Emirdağ Lahikası 2. Kitap 89. Mektup

    Risale-i Nur Tercümeleri sitesinden
    11.16, 30 Kasım 2023 tarihinde Said (mesaj | katkılar) tarafından oluşturulmuş 42734 numaralı sürüm (Bu sürüm çeviri için işaretlendi)
    (fark) ← Önceki sürüm | Güncel sürüm (fark) | Sonraki sürüm → (fark)
    Diğer diller:
    • Türkçe

    1952’de İstanbul’da görülen Gençlik Rehberi mahkemesine, ehl-i vukufa cevaben verilen itiraznamedir

    Birinci Ağır Ceza Mahkemesine,

    Risale-i Nur eczalarından Gençlik Rehberi’nin tabı ve intişarı münasebetiyle müellifi Bediüzzaman Said Nursî’nin mahkemeye verildiğini ve Gençlik Rehberi’nin mahiyetini tetkik için bilirkişi namıyla hakikatleri tamamen tahrif ederek dinsiz ve İslâmiyet düşmanları mahiyetinde mütalaa edip suç mevzuu çıkaran ehl-i vukufun raporunu okuduk.

    Yüz otuz parçadan müteşekkil iman, ilim ve fazilet hazinesi hükmündeki Risale-i Nur Külliyatı’ndan bu Gençlik Rehberi bir cüzü olması ve Risale-i Nur’daki yüksek hakikatlere ruh u canlarıyla bağlanarak o eserler hazinesini bu milletin maddî manevî hayatında bir saadet rehberi olduğunu ispat edip bildiğimizden, Rehber’in aleyhindeki o bilirkişi isnadlarını red ve ehl-i vukufun vukufsuzluklarını bütün kuvvetimizle yüzlerine çarparak ilan ve ispat ediyoruz. Ve mahkeme heyetine arz ediyoruz ki:

    Verilen ehl-i vukuf raporu; vatan ve milletin hayatına, tarihine, an’anesine, mukaddesatına, kanununa tamamen yabancı, halihazır kanunlara iftira eden, hükûmeti tahkir eden, bin yıllık bu milletin tarihini tezyif ile bütün bir milletin ecdadını tahkir eden ve bugün bu vatanda yaşayan yirmi milyon kardeşlerimizin maneviyatına taarruz eden bir suikastın örneğidir. Mahkeme-i adalet bunu nazar-ı itibara alması gayr-ı mümkündür.

    İşte biz de bilirkişi ismini alıp bu suikast vesikasını imza edenlere soruyoruz: Bu millet hâşâ dinsiz midir? Bu millet yüzyıllar boyunca dinden ve imandan hâşâ mahrum bir vaziyette en sefih millet midir? Bu millet ve bu milletin parlak tarihini altınla yaldızlayan bir ecdad, bütün hayatlarında dünyaya sefahet ve dalalet dağıtan küfür yolu üzerinde mi yürümüşler?

    İstanbul’u fetih ile dünya hayatında yeni bir devir açan, şarka garba Kur’an’ın bayraktarlığı vazifesiyle nur-u hidayet, ilim ve fazilet saçan, Avrupa’ya hakiki medeniyeti ders veren ve İslâmî medeniyetin ziyasıyla beşeriyeti aydınlatan ve koskoca bir tarih, onların kahramanlığıyla dolu olan Yıldırımlar, Fatihler, Selimler ve Süleymanlar ve onların mensup olduğu bir millet, yazdığının tamamen aksine olarak; maneviyatı sönmüş, dinden haberi yok, İslâmiyet’i neşreden başka millet, o kumandanlar başka bir milletin tarihinde, tarih yalan söylüyor, Türkler İslâmiyet’in kahramanı olarak Kur’an’ın bayraktarlığını bütün milletler üstünde bir şeref tacı olarak taşıdıkları yalandır, öyle mi?

    Veyahut bu millet, hakikat-i İslâmiyeden aldığı bir ders ile kadınlarını ve kızlarını âdab-ı Kur’aniye ziynetiyle ziynetlendirip kadınlığın haysiyet ve şerefini muhafaza ederek onların âdi ve kıymetsiz olmalarına mani olduğu, yalan! Uzun asırlarda İslâm-Türk kahramanları namıyla maruf olmuş ve ahlâk ve namusun, haysiyet ve şerefin kemaline yetişmiş bildiğimiz ve iftihar ettiğimiz ecdadımız, annelerimiz, bizim iftiharımızın aksine olarak emr-i Kur’an’a ittiba etmemişler, güzelliğin hakikatini terbiye-i İslâmiye dairesinde âdab-ı Kur’aniye ziynetiyle ziynetlenmek değil, vücudlarını çıplak olarak teşhir etmekte bilmişler, öyle mi?

    Ey ehl-i insaf ve ey tarihiyle, mukaddesatıyla, kahraman ve mübarek ecdadıyla iftihar eden nesl-i hazır! Geliniz, görünüz. Tarihinizi ve İslâmiyet’inizi tahkir eden bir suikast vesikasını yazan ve imza edenlere; hayatınızın hayatı, ruhunuzun ruhu bildiğiniz İslâmiyet’iniz namına ve kâinatı on dört asır ışıklandıran ve kudsî ve İlahî düsturlarıyla bin seneden beri milyonlar ecdadınızı nurlandıran ve ebedî saadete sevk eden Kur’an’ınız namına ve o düstur-u Kur’an’a ittiba eden yüzer milyon ecdadınız namına, ahlâk-ı hasene ve namus muhafazası yolunda İslâmî terbiyenin ziyasıyla nurlanan ve terbiye alan ve kadınlığın hakiki manasını ve hakiki güzelliğini yaşayışlarıyla ve giyinişleriyle ve hayatlarıyla gösteren annelerinizin ve ninelerinizin ve hemşirelerinizin namına o müfterilere, o tezyif ve tahkir savuranlara teessüfünüzü, tekdirinizi ve reddinizi bildiriniz.

    İşte o müfteriler; yaşı sekseni bulmuş, zehirlerden şiddetli hasta, dinî hizmetinden dolayı ömrü hapishanelerde çürütülmüş bir İslâm kahramanınız; şimdi bütün münevverlerin ve çok ediblerin ve terbiyecilerin, vatan ve millet-perverlerin şikâyet ettikleri ahlâksızlığın ve fuhuş tehlikesinden muhafaza için gençlere iyi ahlâk, yüksek namus, iman ve fazilet dersi veren, vatana millete bir uzv-u nâfi’ haline gelmelerini temin eden, adalet ve asayiş lehinde en birinci kuvvet olarak memleket ve milletin saadetine hizmet eden Gençlik Rehberi adlı eserinin müsaderesine ve müellif-i muhtereminin mahkûmiyetine sebep olmak için diyorlar:

    Bediüzzaman tesettür taraftarıdır. Kadınların yarı çıplak, açık dolaşmalarına, İslâmiyet’e karşı muharebede şeytan kumandasına verilen fırkalar olarak tasvir etmekte; kadınların bugünkü içtimaî hayatta açık bacak ve yarım çıplak giyinmelerini günah saymakta, Bediüzzaman halihazır bu açık, yarım çıplak giyinişleri evlenmelere mani olup fuhşa teşvik edici mahiyetinde görmektedir. Ve yine Bediüzzaman’a göre, kadını güzelleştiren şey ve kadının hakiki ve daimî güzelliği, içtimaî hayatta yer alan süslenmek, vücudlarını teşhir etmek olmayıp terbiye-i İslâmiye dairesinde âdab-ı Kur’aniye ziynetidir. Bediüzzaman dinî tedrisat taraftarıdır. Risale-i Nur adı verdiği dinî tedrisat sayesinde mahkûmların on beş haftada ıslah olacaklarını (ki Denizli ve Afyon hapishaneleri; adliyenin, gardiyan ve müdürlerin şehadetiyle sabittir) söylemektedir. Bediüzzaman, cazibedar bir fitneye esir olan gençlerin din hakikatleriyle ve Nur’un imanî dersleriyle kurtulacaklarına kanidir. İşte bu fikirleriyle suçludur. Kanunen mahkûm edilmesi lâzımdır, diyorlar.

    İşte bunlar güya ehl-i vukuf namında, memleket gençliğine adalet ve hak ve hürriyet derslerini verecek profesörler veya hukuk doçentleridir.

    İşte ey adalet-i hakikiyenin mümessilleri sıfatıyla hukuk-u umumiyeyi ve haysiyet-i milliyeyi muhafaza eden hâkimler! Gençlik Rehberi’nin imanî dersleri ve ahlâkî telkinleri, bu ehl-i vukuf raporundaki gibi bir suç mevzuu olarak kabul ediliyorsa ve müellifi bu büyük hizmetinden dolayı mes’ul tutuluyorsa eğer öyleyse o zaman yukarıda arz ettiğimiz bu millete, bin yıllık tarihine, an’anesine, idarî ve örfî kanunlarına, bu milletin ebedî medar-ı iftiharı olmuş mukaddes dinine, mukaddes İslâmiyet hakikatlerine, kudsî Kur’an derslerine ve o kudsî hakikatlere sarılarak İslâmî medeniyeti kemal-i şaşaa ile dünyaya ilan eden bir aziz ecdada ve onların haysiyetine, hukukuna, maneviyatına savrulan tahkir ve tezyifleri, indirilen darbeleri ve söylenen iğrenç iftiraları kabul etmeniz lâzımdır. Bu büyük, manevî cinayetleri hoş görüp kabul etmekle, ismî ehl-i vukufların suç isnad ettikleri Gençlik Rehberi suç sayılabilir. Ve ancak o cihetle müellifi mahkûm ve Rehber’i neşreden talebeleri muaheze olunabilir. Yoksa adalet-i kanun ve hürriyet-i fikir ve vicdan düsturuyla mahkûmiyeti ve muhakemesi mümkün değildir. Hürriyet-i fikir ve hürriyet-i vicdan düsturunu en geniş manasıyla tatbik eden Cumhuriyet idaresinin demokrasi kanunlarıyla aslâ kabil-i telif değildir.

    Eğer Gençlik Rehberi’nin intişarıyla dinî terbiyeyi ders veriyor, bu ise laikliğe aykırıdır, diye ittiham olunuyorsa o halde laikliğin manası nedir? Biz de soruyoruz: Laiklik İslâmiyet düşmanlığı mıdır? Laiklik, dinsizlik midir? Laiklik, dinsizliği kendilerine bir din ittihaz edenlerin dine taarruz hürriyeti midir? Laiklik, din hakikatlerini beyan edenlerin, imanî dersleri neşredenlerin ağızlarına kilit, ellerine kelepçe vuran bir istibdad-ı mutlak düsturu mudur?

    Laiklik, bir vicdan ve fikir hürriyeti olduğuna göre, dinsizler ve din düşmanları, İslâmiyet aleyhinde her çeşit hücumları, taarruzları yapar, anarşik fikirlerini o hürriyet-i vicdan ve fikir bahanesiyle neşreder de fakat bir İslâm âlimi o hürriyet-i fikir düsturuna istinaden bin yıldan beri İslâmiyet’in serdarı olmuş bir millet içinde ve o milletin bin yıllık an’anesine, kanunlarına ittiba ederek ve yine o milletin saadeti uğrunda, ahlâk ve namusun muhafazası yolunda dinî bir ders beyan etmesi laikliğe aykırıdır diye suçlu gösterilir, devletin nizamlarını dinî inançlara uydurmak istiyor diye mahkur gösterilir. Biz böyle bir gayr-ı mümkünün, mümkün olmasına ihtimal vermiyoruz. Adaletin buna müsaade etmeyeceğini şüphesiz biliyoruz.

    Hakikat-i halde, geçen mahkemelerin beraetler vererek tamamen iade ettikleri Risale-i Nur’un yüz otuz parçasından bir parçası olan Gençlik Rehberi, vatan ve milletin saadetinde en birinci vesilelerden birisidir. O eserleri okuyup onların dersleriyle sefahet ve dalaletin girdaplarından kurtulduklarını mahkemelerde söyleyen yüzler Nur talebeleri ve şimdi bizzat o eserlerle vatan ve millete nâfi’ bir uzuv haline geldiklerini hayatlarıyla ve hizmetleriyle ispat eden binler Türk gençleri bizler, o asılsız isnadları, o müfterilerin yüzlerine çarpıyoruz.

    Hakikaten ne kadar acıdır ki: Asayişin teminine, ahlâkın muhafazasına vesile olmuş, adliyeye ve zabıtaya binler faydası bulunmuş bir eser, bugün hakikatin tamamen aksine olarak suçlu gösterilip zararlı tevehhüm edilmek isteniyor. Artık bu kadar bedihî bir zıddiyet karşısında insaf ve vicdan sahiplerinin vicdanlarına ve insaflarına havale edip Üstadımız hakkında o ehl-i vukufun; dini siyasete âlet ediyor, demelerine mukabil biz de diyoruz: O ehl-i vukuf, adliyeyi dinsizliğe âlet ediyor.

    Bilirkişi raporunda bir isnad da müellif, Risale-i Nur şahs-ı manevîsi namına konuşmaktadır. Kalbe ihtar edildi, Leyle-i Kadirde kalbe gelen bir mesele-i mühimme gibi bazı cümleleri ele alarak, bununla şahsî nüfuz temin etmek maksadının müellifte bulunduğudur.

    Bu kadar asılsız ve manasız bir isnad karşısında insan, o bilirkişi namını alanların bilirkişi mahiyetinden tamamen uzak olduklarına hükmedip o cehaletleri ve o vukufsuzlukları karşısında hayrette kalıyor. Hiç olmazsa ehl-i vukuf, hürmeten bu ciheti dikkatle mütalaa etseydiler, kendileri bu derece cehalet deresine atılmaktan belki bir derece kurtulurlardı. Bu asılsız isnada karşı evvela:

    Bütün Risale-i Nur eserleri ve mektupları ve Üstadımızın bütün hayatı en kat’î delildir ki o aziz zat bütün gayretini, bütün hizmetini Hak uğrunda ve yalnız Hak için yapmış ve yalnız Hakk’ın hatırı için konuşmuş. O sureta ehl-i vukuf, Nur Külliyatı’ndan yalnız küçük bir cüzünü okumakla ve dinsizlikte taassup göstererek illâ ki bir suç isnad edebilmek için bu iftirayı savurmuşlar. Halbuki o aziz zat, Risale-i Nur dersini izah ederken diyor: En büyük dersimiz; acz, fakr, şefkat ve tefekkürdür.

    Hakikat-i halde o aziz zat, büyük ve küllî hizmetleriyle, en caniyane işkencelere sabır ve tahammül ederek, mücahede-i maneviyesinde devam edip küfür ve dalaletin bîaman hücumlarını, maddiyyun ve tabiiyyunun küfrî mesleklerini Kur’an-ı Hakîm’in hakaik-i imaniyesinden aldığı Nur hakikatleriyle parçalayarak ve o Nur’un yüz otuz risalesinin yüz binler nüshalarını, imanî dersleriyle ona minnettar kalan yüz binler müştak talebeleriyle her tarafa neşreden; dinsizliğin, bilhassa komünistliğin bu vatandaki hücumuna mani olan iman hakikatlerini en kat’î delil ve bürhanlarla ispat ederek küfür ve dalaletin bâtıl mesleklerini Kur’an’ın elmas kılıncı hükmündeki iman-ı billah ve vahdaniyet-i İlahiye hüccetleriyle parça parça eden ve o Nur eserleri şimdi âlem-i İslâm’ın büyük merkezlerinde kemal-i takdir ve istihsanla neşredilen ve geçen sene Türkiye’yi ziyarete gelen Pakistanlı bir vekil, kırk elli üniversite talebesine:

    “Kardeşlerim, ben âlem-i İslâm’da aradığımı Türkiye’de buldum. Bediüzzaman yalnız sizin değil, o bütün âlem-i İslâm’ındır. Ve yakın bir zamanda bütün İslâm âlemi onu anlayacaktır. Siz bu Nur eserlerine dikkatle bakın. Ben bunu doksan milyon İslâmlar içinde neşredeceğim. Benim âlem-i İslâm hakkında pek çok endişelerim ve Üstada pek çok soracaklarım vardı. Bir saat kadar yanında yalnız onu dinlemekle bütün endişelerim zâil olup bütün suallerime cevap aldıktan sonra şimdi Pakistan’a âlem-i İslâm’ın mukadderatı hakkında büyük müjdelerle gidiyorum. Ben Türk ve İslâm tarihini tetkik ettim. Evet çok kahramanlar, çok İslâm fedaileri ve çok vatan-perverler gelmişler. Hepsi büyük fedakârlık ve kahramanlıkla millete, vatana hizmet etmişler. Fakat o hizmetlerinin neticesinde lâyık oldukları mükâfat onlara verilmiş. Her birisi birer mükâfata mazhar olmuşlar. Fakat bugün Üstad, yirmi küsur seneden beri bu milletin saadet-i dünyeviyesi ve uhreviyesi için tarife imkân olmayan zulüm ve işkenceler içerisinde işte bu eserleri telif ve neşrederek bu millet içerisinde din aleyhindeki cereyanların intişarına mani olan Bediüzzaman’ın evinde bugün bir lambası bile yok. İşte o, her şeyi terk ederek yalnız ve yalnız dine hizmet için çalışmıştır. Elbette âlem-i İslâm yakında böyle bir zatı eserleriyle tanıyacaktır.” diye Ali Ekber Şah gibi bir İslâm âlimi ve mütefekkirinin takdir ve tahsinine mazhar olan…

    Ve şimdi Demokrat milletvekillerinden bazıları: “Bediüzzaman’ın Nur risalelerini okuyan, ders alan ve o eserleri neşreden Nur talebeleri bu hizmetleriyle bu memlekette komünistliğin yayılmasına set oldular. Madem hükûmetimiz komünizmin aleyhindedir. Öyle ise Nurculara o hizmetlerinden dolayı minnettardır.” diye milletvekillerince dahi hizmeti takdir edilen ve serâpa bütün Risale-i Nur eczaları her bir nüshası, binler kelime ve cümleleriyle o zatın mahiyetine, hizmetine, yirmi beş yıllık faaliyetine ve neşriyatının küllî faydalarına şehadet ve işaret ettikleri bir zat…

    Evet, işte o acz ve fakr dersini kendisine meslek edinen ve talebelerine ders veren bir zat; hakikat-i halde yukarıda bir derece arz ettiğimiz o küllî hizmetlerinin neticesinde talebelerinin ve bütün ehl-i imanın en büyük medh ü senalarına, hürmet ve muhabbetlerine en lâyık, en elyak ve kabul etmesi hakkı iken bilakis o aziz zat, kendisini ziyarete gelenlere ve Risale-i Nur eserlerini okuyup o eserleri ilim ve iman hakikatleri dersinde, asrın bütün ilim ve ispatları üstünde görerek hayran kalanların en samimi hürmet ve senalarından mütemadiyen kaçınmış ve müteaddid mektuplarında:

    “Ben de sizin bu ders-i Kur’aniyede bir ders arkadaşınızım. Ben en ziyade muhtaç ve fakir olduğumdan bu kudsî hakikatler en evvel bana ihsan edilmiştir. Ben makam sahibi değilim. Ben kendimi beğenmiyorum. Beni beğenenleri de beğenmiyorum. Kardeşlerim, sizi bütün bütün kaçırmamak için nefsimin gizli çok kusurlarını söylemiyorum.” diye kendisine yapılan medihleri ve hürmetleri reddetmiş. Ve gaye-i hayatını yalnız hakaik-i imaniyenin neşrine hizmet bilmiş. Dünyevî bütün menfaatleri, o hizmeti uğrunda feda etmiş.

    Ve işte bütün hayatı bilâ-istisna bu feragate ve bu hakikate şehadet eden bir zata, en haksızların dahi yapamayacakları bir isnadı bu ehl-i vukuf isimli kimseler yapmışlar. Hattâ “Leyle-i Kadirde İhtar Edilen Bir Mesele-i Mühimme” diye Rehber’deki çok mühim bir hakikate nazar etmeyerek, bu ihtar kelimesinden de şahsî nüfuz temin ettiğine bir delil göstermişler. Halbuki bu ihtar kelimesi o yüksek hakikatlerin ehemmiyetine öyle bir şümulü var ki ancak o hakikati okumak lâzımdır. İşte o parça İkinci Harb-i Umumî’nin sonunda nev-i beşerin dehşetli zulümleri ve tahribatları neticesindeki dehşetli meyusiyetleriyle dehşetli vicdan azaplarını ve dünya hayatının bütün bütün fâni ve muvakkat olması ve medeniyet fanteziyelerinin uyutucu ve aldatıcı olduğunun umuma görünmesiyle, fıtrat-ı beşeriyedeki yüksek istidadatın dehşetli yaralanmasını ve Kur’an’ın elmas kılıncı altında gaflet ve dalaletin parçalandığını ve bu sebeple dünya hayatının geçici ve muvakkat olmasından beşeriyet, hayat-ı bâkiyeyi arayacağını ve ebedî hayatı ve daimî saadeti ancak Kur’an’ın müjde verdiğini ispat ile pek parlak izahtan sonra diyor:

    “Elbette nev-i beşer, bütün bütün aklını kaybetmezse maddî veya manevî bir kıyamet başlarına kopmazsa İsveç, Norveç, Finlandiya ve İngiltere’nin Kur’an’ı kabul etmeye çalışan meşhur hatipleri ve Amerika’nın din-i hakkı arayan ehemmiyetli cemiyeti gibi rûy-i zeminin geniş kıtaları ve büyük hükûmetleri Kur’an-ı Mu’cizü’l-Beyan’ı arayacaklar ve hakikatlerini anladıktan sonra bütün ruh u canlarıyla sarılacaklar. Çünkü bu hakikat noktasında kat’iyen Kur’an’ın misli yoktur ve olamaz ve hiçbir şey bu mu’cize-i ekberin yerini tutamaz.”

    Ey muhterem hâkimler! Yalnız son cümlesini numune olarak size arz ettiğimiz bu ehemmiyetli fıkranın başında yazılan ihtar kelimesi bir suça mesned olabilir mi? Bu yazı şahsî bir nüfuz temini için mi yazılmış? Yoksa nev-i beşerin, Kur’an hakikatlerini aramaya başladığını beyan ile istikbalde Kur’an’ın beşeriyete hâkim olacağını mı haber veriyor ve ispat ediyor? Bu hususu yüksek takdirinize havale ediyoruz.

    Evet Risale-i Nur müellifi, Kur’an’ın dersinden aldığı ve ayn-ı hakikat olan bu ihtarları beyan etmesi, beyan ve ispat ettiği derslerin ve mevzuların hakkaniyetine bir hüccet içindir. Evet, ayn-ı hak ve hakikat olduğunu dikkatle bakanlar görebilirler. Ve bir derya-yı iman ve bir hazine-i tevhid ve bir umman-ı hikmet halinde coşan bir hârikanın, istikbalin nesillerinde ve milyonlar kalp ve gönüllerde nasıl kemal-i şaşaa ile yaşayacağını ve alkışlanacağını hissedebilirler. Ve Türk milletinin bin yıllık kudsî mefahir-i milliyesine mümasil yine Türk milletinin dünyaya örnek olmuş kahraman ecdadının yerinde İslâmiyet hakikatlerine sarılarak yine Kur’an’ın bayraktarlığı vazifesiyle istikbalin kıtalarında hâkim-i manevî olacağını hissedebilirler.

    Bu çok yüksek ve çok ehemmiyetli hakikatleri tam anlayabilmek için Bediüzzaman’ın bundan kırk sene evvel 1327’de Şam’da Camiü’l-Emevî’de, içinde yüz ehl-i ilim bulunan on bin kişilik bir cemaate hitaben îrad buyurdukları Hutbe-i Şamiye eserini okumak lâzımdır. Şimdi o eserin tercümesini yapmak lütfunda bulunan o aziz zat, o zamanda perişan ve esaret altında bulunan İslâm âlemine pek azîm müjdelerle, medeniyetin seyyiatı hasenatına galip gelmesine mukabil, istikbalde İslâmiyet’in kuvvetiyle medeniyetin mehasini galebe ederek şems-i İslâmiyet’in büyük milletler ve kıtalar üzerinde hâkim olacağını beyan ve ispat ederek haber veriyor.

    Madem o ehl-i vukuf ismini alanlar “Kalbe ihtar edilen bir mesele” cümlesinde hakikate nüfuz edemeyerek yanlış mana çıkarmışlar. 1327’den tâ 1371 senesinden sonraki âlem-i İslâm’ın mukadderatına nazar eden Hutbe-i Şamiye’deki hakikatler dahi –bilirkişilerin yanlış anladıkları veya yanlış mana verdikleri– bu “ihtar” kelimesinin hakikatini ve geniş manasını çok yüksek bir hakikat halinde gösterdiğinden Hutbe-i Şamiye eserinin tercümesini mahkemeye arz ediyoruz. Ve yalnız burada eserde ispat edilen meselelerin âhirinde zikredilen birkaç cümleyi yazarak takdim ediyoruz:

    “Evet, ben kendi hesabıma aldığım dersime binaen ey İslâm cemaati! Müjde veriyorum ki: Şimdiki âlem-i İslâm’ın saadet-i dünyeviyesi, bâhusus Osmanlıların saadeti ve bilhassa İslâm’ın terakkisi ve onların uyanması ve intibahı ile olan Arab’ın saadetinin fecr-i sadıkının emareleri inkişafa başlıyor ve saadet güneşinin de çıkması yakınlaşmış. Ben dünyaya işittirecek bir derecede kanaat-i kat’iyemle derim: İstikbal yalnız ve yalnız İslâmiyet’in olacak ve hâkim, hakaik-i Kur’aniye ve imaniye olacak. Öyle ise şimdiki kader-i İlahî ve kısmetimize razı olmalıyız ki bize parlak istikbal, ecnebilere müşevveş bir mazi düşmüş.”

    “Eğer biz ahlâk-ı İslâmiyenin ve hakaik-i imaniyenin kemalâtını ef’alimizle izhar etsek, sair dinlerin tabileri elbette cemaatlerle İslâmiyet’e girecekler. Belki küre-i arzın bazı kıtaları ve devletleri de İslâmiyet’e dehalet edecekler.”

    “Ey bu Camiü’l-Emevî’deki kardeşlerim gibi âlem-i İslâm’ın cami-i kebirinde olan kardeşlerim! Siz de ibret alınız. Bu kırk beş senedeki hâdisattan ibret alınız. Tam aklınızı başınıza alınız. Ey mütefekkir ve akıl sahibi ve kendini münevver telakki edenler! Hasıl-ı kelâm: Biz Kur’an şakirdleri olan Müslümanlar, bürhana tabi oluyoruz; akıl ve fikir ve kalbimizle hakaik-i imaniyeye giriyoruz. Başka dinlerin tabileri gibi ruhbanı taklit için bürhanı bırakmıyoruz. Onun için akıl ve ilim ve fen hükmettiği istikbalde, elbette bürhan-ı aklîye istinad eden ve bütün hükümlerini akla tesbit ettiren Kur’an hükmedecek.”

    “Evet, şimdi olmasa da otuz kırk sene sonra fen ve hakiki marifet ve medeniyetin mehasini o üç kuvveti tam teçhiz edip cihazatını verip o dokuz manileri mağlup edip dağıtmak için taharri-i hakikat meyelanını ve insaf ve muhabbet-i insaniyeyi o dokuz düşman taifesinin cephesine göndermiş, inşâallah yarım asır sonra onları darmadağın edecek.”

    “İşte Amerika ve Avrupa tarlaları böyle dâhî muhakkikleri (Mister Karlayl ve Bismark gibi) mahsulat vermesine istinaden ben de bütün kanaatimle derim: Avrupa ve Amerika İslâmiyet ile hamiledir. Günün birinde bir İslâmî devlet doğuracak.”

    “Hem de İslâmiyet güneşinin tutulmasına, inkisafına ve beşeri tenvir etmesine mümanaat eden perdeler açılmaya başlamışlar. O mümanaat edenler çekilmeye başlıyorlar. Kırk beş sene evvel o fecrin emaresi göründü. 71’de fecr-i sadıkı başladı veya başlayacak.”

    “Ey Cami-i Emevî’de kardeşlerim! Ve yarım asır sonraki âlem-i İslâm camiindeki ihvanlarım! Baştan buraya kadar olan mukaddimeler netice vermiyor mu ki: İstikbalin kıtalarında hakiki ve manevî hâkim ve beşeri, dünyevî ve uhrevî saadete sevk edecek yalnız İslâmiyet’tir ve İslâmiyet’e inkılab etmiş ve tahrifattan ve hurafattan sıyrılacak İsevîlerin hakiki dinidir ki Kur’an’a tabi olur, ittifak eder.”

    Muhterem heyet-i hâkime! Risale-i Nur müellifi aleyhindeki bütün iftiralara ve isnadlara karşı hukukî en kat’î cevap olarak, üç mahkemenin ve üç ehl-i vukufların tetkikten sonra eserleri iade etmeleridir.

    Hem Üstadımızın yirmi yedi senelik hayatı ve yüz otuz parça kitabı ve mektupları, üç mahkeme ve hükûmet memurları tarafından tam tetkik edildiği ve aleyhinde çalışan zalim, mürted ve münafıklara karşı mecbur olduğu, hattâ idamı için gizli emir verildiği halde, dini siyasete âlet ettiğine dair en ufak bir emare bulamamaları, dini siyasete âlet etmediğini kat’î ispat ediyor. Hayatını yakından tanıyan biz Nur şakirdleri ise bu fevkalâde hale karşı hayranlık duymakta ve Risale-i Nur dairesindeki hakiki ihlasa bir delil saymaktayız.

    Bu itibarla onu bazı iftiralarla çürütmek isteyen, vatan ve milletin saadeti lehindeki hizmetlerinin aleyhindeki gizli, zalim düşmanlarının planlarını âdilane kararınızla mahvedeceğinizi ve müfterilerin yanlış isnadlarını yüzlerine çarpacağınızı adalet ve vicdanınızdan bekler, hürmetlerimizi takdim ederiz.

    Eskişehir Nur talebelerinden

    Yaşar, Osman Toprak, Ahmed, Osman, Ceylan, Şükrü, Bayram, Sungur, Hüsnü


    Emirdağ Lahikası 2. Kitap 88. Mektup ⇐ | Emirdağ Lahikası | ⇒ Emirdağ Lahikası 2. Kitap 90. Mektup