Barla Lahikası 68. Mektup
(Sabri’nin fıkrasıdır.)
Eyyühe’l-Üstadü’l-A’zam!
Bilhassa dest ü dâmen-i mübareklerinizi bûs edip her ân ve zaman muhtaç bulunduğum daavat-ı üstadanelerini niyaz eylerim. Bir hafta evvel Süleyman Efendi kardeşim vasıtasıyla irsal buyrulan enva-ı iltifatı şâmil lütufname-i ekremîlerini, kemal-i meserretle alarak mefharetle okudum. Bir fıkrasında tevafukat-ı gaybiye hakkındaki kanaat-i âcizanem sual buyruluyor. “Neam sadakte, Eyyühe’l-Üstadü’l-Muhterem!” kelimeleriyle icabet ediyorum. Zira şu tevafukat-ı gaybiye-i acibe, bilu-
mum bahr-i muhit-i Nurun talebelerini ve hattâ talebelerin cemaat-i müstemialarını mest ve hayran ve medyun-u secde-i şükran bırakmıştır. Nurların şu mu’ciz-nüma kerametlerini ancak ve ancak mir’at-ı Muhammediye (asm) ile müşahede edebiliriz. Bu hakikatin diğer bir muarrifi olan:
Âyinedir bu âlem, her şey Hak ile kaim
Mir’at-ı Muhammed’den Allah görünür daim. (Hâşiye[1])
Şu iki mısra-ı manidarı, perişan arîzamı şereflendirmek niyetiyle dercediyorum. Bu fakir ve âciz talebeniz, şu hayret-feza keramet-i Kur’aniyeyi ve i’caz-ı Nebeviyeyi müşahede ettiğim günden beri, bu babda çok derin düşüncelere dalıyorum. Ve şu tevafukat-ı acibeye müşabih tevafukat, başka kitaplarda bulunur mu maksadıyla çok temaşa ediyorum, göremiyorum. Görülse de pek nadir bir haldedir. Şu halde tevafukat-ı gaybiye, bir keramet-i aleniye olarak endamını Nurlarda izhar ediyor. Ve lisan-ı hal ile beşere hitaben diyor ki:
Ey benî-Âdem, şu sisli asırda dalaleti ref’ ve selbedip necat ve saadet bahşedecek ve dimağınızdaki semli kokuları, verd-i Muhammedîye (*[2]) tebdil edecek ve en kestirme ve son derece muhkem ve müstakim bir tarîk-i selâmet ve necata sevk edecek, pek çok keramat ve i’cazını gösteren, bizim bulunduğumuz derya-yı nuranidir. Ve âtiyen daha nice âsâr-ı hafiye tezahür edecektir, diye nida ediyor.
Müsaade-i fâzılaneleriyle bir maruzatım daha var. Fakat bu cihette, şahsımı istisna ederek meramımı arz edeceğim. Bendeniz Nurların müştak müşterilerinde daha doğrusu yanık talebelerinde, bir tevafuk-u fevkalâde görüyorum. Çünkü enaniyet ve nefsaniyetin şiddetle hüküm-ferma olduğu şu asırda, hepsinin derece-i ihtiyaç ve iştiyakı bir, kâffesinin ahlâk ve etvarı bir, umumunun tarz-ı telakkisi bir ve yekdiğerine karşı ah-i lieb ve üm’den daha kavî bir rabıta-i hakikiye ile merbut, samimiyet ve hakikat-perverlikte, âdeta yekdiğerine müsabaka eder derecede ciddi ve hâlis, kardeşlikte takip ettikleri hatt u hareket bir ve daha pek ziyade birbirine benzeyen tullab-ı nuraniyenin bu hârika hallerini de ayrıca bir tevafukat-ı gaybiye sırasında görüyorum. Zira İstanbul’dan, İzmir’den, Aydın’dan, Kütahya’dan, Isparta’dan, Eğirdir’den ilh. muhtelif beldelerden seçilip bir safta mukayyed bulunan talebelerin aynı hâssaları haiz olmaları, câlib-i nazar-ı dikkat olsa gerektir, zannederim Efendim Hazretleri.
Sabri
- ↑ Hâşiye: Latîf bir tevafuktur ki: Hulusi-i Sâni Sabri Efendi bu beyti bana yazdığı zamanda, ya aynı zamanda veyahut az sonra, Hulusi Bey bir ay uzak bir yerde, aynı beyti bana yazmıştır. Bu iki zatın hem hizmet-i Kur’an’da hem bana karşı münasebetlerindeki tevafukları, alâmet-i muvaffakiyettir.
Said - ↑ * Gül demektir.