The Eighteenth Word

    Risale-i Nur Tercümeleri sitesinden
    11.12, 5 Ağustos 2024 tarihinde Ferhat (mesaj | katkılar) tarafından oluşturulmuş 142636 numaralı sürüm ("Yes, you in my body resemble ‘nature’ in the world. Both of you were created to receive good and be the thing to which evil is referred. That is to say, you are not the agent and source, but the recipient and passive. You have only an effect, and that is being the cause of evil because you did not accept as you should have done a good arising from absolute good." içeriğiyle yeni sayfa oluşturdu)


    [This Word consists of two Stations, of which the Second has not yet been written. There are three Points in the First Station.]

    FIRST POINT

    In the Name of God, the Merciful, the Compassionate. Think not that those who exult in what they have thus contrived, and who love to be praised for what they have not done – think not that they will escape suffering: for grievous suffering does await them.(*[1])

    A Chastening Slap for my Evil-Commanding Soul:

    O my foolish soul, charmed at glory, enamoured of fame, addicted to praise, and without equal in egotism! If it is a just claim that the source of the fig and its thousands of fruits is its tiny seed, and that all the grapes in their hundred bunches hanging from a dry branch of the vine are produced through the skill of the branch, and that those who benefit from them should praise and esteem the branch and the seed, then perhaps you have the right to be proud and conceited about the bounties with which you are loaded.

    But in fact you deserve to be constantly chided, because you are not like the seed and the branch: since you have the faculty of will, you reduce the value of those bounties through your pride. Through your conceit, you destroy them; through your ingratitude, you nullify them; through claiming them as your own, you lay hands on them unlawfully. Your duty is not to glory in your deeds, but to offer thanks. What is fit for you is not fame, but humility. Your right is not praise, it is repentance and to seek forgiveness. Your perfection lies not in self-centredness, but in recognizing God.

    Yes, you in my body resemble ‘nature’ in the world. Both of you were created to receive good and be the thing to which evil is referred. That is to say, you are not the agent and source, but the recipient and passive. You have only an effect, and that is being the cause of evil because you did not accept as you should have done a good arising from absolute good.

    Hem siz birer perde yaratılmışsınız. Tâ güzelliği görülmeyen zâhirî çirkinlikler size isnad edilip Zat-ı Mukaddese-i İlahiye’nin tenzihine vesile olasınız. Halbuki bütün bütün vazife-i fıtratınıza zıt bir suret giymişsiniz. Kabiliyetsizliğinizden hayrı şerre kalbettiğiniz halde, Hâlık’ınızla güya iştirak edersiniz. Demek nefis-perest, tabiat-perest; gayet ahmak, gayet zalimdir.

    Hem deme ki: “Ben mazharım. Güzele mazhar ise güzelleşir.” Zira, temessül etmediğinden mazhar değil, memer olursun.

    Hem deme ki: “Halk içinde ben intihab edildim. Bu meyveler benim ile gösteriliyor. Demek, bir meziyetim var.” Hayır, hâşâ! Belki herkesten evvel sana verildi, çünkü herkesten ziyade sen müflis ve muhtaç ve müteellim olduğundan en evvel senin eline verildi. (Hâşiye[2])

    İkinci Nokta

    اَح۟سَنَ كُلَّ شَى۟ءٍ خَلَقَهُ

    Âyetinin bir sırrını izah eder. Şöyle ki:

    Her şeyde, hattâ en çirkin görünen şeylerde, hakiki bir hüsün ciheti vardır. Evet, kâinattaki her şey her hâdise ya bizzat güzeldir, ona hüsn-ü bizzat denilir. Veya neticeleri cihetiyle güzeldir ki ona hüsn-ü bilgayr denilir. Bir kısım hâdiseler var ki zâhirî çirkin, müşevveştir. Fakat o zâhirî perde altında gayet parlak güzellikler ve intizamlar var. Ezcümle:

    Bahar mevsiminde fırtınalı yağmur, çamurlu toprak perdesi altında nihayetsiz güzel çiçek ve muntazam nebatatın tebessümleri saklanmış. Ve güz mevsiminin haşin tahribatı, hazîn firak perdeleri arkasında tecelliyat-ı celaliye-i Sübhaniyenin mazharı olan kış hâdiselerinin tazyikinden ve tazibinden muhafaza etmek için nazdar çiçeklerin dostları olan nâzenin hayvancıkları vazife-i hayattan terhis etmekle beraber, o kış perdesi altında nâzenin, taze, güzel bir bahara yer ihzar etmektir. Fırtına, zelzele, veba gibi hâdiselerin perdeleri altında gizlenen pek çok manevî çiçeklerin inkişafı vardır. Tohumlar gibi neşv ü nemasız kalan birçok istidat çekirdekleri, zâhirî çirkin görünen hâdiseler yüzünden sümbüllenip güzelleşir. Güya umum inkılablar ve küllî tahavvüller, birer manevî yağmurdur.

    Fakat insan hem zâhir-perest hem hodgâm olduğundan zâhire bakıp çirkinlikle hükmeder. Hodgâmlık cihetiyle yalnız kendine bakan netice ile muhakeme ederek şer olduğuna hükmeder. Halbuki eşyanın insana ait gayesi bir ise Sâni’inin esmasına ait binlerdir.

    Mesela, kudret-i Fâtıranın büyük mu’cizelerinden olan dikenli otları ve ağaçları muzır, manasız telakki eder. Halbuki onlar, otların ve ağaçların mücehhez kahramanlarıdırlar. Mesela, atmaca kuşu serçelere tasliti, zâhiren rahmete uygun gelmez. Halbuki serçe kuşunun istidadı, o taslit ile inkişaf eder. Mesela karı, pek bâridane ve tatsız telakki ederler. Halbuki o bârid, tatsız perdesi altında o kadar hararetli gayeler ve öyle şeker gibi tatlı neticeler vardır ki tarif edilmez.

    Hem insan hodgâmlık ve zâhir-perestliğiyle beraber, her şeyi kendine bakan yüzüyle muhakeme ettiğinden pek çok mahz-ı edebî olan şeyleri, hilaf-ı edep zanneder. Mesela, âlet-i tenasül-i insan, insan nazarında bahsi hacalet-âverdir. Fakat şu perde-i hacalet, insana bakan yüzdedir. Yoksa hilkate, sanata ve gayat-ı fıtrata bakan yüzler öyle perdelerdir ki hikmet nazarıyla bakılsa ayn-ı edeptir, hacalet ona hiç temas etmez.

    İşte menba-ı edep olan Kur’an-ı Hakîm’in bazı tabiratı bu yüzler ve perdelere göredir. Nasıl ki bize görünen çirkin mahlukların ve hâdiselerin zâhirî yüzleri altında gayet güzel ve hikmetli sanat ve hilkatine bakan güzel yüzler var ki Sâni’ine bakar ve çok güzel perdeler var ki hikmetleri saklar ve pek çok zâhirî intizamsızlıklar ve karışıklıklar var ki pek muntazam bir kitabet-i kudsiyedir.

    Üçüncü Nokta

    اِن۟ كُن۟تُم۟ تُحِبُّونَ اللّٰهَ فَاتَّبِعُونٖى يُح۟بِب۟كُمُ اللّٰهُ

    Madem kâinatta hüsn-ü sanat, bilmüşahede vardır ve kat’îdir. Elbette risalet-i Ahmediye (asm) şuhud derecesinde bir kat’iyetle sübutu lâzım gelir.

    Zira şu güzel masnuattaki hüsn-ü sanat ve ziynet-i suret gösteriyor ki onların sanatkârında ehemmiyetli bir irade-i tahsin ve kuvvetli bir taleb-i tezyin vardır. Ve şu irade ve talep ise o Sâni’de, ulvi bir muhabbet ve masnûlarında izhar ettiği kemalât-ı sanatına karşı kudsî bir rağbet var olduğunu gösteriyor. Ve şu muhabbet ve rağbet ise masnuat içinde en münevver ve mükemmel fert olan insana daha ziyade müteveccih olup temerküz etmek ister.

    İnsan ise şecere-i hilkatin zîşuur meyvesidir. Meyve ise en cem’iyetli ve en uzak ve en ziyade nazarı âmm ve şuuru küllî bir cüzüdür. Nazarı âmm ve şuuru küllî zat ise o Sanatkâr-ı Zülcemal’e muhatap olup görüşen ve küllî şuurunu ve âmm nazarını tamamen Sâni’in perestişliğine ve sanatının istihsanına ve nimetinin şükrüne sarf eden en yüksek en parlak bir fert olabilir.

    Şimdi iki levha, iki daire görünüyor:

    Biri: Gayet muhteşem, muntazam bir daire-i rububiyet ve gayet musanna, murassa bir levha-i sanat.

    Diğeri: Gayet münevver, müzehher bir daire-i ubudiyet ve gayet vâsi, câmi’ bir levha-i tefekkür ve istihsan ve teşekkür ve iman vardır ki ikinci daire bütün kuvvetiyle birinci dairenin namına hareket eder.

    İşte o Sâni’in bütün makasıd-ı sanat-perveranesine hizmet eden o daire reisinin ne derece o Sâni’ ile münasebettar ve onun nazarında ne kadar mahbub ve makbul olduğu bilbedahe anlaşılır.

    Acaba hiç akıl kabul eder mi ki şu güzel masnuatın bu derece sanat-perver, hattâ ağzın her çeşit tadını nazara alan in’am-perver sanatkârı, arş ve ferşi çınlattıracak bir velvele-i istihsan ve takdir içinde, berr ve bahri cezbeye getirecek bir zemzeme-i şükran ve tekbir ile perestişkârane ona müteveccih olan en güzel masnuuna karşı lâkayt kalsın ve onunla konuşmasın ve alâkadarane onu resul yapıp, güzel vaziyetinin başkalara da sirayet etmesini istemesin? Kellâ! Konuşmamak ve onu resul yapmamak mümkün değil.

    اِنَّ الدّٖينَ عِن۟دَ اللّٰهِ ال۟اِس۟لَامُ ۝ مُحَمَّدٌ رَسُولُ اللّٰهِ وَالَّذٖينَ مَعَهُ


    FİRKATLİ VE GURBETLİ BİR ESARETTE, FECİR VAKTİNDE AĞLAYAN BİR KALBİN AĞLAYAN AĞLAMALARIDIR

    Seherlerde eser bâd-i tecelli

    Uyan ey gözlerim vakt-i seherde

    İnayet hâh zidergâh-ı İlahî

    Seherdir ehl-i zenbin tövbegâhı

    Uyan ey kalbim vakt-i fecirde

    Bikün tövbe, bicû gufran zidergâh-ı İlahî.

    سَحَر۟ حَش۟رٖيس۟ت۟ دَرُو هُش۟يَار۟ دَر۟ تَس۟بٖيح۟ هَمَه شَى۟..

    بَخٰوابِ غَف۟لَت۟ سَر۟سَم۟ نَف۟سَم۟ حَتّٰى كَى۟..

    عُم۟ر۟ عَص۟رٖيس۟ت۟ سَفَر۟ بَاقَب۟ر۟ مٖى بَايَد۟ زِهَر۟ حَى۟..

    بِبَر۟خٖيز۟ نَمَازٖى چُو نِيَازٖى گُو بِكُن۟ اٰوَازٖى چُون۟ نَى۟..

    بَگُو يَا رَب۟ پَشٖيمَانَم۟ خَجٖيلَم۟ شَر۟م۟سَارَم۟ اَز۟ گُنَاه۟ بٖى شُمَارَم۟

    پَرٖيشَانَم۟ ذَلٖيلَم۟ اَش۟ك۟ بَارَم۟ اَز۟ حَيَات۟ بٖى قَرَارَم۟

    غَرٖيبَم۟ بٖى كَسَم۟ ضَعٖيفَم۟ نَاتُوَانَم۟ عَلٖيلَم۟ عَاجِزَم۟ اِخ۟تِيَارَم۟ بٖى اِخ۟تِيَارَم۟ اَل۟اَمَان۟ گُويَم۟ عَفُو۟ جُويَم۟ مَدَد۟ خٰواهَم۟ زِدَر۟گَاهَت۟ اِلٰهٖى


    1. *Qur’an, 3:188.
    2. Hâşiye: Hakikaten ben de bu münazarada Yeni Said, nefsini bu derece ilzam ve iskât etmesini çok beğendim ve “Bin bârekellah!” dedim.