The Third Flash

    Risale-i Nur Tercümeleri sitesinden
    06.18, 9 Eylül 2024 tarihinde Ferhat (mesaj | katkılar) tarafından oluşturulmuş 153250 numaralı sürüm ("Included in human nature is an intense love of immortality. Even, because of his power of imagination, man fancies a sort of immortality in everything he loves. He cries out from the depths of his being whenever he thinks of or sees their passing. All lamentations at separation are expressions of the weeping caused by love of immortality. If there were no imagined immortality, there would be no love." içeriğiyle yeni sayfa oluşturdu)

    [Emotion and spiritual pleasure have become mixed in this Flash to an extent, and since their exuberance does not much heed the principles of the intellect or the scales of thought nor conform to them, it should not be weighed up on the scales of logic.]

    In the Name of God, the Merciful, the Compassionate. Everything shall perish save His countenance; His is the command, and to Him shall you return.(28:88) The two phrases, “O Eternal One, You alone are Eternal! * O Eternal One, You alone are Eternal!” both express the meaning of the above verse, and state two important truths. It was because of this that some of the chiefs of the Naqshbandi Order compiled some special invocations based on repetition of the phrases, and held it to be a concise set of Naqshi supplications. Seeing that the two phrases express the verse’s meaning, we shall explain several points concerning the significant truth they state.

    FIRST POINT

    The first time “O Eternal One, You alone are Eternal!” is recited, like a surgical operation it severs the heart from everything other than God. It is as follows:

    By virtue of his comprehensive nature, man is connected with almost all beings. Also included in his nature is a boundless capacity to love. For these reasons he nurtures love towards all beings. He both loves the huge world as though it were his house, and he loves eternal Paradise as though it were his garden. However, the beings he loves do not stop, they depart, and he constantly suffers the pain of separation. That boundless love of his becomes the means of boundless torment. However, the fault in suffering such torment is his,

    for he was given a heart with an infinite capacity to love in order to direct it toward One possessing infinite undying beauty. By misusing it and spending it on transitory beings, he has done wrong and suffers the punishment for his fault through the pain of separation.

    Thus, the first time he utters: “O Eternal One, You alone are Eternal!”, it severs his attachment to transitory beings; he leaves those objects of love before they leave him and he is thus cleared of his fault. It declares that love should be restricted to the Eternal Beloved, and expresses this meaning:

    “You are the only being that endures! Everything other than You is transient. My heart cannot become attached to anything transient, for it was created for everlasting love, to feel ardour lasting from pre- eternity to post-eternity. Since those innumerable beloveds are transitory and they leave me and depart, declaring, ‘O Eternal One, You alone are Eternal!’ I shall leave them before they leave me. Only You are immortal, and I know and believe that beings can only be immortal by Your making them so. In which case, they should be loved with love of You. They are not otherwise worthy of the heart’s affection.”

    When in this state, the human heart gives up innumerable objects of love; beholding the stamp of transitoriness on their beauty, it severs its attachment to them. It otherwise suffers wounds to the number of its beloveds.

    The second “O Eternal One, You alone are Eternal!” is both a salve and an antidote for those wounds. That is, “O Eternal One! Since You are Eternal, that is sufficient, You take the place of everything. Since You exist, everything exists!” Yes, the beauty, bounty, and perfection in beings, which excite love, are generally signs of the Truly Enduring One’s beauty and bounty and perfections, and passing through many veils, are pale shadows of them; indeed, they are the shadows of the shadows of the manifestations of His most beautiful names.

    SECOND POINT

    Included in human nature is an intense love of immortality. Even, because of his power of imagination, man fancies a sort of immortality in everything he loves. He cries out from the depths of his being whenever he thinks of or sees their passing. All lamentations at separation are expressions of the weeping caused by love of immortality. If there were no imagined immortality, there would be no love.

    Hattâ denilebilir ki: Âlem-i bekanın ve ebedî cennetin bir sebeb-i vücudu, şu mahiyet-i insaniyedeki o şiddetli aşk-ı bekadan çıkan gayet kuvvetli arzu-yu beka ve beka için fıtrî umumî duadır ki Bâki-i Zülcelal o şedit, sarsılmaz, fıtrî arzuyu; o tesirli, kuvvetli, umumî duayı kabul etmiştir ki fâni insanlar için bâki bir âlemi halk etmiş.

    Hem hiç mümkün müdür ki: Fâtır-ı Kerîm, Hâlık-ı Rahîm, küçük midenin cüz’î arzusunu ve muvakkat bir beka için lisan-ı hal ile duasını hadsiz enva-ı mat’umat-ı leziziyenin icadıyla kabul etsin de umum nev-i beşerin pek büyük bir ihtiyac-ı fıtrîden gelen pek şiddetli bir arzusunu ve küllî ve daimî ve haklı ve hakikatli, kālli, halli, bekaya dair gayet kuvvetli duasını kabul etmesin? Hâşâ, yüz bin defa hâşâ. Kabul etmemek mümkün değildir. Hem hikmet ve adaletine ve rahmet ve kudretine hiçbir cihetle yakışmaz.

    Madem insan bekaya âşıktır, elbette bütün kemalâtı, lezzetleri, bekaya tabidir. Ve madem beka, Bâki-i Zülcelal’e mahsustur ve madem Bâki’nin esması bâkiyedir ve madem Bâki’nin âyineleri Bâki’nin rengini, hükmünü alır ve bir nevi bekaya mazhar olur.

    Elbette insana en lâzım iş en mühim vazife, o Bâki’ye karşı alâka peyda etmektir ve esmasına yapışmaktır. Çünkü Bâki yoluna sarf olunan her şey, bir nevi bekaya mazhar olur. İşte o ikinci يَا بَاقٖى اَن۟تَ ال۟بَاقٖى cümlesi bu hakikati ifade ediyor. İnsanın hadsiz manevî yaralarını tedavi etmekle beraber, fıtratındaki gayet şiddetli arzu-yu bekayı onunla tatmin ediyor.

    Üçüncü Nükte

    Şu dünyada zamanın, fena ve zeval-i eşyadaki tesiratı gayet muhteliftir. Ve mevcudat ise mütedâhil daireler gibi birbiri içinde iken, hükümleri zeval noktasında ayrı ayrı oluyor. Nasıl ki saatin saniyelerini sayan dairesi, dakikayı ve saati ve günleri sayan daireleri zâhiren birbirine benzer fakat süratte birbirine muhaliftir. Öyle de insandaki cisim, nefis, kalp, ruh daireleri öyle mütefavittir.

    Mesela, cismin bekası, hayatı, vücudu; bulunduğu bir gün, belki bir saat olduğu ve mazi ve müstakbeli ma’dum ve meyyit bulunduğu halde, kalbin hazır günden çok gün evvel, çok gün sonraki zamana kadar daire-i vücudu ve hayatı geniştir. Ruhun hazır günden seneler evvel ve seneler sonraki bir daire-i azîme, daire-i hayatına ve vücuduna dâhildir.

    İşte bu istidada binaen hayat-ı kalbî ve ruhîye medar olan marifet-i İlahiye ve muhabbet-i Rabbaniye ve ubudiyet-i Sübhaniye ve marziyat-ı Rahmaniye cihetiyle bu dünyadaki fâni ömür, bâki bir ömrü tazammun eder ve ebedî ve bâki bir ömrü intac eder ve bâki ve lâyemut bir ömür hükmüne geçer.

    Evet, Bâki-i Hakiki’nin muhabbet, marifet, rızası yolunda bir saniye, bir senedir. Eğer onun yolunda olmazsa bir sene, bir saniyedir. Belki onun yolunda bir saniye, lâyemuttur, çok senelerdir. Ve dünya cihetinde ehl-i gafletin yüz senesi, bir saniye hükmüne geçer.

    Meşhur böyle bir söz var ki:

    سِنَةُ ال۟فِرَاقِ سَنَةٌ وَ سَنَةُ ال۟وِصَالِ سِنَةٌ yani “Firakın bir saniyesi, bir sene kadar uzundur ve visalin bir senesi, bir saniye kadar kısadır.” Ben bu fıkranın bütün bütün aksine diyorum ki visal, yani Bâki-i Zülcelal’in rızası dairesinde livechillah bir saniye visal, değil yalnız böyle bir sene, belki daimî bir pencere-i visaldir. Gaflet ve dalalet firakı içinde değil bir sene, belki bin sene, bir saniye hükmündedir. O sözden daha meşhur şu söz var:

    اَر۟ضُ ال۟فَلَاتِ مَعَ ال۟اَع۟دَاءِ فِن۟جَانٌ سَمُّ ال۟خِيَاطِ مَعَ ال۟اَح۟بَابِ مَي۟دَانٌ hükmümüzü teyid ediyor.

    Meşhur evvelki sözün sahih bir manası budur ki: Fâni mevcudatın visali madem fânidir, ne kadar uzun da olsa yine kısa hükmündedir. Senesi, bir saniye gibi geçer; hasretli bir hayal ve esefli bir rüya olur. Bekayı isteyen kalb-i insanî bir sene visalde, yalnız bir saniyecikte ancak zerre gibi bir zevkini alabilir. Firak ise saniyesi bir sene değil, senelerdir. Çünkü firakın meydanı geniştir. Bekayı isteyen bir kalbe, firak çendan bir saniye de olsa seneler kadar tahribat yapar. Çünkü hadsiz firakları ihtar eder. Maddî ve süflî muhabbetler için bütün mazi ve müstakbel, firakla doludur.

    Şu mesele münasebetiyle deriz: Ey insanlar! Fâni, kısa, faydasız ömrünüzü; bâki, uzun, faydalı, meyvedar yapmak ister misiniz? Madem istemek insaniyetin iktizasıdır, Bâki-i Hakiki’nin yoluna sarf ediniz. Çünkü Bâki’ye müteveccih olan şey, bekanın cilvesine mazhar olur.

    Madem her insan gayet şiddetli bir surette uzun bir ömür ister, bekaya âşıktır ve madem bu fâni ömrü, bâki ömre tebdil eden bir çare var ve manen çok uzun bir ömür hükmüne geçirmek mümkündür. Elbette insaniyeti sukut etmemiş bir insan, o çareyi arayacak ve o imkânı bilfiile çevirmeye çalışacak ve tevfik-i hareket edecek.

    İşte o çare budur: Allah için işleyiniz, Allah için görüşünüz, Allah için çalışınız. “Lillah, livechillah, lieclillah” rızası dairesinde hareket ediniz. O vakit sizin ömrünüzün dakikaları, seneler hükmüne geçer.

    Bu hakikate işareten Leyle-i Kadir gibi bir tek gece, seksen küsur seneden ibaret olan bin ay hükmünde olduğunu nass-ı Kur’an gösteriyor. Hem bu hakikate işaret eden ehl-i velayet ve hakikat beyninde bir düstur-u muhakkak olan “bast-ı zaman” sırrıyla çok seneler hükmünde olan birkaç dakikalık zaman-ı mi’rac, bu hakikatin vücudunu ispat eder ve bilfiil vukuunu gösteriyor. Mi’racın birkaç saat müddeti, binler seneler hükmünde vüs’ati ve ihatası ve uzunluğu vardır. Çünkü o mi’rac yoluyla, beka âlemine girdi. Beka âleminin birkaç dakikası, şu dünyanın binler senesini tazammun etmiştir.

    Hem şu hakikate bina edilen beyne’l-evliya kesretle vuku bulmuş olan “bast-ı zaman” hâdiseleridir. Bazı evliya bir dakikada, bir günlük işi görmüş. Bazıları bir saatte, bir sene vazifesini yapmış. Bazıları bir dakikada, bir hatme-i Kur’aniyeyi okumuş olduklarını rivayet edip ihbar ediyorlar. Böyle ehl-i hak ve sıdk, bilerek kizbe elbette tenezzül etmezler. Hem o derece hadsiz ve kesretli bir tevatürle “bast-ı zaman” (Hâşiye[1]) hakikatini aynen müşahede ettikleri medar-ı şüphe olamaz.

    Şu “bast-ı zaman” herkesçe musaddak bir nev’i, rüyada görünüyor. Bazen bir dakikada insanın gördüğü rüyayı, geçirdiği ahvali, konuştuğu sözleri, gördüğü lezzetleri veya çektiği elemleri görmek için yakaza âleminde bir gün, belki günler lâzımdır.

    Elhasıl: İnsan çendan fânidir. Fakat beka için halk edilmiş ve bâki bir zatın âyinesi olarak yaratılmış ve bâki meyveleri verecek işleri görmekle tavzif edilmiş ve bâki bir zatın, bâki esmasının cilvelerine ve nakışlarına medar olacak bir suret verilmiştir.

    Öyle ise böyle bir insanın hakiki vazifesi ve saadeti: Bütün cihazatı ve bütün istidadatıyla o Bâki-i Sermedî’nin daire-i marziyatında esmasına yapışıp, ebed yolunda o Bâki’ye müteveccih olup gitmektir. Lisanı يَا بَاقٖى اَن۟تَ ال۟بَاقٖى dediği gibi kalbi, ruhu, aklı, bütün letaifi هُوَ ال۟بَاقٖى ، هُوَ ال۟اَزَلِىُّ ال۟اَبَدِىُّ ، هُوَ السَّر۟مَدِىُّ ، هُوَ الدَّائِمُ ، هُوَ ال۟مَط۟لُوبُ ، هُوَ ال۟مَح۟بُوبُ ، هُوَ ال۟مَق۟صُودُ ، هُوَ ال۟مَع۟بُودُ demeli.

    سُب۟حَانَكَ لَا عِل۟مَ لَنَٓا اِلَّا مَا عَلَّم۟تَنَٓا اِنَّكَ اَن۟تَ ال۟عَلٖيمُ ال۟حَكٖيمُ

    رَبَّنَا لَا تُؤَاخِذ۟نَٓا اِن۟ نَسٖينَٓا اَو۟ اَخ۟طَا۟نَا

    1. Haşiye: ﴾ قَالَ قَٓائِلٌ مِنْهُمْ كَمْ لَبِثْتُمْ قَالُوا لَبِثْنَا يَوْمًا اَوْ بَعْضَ يَوْمٍ ﴿ âyetiyle
      ﴾ وَلَبِثُوا فِى كَهْفِهِمْ ثَلاَثَ مِائَةٍ سِنِينَ وَازْدَادُوا تِسْعًا ﴿ âyeti "tayy-ı zaman"ı gösterdiği gibi
      ﴾ وَاِنَّ يَوْمًا عِنْدَ رَبِّكَ كَاَلْفِ سَنَةٍ مِمَّا تَعُدُّونَ ﴿ âyeti de "bast-ı zaman"ı gösterir.