LA DÉCIMO SEGUNDA PALABRA

    Risale-i Nur Tercümeleri sitesinden
    10.18, 4 Aralık 2023 tarihinde Ferhat (mesaj | katkılar) tarafından oluşturulmuş 46318 numaralı sürüm ("En cuanto al erudito musulmán, cuando lo miró entendió que era el Libro Claro y el Sabio Corán y no se preocupó por el adorno externo ni se ocupó a sí mismo con las magníficas decoraciones de sus letras y simplemente se dirigió por completo, y ello es lo que se corresponde con la verdad, a lo que es mil veces más elevado, más valioso, más sutil, más noble, más beneficioso y más completo que aquello en lo que se ocupó el filósofo extran..." içeriğiyle yeni sayfa oluşturdu)
    Diğer diller:

    LA PALABRA DÉCIMO SEGUNDA

    En el nombre de Allah, el Misericordioso, el Compasivo

    {Y a quien se le da la sabiduría, se le ha dado mucho bien.} (Sura de la Vaca, 269)

    Una comparación general entre la sabiduría sagrada del Sabio Corán y entre la sabiduría de la filosofía y un breve resumen de la lección de la educación que enseña la sabiduría del Corán y la sabiduría de la filosofía para la vida personal del ser humano y su vida social y una indicación del sentido de la preeminencia del Corán sobre las demás palabras divinas y sobre todos los tipos de palabra. Así pues en esta Palabra hay cuatro fundamentos:

    El primer fundamento:

    Mira la diferencia entre la sabiduría coránica y la sabiduría de las ciencias, con el prismático de la siguiente historia a modo de parábola:

    En un tiempo hubo un gobernante famoso, religioso y muy hacendoso que quería escribir el Sabio Corán con una caligrafía apropiada a su santidad en sus significados y al carácter inimitable de sus palabras y vestir ese talle prodigioso con un vestido extraordinario, Entonces aquel gobernante grabador escribió el Corán de una manera muy sorprendente y empleó en su escritura todas las piedras preciosas valiosas y para indicar la variedad de sus verdades escribió algunas de sus letras con diamante y esmeralda y una parte de ellas con perla y ágata, y una parte de ellas con rubí y coral y un tipo de ellas con oro y plata y lo adornó y lo grabó de una manera que todo el que lo miraba se quedaba perplejo, ya supiera leer o no supiera, y lo aprobaba, especialmente que esa belleza formal era a ojos de la gente de la realidad alusiones a la belleza tan deslumbrante que había en sus significados y el adorno espléndido al máximo y por ello se convirtió en una obra maestra muy valiosa.

    Luego ese gobernante mostró este Corán de escritura maravillosa y belleza extraordinaria a un filósofo extranjero y a un erudito musulmán y les mandó que cada uno escribiera algo acerca de la sabiduría de este Corán en relación con su experiencia para premiarles.El filósofo escribió un libro y el erudito musulmán escribió otro.

    El libro del filósofo estudiaba los grabados de las letras y su belleza y las relaciones de unas con otras y la posición de cada una de ellas y las propiedades de sus piedras preciosas, sus cualidades y características sin más. Y nunca abordó en su libro los significados de ese Grandioso Corán, puesto que ignoraba la lengua árabe por completo, e incluso no era consciente de que ese Corán extraordinario es un gran libro cuyas letras poseen significados sublimes y simplemente limitó su mirada a la exquisitez de sus letras y su belleza extraordinaria y a pesar de esto era un ingeniero competente y un fotógrafo artista y un químico hábil y un artesano experto; por esto escribió su libro en concordancia con las habilidades y artes que dominaba.

    En cuanto al erudito musulmán, cuando lo miró entendió que era el Libro Claro y el Sabio Corán y no se preocupó por el adorno externo ni se ocupó a sí mismo con las magníficas decoraciones de sus letras y simplemente se dirigió por completo, y ello es lo que se corresponde con la verdad, a lo que es mil veces más elevado, más valioso, más sutil, más noble, más beneficioso y más completo que aquello en lo que se ocupó el filósofo extranjero, e investigó las verdades elevadas y sublimes y los secretos luminosos magníficos que había debajo de esas inscripciones hermosas y escribió su libro como una explicación valiosa de este Sabio Corán y lo hizo bien y con maestría.

    Sonra ikisi, eserlerini götürüp o hâkim-i zîşana takdim ettiler. O hâkim, evvela feylesofun eserini aldı. Baktı gördü ki o hodpesend ve tabiat-perest adam çok çalışmış fakat hiç hakiki hikmetini yazmamış. Hiçbir manasını anlamamış, belki karıştırmış. Ona karşı hürmetsizlik, belki edepsizlik etmiş. Çünkü o menba-ı hakaik olan Kur’an’ı, manasız nukuş zannederek mana cihetinde kıymetsizlik ile tahkir etmiş olduğundan o hâkim-i hakîm dahi onun eserini başına vurdu, huzurundan çıkardı.

    Sonra öteki hakperest, müdakkik âlimin eserine baktı gördü ki gayet güzel ve nâfi’ bir tefsir ve gayet hakîmane, mürşidane bir teliftir. “Âferin, bârekellah” dedi. İşte hikmet budur ve âlim ve hakîm, bunun sahibine derler. Öteki adam ise haddinden tecavüz etmiş bir sanatkârdır. Sonra onun eserine bir mükâfat olarak her bir harfine mukabil, tükenmez hazinesinden “On altın verilsin.” irade etti.

    Eğer temsili fehmettin ise bak, hakikatin yüzünü de gör:

    Amma o müzeyyen Kur’an ise şu musanna kâinattır. O hâkim ise Hakîm-i Ezelî’dir. Ve o iki adam ise birisi yani ecnebisi, ilm-i felsefe ve hükemasıdır. Diğeri, Kur’an ve şakirdleridir.

    Evet, Kur’an-ı Hakîm, şu Kur’an-ı Azîm-i Kâinat’ın en âlî bir müfessiridir ve en beliğ bir tercümanıdır. Evet, o Furkan’dır ki şu kâinatın sahifelerinde ve zamanların yapraklarında kalem-i kudretle yazılan âyât-ı tekviniyeyi cin ve inse ders verir. Hem her biri birer harf-i manidar olan mevcudata “mana-yı harfî” nazarıyla yani onlara Sâni’ hesabına bakar, “Ne kadar güzel yapılmış, ne kadar güzel bir surette Sâni’inin cemaline delâlet ediyor.” der. Ve bununla kâinatın hakiki güzelliğini gösteriyor.

    Amma ilm-i hikmet dedikleri felsefe ise huruf-u mevcudatın tezyinatında ve münasebatında dalmış ve sersemleşmiş, hakikatin yolunu şaşırmış. Şu kitab-ı kebirin hurufatına “mana-yı harfî” ile yani Allah hesabına bakmak lâzım gelirken öyle etmeyip “mana-yı ismî” ile yani mevcudata mevcudat hesabına bakar, öyle bahseder. “Ne güzel yapılmış.”a bedel, “Ne güzeldir.” der, çirkinleştirir. Bununla kâinatı tahkir edip kendisine müşteki eder. Evet, dinsiz felsefe, hakikatsiz bir safsatadır ve kâinata bir tahkirdir.

    İkinci Esas

    Kur’an-ı Hakîm’in hikmeti, hayat-ı şahsiyeye verdiği terbiye-i ahlâkiye ve hikmet-i felsefenin verdiği dersin muvazenesi:

    Felsefenin hâlis bir tilmizi, bir firavundur. Fakat menfaati için en hasis şeye ibadet eden bir firavun-u zelildir. Her menfaatli şeyi kendine rab tanır. Hem o dinsiz şakird, mütemerrid ve muanniddir. Fakat bir lezzet için nihayet zilleti kabul eden miskin bir mütemerriddir. Şeytan gibi şahısların, bir menfaat-i hasise için ayağını öpmekle zillet gösterir denî bir muanniddir. Hem o dinsiz şakird, cebbar bir mağrurdur. Fakat kalbinde nokta-i istinad bulmadığı için zatında gayet acz ile âciz bir cebbar-ı hodfüruştur. Hem o şakird; menfaat-perest, hodendiştir ki gaye-i himmeti, nefis ve batnın ve fercin hevesatını tatmin ve menfaat-i şahsiyesini, bazı menfaat-i kavmiye içinde arayan dessas bir hodgâmdır.

    Amma hikmet-i Kur’an’ın hâlis tilmizi ise bir abddir. Fakat a’zam-ı mahlukata da ibadete tenezzül etmez, hem cennet gibi a’zam-ı menfaat olan bir şeyi, gaye-i ibadet kabul etmez bir abd-i azizdir. Hem hakiki tilmizi mütevazidir, selim halîmdir. Fakat Fâtır’ının gayrına, daire-i izni haricinde ihtiyarıyla tezellüle tenezzül etmez. Hem fakir ve zayıftır, fakr ve zaafını bilir. Fakat onun Mâlik-i Kerîm’i, ona iddihar ettiği uhrevî servet ile müstağnidir ve Seyyid’inin nihayetsiz kudretine istinad ettiği için kavîdir. Hem yalnız livechillah, rıza-yı İlahî için fazilet için amel eder, çalışır.

    İşte iki hikmetin verdiği terbiye, iki tilmizin muvazenesiyle anlaşılır.

    Üçüncü Esas

    Hikmet-i felsefe ile hikmet-i Kur’aniyenin hayat-ı içtimaiye-i beşeriyeye verdiği terbiyeler:

    Amma hikmet-i felsefe ise hayat-ı içtimaiyede nokta-i istinadı, “kuvvet” kabul eder. Hedefi, “menfaat” bilir. Düstur-u hayatı, “cidal” tanır. Cemaatlerin rabıtasını, “unsuriyet, menfî milliyet”i tutar. Semeratı ise “hevesat-ı nefsaniyeyi tatmin ve hâcat-ı beşeriyeyi tezyid”dir.

    Halbuki kuvvetin şe’ni tecavüzdür. Menfaatin şe’ni her arzuya kâfi gelmediğinden üstünde boğuşmaktır. Düstur-u cidalin şe’ni çarpışmaktır. Unsuriyetin şe’ni başkasını yutmakla beslenmek olduğundan tecavüzdür. İşte bu hikmettendir ki beşerin saadeti selb olmuştur.

    Amma hikmet-i Kur’aniye ise nokta-i istinadı, kuvvete bedel “hakk”ı kabul eder. Gayede menfaate bedel, “fazilet ve rıza-yı İlahî”yi kabul eder. Hayatta düstur-u cidal yerine, “düstur-u teavün”ü esas tutar. Cemaatlerin rabıtalarında unsuriyet, milliyet yerine “rabıta-i dinî ve sınıfî ve vatanî” kabul eder. Gayatı, hevesat-ı nefsaniyenin tecavüzatına set çekip ruhu maâliyata teşvik ve hissiyat-ı ulviyesini tatmin eder ve insanı kemalât-ı insaniyeye sevk edip insan eder.

    Hakkın şe’ni ittifaktır. Faziletin şe’ni tesanüddür. Düstur-u teavünün şe’ni birbirinin imdadına yetişmektir. Dinin şe’ni uhuvvettir, incizabdır. Nefsi gemlemekle bağlamak, ruhu kemalâta kamçılamakla serbest bırakmanın şe’ni saadet-i dâreyndir.

    Dördüncü Esas

    Kur’an’ın bütün kelimat-ı İlahiye içinde cihet-i ulviyetini ve bütün kelâmlar üstünde cihet-i tefevvukunu anlamak istersen şu iki temsile bak:

    Birincisi: Bir sultanın iki çeşit mükâlemesi, iki tarzda hitabı vardır. Birisi, âdi bir raiyet ile cüz’î bir iş için hususi bir hâcete dair, has bir telefonla konuşmaktır. Diğeri, saltanat-ı uzma unvanıyla ve hilafet-i kübra namıyla ve hâkimiyet-i âmme haysiyetiyle evamirini etrafa neşir ve teşhir maksadıyla bir elçisiyle veya büyük bir memuruyla konuşmaktır ve haşmetini izhar eden ulvi bir fermanla mükâlemedir.

    İkinci Temsil: Bir adam, elinde bir âyineyi güneşe karşı tutar. O âyine miktarınca bir ışık ve yedi rengi câmi’ bir ziya alır; o nisbetle güneşle münasebettar olur, sohbet eder. Ve o ışıklı âyineyi, karanlıklı hanesine veya dam altındaki bağına tevcih etse güneşin kıymeti nisbetinde değil, belki o âyinenin kabiliyeti miktarınca istifade edebilir.

    Diğeri ise hanesinden veya bağının damından geniş pencereler açar. Gökteki güneşe karşı yollar yapar. Hakiki güneşin daimî ziyasıyla sohbet eder, konuşur ve lisan-ı hal ile böyle minnettarane bir sohbet eder. Der: “Ey yeryüzünü ışığıyla yaldızlayan ve bütün çiçeklerin yüzünü güldüren dünya güzeli ve gök nazdarı olan nâzenin güneş! Onlar gibi benim haneciğimi ve bahçeciğimi ısındırdın, ışıklandırdın.” Halbuki âyine sahibi böyle diyemez. O kayıt altındaki güneşin aksi ise âsârı mahduddur. O kayda göredir.

    İşte bu iki temsilin dürbünüyle Kur’an’a bak. Tâ ki i’cazını göresin ve kudsiyetini anlayasın.

    Evet, Kur’an der ki: “Eğer yerdeki ağaçlar kalem olup denizler mürekkep olsa Cenab-ı Hakk’ın kelimatını yazsalar, bitiremezler.” Şimdi şu nihayetsiz kelimat içinde en büyük makam, Kur’an’a verilmesinin sebebi şudur ki:

    Kur’an, ism-i a’zamdan ve her ismin a’zamlık mertebesinden gelmiş. Hem bütün âlemlerin Rabb’i itibarıyla Allah’ın kelâmıdır. Hem bütün mevcudatın ilahı unvanıyla Allah’ın fermanıdır. Hem semavat ve arzın Hâlık’ı haysiyetiyle bir hitaptır. Hem rububiyet-i mutlaka cihetinde bir mükâlemedir. Hem saltanat-ı âmme-i Sübhaniye hesabına bir hutbe-i ezeliyedir. Hem rahmet-i vâsia-i muhita noktasında, bir defter-i iltifatat-ı Rahmaniyedir. Hem uluhiyetin azamet-i haşmeti haysiyetiyle, başlarında bazen şifre bulunan bir muhabere mecmuasıdır. Hem ism-i a’zamın muhitinden nüzul ile arş-ı a’zamın bütün muhatına bakan, teftiş eden hikmet-feşan bir kitab-ı mukaddestir.

    İşte bu sırdandır ki “kelâmullah” unvanı kemal-i liyakatle Kur’an’a verilmiş.

    Amma sair kelimat-ı İlahiye ise bir kısmı, has bir itibar ile ve cüz’î bir unvan ve hususi bir ismin cüz’î tecellisi ile ve has bir rububiyet ile ve mahsus bir saltanat ile ve hususi bir rahmet ile zâhir olan kelâmdır. Hususiyet ve külliyet cihetinde dereceleri muhteliftir. Ekser ilhamat bu kısımdandır. Fakat derecatı çok mütefavittir.

    Mesela, en cüz’îsi ve basiti, hayvanatın ilhamatıdır. Sonra avam-ı nâsın ilhamatıdır. Sonra avam-ı melâikenin ilhamatıdır. Sonra evliya ilhamatıdır. Sonra melâike-i izam ilhamatıdır. İşte şu sırdandır ki kalbin telefonuyla vasıtasız münâcat eden bir veli der:

    حَدَّثَنِي قَلْبِي عَنْ رَبِّي  Yani “Kalbim, benim Rabb’imden haber veriyor.” Demiyor: “Rabbü’l-âlemîn’den haber veriyor.” Hem der: “Kalbim, Rabb’imin âyinesidir, arşıdır.” Demiyor: “Rabbü’l-âlemîn’in arşıdır.” Çünkü kabiliyeti miktarınca ve yetmiş bine yakın hicabların nisbet-i ref’i derecesinde mazhar-ı hitap olabilir.

    İşte bir padişahın saltanat-ı uzması haysiyetiyle çıkan fermanı, âdi bir adamla cüz’î bir mükâlemesinden ne kadar yüksek ve âlî ise ve gökteki güneşin feyzinden istifade, âyinedeki aksinin cilvesinden istifadeden ne derece çok ve faik ise Kur’an-ı Azîmüşşan dahi o nisbette bütün kelâmların ve hep kitapların fevkindedir.

    Kur’an’dan sonra ikinci derecede kütüb-ü mukaddese ve suhuf-u semaviyenin dereceleri nisbetinde tefevvukları vardır. O sırr-ı tefevvuktan hissedardırlar.

    Eğer bütün cin ve insanın Kur’an’dan tereşşuh etmeyen bütün güzel sözleri toplansa yine Kur’an’ın mertebe-i kudsiyesine yetişip tanzir edemez.

    Eğer Kur’an’ın ism-i a’zamdan ve her ismin a’zamlık mertebesinden geldiğini bir parça fehmetmek istersen Âyetü’l-Kürsî

    ve âyet-i    وَعِنْدَهُ مَفَاتِحُ الْغَيْبِ

    ve âyet-i   قُلِ اللّٰهُمَّ مَالِكَ الْمُلْكِ

    ve âyet-i يُغْشِي الَّيْلَ النَّـهَارَ يَطْلُبُهُ حَث۪يثًا وَالشَّمْسَ وَالْقَمَرَ وَالنُّجُومَ مُسَخَّرَاتٍ بِاَمْرِه۪

    ve âyet-i    يَٓا اَرْضُ ابْلَع۪ي مَٓاءَكِ وَيَا سَمَٓاءُ اَقْلِع۪ى

    ve âyet-i  تُسَبِّحُ لَهُ السَّمٰوَاتُ السَّبْعُ وَالْاَرْضُ وَمَنْ ف۪يهِنَّ

    ve âyet-i    مَا خَلْقُكُمْ وَلَا بَعْثُكُمْ اِلَّا كَنَفْسٍ وَاحِدَةٍ

    ve âyet-i  اِنَّا عَرَضْنَا الْاَمَانَةَ عَلٰى السَّمٰوَاتِ وَالْاَرْضِ وَالْجِبَالِ

    ve âyet-i    يَوْمَ نَطْوِي السَّمَٓاءَ كَطَىِّ السِّجِلِّ لِلْكُتُبِ

    ve âyet-i   وَمَا قَدَرُوا اللّٰهَ حَقَّ قَدْرِه۪ وَالْاَرْضُ جَم۪يعًا قَبْضَتُهُ يَوْمَ الْقِيٰمَةِ

    ve âyet-i   لَوْ اَنْزَلْنَا هٰذَا الْقُرْآنَ عَلٰى جَبَلٍ لَرَاَيْتَهُ

    gibi âyetlerin küllî, umumî, ulvi ifadelerine bak.

    Hem başlarında   اَلْحَمْدُ لِلّٰهِ   veyahut   سَبَّحَ   ve  يُسَبِّحُ    bulunan surelerin başlarına dikkat et. Tâ bu sırr-ı azîmin şuâını göresin. Hem  الٓمٓ lerin ve الٓرٰ  ların ve حٰمٓ   lerin fatihalarına bak; Kur’an’ın, Cenab-ı Hakk’ın yanında ehemmiyetini bilesin.

    Eğer şu “Dördüncü Esas”ın kıymettar sırrını fehmettin ise enbiyaya gelen vahyin ekseri melek vasıtasıyla olduğunu ve ilhamın ekseri vasıtasız olduğunu anlarsın. Hem en büyük bir veli, hiçbir nebinin derecesine yetişmediğinin sırrını anlarsın. Hem Kur’an’ın azametini ve izzet-i kudsiyetini ve ulviyet-i i’cazının sırrını anlarsın. Hem mi’racın sırr-ı lüzumunu, yani tâ semavata, tâ Sidretü’l-münteha’ya, tâ Kab-ı Kavseyn’e gidip,   اَقْرَبُ اِلَيْهِ مِنْ حَبْلِ الْوَر۪يدِ olan Zat-ı Zülcelal ile münâcat edip tarfetü’l-aynda yerine gelmek sırrını anlarsın.

    Evet, şakk-ı kamer, nasıl ki bir mu’cize-i risaletidir; nübüvvetini cin ve inse gösterdi. Öyle de mi’rac dahi bir mu’cize-i ubudiyetidir; habibiyetini, ervah ve melâikeye gösterdi.

    اَللّٰهُمَّ صَلِّ وَسَلِّمْ عَلَيْهِ وَعَلٰى آلِهِ كَمَا يَلِيقُ بِرَحْمَتِكَ وَبِحُرْمَتِهِ آمِينَ