The Twelfth Word

    Risale-i Nur Tercümeleri sitesinden
    11.12, 31 Temmuz 2024 tarihinde Ferhat (mesaj | katkılar) tarafından oluşturulmuş 141454 numaralı sürüm ("As for the Muslim scholar, when he looked at the Qur’an, he understood that it was the Perspicuous Book, the All-Wise Qur’an. This truth-loving person neither attached importance to the external adornments, nor busied himself with the ornamented letters. He became preoccupied with something that was a million times higher, more elevated, more subtle, more noble, more beneficial, and more comprehensive than the matters with which the other man had bus..." içeriğiyle yeni sayfa oluşturdu)
    Diğer diller:


    In the Name of God, the Merciful, the Compassionate.

    And he who has been given wisdom has been given great good.(*[1])

    [This Word consists of a brief comparison between the sacred wisdom of the All-Wise Qur’an and the wisdom of philosophy and science, and a concise summary of the instruction and training which Qur’anic wisdom gives to man in his personal life and social life, and an indication of the Qur’an’s superiority to other Divine words, and to all speech. There are Four Principles in this Word.]

    FIRST PRINCIPLE

    Look through the telescope of the following story which is in the form of a comparison, and see the differences between Qur’anic wisdom and that of philosophy and science:

    One time, a renowned Ruler who was both religious and a fine craftsman wanted to write the All-Wise Qur’an in a script worthy of the sacredness in its meaning and the miraculousness in its words, so that its marvel-displaying stature would be arrayed in wondrous apparel. The artist-King therefore wrote the Qur’an in a truly wonderful fashion. He used all his precious jewels in its writing. In order to indicate the great variety of its truths, he wrote some of its embodied letters in diamonds and emeralds, and some in rubies and agate, and other sorts in brilliants and coral, while others he inscribed with silver and gold. He adorned and decorated it in such a way that everyone, those who knew how to read and those who did not, were full of admiration and astonishment when they beheld it. Especially in the view of the people of truth, since the outer beauty was an indication of the brilliant beauty and striking adornment in its meaning, it became a truly precious antique.

    Then the Ruler showed the artistically wrought and bejewelled Qur’an to a European philosopher and to a Muslim scholar. In order to test them and for reward, he commanded them: “Each of you write a work about the wisdom and purposes of this!” First the philosopher, then the scholar composed a book about it.

    However, the philosopher’s book discussed only the decorations of the letters and their relationships and conditions, and the properties of the jewels, and described them. It did not touch on their meaning at all, for the European had no knowledge of the Arabic script. He did not even know that the embellished Qur’an was a book, a written piece, expressing a meaning. He rather looked on it as an ornamented antique. He did not know any Arabic, but he was a very good engineer, and he described things very aptly, and he was a skilful chemist, and an ingenious jeweller. So this man wrote his work according to those crafts.

    As for the Muslim scholar, when he looked at the Qur’an, he understood that it was the Perspicuous Book, the All-Wise Qur’an. This truth-loving person neither attached importance to the external adornments, nor busied himself with the ornamented letters. He became preoccupied with something that was a million times higher, more elevated, more subtle, more noble, more beneficial, and more comprehensive than the matters with which the other man had busied himself. For discussing the sacred truths and lights of the mysteries beneath the veil of the decorations, he wrote a truly fine commentary.

    Then the two of them took their works and presented them to the Illustrious Ruler. The Ruler first took the philosopher’s work. He looked at it and saw that the self-centred and nature- worshipping man had worked very hard, but had written nothing of true wisdom. He had understood nothing of its meaning. Indeed, he had confused it and been disrespectful towards it, and ill-mannered even. For supposing that source of truths, the Qur’an, to be meaningless decoration, he had insulted it as being valueless in regard to meaning. So the Wise Ruler hit him over the head with his work and expelled him from his presence.

    Sonra öteki hakperest, müdakkik âlimin eserine baktı gördü ki gayet güzel ve nâfi’ bir tefsir ve gayet hakîmane, mürşidane bir teliftir. “Âferin, bârekellah” dedi. İşte hikmet budur ve âlim ve hakîm, bunun sahibine derler. Öteki adam ise haddinden tecavüz etmiş bir sanatkârdır. Sonra onun eserine bir mükâfat olarak her bir harfine mukabil, tükenmez hazinesinden “On altın verilsin.” irade etti.

    Eğer temsili fehmettin ise bak, hakikatin yüzünü de gör:

    Amma o müzeyyen Kur’an ise şu musanna kâinattır. O hâkim ise Hakîm-i Ezelî’dir. Ve o iki adam ise birisi yani ecnebisi, ilm-i felsefe ve hükemasıdır. Diğeri, Kur’an ve şakirdleridir.

    Evet, Kur’an-ı Hakîm, şu Kur’an-ı Azîm-i Kâinat’ın en âlî bir müfessiridir ve en beliğ bir tercümanıdır. Evet, o Furkan’dır ki şu kâinatın sahifelerinde ve zamanların yapraklarında kalem-i kudretle yazılan âyât-ı tekviniyeyi cin ve inse ders verir. Hem her biri birer harf-i manidar olan mevcudata “mana-yı harfî” nazarıyla yani onlara Sâni’ hesabına bakar, “Ne kadar güzel yapılmış, ne kadar güzel bir surette Sâni’inin cemaline delâlet ediyor.” der. Ve bununla kâinatın hakiki güzelliğini gösteriyor.

    Amma ilm-i hikmet dedikleri felsefe ise huruf-u mevcudatın tezyinatında ve münasebatında dalmış ve sersemleşmiş, hakikatin yolunu şaşırmış. Şu kitab-ı kebirin hurufatına “mana-yı harfî” ile yani Allah hesabına bakmak lâzım gelirken öyle etmeyip “mana-yı ismî” ile yani mevcudata mevcudat hesabına bakar, öyle bahseder. “Ne güzel yapılmış.”a bedel, “Ne güzeldir.” der, çirkinleştirir. Bununla kâinatı tahkir edip kendisine müşteki eder. Evet, dinsiz felsefe, hakikatsiz bir safsatadır ve kâinata bir tahkirdir.

    İkinci Esas

    Kur’an-ı Hakîm’in hikmeti, hayat-ı şahsiyeye verdiği terbiye-i ahlâkiye ve hikmet-i felsefenin verdiği dersin muvazenesi:

    Felsefenin hâlis bir tilmizi, bir firavundur. Fakat menfaati için en hasis şeye ibadet eden bir firavun-u zelildir. Her menfaatli şeyi kendine rab tanır. Hem o dinsiz şakird, mütemerrid ve muanniddir. Fakat bir lezzet için nihayet zilleti kabul eden miskin bir mütemerriddir. Şeytan gibi şahısların, bir menfaat-i hasise için ayağını öpmekle zillet gösterir denî bir muanniddir. Hem o dinsiz şakird, cebbar bir mağrurdur. Fakat kalbinde nokta-i istinad bulmadığı için zatında gayet acz ile âciz bir cebbar-ı hodfüruştur. Hem o şakird; menfaat-perest, hodendiştir ki gaye-i himmeti, nefis ve batnın ve fercin hevesatını tatmin ve menfaat-i şahsiyesini, bazı menfaat-i kavmiye içinde arayan dessas bir hodgâmdır.

    Amma hikmet-i Kur’an’ın hâlis tilmizi ise bir abddir. Fakat a’zam-ı mahlukata da ibadete tenezzül etmez, hem cennet gibi a’zam-ı menfaat olan bir şeyi, gaye-i ibadet kabul etmez bir abd-i azizdir. Hem hakiki tilmizi mütevazidir, selim halîmdir. Fakat Fâtır’ının gayrına, daire-i izni haricinde ihtiyarıyla tezellüle tenezzül etmez. Hem fakir ve zayıftır, fakr ve zaafını bilir. Fakat onun Mâlik-i Kerîm’i, ona iddihar ettiği uhrevî servet ile müstağnidir ve Seyyid’inin nihayetsiz kudretine istinad ettiği için kavîdir. Hem yalnız livechillah, rıza-yı İlahî için fazilet için amel eder, çalışır.

    İşte iki hikmetin verdiği terbiye, iki tilmizin muvazenesiyle anlaşılır.

    Üçüncü Esas

    Hikmet-i felsefe ile hikmet-i Kur’aniyenin hayat-ı içtimaiye-i beşeriyeye verdiği terbiyeler:

    Amma hikmet-i felsefe ise hayat-ı içtimaiyede nokta-i istinadı, “kuvvet” kabul eder. Hedefi, “menfaat” bilir. Düstur-u hayatı, “cidal” tanır. Cemaatlerin rabıtasını, “unsuriyet, menfî milliyet”i tutar. Semeratı ise “hevesat-ı nefsaniyeyi tatmin ve hâcat-ı beşeriyeyi tezyid”dir.

    Halbuki kuvvetin şe’ni tecavüzdür. Menfaatin şe’ni her arzuya kâfi gelmediğinden üstünde boğuşmaktır. Düstur-u cidalin şe’ni çarpışmaktır. Unsuriyetin şe’ni başkasını yutmakla beslenmek olduğundan tecavüzdür. İşte bu hikmettendir ki beşerin saadeti selb olmuştur.

    Amma hikmet-i Kur’aniye ise nokta-i istinadı, kuvvete bedel “hakk”ı kabul eder. Gayede menfaate bedel, “fazilet ve rıza-yı İlahî”yi kabul eder. Hayatta düstur-u cidal yerine, “düstur-u teavün”ü esas tutar. Cemaatlerin rabıtalarında unsuriyet, milliyet yerine “rabıta-i dinî ve sınıfî ve vatanî” kabul eder. Gayatı, hevesat-ı nefsaniyenin tecavüzatına set çekip ruhu maâliyata teşvik ve hissiyat-ı ulviyesini tatmin eder ve insanı kemalât-ı insaniyeye sevk edip insan eder.

    Hakkın şe’ni ittifaktır. Faziletin şe’ni tesanüddür. Düstur-u teavünün şe’ni birbirinin imdadına yetişmektir. Dinin şe’ni uhuvvettir, incizabdır. Nefsi gemlemekle bağlamak, ruhu kemalâta kamçılamakla serbest bırakmanın şe’ni saadet-i dâreyndir.

    Dördüncü Esas

    Kur’an’ın bütün kelimat-ı İlahiye içinde cihet-i ulviyetini ve bütün kelâmlar üstünde cihet-i tefevvukunu anlamak istersen şu iki temsile bak:

    Birincisi: Bir sultanın iki çeşit mükâlemesi, iki tarzda hitabı vardır. Birisi, âdi bir raiyet ile cüz’î bir iş için hususi bir hâcete dair, has bir telefonla konuşmaktır. Diğeri, saltanat-ı uzma unvanıyla ve hilafet-i kübra namıyla ve hâkimiyet-i âmme haysiyetiyle evamirini etrafa neşir ve teşhir maksadıyla bir elçisiyle veya büyük bir memuruyla konuşmaktır ve haşmetini izhar eden ulvi bir fermanla mükâlemedir.

    İkinci Temsil: Bir adam, elinde bir âyineyi güneşe karşı tutar. O âyine miktarınca bir ışık ve yedi rengi câmi’ bir ziya alır; o nisbetle güneşle münasebettar olur, sohbet eder. Ve o ışıklı âyineyi, karanlıklı hanesine veya dam altındaki bağına tevcih etse güneşin kıymeti nisbetinde değil, belki o âyinenin kabiliyeti miktarınca istifade edebilir.

    Diğeri ise hanesinden veya bağının damından geniş pencereler açar. Gökteki güneşe karşı yollar yapar. Hakiki güneşin daimî ziyasıyla sohbet eder, konuşur ve lisan-ı hal ile böyle minnettarane bir sohbet eder. Der: “Ey yeryüzünü ışığıyla yaldızlayan ve bütün çiçeklerin yüzünü güldüren dünya güzeli ve gök nazdarı olan nâzenin güneş! Onlar gibi benim haneciğimi ve bahçeciğimi ısındırdın, ışıklandırdın.” Halbuki âyine sahibi böyle diyemez. O kayıt altındaki güneşin aksi ise âsârı mahduddur. O kayda göredir.

    İşte bu iki temsilin dürbünüyle Kur’an’a bak. Tâ ki i’cazını göresin ve kudsiyetini anlayasın.

    Evet, Kur’an der ki: “Eğer yerdeki ağaçlar kalem olup denizler mürekkep olsa Cenab-ı Hakk’ın kelimatını yazsalar, bitiremezler.” Şimdi şu nihayetsiz kelimat içinde en büyük makam, Kur’an’a verilmesinin sebebi şudur ki:

    Kur’an, ism-i a’zamdan ve her ismin a’zamlık mertebesinden gelmiş. Hem bütün âlemlerin Rabb’i itibarıyla Allah’ın kelâmıdır. Hem bütün mevcudatın ilahı unvanıyla Allah’ın fermanıdır. Hem semavat ve arzın Hâlık’ı haysiyetiyle bir hitaptır. Hem rububiyet-i mutlaka cihetinde bir mükâlemedir. Hem saltanat-ı âmme-i Sübhaniye hesabına bir hutbe-i ezeliyedir. Hem rahmet-i vâsia-i muhita noktasında, bir defter-i iltifatat-ı Rahmaniyedir. Hem uluhiyetin azamet-i haşmeti haysiyetiyle, başlarında bazen şifre bulunan bir muhabere mecmuasıdır. Hem ism-i a’zamın muhitinden nüzul ile arş-ı a’zamın bütün muhatına bakan, teftiş eden hikmet-feşan bir kitab-ı mukaddestir.

    İşte bu sırdandır ki “kelâmullah” unvanı kemal-i liyakatle Kur’an’a verilmiş.

    Amma sair kelimat-ı İlahiye ise bir kısmı, has bir itibar ile ve cüz’î bir unvan ve hususi bir ismin cüz’î tecellisi ile ve has bir rububiyet ile ve mahsus bir saltanat ile ve hususi bir rahmet ile zâhir olan kelâmdır. Hususiyet ve külliyet cihetinde dereceleri muhteliftir. Ekser ilhamat bu kısımdandır. Fakat derecatı çok mütefavittir.

    Mesela, en cüz’îsi ve basiti, hayvanatın ilhamatıdır. Sonra avam-ı nâsın ilhamatıdır. Sonra avam-ı melâikenin ilhamatıdır. Sonra evliya ilhamatıdır. Sonra melâike-i izam ilhamatıdır. İşte şu sırdandır ki kalbin telefonuyla vasıtasız münâcat eden bir veli der:

    حَدَّثَنِي قَلْبِي عَنْ رَبِّي  Yani “Kalbim, benim Rabb’imden haber veriyor.” Demiyor: “Rabbü’l-âlemîn’den haber veriyor.” Hem der: “Kalbim, Rabb’imin âyinesidir, arşıdır.” Demiyor: “Rabbü’l-âlemîn’in arşıdır.” Çünkü kabiliyeti miktarınca ve yetmiş bine yakın hicabların nisbet-i ref’i derecesinde mazhar-ı hitap olabilir.

    İşte bir padişahın saltanat-ı uzması haysiyetiyle çıkan fermanı, âdi bir adamla cüz’î bir mükâlemesinden ne kadar yüksek ve âlî ise ve gökteki güneşin feyzinden istifade, âyinedeki aksinin cilvesinden istifadeden ne derece çok ve faik ise Kur’an-ı Azîmüşşan dahi o nisbette bütün kelâmların ve hep kitapların fevkindedir.

    Kur’an’dan sonra ikinci derecede kütüb-ü mukaddese ve suhuf-u semaviyenin dereceleri nisbetinde tefevvukları vardır. O sırr-ı tefevvuktan hissedardırlar.

    Eğer bütün cin ve insanın Kur’an’dan tereşşuh etmeyen bütün güzel sözleri toplansa yine Kur’an’ın mertebe-i kudsiyesine yetişip tanzir edemez.

    Eğer Kur’an’ın ism-i a’zamdan ve her ismin a’zamlık mertebesinden geldiğini bir parça fehmetmek istersen Âyetü’l-Kürsî

    ve âyet-i    وَعِنْدَهُ مَفَاتِحُ الْغَيْبِ

    ve âyet-i   قُلِ اللّٰهُمَّ مَالِكَ الْمُلْكِ

    ve âyet-i يُغْشِي الَّيْلَ النَّـهَارَ يَطْلُبُهُ حَث۪يثًا وَالشَّمْسَ وَالْقَمَرَ وَالنُّجُومَ مُسَخَّرَاتٍ بِاَمْرِه۪

    ve âyet-i    يَٓا اَرْضُ ابْلَع۪ي مَٓاءَكِ وَيَا سَمَٓاءُ اَقْلِع۪ى

    ve âyet-i  تُسَبِّحُ لَهُ السَّمٰوَاتُ السَّبْعُ وَالْاَرْضُ وَمَنْ ف۪يهِنَّ

    ve âyet-i    مَا خَلْقُكُمْ وَلَا بَعْثُكُمْ اِلَّا كَنَفْسٍ وَاحِدَةٍ

    ve âyet-i  اِنَّا عَرَضْنَا الْاَمَانَةَ عَلٰى السَّمٰوَاتِ وَالْاَرْضِ وَالْجِبَالِ

    ve âyet-i    يَوْمَ نَطْوِي السَّمَٓاءَ كَطَىِّ السِّجِلِّ لِلْكُتُبِ

    ve âyet-i   وَمَا قَدَرُوا اللّٰهَ حَقَّ قَدْرِه۪ وَالْاَرْضُ جَم۪يعًا قَبْضَتُهُ يَوْمَ الْقِيٰمَةِ

    ve âyet-i   لَوْ اَنْزَلْنَا هٰذَا الْقُرْآنَ عَلٰى جَبَلٍ لَرَاَيْتَهُ

    gibi âyetlerin küllî, umumî, ulvi ifadelerine bak.

    Hem başlarında   اَلْحَمْدُ لِلّٰهِ   veyahut   سَبَّحَ   ve  يُسَبِّحُ    bulunan surelerin başlarına dikkat et. Tâ bu sırr-ı azîmin şuâını göresin. Hem  الٓمٓ lerin ve الٓرٰ  ların ve حٰمٓ   lerin fatihalarına bak; Kur’an’ın, Cenab-ı Hakk’ın yanında ehemmiyetini bilesin.

    Eğer şu “Dördüncü Esas”ın kıymettar sırrını fehmettin ise enbiyaya gelen vahyin ekseri melek vasıtasıyla olduğunu ve ilhamın ekseri vasıtasız olduğunu anlarsın. Hem en büyük bir veli, hiçbir nebinin derecesine yetişmediğinin sırrını anlarsın. Hem Kur’an’ın azametini ve izzet-i kudsiyetini ve ulviyet-i i’cazının sırrını anlarsın. Hem mi’racın sırr-ı lüzumunu, yani tâ semavata, tâ Sidretü’l-münteha’ya, tâ Kab-ı Kavseyn’e gidip,   اَقْرَبُ اِلَيْهِ مِنْ حَبْلِ الْوَر۪يدِ olan Zat-ı Zülcelal ile münâcat edip tarfetü’l-aynda yerine gelmek sırrını anlarsın.

    Evet, şakk-ı kamer, nasıl ki bir mu’cize-i risaletidir; nübüvvetini cin ve inse gösterdi. Öyle de mi’rac dahi bir mu’cize-i ubudiyetidir; habibiyetini, ervah ve melâikeye gösterdi.

    اَللّٰهُمَّ صَلِّ وَسَلِّمْ عَلَيْهِ وَعَلٰى آلِهِ كَمَا يَلِيقُ بِرَحْمَتِكَ وَبِحُرْمَتِهِ آمِينَ


    1. *Qur’an, 2:269.