The Ninth Letter

    Risale-i Nur Tercümeleri sitesinden
    11.07, 15 Ekim 2024 tarihinde Ferhat (mesaj | katkılar) tarafından oluşturulmuş 167681 numaralı sürüm ("'''Thirdly:''' I observe that the most fortunate person in this worldly life is he who sees the world as a military guest-house, and submits himself and acts accordingly. Seeing it in this way, he may rise swiftly to the rank of winning God’s pleasure, the highest rank. Such a person will not give the price of a lasting diamond for something as valueless as glass, doomed to be broken. He will pass his life uprightly and with pleasure." içeriğiyle yeni sayfa oluşturdu)
    Diğer diller:

    In His Name, be He glorified! And there is nothing but it glorifies Him with praise.(17:44)

    [Again part of a letter he sent to the same sincere student of his.]

    Secondly: Your success, endeavour, and eagerness in spreading the lights of the Qur’an are a divine bestowal, a wonder of the Qur’an, a dominical (rabbânî) favour. I congratulate you! Now that we have come to a discussion of wonder- working, bestowal, and favour, I shall tell you one of the differences between wonder- working and bestowal. It is like this:

    So long as there is no necessity for it, to display wonder-working is harmful. Whereas to make known bestowal is to make known a divine bounty.

    If someone honoured with wonder-working knowingly manifests an extraordinary matter and his evil-commanding soul is persistent, then since he relies on himself and on his soul and what he has disclosed and falls into pride, it may be that Almighty God is drawing him on by at first granting him success.

    If he displays a wondrous act unknowingly; for example, a person has an unvoiced question and involuntarily he gives an appropriate answer and afterwards realizes this, it increases his confidence, not in himself but in his Lord and Sustainer. He says: “I have a Preserver who is training me better than I could myself,” and this increases his reliance on God. It is a harmless sort of wonder-working. He is not obliged to conceal it but should not advertize it intentionally, because of pride. For since it is apparently associated with the human power to act, he may ascribe it to himself.

    When it comes to bestowal, it is sounder than the second sort of wonder-working, the sound sort, and in my opinion is more elevated. To make it known it is to make known a bounty. The power to act has no connection with it, and the soul does not ascribe it to itself.

    My brother! The divine bounties received by both you and me, particularly in our service of the Qur’an, which for a long time past I have seen and written about, are bestowals, and to make them known is to make known a divine bounty. This is why – to make known the divine bounty – I am mentioning the success of both of us in our service. I always knew that it would encourage you to offer thanks and not make you proud .

    Thirdly: I observe that the most fortunate person in this worldly life is he who sees the world as a military guest-house, and submits himself and acts accordingly. Seeing it in this way, he may rise swiftly to the rank of winning God’s pleasure, the highest rank. Such a person will not give the price of a lasting diamond for something as valueless as glass, doomed to be broken. He will pass his life uprightly and with pleasure.

    Evet dünyaya ait işler, kırılmaya mahkûm şişeler hükmündedir; bâki umûr-u uhreviye ise gayet sağlam elmaslar kıymetindedir. İnsanın fıtratındaki şiddetli merak ve hararetli muhabbet ve dehşetli hırs ve inatlı talep ve hâkeza şedit hissiyatlar, umûr-u uhreviyeyi kazanmak için verilmiştir. O hissiyatı, şiddetli bir surette fâni umûr-u dünyeviyeye tevcih etmek, fâni ve kırılacak şişelere, bâki elmas fiyatlarını vermek demektir. Şu münasebetle bir nokta hatıra gelmiş, söyleyeceğim. Şöyle ki:

    Aşk, şiddetli bir muhabbettir. Fâni mahbublara müteveccih olduğu vakit ya o aşk, kendi sahibini daimî bir azap ve elemde bırakır veyahut o mecazî mahbub, o şiddetli muhabbetin fiyatına değmediği için bâki bir mahbubu arattırır; aşk-ı mecazî, aşk-ı hakikiye inkılab eder.

    İşte insanda binlerle hissiyat var. Her birisinin aşk gibi iki mertebesi var: Biri mecazî, biri hakiki.

    Mesela, endişe-i istikbal hissi herkeste var; şiddetli bir surette endişe ettiği vakit bakar ki o endişe ettiği istikbale yetişmek için elinde senet yok. Hem rızık cihetinde bir taahhüd altında ve kısa olan bir istikbal, o şiddetli endişeye değmiyor. Ondan yüzünü çevirip kabirden sonra hakiki ve uzun ve gafiller hakkında taahhüd altına alınmamış bir istikbale teveccüh eder.

    Hem mala ve câha karşı şiddetli bir hırs gösterir. Bakar ki muvakkaten onun nezaretine verilmiş o fâni mal ve âfetli şöhret ve tehlikeli ve riyaya medar olan câh, o şiddetli hırsa değmiyor. Ondan, hakiki câh olan meratib-i maneviyeye ve derecat-ı kurbiyeye ve zâd-ı âhirete ve hakiki mal olan a’mal-i salihaya teveccüh eder. Fena haslet olan hırs-ı mecazî ise âlî bir haslet olan hırs-ı hakikiye inkılab eder.

    Hem mesela, şiddetli bir inat ile ehemmiyetsiz, zâil, fâni umûrlara karşı hissiyatını sarf eder. Bakar ki bir dakika inada değmeyen bir şeye, bir sene inat ediyor. Hem zararlı, zehirli bir şeye inat namına sebat eder. Bakar ki bu kuvvetli his, böyle şeyler için verilmemiş. Onu onlara sarf etmek, hikmet ve hakikate münafîdir. O şiddetli inadı, o lüzumsuz umûr-u zâileye vermeyip âlî ve bâki olan hakaik-i imaniyeye ve esasat-ı İslâmiyeye ve hidemat-ı uhreviyeye sarf eder. O haslet-i rezile olan inad-ı mecazî, güzel ve âlî bir haslet olan hakiki inada yani hakta şiddetli sebata inkılab eder.

    İşte şu üç misal gibi; insanlar, insana verilen cihazat-ı maneviyeyi, eğer nefsin ve dünyanın hesabıyla istimal etse ve dünyada ebedî kalacak gibi gafilane davransa ahlâk-ı rezileye ve israfat ve abesiyete medar olur. Eğer hafiflerini dünya umûruna ve şiddetlilerini vezaif-i uhreviyeye ve maneviyeye sarf etse ahlâk-ı hamîdeye menşe, hikmet ve hakikate muvafık olarak saadet-i dâreyne medar olur.

    İşte tahmin ederim ki nâsihlerin nasihatleri şu zamanda tesirsiz kaldığının bir sebebi şudur ki: Ahlâksız insanlara derler: “Hased etme! Hırs gösterme! Adâvet etme! İnat etme! Dünyayı sevme!” Yani fıtratını değiştir gibi zâhiren onlarca, mâlâyutak bir teklifte bulunurlar. Eğer deseler ki: “Bunların yüzlerini hayırlı şeylere çeviriniz, mecralarını değiştiriniz.” Hem nasihat tesir eder hem daire-i ihtiyarlarında bir emr-i teklif olur.

    Râbian: Ulema-i İslâm ortasında “İslâm” ve “iman”ın farkları çok medar-ı bahis olmuş. Bir kısmı “İkisi birdir.” diğer kısmı “İkisi bir değil fakat biri birisiz olmaz.” demişler ve bunun gibi çok muhtelif fikirler beyan etmişler. Ben şöyle bir fark anladım ki:

    İslâmiyet iltizamdır, iman iz’andır. Tabir-i diğerle İslâmiyet, hakka tarafgirlik ve teslim ve inkıyaddır; iman ise hakkı kabul ve tasdiktir. Eskide bazı dinsizleri gördüm ki ahkâm-ı Kur’aniyeye şiddetli tarafgirlik gösteriyorlardı. Demek o dinsiz, bir cihette hakkın iltizamıyla İslâmiyet’e mazhardı; “dinsiz bir Müslüman” denilirdi. Sonra bazı mü’minleri gördüm ki ahkâm-ı Kur’aniyeye tarafgirlik göstermiyorlar, iltizam etmiyorlar “gayr-ı müslim bir mü’min” tabirine mazhar oluyorlar.

    Acaba, İslâmiyetsiz iman, medar-ı necat olabilir mi?

    Elcevap: İmansız İslâmiyet, sebeb-i necat olmadığı gibi; İslâmiyetsiz iman da medar-ı necat olamaz.

    Felillahi’l-hamdü ve’l-minnetü, Kur’an’ın i’caz-ı manevîsinin feyziyle Risale-i Nur mizanları, din-i İslâm’ın ve hakaik-i Kur’aniyenin meyvelerini ve neticelerini öyle bir tarzda göstermişlerdir ki dinsiz dahi onları anlasa taraftar olmamak kabil değil. Hem iman ve İslâm’ın delil ve bürhanlarını o derece kuvvetli göstermişlerdir ki gayr-ı müslim dahi anlasa herhalde tasdik edecektir. Gayr-ı müslim kaldığı halde, iman eder.

    Evet Sözler, Tûba-i cennetin meyveleri gibi tatlı ve güzel olan iman ve İslâmiyet’in meyvelerini ve saadet-i dâreynin mehasini gibi hoş ve şirin öyle neticelerini göstermişler ki görenlere ve tanıyanlara nihayetsiz bir tarafgirlik ve iltizam ve teslim hissini verir. Ve silsile-i mevcudat gibi kuvvetli ve zerrat gibi kesretli iman ve İslâm’ın bürhanlarını göstermişler ki nihayetsiz bir iz’an ve kuvvet-i iman verirler.

    Hattâ bazı defa Evrad-ı Şah-ı Nakşibendî’de şehadet getirdiğim vakit عَلٰى ذٰلِكَ نَح۟يٰى وَ عَلَي۟هِ نَمُوتُ وَ عَلَي۟هِ نُب۟عَثُ غَدًا dediğim zaman, nihayetsiz bir tarafgirlik hissediyorum. Eğer bütün dünya bana verilse bir hakikat-i imaniyeyi feda edemiyorum. Bir hakikatin bir dakika aksini farz etmek, bana gayet elîm geliyor. Bütün dünya benim olsa bir tek hakaik-i imaniyenin vücud bulmasına bilâ-tereddüt vermesine, nefsim itaat ediyor.

    وَ اٰمَنَّا بِمَا اَر۟سَل۟تَ مِن۟ رَسُولٍ وَ اٰمَنَّا بِمَا اَن۟زَل۟تَ مِن۟ كِتَابٍ وَ صَدَّق۟نَا dediğim vakit nihayetsiz bir kuvvet-i iman hissediyorum. Hakaik-i imaniyenin her birisinin aksini aklen muhal telakki ediyorum, ehl-i dalaleti nihayetsiz ebleh ve divane görüyorum.

    Senin valideynine pek çok selâm ve arz-ı hürmet ederim. Onlar da bana dua etsinler. Sen benim kardeşim olduğun için onlar da benim peder ve validem hükmündedirler. Hem köyünüze, hususan senden “Sözler”i işitenlere umumen selâm ediyorum.

    اَل۟بَاقٖى هُوَ ال۟بَاقٖى

    Said Nursî