Sikke-i Tasdik-i Gaybi 18. Mektup
Emin ve Feyzi’nin Bir Fıkrasıdır
(Risaletü’n-Nur’a ait dört beş kerametten bahseder.)
Hizmet-i Kur’aniyede bize sebkat eden sadık ve hâlis, metin ve vefakâr kardeşlerimizden mübarek Hüsrev ve Rüşdü gibi zatlar, Risaletü’n-Nur’un hâdimlerine ve vazifelerinin makbuliyetine bir emare olan ihsan olunan bereket hakkında müteaddid fıkralar yazmışlar. Biz de bu kardeşlerimizin fıkraları gibi bu yakın zamanda beraber tezahür eden, gördüğümüz bazı hâdisatı kaydedeceğiz. Hem numune için yalnız bir kısmını beyan ederiz.
Birincisi: Bu yakında Üstadımız ile beraber kıra çıkmıştık. Çay yapılmasını hem ikişer çay, üçer şekerle içilmesini emir buyurdular. Hepimiz, üçer şekerle ikişer çay içtik. Yalnız Emin kardeşimiz bir şeker kendisine noksan olarak içmiş. Akşam üzeri, Risaletü’n-Nur’un menba-ı intişarı olan Üstadımızın odasına geldik. Emin, şeker kutusuna sarf olunan şekerleri koymak istemiş fakat kutu sekiz şekerden fazla almamış. Emin “Fesübhanallah” der, on yedi şeker yerine kutu sekiz şekerle dolsun diye taaccüb ettik.
Bu vakıa, bize şuhud derecesinde kanaat verdi ki şu sırr-ı bereket Risalei’n-Nur hâdimlerine bir inayet-i İlahiye ve bir iltifat-ı Rabbaniyedir.
İkincisi: Yine aynı günde ben yani Mehmed Feyzi, evvelce yazıp Üstada teslim ettiğim Hücumat-ı Sitte Risalesi’ni bana vermek için sakladığı yerden ararken fevkalâde bir surette bulunmaz. Birden o anda, âdetlerinin hilafına olarak hiç vuku bulmamış bir tarzda, bir hâdise zuhuruyla, gözlüklerini bırakarak merdivene müteveccih olurlar. Aynı vakitte Risale-i Nur’un intişarına ve hizmetine zarar vermek niyetiyle casus bir adamın merdivene doğru, zâhiren ziyaret maksadıyla geldiği görülür. Üstadımızın telaşlı olduğunu hisseder. Hem Üstadımız onun nazarını öteki hâdise-i bedeniyeye çevirir, ona der ki: “Görüyorsun ben mazurum, ziyareti başka vakte bırak.” O da döner, gider. Hem Hücumat-ı Sitte hem Mehmed Feyzi hem başka işlerimiz o tecessüsten kurtuldu.
Evet Hücumat-ı Sitte, saklandığı muayyen yerinde fevkalâde bir surette kaybolması, ehemmiyetli bir hâdisenin önünü aldı. Üstada ârız olan bu hilaf-ı âdet halet ve o risalenin yerinde bulunmaması, kat’iyen tesadüfe hamledilmez. Bir hafta sonra o risaleyi hilaf-ı me’mul bir yerde bulduk. Üstadımızın emriyle Emin kardeşime ehemmiyetli bir surette okudum. Üstadımız izahat veriyordu. O vakte kadar öyle mühim ve tesirli ders almamıştık. Demek, bu iki mühim sırra binaen risale kendini göstermedi. Bu hâdise, Risale-i Nur’un sadık ve ihlaslı şakirdleri daima bir hıfz-ı inayet ve himayet altında olduklarına şüphe bırakmıyor.
Üçüncüsü: Yine bir vak’a-i bereket: Üstadımızın bir okka (yani kilo) peyniri vardı. Ekser günlerde o peynirden hoşuna gittiği için bir iki defa yiyordu ve bize de veriyordu. Hem yemeksiz olduğu ekser vakitlerde ondan yediği halde, altı ay kadar devam ettiğini ve hâlen de yüz dirhem kadar o peynirden bulunduğunu görüp yakînen tasdik ediyoruz. Fakat bu hâdise-i bereketin ifşasından sonra, evvelce görünmeyen dibi görünmeye başladı, noksaniyetini gösterdi. Evet, bereket hususunda şâyan-ı hayret bir hâdisedir. Hem yarım kilo tereyağı, ekser günlerde fazlaca sarf olunduğu halde, elli güne yakın devamıyla anladık ki şüphesiz bir bereket içine girmiş.
Hem yine aynı Ramazan Bayramında, Üstadın rızası olmadığı halde, Tahsin ve ben –yani Emin– bir kilo kadar ince şeker getirmiştik. Ekser yoğurt ve süt ve tatlı kabağa ve sair şeylere, bazen yirmi otuz dirhemden fazla kattıkları halde beş ay devam etti. Hâlen o şekerden yüz dirhem kadar kalması, elbette bereket sebebiyledir.
Hem bu havalideki şakirdler, herkes cüz’î küllî hissetmiş ve itiraf ediyorlar ki: Risaletü’n-Nur’a çalıştığımız zaman hem rızkımızda bereket ve suhulet hem kalbimizde bir inşirah ve ferah zâhiren hissediyoruz. Ezcümle ben kendim –yani Emin– itiraf ediyorum ki: Risaletü’n-Nur dairesine girmezden evvel, bütün sene çalışırdım. Ne vakit Risaletü’n-Nur dairesine girdim; beş seneden beri üç dört ay kadar çalıştığım halde, evvelkinden daha müferrah ve daha mesud bir halde yaşamaklığım, yüzde yüz Risaletü’n-Nur’un hizmetinin berekâtıyla olduğunda hiç şüphem yoktur (Hâşiye[1]).
Hem ezcümle, Üstadımız diyor ki: “Benim de kanaat-i kat’iyem çok tecrübelerle gelmiş ki ben Risaletü’n-Nur’un tashihatıyla meşgul olduğum zaman, pek zâhir bir tarzda hem rızkımda bereket hem suhulet görüyordum. Ne vakit çalışmazsam o hali göremiyordum.”
Hem Üstadımız diyor ve biz de tasdik ediyoruz ki: “Ben son zamanda anladım, şimdiye kadar hem ben hem dostlarım bir hakikatin suretini başka şekilde görmüşüz. Şöyle ki: Hapishanede bir tek ekmek, sekiz ve bazen on gün bana kâfi geldiği gibi burada da aynen o tarzda yaşıyordum. Hem ben hem kardeşlerim, bunu benim az yemek ve iştahsızlığıma veriyorduk. Halbuki çok emarelerle kat’iyen anladık ki o acib hal bereket neticeleri imiş. Birkaç defa sekiz günde bana kâfi gelen bir ekmeği aynı iştiha ile –çalışmadığımdan berekete mazhar olmadığım zaman– iki günde, bazen bir buçuk günde bitiriyordum. Demek bu on altı ve on yedi seneden beri benim mükemmel tayinatım, Risaletü’n-Nur’un hizmetinden gelen bir bereket idi.”
Evet, bize de aynelyakîn derecesinde kanaat gelmiş ki bu kesretli hâdisat-ı bereket, Kur’an-ı Mu’cizü’l-Beyan’ın i’caz-ı manevîsinin bir şuâıdır. Manen der: “Ey Kur’an şakirdleri! Sizi vazife-i mukaddesenizden ekseriyetle geri bırakan, maişet telaşesidir. O ise Kur’an’ın feyziyle, bereket nevinden sizlere veriliyor. Vazifenize bakınız.”
اَللّٰهُمَّ بِحَقِّ اس۟مِكَ ال۟اَع۟ظَمِ وَ بِحُر۟مَةِ رَسُولِكَ ال۟اَك۟رَمِ يَسِّر۟لَنَا خِد۟مَةَ ال۟قُر۟اٰنِ بِنَش۟رِ رِسَالَةِ النُّورِ بِالدَّوَامِ بَي۟نَ ال۟اَنَامِ فٖى عَالَمِ ال۟اِس۟لَامِ اٰمٖينَ اٰمٖينَ اٰمٖينَ
Hem hâdisat-ı bereketin aynı zamanında, Risaletü’n-Nur’un bir kerameti olarak bir şakirdinin binler lira kıymetinde hanesinin, ona pek yakın dehşetli bir yangından fevka’l-me’mul bir surette Risaletü’n-Nur’un bereketiyle kurtulması ve Risaletü’n-Nur’un tercümanına âhiret cihetinde çok alâkadarlık gösteren bir hanım, o dehşetli yangında hanesinin üçüncü katında bulunan elmas ve mücevherat ve altınlarını kurtarmak için koşup çıktığı vakit, ateş her tarafını sarmış, elmas ve mücevheratını kurtaramadığı gibi kendi nefsini de bütün bütün tehlike-i kat’iyede gördüğü vakitte, Risalei’n-Nur tercümanı, o ateşten talebesinin hanesini kurtarmasını şiddetli dua ederken o bîçare hanım hatırına gelmiş; acaba o yangında o âhiret hemşirem bulunmasın diye ona da Risaletü’n-Nur’u şefaatçi edip dua etmiş. “Yâ Rabbî ona merhamet eyle!” niyaz etmiş. Aynı zamanda, o hanım pencereyi kırmış, kendini iki kat yüksekliğinde avluya atmış, fevkalâde bir surette ne incinmiş ne de bir yeri kırılmış. Hem bakır ve demiri eriten o dehşetli ve şiddetli yangından –bütün konak yandıktan sonra– bütün mücevheratını ve altınını hiçbiri zayi olmayarak bir un onu muhafaza etmiş; bulmuş, almış. Risaletü’n-Nur’un bereketinden hem canını hem malını kurtarmış.
Hem mezkûr hâdisatın aynı zamanında vuku bulması münasebetiyle, Risaletü’n-Nur’un kerametkârane iki tokadını yiyen, aynı anda, vazifece ehemmiyetli iki mütecaviz ve muacciz iki adamın tecavüz ve taciz anında birisinin kafasına, diğerinin ciğerine vurması (Hâşiye[2]) bizde hiçbir şüphe bırakmadı ki hizmet-i Kur’aniyedeki inayet-i Rabbaniyenin bir hıfz ve himayet sillesidir. “Artık durunuz, yeter! Tokada müstahak oldunuz!” diye manen söylemesidir.
Risaletü’n-Nur Şakirdlerinden
Emin ve Feyzi
- ↑ Hâşiye: Evet, bütün kuvvetimle tasdik ediyorum ki Emin kardeşimiz, memleketimize geldiği zaman mütemadiyen faal bir surette her ay çalışıyordu. Şimdi ise Risaletü’n-Nur’un dairesine girdikten sonra, üç dört aydan fazla çalıştığını görmüyoruz.
Feyzi - ↑ Hâşiye: Evet o mütecavizlerden birisi dehalet etti, ölümden kurtuldu; diğeri bir sene azap çekti hem öldü.