Al cincilea cuvânt

    Risale-i Nur Tercümeleri sitesinden
    07.28, 9 Kasım 2024 tarihinde Said (mesaj | katkılar) tarafından oluşturulmuş 179957 numaralı sürüm ("Cel egoist și ignorant nu dădea importanță antrenamentului și luptei. El spunea: ”Aceasta este treaba statului. Ce-mi pasă mie?”. Se gândea în permanență la câștigul lui și era într-o continuă căutare a acestuia, astfel el părăsea batalionul și mergea la piață, pentru negoț." içeriğiyle yeni sayfa oluşturdu)

    بِسْمِ اللّٰهِ الرَّحْمٰنِ الرَّحِيمِ

    Bismillahir-Rahmanir-Rahim

    (În numele lui Allah, Cel Milostiv, Cel Îndurător)

    اِنَّ اللّٰهَ مَعَ الَّذ۪ينَ اتَّقَوْا وَالَّذ۪ينَ هُمْ مُحْسِنُونَ

    ”Allah este, cu adevărat, cu aceia care sunt cu frică față de El și cu aceia care sunt făcători de bine!” ([1]).

    Pentru a putea înțelege cât de veritabilă îndatorire omenească este îndeplinirea rugăciunii și delăsarea păcatelor majore și cât de firească și cât de mult se potrivește cu scopul creării omului, ascultă și meditează la următoarea pildă:

    Odată, în timpul unei călători militare, doi soldați, unul învățat și conștiincios, iar celălalt, ignorant și egoist, stăteau împreună într-un regiment. Cel conștiincios se concentra asupra antrenamentului și a luptei și nu-și făcea griji pentru provizii și pentru cele necesare traiului. Pentru că el înțelesese că sarcina de a-i asigura hrana și echipamentul, tratamentul în cazul îmbolnăvirii, ba chiar, la nevoie, să-i pună până și îmbucătura de pâine în gură, îi revinea statului. Și, de asemenea, știa că îndatoririle lui de bază sunt antrenamentul și lupta. Însă el, cu toate acestea, participa la prepararea bucatelor și la pregătirea echipamentelor, precum și spălarea popotei, la gătirea mâncării și la servirea ei.

    Dacă era întrebat: ”Ce faci?”,

    el răspundea: ”Fac muncă voluntară pentru stat” și nu spunea: ”Muncesc pentru a-mi câștiga traiul.”

    Cel egoist și ignorant nu dădea importanță antrenamentului și luptei. El spunea: ”Aceasta este treaba statului. Ce-mi pasă mie?”. Se gândea în permanență la câștigul lui și era într-o continuă căutare a acestuia, astfel el părăsea batalionul și mergea la piață, pentru negoț.

    Bir gün, muallem arkadaşı ona dedi:

    “Birader, asıl vazifen, talim ve muharebedir. Sen, onun için buraya getirilmişsin. Padişaha itimat et. O, seni aç bırakmaz. O, onun vazifesidir. Hem sen, âciz ve fakirsin; her yerde kendini beslettiremezsin. Hem mücahede ve seferberlik zamanıdır. Hem sana âsidir der, ceza verirler. Evet, iki vazife peşimizde görünüyor. Biri, padişahın vazifesidir. Bazen biz onun angaryasını çekeriz ki bizi beslemektir. Diğeri, bizim vazifemizdir. Padişah bize teshilat ile yardım eder ki talim ve harptir.”

    Acaba o serseri nefer, o mücahid mualleme kulak vermezse ne kadar tehlikede kalır, anlarsın.

    İşte ey tembel nefsim! O dalgalı meydan-ı harp, bu dağdağalı dünya hayatıdır. O taburlara taksim edilen ordu ise cemiyet-i beşeriyedir. Ve o tabur ise şu asrın cemaat-i İslâmiyesidir. O iki nefer ise biri feraiz-i diniyesini bilen ve işleyen ve kebairi terk ve günahları işlememek için nefis ve şeytanla mücahede eden müttaki Müslüman’dır. Diğeri, Rezzak-ı Hakiki’yi ittiham etmek derecesinde derd-i maişete dalıp, feraizi terk ve maişet yolunda rastgele günahları işleyen fâsık-ı hâsirdir. Ve o talim ve talimat ise –başta namaz– ibadettir. Ve o harp ise nefis ve heva, cin ve ins şeytanlarına karşı mücahede edip günahlardan ve ahlâk-ı rezileden kalp ve ruhunu helâket-i ebediyeden kurtarmaktır. Ve o iki vazife ise birisi, hayatı verip beslemektir. Diğeri, hayatı verene ve besleyene perestiş edip yalvarmaktır, ona tevekkül edip emniyet etmektir.

    Evet, en parlak bir mu’cize-i sanat-ı Samedaniye ve bir hârika-i hikmet-i Rabbaniye olan hayatı kim vermiş, yapmış ise rızıkla o hayatı besleyen ve idame eden de odur. Ondan başka olmaz. Delil mi istersin? En zayıf, en aptal hayvan en iyi beslenir (meyve kurtları ve balıklar gibi). En âciz, en nazik mahluk en iyi rızkı o yer (çocuklar ve yavrular gibi).

    Evet, vasıta-i rızk-ı helâl, iktidar ve ihtiyar ile olmadığını; belki acz ve zaaf ile olduğunu anlamak için balıklar ile tilkileri, yavrular ile canavarları, ağaçlar ile hayvanları muvazene etmek kâfidir.

    Demek derd-i maişet için namazını terk eden, o nefere benzer ki talimi ve siperini bırakıp çarşıda dilencilik eder. Fakat namazını kıldıktan sonra Cenab-ı Rezzak-ı Kerîm’in matbaha-i rahmetinden tayinatını aramak, başkalara bâr olmamak için kendisi bizzat gitmek; güzeldir, mertliktir, o dahi bir ibadettir.

    Hem insan ibadet için halk olunduğunu, fıtratı ve cihazat-ı maneviyesi gösteriyor. Zira hayat-ı dünyeviyesine lâzım olan amel ve iktidar cihetinde en edna bir serçe kuşuna yetişmez. Fakat hayat-ı maneviye ve uhreviyesine lâzım olan ilim ve iftikar ile tazarru ve ibadet cihetinde hayvanatın sultanı ve kumandanı hükmündedir.

    Demek ey nefsim! Eğer hayat-ı dünyeviyeyi gaye-i maksat yapsan ve ona daim çalışsan en edna bir serçe kuşunun bir neferi hükmünde olursun. Eğer hayat-ı uhreviyeyi gaye-i maksat yapsan ve şu hayatı dahi ona vesile ve mezraa etsen ve ona göre çalışsan; o vakit hayvanatın büyük bir kumandanı hükmünde ve şu dünyada Cenab-ı Hakk’ın nazlı ve niyazdar bir abdi, mükerrem ve muhterem bir misafiri olursun.

    İşte sana iki yol, istediğini intihab edebilirsin. Hidayet ve tevfiki Erhamü’r-Râhimîn’den iste.


    1. Coran, Sura An-Nahl: 128