzir olarak zeminin yüzünde bahar mevsiminde haşr-i a’zamın yüz binden ziyade misallerini gösterir gibi iki yüz binden ziyade nebatat taifelerini ve hayvanat kabilelerini beş altı haftada inşa edip kemal-i intizam ve mizan ile iltibassız, noksansız, yanlışsız, beraber, birbiri içinde idare, terbiye, iaşe, temyiz ve tezyin eden...

    Hem يُولِجُ الَّي۟لَ فِى النَّهَارِ وَ يُولِجُ النَّهَارَ فِى الَّي۟لِ âyetinin sarahatiyle zemini döndürüp gece gündüz sahifelerini yapan ve çeviren ve yevmiye hâdisatıyla yazan değiştiren aynı zat, aynı anda, en gizli, en cüz’î olan kalplerin hatıratlarını dahi bilir ve iradesiyle idare eder.

    Ve mezkûr fiillerin her biri bir tek fiil olduğundan, zarurî olarak, onların fâili dahi bir tek, vâhid ve kādir olan fâil-i zülcelallerinin, bedahetle öyle bir kibriya ve azameti var ki: Hiçbir yerde, hiçbir şeyde, hiçbir cihetle, hiçbir şirkin hiçbir imkânını, hiçbir ihtimalini bırakmıyor, köküyle kesiyor.

    Madem böyle bir kibriya ve azamet-i kudret var ve madem o kibriya nihayet kemaldedir ve ihata ediyor. Elbette o kudrete acz veya ihtiyaç ve o kibriyaya kusur ve o kemale noksaniyet ve o ihataya kayıt ve o nihayetsizliğe nihayet veren bir şirke meydan vermesi ve müsaade etmesi, hiçbir vecihle mümkün değildir. Fıtratını bozmayan hiçbir akıl kabul etmez.

    İşte şirk, kibriyaya dokunması ve celalin izzetine dokundurması ve azametine ilişmesi cihetiyle öyle bir cinayettir ki hiç kabil-i af olmadığını, Kur’an-ı Mu’cizü’l-Beyan azîm tehdit ile اِنَّ اللّٰهَ لَا يَغ۟فِرُ اَن۟ يُش۟رَكَ بِهٖ وَيَغ۟فِرُ مَا دُونَ ذٰلِكَ ferman ediyor.

    İKİNCİ HAKİKAT

    Kâinatta tasarrufları görünen ef’al-i Rabbaniyenin ıtlak ve ihata ve nihayetsiz bir surette zuhurlarıdır. Ve o fiilleri takyid ve tahdid eden, yalnız hikmet ve iradedir ve mazharların kabiliyetleridir. Ve serseri tesadüf ve şuursuz tabiat ve kör kuvvet ve camid esbab ve kayıtsız ve her yere dağılan ve karıştıran unsurlar, o gayet mizanlı ve hikmetli ve basîrane ve hayattarane ve muntazam ve muhkem olan fiillere karışamazlar, belki Fâil-i Zülcelal’in emriyle ve iradesiyle ve kuvvetiyle zâhirî bir perde-i kudret olarak istimal olunuyorlar.

    Hadsiz misallerinden üç misali, Sure-i Nahl’in bir sahifesinde birbirine muttasıl üç âyetin işaret ettikleri üç fiilin hadsiz nüktelerinden üç nüktesini beyan ederiz.

    Birincisi: وَ اَو۟حٰى رَبُّكَ اِلَى النَّح۟لِ اَنِ اتَّخِذٖى مِنَ ال۟جِبَالِ بُيُوتًا ... اِلٰى اٰخِره

    Evet, bal arısı fıtratça ve vazifece öyle bir mu’cize-i kudrettir ki koca Sure-i Nahl, onun ismiyle tesmiye edilmiş. Çünkü o küçücük bal makinesinin zerrecik başında, onun ehemmiyetli vazifesinin mükemmel programını yazmak ve küçücük karnında taamların en tatlısını koymak ve pişirmek ve süngücüğünde zîhayat azaları tahrip etmek ve öldürmek hâsiyetinde bulunan zehiri o uzuvcuğuna ve cismine zarar vermeden yerleştirmek; nihayet dikkat ve ilim ile ve gayet hikmet ve irade ile ve tam bir intizam ve muvazene ile olduğundan şuursuz, intizamsız, mizansız olan tabiat ve tesadüf gibi şeyler elbette müdahale edemezler ve karışamazlar.

    İşte bu üç cihetle mu’cizeli bu sanat-ı İlahiyenin ve bu fiil-i Rabbanînin, bütün zemin yüzünde hadsiz arılarda, aynı hikmetle, aynı dikkatle, aynı mizanda, aynı anda, aynı tarzda zuhuru ve ihatası, bedahetle vahdeti ispat eder.

    İkinci âyet: وَ اِنَّ لَكُم۟ فِى ال۟اَن۟عَامِ لَعِب۟رَةً نُس۟قٖيكُم۟ مِمَّا فٖى بُطُونِهٖ مِن۟ بَي۟نِ فَر۟ثٍوَ دَمٍ لَبَنًا خَالِصًا سَٓائِغًا لِلشَّارِبٖينَ âyeti, ibret-feşan bir fermandır. Evet, başta inek ve deve ve keçi ve koyun olarak süt fabrikaları olan validelerin memelerinde, kan ve fışkı içinde bulaştırmadan ve bulandırmadan ve onlara bütün bütün muhalif olarak hâlis, temiz, safi, mugaddi, hoş, beyaz bir sütü koymak; ve yavrularına karşı o sütten daha ziyade hoş, şirin, tatlı, kıymetli ve fedakârane bir şefkati kalplerine bırakmak; elbette o derece bir rahmet, bir hikmet, bir ilim, bir kudret ve bir ihtiyar ve dikkat ister ki fırtınalı tesadüflerin ve karıştırıcı unsurların ve kör kuvvetlerin hiçbir cihetle işleri olamaz.

    İşte böyle gayet mu’cizeli ve hikmetli bu sanat-ı Rabbaniyenin ve bu fiil-i İlahînin, umum rûy-i zeminde, yüz binlerle nevilerin, hadsiz validelerinin kalplerinde ve memelerinde aynı anda, aynı tarzda, aynı hikmet ve aynı dikkat ile tecellisi ve tasarrufu ve yapması ve ihatası, bedahetle vahdeti ispat eder.

    Üçüncü âyet: وَمِن۟ ثَمَرَاتِ النَّخٖيلِ وَال۟اَع۟نَابِ تَتَّخِذُونَ مِن۟هُ سَكَرًا وَرِز۟قًا حَسَنًااِنَّ فٖى ذٰلِكَ لَاٰيَةً لِقَو۟مٍ يَع۟قِلُونَ

    Bu âyet, nazar-ı dikkati hurma ve üzüme celbedip der ki: “Aklı bulunanlara, bu iki meyvede tevhid için büyük bir âyet, bir delil ve bir hüccet vardır.” Evet, bu iki meyve hem gıda ve kut hem fakihe ve yemiş hem çok lezzetli taamların menşeleri olmakla beraber, susuz bir kumda ve kuru bir toprakta duran bu ağaçlar, o derece bir mu’cize-i kudret ve bir hârika-i hikmettir ve öyle bir helvalı şeker fabrikası ve ballı bir şurup makinesi ve o kadar hassas bir mizan ve mükemmel bir intizam ve hikmetli ve dikkatli bir sanattırlar ki zerre kadar aklı bulunan bir adam “Bunları böyle yapan, elbette bu kâinatı yaratan zat olabilir.” demeye mecburdur.

    Çünkü mesela, bu gözümüz önünde bir parmak kadar asmanın üzüm çubuğunda yirmi salkım var ve her salkımda şekerli şurup tulumbacıklarından yüzer tane var. Ve her tanenin yüzüne incecik ve güzel ve latîf ve renkli bir mahfazayı giydirmek ve nazik ve yumuşak kalbinde, kuvve-i hâfızası ve programı ve tarihçe-i hayatı hükmünde olan sert kabuklu, ceviz içli çekirdekleri koymak ve karnında cennet helvası gibi bir tatlıyı ve âb-ı kevser gibi bir balı yapmak ve bütün zemin yüzünde, hadsiz emsalinde aynı dikkat, aynı hikmet, aynı hârika-i sanatı, aynı zamanda, aynı tarzda yaratmak, elbette bedahetle gösterir ki bu işi yapan; bütün kâinatın Hâlık’ıdır ve nihayetsiz bir kudreti ve hadsiz bir hikmeti iktiza eden şu fiil ancak onun fiilidir.

    Evet, bu çok hassas mizana ve çok maharetli sanata ve çok hikmetli intizama, kör ve serseri ve intizamsız ve şuursuz ve hedefsiz ve istilacı ve karıştırıcı olan kuvvetler ve tabiatlar ve sebepler karışamazlar, ellerini uzatamazlar. Yalnız, mef’uliyette ve kabulde ve perdedarlıkta, emr-i Rabbanî ile istihdam olunuyorlar.

    İşte bu üç âyetin işaret ettikleri üç hakikatin tevhide delâlet eden üç nüktesi gibi hadsiz ef’al-i Rabbaniyenin hadsiz cilveleri ve tasarrufları, ittifakla bir tek vâhid-i ehad, bir Zat-ı Zülcelal’in vahdetine şehadet ederler.

    ÜÇÜNCÜ HAKİKAT

    Mevcudatın ve bilhassa nebatat ve hayvanatın, sürat-i mutlaka içinde kesret-i mutlaka ve intizam-ı mutlak ile ve suhulet-i mutlaka içinde gayet hüsn-ü sanat ve maharet ve itkan ve intizam ile ve mebzuliyet-i mutlaka ve ihtilat-ı mutlak içinde gayet kıymettarlık ve tam imtiyaz ile icadlarıdır.

    Evet, gayet çokluk ile gayet çabukluk hem gayet sanatkârane ve mahirane ve dikkat ve intizam ile gayet kolay ve rahatça hem gayet mebzuliyet ve karışıklık içinde gayet kıymetli ve farikalı olarak bulaşmadan ve bulaştırmadan ve bulandırmadan yapmak ancak ve ancak bir tek vâhid zatın öyle bir kudretiyle olabilir ki o kudrete hiçbir şey ağır gelmez. Ve o kudrete nisbeten, yıldızlar zerreler kadar ve en büyük en küçük kadar ve efradı hadsiz bir nevi, bir tek fert kadar ve azametli ve muhit bir küll, has ve az bir cüz kadar ve koca zeminin ihyası ve diriltilmesi, bir ağaç kadar ve dağ gibi bir ağacın inşası, tırnak gibi bir çekirdek kadar kolay ve rahatça ve suhuletli olmak gerektir. Tâ ki gözümüzün önünde yapılan bu işleri yapabilsin.

    İşte bu mertebe-i tevhidin ve bu üçüncü hakikatin ve kelime-i tevhidin bu ehemmiyetli sırrını, yani en büyük bir küll, en küçük bir cüz’î gibi olması ve en çok ve en az farkı bulunmaması hem bu hayretli hikmetini ve bu azametli tılsımını ve tavr-ı aklın haricindeki bu muammasını ve İslâmiyet’in en mühim esasını ve imanın en derin bir medarını ve tevhidin en büyük bir temelini beyan ve hall ve keşif ve ispat etmekle Kur’an’ın tılsımı açılır ve hilkat-i kâinatın en gizli ve bilinmez ve felsefeyi idrakinden âciz bırakan muamması bilinir.

    Hâlık-ı Rahîm’ime yüz bin defa Risaletü’n-Nur’un hurufatı adedince şükür ve hamdolsun ki Risaletü’n-Nur bu acib tılsımı ve bu garib muammayı hall ve keşif ve ispat etmiş. Ve bilhassa Yirminci Mektup’un âhirlerinde وَهُوَ عَلٰى كُلِّ شَى۟ءٍ قَدٖيرٌ bahsinde ve haşre dair Yirmi Dokuzuncu Söz’ün “Fâil muktedirdir.” bahsinde, Yirmi Dokuzuncu Lem’a-i Arabiye’nin “Allahu ekber” mertebelerinden kudret-i İlahiyenin ispatında, kat’î bürhanlarla, iki kere iki dört eder derecesinde ispat edilmiş.

    Onun için izahı onlara havale etmekle beraber, bir fihriste hükmünde bu sırrı açan esasları ve delilleri icmalen beyan ve on üç basamak olarak on üç sırra işaret etmek istedim. Birinci ve ikinci sırları yazdım. Fakat maatteessüf hem maddî hem manevî iki kuvvetli mani, beni şimdilik mütebâkisinden vazgeçirdiler.

    Birinci Sır: Bir şey zatî olsa onun zıddı o zata ârız olamaz. Çünkü içtimaü’z-zıddeyn olur, o da muhaldir. İşte bu sırra binaen, madem kudret-i İlahiye zatiyedir ve Zat-ı Akdes’in lâzım-ı zarurîsidir. Elbette o kudretin zıddı olan acz, o Zat-ı Kadîr’e ârız olması mümkün olmaz.

    Ve madem bir şeyde mertebelerin bulunması, o şeyin içinde zıddının tedahülü iledir. Mesela, ziyanın kavî ve zayıf gibi mertebeleri, zulmetin müdahalesi ile ve hararetin ziyade ve aşağı dereceleri, soğuğun karışması ile ve kuvvetin şiddet ve noksan miktarları, mukavemetin karşılaması ve mümanaatıyladır. Elbette o kudret-i zatiyede mertebeler bulunmaz. Bütün eşyayı, bir tek şey gibi icad eder.

    Ve madem o kudret-i zatiyede mertebeler bulunmaz ve zaaf ve noksan olamaz, elbette hiçbir mani onu karşılayamaz ve hiçbir icad ona ağır gelmez.

    Ve madem hiçbir şey ona ağır gelmez, elbette haşr-i a’zamı bir bahar kadar kolay ve bir baharı bir ağaç kadar suhuletli ve bir ağacı bir çiçek kadar zahmetsiz icad ettiği gibi; bir çiçeği bir ağaç kadar sanatlı, bir ağacı bir bahar kadar mu’cizatlı ve bir baharı bir haşir gibi cem’iyetli ve hârikalı halk eder ve gözümüzün önünde halk ediyor.

    Risale-i Nur’da kat’î ve kuvvetli çok bürhanlar ile ispat edilmiş ki: Eğer vahdet ve tevhid olmazsa bir çiçek, bir ağaç kadar belki daha müşkülatlı ve bir ağaç, bir bahar kadar belki daha suubetli olmakla beraber; kıymet ve sanatça bütün bütün sukut edeceklerdi. Ve şimdi bir dakikada yapılan bir zîhayat, bir senede ancak yapılacaktı, belki de hiç yapılmayacaktı.

    İşte bu mezkûr sırra binaendir ki: Gayet mebzuliyet ve çoklukla beraber gayet kıymettar ve gayet çabuk ve kolaylıkla beraber gayet sanatlı olan bu meyveler, bu çiçekler, bu ağaçlar ve hayvancıklar muntazaman meydana çıkıyorlar ve vazife başına geçiyorlar ve tesbihatlarını yapıp, bitirip, tohumlarını yerlerinde tevkil ederek gidiyorlar.

    İkinci Sır: Nasıl ki nuraniyet ve şeffafiyet ve itaat sırrıyla ve kudret-i zatiyenin bir cilvesiyle bir tek güneş, bir tek âyineye ziyalı akis verdiği gibi; hadsiz âyinelere ve parlak şeylere ve katrelere o kayıtsız kudretinin geniş faaliyetinden ziyalı ve hararetli olan ayn-ı aksini emr-i İlahî ile kolayca verebilir. Az ve çok birdir, farkı yoktur.

    Hem bir tek kelime söylense nihayetsiz hallakıyetin nihayetsiz vüs’atinden, o bir tek kelime bir tek adamın kulağına zahmetsiz girdiği gibi bir milyon kulakların kafalarına da izn-i Rabbanî ile zahmetsiz girer. Binlerle dinleyen ile bir tek dinleyen müsavidir, fark etmez.

    Hem göz gibi bir tek nur veya Cebrail gibi nurani bir tek ruhanî; tecelli-i rahmet içinde olan faaliyet-i Rabbaniyenin kemal-i vüs’atinden bir tek yere suhuletle baktığı ve gittiği ve bir tek yerde suhuletle bulunduğu gibi binler yerlerde de kudret-i İlahiye ile suhuletle bulunur, bakar, girer; az, çok farkı yoktur.

    Aynen öyle de kudret-i zatiye-i ezeliye, en latîf, en has bir nur ve bütün nurların nuru olduğundan ve eşyanın mahiyetleri ve hakikatleri ve melekûtiyet vecihleri şeffaf ve âyine gibi parlak olduğundan ve zerrattan ve nebatattan ve zîhayattan tâ yıldızlara ve güneşlere ve aylara kadar her şey, o kudret-i zatiyenin hükmüne gayet derecede itaatli, inkıyadlı ve o kudret-i ezelînin emirlerine nihayet derecede mutî ve musahhar bulunduğundan, elbette hadsiz eşyayı bir tek şey gibi icad eder ve yanlarında bulunur. Bir iş bir işe mani olmaz. Büyük ve küçük, çok ve az, cüz’î ve küllî birdir. Hiçbiri ona ağır gelmez.

    Hem nasıl ki Onuncu ve Yirmi Dokuzuncu Sözlerde denildiği gibi; intizam ve muvazene ve hükme itaat ve emirleri imtisal sırlarıyla, yüz hane kadar bir büyük sefineyi bir çocuğun parmağıyla oyuncağını çevirdiği gibi döndürür, gezdirir.

    Hem bir âmir, bir “Arş!” emriyle bir tek neferi hücum ettirdiği gibi muntazam ve mutî bir orduyu dahi o tek emriyle hücuma sevk eder.

    Hem pek büyük bir hassas mizanın iki gözünde, iki dağ muvazene vaziyetinde bulunsalar iki kefesinde iki yumurta bulunan diğer mizanın, bir tek ceviz, bir kefesini yukarıya kaldırması, birini aşağı indirmesi gibi; o tek ceviz, bir kanun-u hikmetle öteki büyük mizanın bir gözünü dağ ile beraber dağın başına ve öbür dağı, derelerin dibine indirebilir.

    Aynen öyle de kayıtsız, nihayetsiz, nurani, zatî, sermedî olan kudret-i Rabbaniyede ve beraberinde bütün intizamatın ve nizamların ve muvazenelerin menşei, menbaı, medarı, masdarı olan nihayetsiz bir hikmet ve gayet hassas bir adalet-i İlahiye bulunduğundan ve cüz’î ve küllî ve büyük ve küçük her şey ve bütün eşya, o kudretin hükmüne musahhar ve tasarrufuna münkad olduğundan, elbette zerreleri kolayca tedvir ve tahrik ettiği gibi yıldızları dahi nizam-ı hikmet sırrıyla kolayca döndürür, çevirir.

    Ve baharda, bir emir ile suhuletle bir sineği ihya ettiği gibi; bütün sineklerin taifelerini ve bütün nebatatı ve hayvancıkların ordularını, kudretindeki hikmet ve mizanın sırrıyla, aynı emirle, aynı kolaylıkla diriltip meydan-ı hayata sevk eder.

    Ve bir ağacı baharda çabuk diriltmek ve kemiklerine hayat vermek gibi o hikmetli, adaletli kudret-i mutlaka ile koca arzı ve zemin cenazesini, baharda o ağaç gibi kolayca ihya edip yüz bin çeşit haşirlerin misallerini icad eder.

    Ve bir emr-i tekvinî ile arzı dirilttiği gibi اِن۟ كَانَت۟ اِلَّا صَي۟حَةً وَاحِدَةً فَاِذَاهُم۟ جَمٖيعٌ لَدَي۟نَا مُح۟ضَرُونَ fermanıyla yani “Bütün ins ve cin, bir tek sayha ve emir ile yanımızda meydan-ı haşre hazır olurlar.”

    Hem وَمَٓا اَم۟رُ السَّاعَةِ اِلَّا كَلَم۟حِ ال۟بَصَرِ اَو۟ هُوَ اَق۟رَبُ ferman etmesiyle yani “Kıyamet ve haşrin işi ve yapılması gözünü kapayıp hemen açmak kadardır belki daha yakındır.” der.

    Hem مَا خَل۟قُكُم۟ وَلَا بَع۟ثُكُم۟ اِلَّا كَنَف۟سٍ وَاحِدَةٍ âyetiyle yani “Ey insanlar! Sizin icad ve ihyanız ve haşir ve neşriniz, bir tek nefsin ihyası gibi kolaydır. Kudretime ağır gelmez.” mealinde bulunan şu üç âyetin sırrıyla, aynı emir ile aynı kolaylıkla bütün ins ve cinleri ve hayvanı ve ruhanî ve melekleri haşr-i ekberin meydanına ve mizan-ı a’zamın önüne getirir. Bir iş bir işe mani olmaz.

    Üçüncü ve dördüncüden tâ on üçüncü sırra kadar, arzuma muhalif olarak başka vakte ta’lik edildi.

    DÖRDÜNCÜ HAKİKAT

    Mevcudatın vücudları ve zuhurları, beraberlik ve birbiri içinde birlik ve birbirine benzemeklik ve birbirinin misal-i musağğarı ve numune-i ekberi ve bir kısım küll ve küllî ve diğer kısım onun cüzleri ve fertleri ve birbirine sikke-i fıtratta müşabehet ve nakş-ı sanatta münasebet ve birbirine yardım etmek ve birbirinin vazife-i fıtriyesini tekmil etmek gibi çok cihetü’l-vahdet noktalarında; bedahet derecesinde tevhidi ilan ve Sâni’lerinin vâhid olduğunu ispat etmek ve kâinatın rububiyet cihetinde, tecezzi ve inkısam kabul etmez bir küll ve küllî hükmünde bulunduğunu izhar etmektir.

    Evet mesela, her baharda nebatattan ve hayvanattan dört yüz bin nev’in hadsiz efradlarını, beraber ve birbiri içinde, bir anda ve bir tarzda, yanlışsız, hatasız, kemal-i hikmet ve hüsn-ü sanatla icad etmek ve idare ve iaşe etmek...

    Hem kuşların misal-i musağğarları olan sineklerden tâ numune-i ekberleri olan kartallara kadar hadsiz efradlarını yaratmak ve hava âleminde, seyahat ve yaşamalarına yardım eden cihazatı verip gezdirmek ve havayı şenlendirmekle beraber, yüzlerinde mu’cizane birer sikke-i sanat ve cisimlerinde müdebbirane birer hâtem-i hikmet ve mahiyetlerinde mürebbiyane birer turra-i ehadiyet koymak...

    Hem zerrat-ı taamiyeyi hüceyrat-ı bedeniyenin imdadına ve nebatatı hayvanatın imdadına ve hayvanatı insanların yardımına ve umum valideleri iktidarsız yavruların muavenetine hakîmane, rahîmane koşturmak, göndermek…

    Hem daire-i Kehkeşan’dan ve manzume-i şemsiyeden ve anâsır-ı arziyeden tâ göz hadekasının perdelerine ve gül goncasının yapraklarına ve mısır sümbülünün gömleklerine ve kavunun çekirdeklerine kadar mütedâhil daireler gibi cüz’î ve küllî hükmünde aynı intizam ve hüsn-ü sanat ve aynı fiil ve kemal-i hikmetle tasarruf etmek, elbette bedahet derecesinde ispat eder ki:

    Bu işleri yapan hem vâhiddir, birdir, her şeyde sikkesi var.

    Hem de hiçbir mekânda olmadığı gibi her mekânda hazırdır.

    Hem güneş gibi; her şey ondan uzak, o ise her şeye yakındır.

    Hem daire-i Kehkeşan ve manzume-i şemsiye gibi en büyük şeyler ona ağır gelmediği gibi kandaki küreyvat, kalpteki hatırat ondan gizlenmez; tasarrufundan hariç kalmaz.

    Hem her şey ne kadar büyük ve çok olursa olsun, en küçük, en az bir şey gibi ona kolaydır ki sineği kartal sisteminde ve çekirdeği ağacın mahiyetinde ve bir ağacı bir bahçe suretinde ve bir bahçeyi bir bahar sanatında ve bir baharı bir haşir vaziyetinde suhuletle icad eder.

    Ve sanatça çok kıymettar şeyleri, bize çok ucuz verir, ihsan eder. İstediği fiyat ise bir “Bismillah” ve bir “Elhamdülillah”tır. Yani, o çok kıymettar nimetlerin makbul fiyatları, başta “Bismillahirrahmanirrahîm” ve âhirinde “Elhamdülillah” demektir.

    Bu Dördüncü Hakikat dahi Risale-i Nur’da izah ve ispat edildiğinden bu kısacık işaretle iktifa ediyoruz.

    Bizim seyyahın ikinci menzilde gördüğü

    BEŞİNCİ HAKİKAT

    Kâinatın mecmuunda ve erkânında ve eczasında ve her mevcudunda bir intizam-ı ekmelin bulunması ve o memleket-i vâsianın tedvir ve idaresine medar olan ve heyet-i umumiyesine taalluk eden maddeler ve vazifedarlar birer vâhid olması ve o haşmetli şehir ve meşherde tasarruf eden isimler ve fiiller, birbiri içinde ve birer ve bir mahiyet ve vâhid ve her yerde aynı isim ve aynı fiil olmakla beraber, her şeyi veya ekser eşyayı ihataları ve şümulleri ve o ziynetli sarayın tedbirine ve şenlenmesine ve binasına medar olan unsurlar ve neviler, birbiri içinde ve birer ve bir mahiyet-i vâhide ve her yerde aynı unsur ve aynı nevi bulunmakla beraber zeminin yüzünü ve ekserisini intişar ile ihata etmeleri elbette bedahetle ve zaruretle iktiza eder ve delâlet eder ve şehadet eder ve gösterir ki:

    Bu kâinatın sâni’i ve müdebbiri ve bu memleketin sultanı ve mürebbisi ve bu sarayın sahibi ve bânisi birdir, tektir, vâhiddir, ehaddir. Misli ve naziri olamaz ve veziri ve muîni yoktur. Şeriki ve zıddı olamaz, aczi ve kusuru yoktur.

    Evet, intizam tam bir vahdettir, bir tek nazzamı ister. Münakaşaya medar olan şirki kaldırmaz.

    Madem bu kâinatın heyet-i mecmuasından, arzın yevmî ve senevî deveranından tâ insanın simasına ve başının duygular manzumesine ve kandaki beyaz ve kırmızı küreyvatın deveranına ve cereyanına kadar, küllî olsun cüz’î olsun her bir şeyde hikmetli ve dikkatli bir intizam var. Elbette bir Kadîr-i Mutlak’tan ve bir Hakîm-i Mutlak’tan başka hiçbir şey, kasd ve icad suretiyle elini hiçbir şeye uzatamaz ve karışamazlar. Belki yalnız kabul ederler, mazhar ve münfail olurlar.

    Ve madem tanzim etmek ve bilhassa gayeleri takip etmek ve maslahatları gözeterek bir intizam vermek, yalnız ilim ve hikmetle olur ve irade ve ihtiyar ile yapılır. Elbette ve herhalde, bu hikmet-perverane intizam ve bu gözümüz önündeki maslahatkârane, çeşit çeşit, hadsiz intizamat-ı mahlukat, bedahet derecesinde delâlet ve şehadet eder ki bu mevcudatın hâlıkı ve müdebbiri birdir, fâildir, muhtardır. Her şey onun kudretiyle vücuda gelir, onun iradesiyle birer vaziyet-i mahsusa alır ve onun ihtiyarıyla bir suret-i muntazama giyer.

    Hem madem bu misafirhane-i dünyanın sobalı lambası birdir ve rûznameli kandili birdir ve rahmetli süngeri birdir ve ateşli aşçısı birdir ve hayatlı şurubu birdir ve himayetli tarlası birdir… Bir, bir, bir… Tâ bin bir birler kadar... Elbette bu bir birler bedahetle şehadet eder ki bu misafirhanenin sâni’i ve sahibi birdir. Hem gayet kerîm ve misafirperverdir ki bu yüksek ve büyük memurlarını, zîhayat yolcularına hizmetkâr edip istirahatlerine çalıştırıyor.

    Hem madem dünyanın her tarafında tasarruf eden ve nakışları ve cilveleri görünen “Hakîm, Rahîm, Musavvir, Müdebbir, Muhyî, Mürebbi” gibi isimler ve “hikmet ve rahmet ve inayet” gibi şe’nler ve “tasvir ve tedvir ve terbiye” gibi fiiller birdirler. Her yerde aynı isim, aynı fiil birbiri içinde hem nihayet mertebede hem ihatalıdırlar. Hem birbirinin nakşını öyle tekmil ederler ki güya o isimler ve o fiiller ittihat edip kudret ayn-ı hikmet ve rahmet ve hikmet ayn-ı inayet ve hayat oluyor.

    Mesela, hayat verici ismin bir şeyde tasarrufu göründüğü anda, yaratıcı ve tasvir edici ve rızık verici gibi çok isimlerin aynı anda, her yerde, aynı sistemde tasarrufatları görünüyor. Elbette ve elbette ve bedahetle şehadet eder ki o ihatalı isimlerin müsemması ve her yerde aynı tarzda görünen şümullü fiillerin fâili birdir, tektir, vâhiddir, ehaddir. Âmennâ ve saddaknâ!

    Hem madem masnuatın maddeleri ve mâyeleri olan unsurlar zemini ihata ederler. Ve mahlukattan, vahdeti gösteren çeşit çeşit sikkeleri taşıyan nevilerin her biri bir iken rûy-i zeminde intişar edip istila ederler. Elbette bedahetle ispat eder ki o unsurlar müştemilatıyla ve o neviler efradıyla bir tek zatın malıdır, mülküdür. Ve öyle bir Vâhid-i Kadîr’in masnuları ve hizmetkârlarıdır ki o koca istilacı unsurları, gayet itaatli bir hizmetçi ve o zeminin her tarafına dağılan nevileri gayet intizamlı bir nefer hükmünde istihdam eder.

    Bu hakikat dahi Risaletü’n-Nur’da ispat ve izah edildiğinden burada bu kısa işaretle iktifa ediyoruz. Bizim yolcu, bu beş hakikatten aldığı feyz-i imanî ve zevk-i tevhidî neşesiyle müşahedatını hülâsa ve hissiyatını tercüme ederek kalbine diyor:

    Bak kitab-ı kâinatın safha-i rengînine

    Hâme-i zerrîn-i kudret, gör ne tasvir eylemiş

    Kalmamış bir nokta-i muzlim çeşm-i dil erbabına

    Sanki âyâtın Hudâ, nur ile tahrir eylemiş.

    Hem bil ki:

    Kitab-ı âlemin evrakıdır eb’ad-ı nâmahdud

    Sutûr-u hâdisat-ı dehirdir âsâr-ı nâma’dud

    Yazılmış destgâh-ı levh-i mahfuz-u hakikatte

    Mücessem lafz-ı manidardır, âlemde her mevcud.

    Hem dinle:

    چُو لَٓا اِلٰهَ اِلَّا اللّٰهُ بَرَابَر۟ مٖيزَنَن۟د۟ هَر۟ شَى۟

    دَمَادَم۟ جُويَدَن۟د۟ يَا حَق۟ سَرَاسَر۟ گُويَدَن۟د۟ يَا حَى۟

    نَعَم۟ وَ فٖى كُلِّ شَى۟ءٍ لَهُ اٰيَةٌ تَدُلُّ عَلٰى اَنَّهُ وَاحِدٌ diyerek, kalbiyle beraber nefsi dahi tasdik ederek “Evet, evet” dediler.

    İşte dünya misafiri ve kâinat seyyahının ikinci menzilde müşahede ettiği beş hakikat-i tevhidiyeye kısa bir işaret olarak Birinci Makam’ın ikinci babında ikinci menzile ait böyle denilmiş:

    لَٓا اِلٰهَ اِلَّا اللّٰهُ ال۟وَاحِدُ ال۟اَحَدُ الَّذٖى دَلَّ عَلٰى وَح۟دَتِهٖ فٖى وُجُوبِ وُجُودِهٖ مُشَاهَدَةُ حَقٖيقَةِ ال۟كِب۟رِيَاءِ وَ ال۟عَظَمَةِ فِى ال۟كَمَالِ وَ ال۟اِحَاطَةِ . وَ كَذَا مُشَاهَدَةُ حَقٖيقَةِ ظُهُورِ ال۟اَف۟عَالِ بِال۟اِط۟لَاقِ وَ عَدَمُ النِّهَايَةِ لَا تُقَيِّدُهَا اِلَّا ال۟اِرَادَةُ وَ ال۟حِك۟مَةُ . وَ كَذَا مُشَاهَدَةُ حَقٖيقَةِ اٖيجَادِ ال۟مَو۟جُودَاتِ بِال۟كَث۟رَةِ ال۟مُط۟لَقَةِ فِى السُّر۟عَةِ ال۟مُط۟لَقَةِ وَ خَل۟قُ ال۟مَخ۟لُوقَاتِ بِالسُّهُولَةِ ال۟مُط۟لَقَةِ فِى ال۟اِت۟قَانِ ال۟مُط۟لَقِ وَ اِب۟دَاعُ ال۟مَص۟نُوعَاتِ بِال۟مَب۟ذُولِيَّةِ ال۟مُط۟لَقَةِ فٖى غَايَةِ حُس۟نِ الصَّن۟عَةِ وَ غُلُوِّ ال۟قِي۟مَةِ . وَ كَذَا مُشَاهَدَةُ حَقٖيقَةِ وُجُودِ ال۟مَو۟جُودَاتِ عَلٰى وَج۟هِ ال۟كُلِّ وَ ال۟كُلِّيَّةِ وَ ال۟مَعِيَّةِ وَ ال۟جَامِعِيَّةِ وَ التَّدَاخُلِ وَ ال۟مُنَاسَبَةِ . وَ كَذَا مُشَاهَدَةُ حَقٖيقَةِ ال۟اِن۟تِظَامَاتِ ال۟عَامَّةِ ال۟مُنَافِيَةِ لِلشِّر۟كَةِ . وَ كَذَا مُشَاهَدَةُ وَح۟دَةِ مَدَارَاتِ تَدَابٖيرِ ال۟كَائِنَاتِ الدَّالَّةِ عَلٰى وَح۟دَةِ صَانِعِهَا بِال۟بَدَاهَةِ وَ كَذَا وَح۟دَةُ ال۟اَس۟مَاءِ وَ ال۟اَف۟عَالِ ال۟مُتَصَرِّفَةِ ال۟مُحٖيطَةِ . وَ كَذَا وَح۟دَةُ ال۟عَنَاصِرِ وَ ال۟اَن۟وَاعِ ال۟مُن۟تَشِرَةِ ال۟مُس۟تَو۟لِيَةِ عَلٰى وَج۟هِ ال۟اَر۟ضِ

    Sonra o seyyah-ı âlem asırlarda gezerken müceddid-i elf-i sânî, İmam-ı Rabbanî Ahmed-i Farukî’nin medresesine rast geldi, girdi; onu dinledi. O İmam, ders verirken diyordu:

    “Bütün tarîkatların en mühim neticesi, hakaik-i imaniyenin inkişafıdır.” ve “Bir tek mesele-i imaniyenin vuzuh ile inkişafı, bin keramata ve ezvaka müreccahtır.” Hem diyordu:

    Eski zamanda, büyük zatlar demişler ki: “Mütekellimînden ve ilm-i kelâm ulemasından birisi gelecek, bütün hakaik-i imaniye ve İslâmiyeyi delail-i akliye ile kemal-i vuzuh ile ispat edecek.” Ben istiyorum ki ben o olsam belki (Hâşiye[10]) o adamım, diye iman ve tevhid bütün kemalât-ı insaniyenin esası, mâyesi, nuru, hayatı olduğunu ve تَفَكُّرُ سَاعَةٍ خَي۟رٌ مِن۟ عِبَادَةِ سَنَةٍ düsturu, tefekkürat-ı imaniyeye ait bulunması ve Nakşî tarîkatında hafî zikrin ehemmiyeti ise bu çok kıymettar tefekkürün bir nevi olmasıdır, diye talim ederdi.

    Seyyah tamamıyla işitti. Döndü, nefsine dedi ki: Madem bu kahraman imam böyle diyor ve madem bir zerre kuvvet-i imaniyenin ziyadeleşmesi, bir batman marifet ve kemalâttan daha kıymetlidir ve yüz ezvakın balından daha tatlıdır. Ve madem bin seneden beri iman ve Kur’an aleyhinde teraküm eden Avrupa feylesoflarının itirazları ve şüpheleri yol bulup ehl-i imana hücum ediyor. Ve bir saadet-i ebediyenin ve bir hayat-ı bâkiyenin ve bir cennet-i daimenin anahtarı, medarı, esası olan erkân-ı imaniyeyi sarsmak istiyorlar. Elbette her şeyden evvel imanımızı taklitten tahkike çevirip kuvvetlendirmeliyiz.

    Öyle ise haydi ileri! Gel, bulduğumuz birer dağ kuvvetindeki bu yirmi dokuz mertebe-i imaniyeyi namazın mübarek tesbihatının mübarek adedi olan otuz üç mertebesine iblağ etmek fikriyle, bu ibretgâhın bir üçüncü menzilini daha görmek için Bismillahirrahmanirrahîm’in anahtarı ile zîhayat âlemindeki idare ve iaşe-i rabbaniyenin kapısını çalmalıyız ve açmalıyız, diyerek mahşer-i acayip ve mecma-ı garaib olan bu üçüncü menzilin kapısını istirhamla çaldı, Bismillahilfettah ile açtı. Üçüncü menzil göründü. Girdi, gördü ki dört hakikat-i muazzama ve muhita o menzili ışıklandırıyorlar ve güneş gibi tevhidi gösteriyorlar.

    BİRİNCİ HAKİKAT: “Fettahiyet” hakikatidir.

    Yani Fettah isminin tecellisiyle basit bir maddeden ayrı ayrı, çeşit çeşit, hadsiz, muntazam suretlerin, beraber, her tarafta, bir anda, bir fiil ile açılmasıdır. Evet, nasıl ki umum kâinatın bağistanında ayrı ayrı hadsiz mevcudatı; çiçekler misillü, Fettah ismiyle her birisine münasip bir tarz-ı muntazam ve bir şahsiyet-i mümtaze kudret-i Fâtıra açmış, vermiş. Aynen öyle de fakat daha mu’cizatlı olarak; zemin bahçesinde dört yüz bin enva-ı zîhayata dahi her birisine gayet sanatlı ve hikmetli bir suret-i mevzune ve müzeyyene ve mümtaze vermiş.

    يَخ۟لُقُكُم۟ فٖى بُطُونِ اُمَّهَاتِكُم۟ خَل۟قًا مِن۟ بَع۟دِ خَل۟قٍ فٖى ظُلُمَاتٍ ثَلَاثٍ ذٰلِكُمُ اللّٰهُ رَبُّكُم۟ لَهُ ال۟مُل۟كُ لَٓا اِلٰهَ اِلَّا هُوَ فَاَنّٰى تُص۟رَفُونَ ۝اِ نَّ اللّٰهَ لَا يَخ۟فٰى عَلَي۟هِ شَى۟ءٌ فِى ال۟اَر۟ضِ وَلَا فِى السَّمَٓاءِ ۝ هُوَ الَّذٖى يُصَوِّرُكُم۟ فِى ال۟اَر۟حَامِ كَي۟فَ يَشَٓاءُ لَٓا اِلٰهَ اِلَّا هُوَ ال۟عَزٖيزُ ال۟حَكٖيمُ

    âyetlerin ifadesiyle tevhidin en kuvvetli delili ve kudretin en hayretli mu’cizesi, suretleri açmasıdır. Bu hikmete binaen, feth-i suver hakikati tekrar ile –birkaç suretlerde– Risaletü’n-Nur’da ve bilhassa bu risalenin İkinci Makamı’nın Birinci Bab’ında altıncı ve yedinci mertebelerinde ispat ve beyan edilmesinden onlara havale edip burada bu kadar deriz ki:

    Fenn-i nebatat ve fenn-i hayvanatın şehadetiyle ve tetkikat-ı amîkasıyla, bu feth-i suverde öyle bir ihata ve şümul ve sanat var ki bir tek Vâhid-i Ehad’den ve her şeyde her şeyi görebilecek ve yapabilecek bir Kadîr-i Mutlak’tan başka hiçbir şey bu cem’iyetli ve ihatalı fiile sahip olamaz. Çünkü bu feth-i suver fiili ise her yerde ve her anda bulunan nihayetsiz bir kudretin içinde nihayet derecede bir hikmet, bir dikkat, bir ihata ister. Ve böyle bir kudret ise ancak bütün kâinatı idare eden bir tek zatta bulunabilir.

    Evet mesela, mezkûr âyetlerin ferman ettikleri gibi; üç karanlık içinde bütün validelerin erhamında insanların suretlerini ayrı ayrı, mizanlı, imtiyazlı, ziynetli ve intizamlı olarak hem şaşırmadan, yanlış etmeden, karıştırmadan basit bir maddeden açmak ve yaratmak olan fettahiyet ve umum rûy-i zeminde aynı kudret, aynı hikmet, aynı sanatla umum insanları ve hayvanları ve nebatları ihata eden bu feth-i suver hakikati; vahdaniyetin en kuvvetli bir bürhanıdır. Çünkü ihata etmek bir vahdettir, şirke yer bırakmaz.

    Ve Birinci Bab’da vücub-u vücuda şehadet eden on dokuz hakikat nasıl ki vücudlarıyla Hâlık’ın vücuduna delâlet ederler, öyle de ihatalarıyla da vahdete şehadet ederler.

    Bizim yolcunun üçüncü menzilde gördüğü

    İKİNCİ HAKİKAT: “Rahmaniyet” hakikatidir.

    Yani gözümüzle görüyoruz, birisi var ki bize zemin yüzünü rahmetin binlerle hediyeleri ile doldurmuş, bir ziyafetgâh yapmış ve rahmaniyetin yüz binlerle ayrı ayrı lezzetli taamları içinde dizilmiş bir sofra etmiş ve zemin içini rahîmiyet ve hakîmiyetin binlerle kıymettar ihsanlarını câmi’ bir mahzen yapmış.

    Ve zemini devr-i senevîsinde bir ticaret gemisi hükmünde her sene âlem-i gaybdan levazımat-ı insaniye ve hayatiyenin yüz bin çeşitlerinden en güzellerini içine alarak yüklenmiş bir nevi sefine veya şimendifer gibi ve her baharı ise erzak ve elbisemizi taşıyan bir vagon hükmünde olarak bizlere gönderir. Bizi gayet rahîmane beslettirir. Ve bütün o hediyelerden, o nimetlerden istifade etmemiz için bize de yüzlerle ve binlerle iştihalar, ihtiyaçlar, duygular, hissiyatlar, hisler vermiş.

    Evet, Âyet-i Hasbiye’ye dair olan Dördüncü Şuâ’da izah ve ispat edildiği gibi bize öyle bir mide vermiş ki hadsiz taamlardan lezzet alır.

    Ve öyle bir hayat ihsan etmiş ki duyguları ile –bir sofra-i nimet gibi– koca cismanî âlemde hadsiz nimetlerinden istifade eder.

    Ve öyle bir insaniyet bize lütfetmiş ki akıl ve kalp gibi çok âletleri ile hem maddî hem manevî âlemin nihayetsiz hediyelerinden zevk alır.

    Ve öyle bir İslâmiyet bize bildirmiş ki âlem-i gayb ve âlem-i şehadetin nihayetsiz hazinelerinden nur alır.

    Ve öyle bir iman hidayet etmiş ki dünya ve âhiret âlemlerinin hasra gelmez envarından ve hediyelerinden tenevvür edip müstefid eder.

    Güya rahmet tarafından bu kâinat hadsiz antika ve acib ve kıymetli şeylerle tezyin edilmiş bir saraydır. Ve bütün o saraydaki hadsiz sandıkları ve menzilleri açacak anahtarlar insanın ellerine verilmiş ve bütün onlardan istifade ettirecek olan ihtiyaçlar, hissiyatlar insanın fıtratına verilmiş.

    İşte böyle dünyayı ve âhireti ve her şeyi kaplamış bir rahmet, elbette o rahmet, vâhidiyet içinde bir ehadiyetin cilvesidir.

    Yani nasıl ki güneşin ziyası, mukabilindeki umum eşyayı ihata etmesi ile vâhidiyete bir misal olduğu gibi parlak ve şeffaf her bir şey dahi kabiliyetine göre güneşin hem ziyasını hem hararetini hem ziyasındaki yedi rengini hem aks-i misalini almakla ehadiyete bir misal olduğundan elbette o ihatalı ziyayı gören adam, arzın güneşi vâhiddir, bir tektir diye hükmeder. Ve her parlak şeyde hattâ katrelerde güneşin ışıklı, hararetli aksini müşahede eden o adam, güneşin ehadiyetini, yani bizzat güneşi sıfatlarıyla her şeyin yanındadır ve her şeyin âyine-i kalbindedir diye, bilir.

    Aynen öyle de Rahman-ı Zülcemal’in geniş rahmeti dahi ziya gibi umum eşyayı ihatası, o Rahman’ın vâhidiyetini ve hiçbir cihette şeriki bulunmadığını gösterdiği gibi her şeyde hususan her bir zîhayatta ve bilhassa insanda o cem’iyetli rahmetin perdesi altında o Rahman’ın ekser isimlerinin ışıkları ve bir nevi cilve-i zatiyesi bulunarak her ferde, bütün kâinata baktıracak ve münasebettarlık verecek bir cemiyet-i hayatiye vermesi dahi o Rahman’ın ehadiyetini ve her şeyin yanında hazır ve her şeyin her şeyini yapan o olduğunu ispat eder.

    Evet nasıl ki o Rahman, o rahmetin vâhidiyetiyle ve ihatasıyla, kâinatın mecmuunda ve zeminin yüzünde celalinin haşmetini gösteriyor. Öyle de ehadiyetin cilvesiyle her bir zîhayatta, hususan insanda bütün nimetlerin numunelerini o fertte toplayıp o zîhayatın âlât ve cihazatına geçirip, tanzim ederek mecmu-u kâinatı parçalanmadan o tek ferde, bir cihette aynı hanesi gibi verdirmesiyle dahi cemalinin hususi şefkatini ilan eder ve insanda enva-ı ihsanatının temerküzünü bildirir.

    Hem nasıl ki bir kavunun mesela her bir çekirdeğinde, o kavun temerküz ediyor. Ve o çekirdeği yapan zat elbette odur ki o kavunu yapar, sonra ilminin hususi mizanıyla ve hikmetinin ona mahsus kanunuyla o çekirdeği ondan sağar, toplar, tecessüm ettirir. Ve o tek kavunun tek ve vâhid ustasından başka hiçbir şey, o çekirdeği yapamaz ve yapması muhaldir.

    Aynen öyle de rahmaniyetin tecellisiyle kâinat bir ağaç, bir bostan ve zemin bir meyve, bir kavun ve zîhayat ve insan bir çekirdek hükmünde olduğundan elbette en küçük bir zîhayatın Hâlık’ı ve Rabb’i, bütün zeminin ve kâinatın Hâlık’ı olmak lâzım gelir.

    Elhasıl: Nasıl ki ihatalı olan fettahiyet hakikatiyle bütün mevcudatın muntazam suretlerini basit maddeden yapmak ve açmak, vahdeti bedahetle ispat eder. Öyle de her şeyi ihata eden rahmaniyet hakikati dahi vücuda gelen ve dünya hayatına giren bütün zîhayatları ve bilhassa yeni gelenleri kemal-i intizamla beslemesi ve levazımatını yetiştirmesi ve hiçbirini unutmaması ve aynı rahmet, her yerde, her anda ve her ferde yetişmesiyle bedahetle hem vahdeti hem vahdet içinde ehadiyeti gösterir.

    Risale-i Nur, ism-i Hakîm ve ism-i Rahîm’in mazharı olduğundan Risale-i Nur’un birçok yerlerinde, hakikat-i rahmetin nükteleri ve cilveleri izah ve ispat edildiğinden, burada bu katre ile o bahre işaret edip o pek uzun kıssayı kısa kesiyoruz.

    Seyyahımızın üçüncü menzilde müşahede ettiği

    ÜÇÜNCÜ HAKİKAT: “Müdebbiriyet ve idare” hakikatidir.

    Yani, gayet dehşetli ve süratli ecram-ı semaviyeyi ve gayet istilacı ve karıştırıcı unsurları ve gayet ihtiyaçlı, zafiyetli mahlukat-ı arziyeyi kemal-i intizam ve muvazene ile idare etmek, birbirlerine muavenettar yapmak ve imtizaçkârane idare etmek ve tedbirlerini görmek ve bu koca âlemi bir mükemmel memleket, bir muhteşem şehir, bir müzeyyen saray gibi yapmak hakikatidir.

    İşte bu cebbarane ve rahmanane idarenin büyük dairelerini bırakıp yalnız baharda zemin yüzünde cereyan eden o idarenin bir tek sahife ve safhasını Risaletü’n-Nur, Onuncu Söz gibi mühim risalelerinde izah ve ispat etmesine binaen, kısa bir suretini bir temsil ile göstereceğiz. Şöyle ki:

    Mesela ve faraza, hârika ve cihangir bir zat, dört yüz bin ayrı ayrı milletlerden, taifelerden bir ordu teşkil etse her milletin ve her taifenin neferlerine ait elbiselerini hem silahlarını hem yemeklerini hem talimat hem terhisatlarını hem hidematlarını, birbirinden ayrı ayrı hem çeşit çeşit olarak bütün o muhtelif cihazatı noksansız, kusursuz, yanlışsız, hatasız, vakti vaktine, gecikmeden, karıştırmadan kemal-i intizamla ve gayet mükemmel bir tarzda o mu’cizatlı kumandan verse; elbette o gayet geniş ve karışık ve ince ve muvazeneli ve kesretli ve adaletli idareye, o hârika kumandanın fevkalâde kudretinden başka hiçbir sebep elini uzatamaz. Eğer uzatsa muvazeneyi bozar ve karıştırır.

    Aynen öyle de gözümüzle görüyoruz ki bir dest-i gaybî, her baharda dört yüz bin muhtelif nevilerden mürekkeb bir muhteşem orduyu icad edip idare ediyor. Kıyamete numune olan güz mevsiminde, o dört yüz binden üç yüz bin nebatî ve hayvanî nevilerini vefatlar suretinde ve mevtler namında terhis edip vazifelerinden paydos ediyor. Ve haşir ve neşre numune olan baharda haşr-i a’zamın üç yüz bin misalini birkaç hafta zarfında kemal-i intizamla inşa edip hattâ bir tek ağaçta dört küçük haşirleri, yani kendini ve yapraklarını ve çiçeklerini ve meyvelerini, gitmiş baharın aynı gibi neşirlerini gözümüze gösterdikten sonra, o dört yüz bin envaa bâliğ olan ordu-yu Sübhanînin her nev’e, her taifeye mahsus ve münasip ayrı ayrı rızıklarını ve çeşit çeşit müdafaa silahlarını ve ayrı ayrı libaslarını ve ayrı ayrı talimlerini ve terhislerini ve ayrı ayrı bütün cihazat ve levazımatlarını, kemal-i intizamla, sehivsiz, hatasız, karıştırmadan ve hiçbirini unutmadan, umulmadık yerlerden, vakti vaktine vermekle kemal-i rububiyet ve hâkimiyet ve hikmet içinde vahdaniyetini ve ehadiyetini ve ferdiyetini ve nihayetsiz iktidarını ve hadsiz rahmetini ispat ederek bu tevhid fermanını zemin yüzünde, her bahar sahifesinde, kalem-i kader ile yazar.

    Bizim seyyah, yalnız bir baharda bu fermanın bir tek sahifesini okuduktan sonra, nefsine dedi ki: Böyle her baharda haşr-i ekberden daha garib binlerle haşirleri inşa eden, mükâfat ve mücazat için kudretine nisbeten bir bahardan daha kolay olan haşri yapacağını ve kıyameti getireceğini umum enbiyasına binlerle defa vaad ve ahdeden ve Kur’an’da haşrin vukuuna binlerle işaretle beraber, bin adet âyetlerinde sarahaten hükmedip tehdit ve taahhüd eden bir Kadîr-i Cebbar’ın, bir Kahhar-ı Zülcelal’in o kadar vaadlerini tekzip ve kudretini inkâr hükmünde olan inkâr-ı haşir hatasını irtikâb edenlere cehennem azabı ayn-ı adalettir diye hükmetti, nefsi dahi “Âmennâ” dedi.

    Dünya yolcusunun üçüncü menzilde müşahede ettiği

    DÖRDÜNCÜ HAKİKAT olan Otuz Üçüncü Mertebe: “Rahîmiyet ve rezzakıyet” hakikatidir.

    Yani umum zemin yüzünde ve içinde ve havasında ve denizinde bütün zîhayatın ve bilhassa zîruhun ve bilhassa âciz ve zayıfların ve bilhassa yavruların hem maddî ve midevî hem manevî bütün rızıklarını, şefkatkârane, kuru ve basit bir topraktan ve camid ve kemik gibi kuru odun parçalarından yapılan ve bilhassa en latîfi kan ve fışkı ortasından gelen ve bir dirhem kemik gibi bir tek çekirdekten yapılan binlerle okka taamların, vakti vaktine mukannen bir surette hiçbirini unutmayarak ve şaşırmayarak gözümüz önünde bir dest-i gaybî tarafından verilmesi hakikatidir.

    Evet اِنَّ اللّٰهَ هُوَ الرَّزَّاقُ ذُو ال۟قُوَّةِ ال۟مَتٖينُ âyeti, iaşeyi ve infakı Ce­nab-ı Hakk’a tahsis edip hasrettiği gibi وَمَا مِن۟ دَٓابَّةٍ فِى ال۟اَر۟ضِ اِلَّا عَلَى اللّٰهِ رِز۟قُهَا وَيَع۟لَمُ مُس۟تَقَرَّهَا وَمُس۟تَو۟دَعَهَا كُلٌّ فٖى كِتَابٍ مُبٖينٍ âyeti dahi bütün insanların ve hayvanların rızıklarını taahhüd ve tekeffül-ü Rabbanî altına aldığı hem وَكَاَيِّن۟ مِن۟ دَٓابَّةٍ لَا تَح۟مِلُ رِز۟قَهَا اَللّٰهُ يَر۟زُقُهَا وَاِيَّاكُم۟ وَ هُوَ السَّمٖيعُ ال۟عَلٖيمُ âyeti de rızkı tedarik edemeyen, âciz ve iktidarsız olan zayıf bîçarelerin rızıklarını umulmadık yerden, belki gaybdan belki hiçten –mesela, denizin dibindeki böceklere hiçten ve bütün yavrulara umulmadık yerlerden ve bütün hayvanlara her baharda âdeta sırf gaybdan– infaklarını bilfiil tekeffül ederek bilmüşahede vermekle; esbab-perest insanlara dahi esbab perdesi altında yine o veriyor diye ispat ve ilan ettiği gibi pek çok âyât-ı Kur’aniye ve hadsiz şevahid-i kevniye, bi’l-ittifak her bir zîhayatın bir tek Rezzak-ı Zülcelal’in rahîmiyeti ile beslendiklerini gösteriyorlar.

    Evet, bir nevi rızık isteyen ağaçlar iktidarsız ve ihtiyarsız olduklarından onlar, yerlerinde mütevekkilane dururken rızıkları onlara koşup gelmesi ve âciz yavruların nafakaları hayret-nümun tulumbacıklardan ağızlarına akması ve o yavrulara bir parça iktidar ve azıcık bir ihtiyar gelmesiyle süt kesilmesi, hususan insan yavrularına analarının şefkatleri yardımcı verilmesi, bedahetle ispat eder ki helâl rızık, iktidar ve ihtiyar ile mütenasiben değildir belki tevekkül veren zaaf ve acze nisbeten geliyor.

    Ekseriyetçe sebeb-i hüsran olan hırsı tahrik eden iktidar ve ihtiyar ve zekâvet, bir kısım büyük ediblerde o edibleri bir nevi dilenciliğe kadar sevk ettiği gibi zekâvetsiz, kaba, çok âmî adamların tevekkülvari iktidarsızlıkları dahi onları zenginliğe îsal etmesi ve كَم۟ عَالِمٍ عَالِمٍ اَع۟يَت۟ مَذَاهِبُهُ وَ جَاهِلٍ جَاهِلٍ تَل۟قَاهُ مَر۟زُوقًا darb-ı mesel olması ispat eder ki rızk-ı helâl, iktidar ve ihtiyar kuvvetiyle kazanılmaz, buldurulmaz. Belki çalışmasını ve sa’yini kabul eden bir merhamet tarafından verilir ve ihtiyacına acıyan bir şefkat canibinden ihsan edilir. Fakat rızık ikidir:

    Biri: Yaşamak için hakiki ve fıtrî rızıktır ki taahhüd-ü Rabbanî altındadır. Hattâ o kadar muntazamdır ki bedende yağ vesaire suretinde iddihar olunan fıtrî rızık, hiç olmazsa yirmi günden ziyade bir şey yemeden yaşatır, hayatını idame eder. Demek, yirmi otuz günden evvel ve bedende müddehar olan fıtrî rızkı bitmeden zâhiren açlıktan vefat edenler, rızıksızlıktan değil belki sû-i itiyaddan ve terk-i âdetten neş’et eden bir hastalıktan vefat ederler.

    İkinci kısım rızık: İtiyad, israf ve sû-i istimalat ile tiryaki olup zaruret hükmüne geçen mecazî ve sun’î rızıktır. Bu kısım ise taahhüd-ü Rabbanî altında değil belki ihsana tabidir. Kâh verir kâh vermez.

    Bu ikinci rızıkta, bahtiyar odur ki medar-ı saadet ve lezzet olan iktisat ve kanaatle sa’y-i helâli, bir nevi ibadet ve rızık için bir fiilî dua bilerek müteşekkirane ve minnettarane o ihsanı kabul edip hayatını saadetkârane geçirir.

    Ve bedbaht odur ki medar-ı şakavet ve hasaret ve elem olan israf ve hırs ile sa’y-i helâli bırakarak, her kapıya başvurup tembelkârane ve zalimane ve müştekiyane hayatını geçirir, belki öldürür.

    Nasıl ki mide bir rızık ister, öyle de kalp ve ruh ve akıl ve göz ve kulak ve ağız gibi insanın latîfeleri ve duyguları dahi Rezzak-ı Rahîm’den rızıklarını isterler ve müteşekkirane alırlar. Her birisine ayrı ayrı ve onlara lâyık ve onları memnun ve mütelezziz eden rızıkları, hazine-i rahmetten ihsan edilir. Belki Rezzak-ı Rahîm, onlara daha geniş rızık vermek için göz ve kulak, kalp ve hayal ve akıl gibi o latîfelerin her birisini, hazine-i rahmetinin birer anahtarı hükmünde yaratmış.

    Mesela göz, kâinat yüzündeki hüsün ve cemal gibi kıymettar cevher hazinelerinin bir anahtarı olduğu misillü ötekiler dahi her biri birer âlemin anahtarı olur, iman ile istifade eder. Yine sadedimize dönüyoruz.

    Bu kâinatı yaratan Zat-ı Kadîr-i Hakîm, nasıl ki kâinattan hayatı bir hülâsa-i câmia olarak halk edip umum maksatlarını ve isimlerinin cilvelerini onda temerküz ettiriyor. Öyle de hayat âleminde dahi rızkı bir cem’iyetli merkez-i şuunat yaparak, iştiha ihtiyacını ve zevk-i rızkîyi zîhayatta halk ederek hilkat-i kâinatın en ehemmiyetli bir gayesi ve bir hikmeti olan daimî ve küllî bir teşekkür ve minnettarlık ve perestişlik ile rububiyetine ve sevdirmesine karşı mukabele ettiriyor.

    Mesela, çok geniş olan memleket-i Rabbaniyenin her tarafını, hususan melâike ve ruhanîler ile semavatı ve ervah ile âlem-i gaybı şenlendirdiği gibi; maddî âlemi dahi hususan hava ve arzı, her vakit ve her tarafını zîruhun, hususan kuşların ve kuşçukların vücudlarıyla şenlendirmek ve ruhlandırmak hikmetiyle ihtiyac-ı rızkî ve rızkın zevki, pek kuvvetli bir kamçı olarak hayvanları ve insanları rızık peşinde koşturmakla tahrik ederek tembellikten ve ataletten kurtarıp gezdirmesi, şuunat-ı rububiyetin bir hikmetidir. Eğer bu hikmet gibi mühim hikmetler olmasa idi, ağaçların erzakını onlara koşturduğu gibi hayvanların da mukannen olan tayinatlarını onlara zahmetsiz bir surette fıtrî hâcetlerini koşturacaktı.

    İsm-i Rahîm ve Rezzak’ın cemallerini ve vahdaniyete şehadetlerini tam görmek için zemin yüzünü birden ihata edip müşahede edecek bir göz bulunsa kış âhirinde erzakları bitmek üzere olan hayvanat kafilelerine, imdad-ı gaybî ve ihsan-ı Rahmanî olarak nebatatın ellerine verilen ve ağaçların başlarına konulan ve validelerin sinelerine takılan ve sırf hazine-i gaybiye-i rahmetten gayet leziz ve gayet çok ve gayet mütenevvi taamları ve nimetleri gönderen Rezzak-ı Rahîm’in bu cilve-i şefkatinde ne kadar şirin bir güzellik, ne kadar tatlı bir cemal bulunduğunu görecek ve ondan bilecek ki:

    Bir tek elmayı yapıp bir adama hakiki bir rızık olarak mün’imane veren, yalnız öyle bir zat yapar, verir ki mevsimleri, gece ve gündüzleri çevirir ve küre-i arzı bir sefine-i tüccariye gibi gezdirerek mevsimlerin mahsulatlarını onunla zemindeki muhtaç misafirlerine getirir. Çünkü o elmanın yüzünde bulunan sikke-i fıtrat ve hâtem-i hikmet ve turra-i samediyet ve mühr-ü rahmet, bütün elmalarda ve sair meyvelerde ve bütün nebatat ve hayvanatta bulunduğundan o tek elmanın hakiki mâliki ve sâni’i, elbette ve herhalde o elmanın emsali ve hemcinsi ve kardeşleri olan bütün sekene-i arzın ve onun bahçesi olan koca zeminin ve onun fabrikası olan ağacının ve onun tezgâhı olan mevsiminin ve onun terbiyegâhı olan bahar ve yazın Mâlik-i Zülcelal’i ve Hâlık-ı Zülcemal’i olacak, başka olamaz.

    Demek, her bir meyve öyle bir mühr-ü vahdettir ki onun ağacı olan arzın ve onun bahçesi olan kâinat kitabının kâtibini ve sâni’ini bildirir ve vahdetini gösterir ve meyveler adedince vahdaniyet fermanının mühürlendiğine işaret eder.

    Risaletü’n-Nur ism-i Rahîm ve ism-i Hakîm’in mazharı olduğundan, bu rahîmiyet hakikatinin çok lem’alarını ve çok sırlarını Risaletü’n-Nur çok eczalarında beyan ve ispat ettiğinden ona havale ile bu pek büyük hazineden halimin müsaadesizliği cihetiyle bu kısa işaretle iktifa edildi.

    İşte bizim seyyah diyor ki: Elhamdülillah her yerde aradığım ve her şeyden sorduğum Hâlık’ımın ve Mâlik’imin vücub-u vücuduna ve vahdetine şehadet eden otuz üç hakikati gördüm ve dinledim. Her bir hakikat, güneş gibi parlak, karanlık bırakmaz; dağ gibi kuvvetli ve sarsılmaz. Ve her biri tahakkukuyla vücuduna gayet kat’î şehadet eder ve ihatasıyla vahdetine gayet zâhir delâlet eder. Ve sair erkân-ı imaniyeyi dahi içinde kuvvetli ispat etmekle beraber mecmu hakikatlerin icmaı ve ittifakı, imanımızı taklitten tahkike ve tahkikten ilmelyakîne ve ilmelyakînden aynelyakîne ve aynelyakînden hakkalyakîne iblağ ediyor.

    اَل۟حَم۟دُ لِلّٰهِ هٰذَا مِن۟ فَض۟لِ رَبّٖى

    اَل۟حَم۟دُ لِلّٰهِ الَّذٖى هَدٰينَا لِهٰذَا وَمَا كُنَّا لِنَه۟تَدِىَ لَو۟لَٓا اَن۟ هَدٰينَا اللّٰهُ لَقَد۟ جَٓاءَت۟ رُسُلُ رَبِّنَا بِال۟حَقِّ

    İşte bu pür-merak seyyahın bu üçüncü menzilde müşahede ettiği dört muazzam hakikatlerden aldığı envar-ı imaniyeye gayet kısa bir işaret olarak Birinci Makam’ın ikinci babında üçüncü menzilin hakikatlerine dair şöyle denilmiş:

    لَٓا اِلٰهَ اِلَّا اللّٰهُ ال۟وَاحِدُ ال۟اَحَدُ الَّذٖى دَلَّ عَلٰى وَح۟دَتِهٖ فٖى وُجُوبِ وُجُودِهٖ مُشَاهَدَةُ عَظَمَةِ اِحَاطَةِ حَقٖيقَةِ ال۟فَتَّاحِيَّةِ بِفَت۟حِ الصُّوَرِ لِاَر۟بَعِ مِاَةِ اَل۟فِ نَو۟عٍ مِن۟ ذَوِى ال۟حَيَاةِ ال۟مُكَمَّلَةِ بِلَا قُصُورٍ بِشَهَادَةِ فَنِّ النَّبَاتِ وَ ال۟حَيَوَانِ . وَ كَذَا مُشَاهَدَةُ عَظَمَةِ اِحَاطَةِ حَقٖيقَةِ الرَّح۟مَانِيَّةِ ال۟وَاسِعَةِ ال۟مُن۟تَظَمَةِ بِلَا نُق۟صَانٍ بِال۟مُشَاهَدَةِ وَ ال۟عِيَانِ . وَ كَذَا مُشَاهَدَةُ عَظَمَةِ حَقٖيقَةِ ال۟اِدَارَةِ ال۟مُحٖيطَةِ لِجَمٖيعِ ذَوِى ال۟حَيَاةِ وَ ال۟مُن۟تَظَمَةِ بِلَا خَطَاءٍ وَ لَا نُق۟صَانٍ . وَ كَذَا مُشَاهَدَةُ عَظَمَةِ اِحَاطَةِ حَقٖيقَةِ الرَّحٖيمِيَّةِ وَ ال۟اِعَاشَةِ الشَّامِلَةِ لِكُلِّ ال۟مُر۟تَزِقٖينَ ال۟مُقَنَّنَةِ فٖى كُلِّ وَق۟تِ ال۟حَاجَةِ بِلَا سَه۟وٍ وَ لَا نِس۟يَانٍ ۝ جَلَّ جَلَالُ رَزَّاقِهَا الرَّح۟مٰنِ الرَّحٖيمِ ال۟حَنَّانِ ال۟مَنَّانِ وَ عَمَّ نَوَالُهُ وَ شَمِلَ اِح۟سَانُهُ وَ لَٓا اِلٰهَ اِلَّا هُوَ

    سُب۟حَانَكَ لَا عِل۟مَ لَنَٓا اِلَّا مَا عَلَّم۟تَنَٓا اِنَّكَ اَن۟تَ ال۟عَلٖيمُ ال۟حَكٖيمُ

    يَا رَبِّ بِحَقِّ بِس۟مِ اللّٰهِ الرَّح۟مٰنِ الرَّحٖيمِ يَا اَللّٰهُ يَا رَح۟مٰنُ يَا رَحٖيمُ صَلِّ وَسَلِّم۟ عَلٰى سَيِّدِنَا مُحَمَّدٍ وَعَلٰى اٰلِهٖ وَاَص۟حَابِهٖ اَج۟مَعٖينَ بِعَدَدِ جَمٖيعِ حُرُوفِ رَسَائِلِ النُّورِ ال۟مَض۟رُوبِ تِل۟كَ ال۟حُرُوفُ فٖى عَاشِرَاتِ دَقَائِقِ جَمٖيعِ عُم۟رِنَا فِى الدُّن۟يَا وَال۟اٰخِرَةِ مَعَ ضَر۟بِ مَج۟مُوعِهَا فٖى ذَرَّاتِ وُجُودٖى فٖى مُدَّةِ حَيَاتٖى وَاغ۟فِر۟لٖى وَلِمَن۟ يُعٖينُنٖى فٖى نَش۟رِ رَسَائِلِ النُّورِ وَكِتَابَتِهَا بِصَدَاقَةٍ بِكُلِّ صَلَاةٍ مِن۟هَا وَ لِاٰبَائِنَا وَلِسَادَاتِنَا وَشُيُوخِنَا وَ لِاَخَوَاتِنَا وَاِخ۟وَانِنَا وَلِطَلَبَةِ رِسَالَةِ النُّورِ الصَّادِقٖينَ وَبِال۟خَاصَّةِ لِمَن۟ يَك۟تُبُ وَيَس۟تَن۟سِخُ هٰذِهِ الرِّسَالَةَ بِرَح۟مَتِكَ يَا اَر۟حَمَ الرَّاحِمٖينَ اٰمٖينَ وَ اٰخِرُ دَع۟وٰيهُم۟ اَنِ ال۟حَم۟دُ لِلّٰهِ رَبِّ ال۟عَالَمٖينَ

    İHTAR

    Bu risalenin mahall-i zuhuru olan şu memleket muhitinde Risaletü’n-Nur’un sair risaleleri bulunmadığından ve ihtiyarsız olarak burada telif edildiğinden Âyetü’l-Kübra gibi risalelerde, zâhirî bir tekrar suretinde başka Sözlerin ve Lem’aların bir kısım mühim meseleleri zikredilmiş ve buralardaki şakirdlere nisbeten her biri birer küçük Risaletü’n-Nur hükmüne geçmek hikmetiyle böyle yazdırılmış.

    Bu müsveddenin birinci tebyizi bir mübarek zat tarafından oldu. O zatın tevafuktan haberi yokken yazdığı nüshada, kayda lâyık şöyle latîf ve manidar bir tevafuk gördük ki: O nüshanın satırları başında “Elif”ler altı yüz altmış altı olarak yazılmıştır.

    Bu hal ise Hazret-i İmam-ı Ali radıyallahu anh tarafından bu hususi risaleye verilen Âyetü’l-Kübra namının cifrî ve ebcedî makamı olan altı yüz altmış altı adedine tam tamına muvafakatı ve mutabakatı ile bu risalenin bu nama liyakatini gösterir. Hem âyât-ı Kur’aniyenin adedi olan altı bin altı yüz altmış altının dört mertebesinden üç mertebesine tevafuku dahi bu risalenin, âyâtın bir lem’ası olduğuna bir işarettir diye telakki ettik.

    Said Nursî

    Bugünlerde, manevî bir muhaverede bir sual ve cevabı dinledim. Size bir hülâsasını beyan edeyim:

    Biri dedi: Risale-i Nur’un iman ve tevhid için büyük tahşidatları ve küllî teçhizatları gittikçe çoğalıyor. Ve en muannid bir dinsizi susturmak için yüzde birisi kâfi iken neden bu derece hararetle daha yeni tahşidat yapıyor?

    Ona cevaben dediler: “Risale-i Nur, yalnız bir cüz’î tahribatı ve bir küçük haneyi tamir etmiyor. Belki küllî bir tahribatı ve İslâmiyet’i içine alan ve dağlar büyüklüğünde taşları bulunan bir muhit kaleyi tamir ediyor. Ve yalnız hususi bir kalbi ve has bir vicdanı ıslaha çalışmıyor, belki bin seneden beri tedarik ve teraküm edilen müfsid âletler ile dehşetli rahnelenen kalb-i umumîyi ve efkâr-ı âmmeyi ve umumun ve bâhusus avam-ı mü’minînin istinadgâhları olan İslâmî esasların ve cereyanların ve şeairlerin kırılması ile bozulmaya yüz tutan vicdan-ı umumîyi, Kur’an’ın i’cazıyla ve geniş yaralarını Kur’an’ın ve imanın ilaçları ile tedavi etmeye çalışıyor. Elbette böyle küllî ve dehşetli tahribata ve rahnelere ve yaralara, hakkalyakîn derecesinde, dağlar kuvvetinde hüccetler, cihazlar ve bin tiryak hâsiyetinde mücerreb ilaçlar ve hadsiz edviyeler bulunmak gerektir ki bu zamanda Kur’an-ı Mu’cizü’l-Beyan’ın i’caz-ı manevîsinden çıkan Risale-i Nur o vazifeyi görmekle beraber, imanın hadsiz mertebelerinde terakkiyat ve inkişafata medardır.” diye uzun bir mükâleme cereyan etti. Ben de tamamen işittim, hadsiz şükrettim. Kısa kesiyorum.

    Said Nursî

    1. *Evet, İmâm-ı Ali'nin (R.A.) Âyetü'l-Kübrâ hakkında verdiği haberi, tam tamına Denizli hâdisesi tasdik etti. Çünkü, bu risalenin gizli tab'ı hapsimize bir vesile oldu. Ve onun kudsî ve çok kuvvetli hakikatinin galebesi, berâet ve necâtımıza ehemmiyetli bir sebeb oldu. Ve İmâm-ı Ali'nin (R.A.) kerâmet-i gaybiyesini gözlere gösterdi ve hakkımızdaki وَبِالْآيَةِ الْكُبْرَى اَمِنِّى مِنَ الْفَجَتْ duâsının kabûlünü isbât etti.
    2. Korán, 17:44
    3. Korán 42:28
    4. Korán, 13:13
    5. Korán, 24:43
    6. Korán 78:7
    7. Korán, 50:7
    8. Korán, 79:32
    9. Korán, 18:109
    10. Hâşiye: Zaman ispat etti ki o adam, adam değil, Risale-i Nur’dur. Belki ehl-i keşif, Risale-i Nur’u ehemmiyetsiz olan tercümanı ve nâşiri suretinde –keşiflerinde– müşahede etmişler “bir adam” demişler.