Yirmi Sekizinci Mektup

    Risale-i Nur Tercümeleri sitesinden
    23.52, 22 Ekim 2023 tarihinde Ferhat (mesaj | katkılar) tarafından oluşturulmuş 7343 numaralı sürüm

    Yirmi Sekizinci Mektup

    Şu Mektup sekiz meseledir.

    Birinci Risale Olan Birinci Mesele

    اِن۟ كُن۟تُم۟ لِلرُّؤ۟يَا تَع۟بُرُونَ

    Sâniyen: Üç sene evvel benimle görüştükten üç gün sonra tabiri çıkmış, tevili tezahür etmiş eski bir rüyanızın, şimdi tabirini istiyorsunuz. Şimdilik o güzel, mübarek, müjdeli rüya mürur-u zamana uğramış, manasını göstermiş olan o rüyaya karşı böyle desem hakkım yok mu:

    نَه شَبَم۟ نَه شَب۟ پَرَس۟تَم۟ مَن۟ غُلَامِ شَم۟سَم۟ اَز۟ شَم۟س۟ مٖى گُويَم۟ خَبَر۟

    اٰن۟ خَيَالَاتٖى كِه دَامِ اَو۟لِيَاس۟ت۟ عَك۟سِ مَه۟رُويَانِ بُوس۟تَانِ خُدَاس۟ت۟

    Evet kardeşim, senin ile mahz-ı hakikat dersini müzakereye alışmışız. Hayalatlara karşı kapısı açık olan rüyaları, tahkikî bir surette mevzubahis etmek, tahkik mesleğine tam uygun gelmediğinden o cüz’î hâdise-i nevmiye münasebetiyle, mevtin küçük bir kardeşi olan nevme ait ilmî ve düsturî olarak altı nükte-i hakikati, âyât-ı Kur’aniyenin işaret ettiği vecihte beyan edeceğiz. Yedincisinde, senin rüyana kısa bir tabir verilecek.

    Birincisi:

    Sure-i Yusuf’un mühim bir esası, rüya-yı Yusufiye olduğu gibi وَجَعَل۟نَا نَو۟مَكُم۟ سُبَاتًا âyeti misillü çok âyetlerle, rüyada ve nevmde perdeli olarak ehemmiyetli hakikatler var olduğunu gösterir.

    İkincisi:

    Kur’an ile tefe’üle ve rüyaya itimada ehl-i hakikat taraftar değiller. Çünkü Kur’an-ı Hakîm, ehl-i küfrü kesretle ve şiddetli bir tarzda vuruyor. Tefe’ülde, kâfire ait şiddeti, tefe’ül eden insana çıktığı vakit, yeis veriyor; kalbi müşevveş ediyor.

    Hem rüya dahi hayır iken, bazı aks-i hakikatle göründüğü için şer telakki edilir, yeise düşürür, kuvve-i maneviyeyi kırar, sû-i zan verir. Çok rüyalar var ki: Sureti dehşetli, zararlı, mülevves iken; tabiri ve manası çok güzel oluyor. Herkes rüyanın suretiyle manasının hakikati mabeynindeki münasebeti bulamadığı için lüzumsuz telaş eder, meyus olur, keder eder.

    İşte yalnız bu cihet içindir ki ehl-i hakikat gibi ve İmam-ı Rabbanî misillü başta نَه شَبَم۟ نَه شَب۟ پَرَس۟تَم۟ dedim.

    Üçüncüsü:

    Hadîs-i sahih ile nübüvvetin kırk cüzünden bir cüzü nevmde, rüya-yı sadıka suretinde tezahür etmiş. Demek, rüya-yı sadıka hem haktır hem nübüvvetin vezaifine taalluku var. Şu üçüncü mesele, gayet mühim ve uzun ve nübüvvetle alâkadar ve derin olduğundan, başka vakte ta’lik ediyoruz; şimdilik o kapıyı açmıyoruz.

    Dördüncüsü:

    Rüya üç nevidir: İkisi, tabir-i Kur’an’la

    اَض۟غَاثُ اَح۟لَامٍ da dâhildir; tabire değmiyor. Manası varsa da ehemmiyeti yok. Ya mizacın inhirafından kuvve-i hayaliye şahsın hastalığına göre bir terkibat, tasvirat yapıyor yahut gündüz veya daha evvel, hattâ bir iki sene evvel aynı vakitte başına gelen müheyyic hâdisatı, hayal tahattur eder; ta’dil ve tasvir eder, başka bir şekil verir. İşte bu iki kısım اَض۟غَاثُ اَح۟لَامٍ dır, tabire değmiyor.

    Üçüncü kısım ki rüya-yı sadıkadır. O, doğrudan doğruya mahiyet-i insaniyedeki latîfe-i Rabbaniye, âlem-i şehadetle bağlanan ve o âlemde dolaşan duyguların kapanmasıyla ve durmasıyla, âlem-i gayba karşı bir münasebet bulur, bir menfez açar. O menfez ile vukua gelmeye hazırlanan hâdiselere bakar ve Levh-i Mahfuz’un cilveleri ve mektubat-ı kaderiyenin numuneleri nevinden birisine rast gelir, bazı vakıat-ı hakikiyeyi görür. Ve o vakıatta, bazen hayal tasarruf eder, suret libasları giydirir. Bu kısmın çok envaı ve tabakatı var. Bazı aynen gördüğü gibi çıkar, bazen bir ince perde altında çıkıyor, bazen kalınca bir perde ile sarılıyor.

    Hadîs-i şerifte gelmiş ki: Resul-i Ekrem aleyhissalâtü vesselâmın bidayet-i vahiyde gördüğü rüyalar; subhun inkişafı gibi zâhir, açık, doğru çıkıyordu.

    Beşincisi:

    Rüya-yı sadıka, hiss-i kable’l-vukuun fazla inkişafıdır. Hiss-i kable’l-vuku ise herkeste cüz’î küllî vardır. Hattâ hayvanlarda dahi vardır. Hattâ bir zaman ben, bu hiss-i kable’l-vukuu, zâhirî ve bâtınî meşhur duygulara ilâve olarak, insanda ve hayvanda “sâika” ve “şâika” namıyla aynı “sâmia” ve “bâsıra” gibi iki hiss-i âheri ilmen bulmuştum. Ehl-i dalalet ve ehl-i felsefe, o gayr-ı meşhur hislere –hata ederek– ahmakçasına “sevk-i tabiî” diyorlar. Hâşâ sevk-i tabiî değil belki bir nevi ilham-ı fıtrî olarak insan ve hayvanı kader-i İlahî sevk ediyor.

    Mesela, kedi gibi bazı hayvan; gözü kör olduğu vakit, o sevk-i kaderî ile gider, gözüne ilaç olan bir otu bulur, gözüne sürer, iyi olur.

    Hem rûy-i zeminin sıhhiye memurları hükmünde ve bedevî hayvanatın cenazelerini kaldırmakla muvazzaf kartal gibi âkilü’l-lahm kuşlara bir günlük mesafeden bir hayvan cenazesinin vücudu, o sevk-i kaderî ile ve o hiss-i kable’l-vuku ilhamıyla ve o sâika-i İlahî ile bildirilir ve bulurlar.

    Hem yeni dünyaya gelmiş bir arı yavrusu; yaşı bir gün iken havada bir günlük mesafeye gider, havada izini kaybetmeyerek o sevk-i kaderî ile ve o sâika ilhamıyla döner, yuvasına girer.

    Hattâ herkesin başında çok defa tekerrür ediyor ki birisinden bahsediyorken, âni kapı açılarak tahminin fevkinde aynı adam gelir. Hattâ Kürtçe durub-u emsaldendir: نَاڤِ گُر۟بٖينَه پَالَان۟دَار۟ لٖى وَرٖينَه Yani “Kurdun bahsini ettiğin zaman topuzu hazırla, vur çünkü kurt geliyor.” Demek, bir hiss-i kable’l-vuku ile latîfe-i Rabbaniye icmalen o adamın gelmesini hisseder. Fakat aklın şuuru ihata etmediği için; kasden değil, ihtiyarsız olarak bahsetmeye sevk eder. Ehl-i feraset bazen keramet gibi geldiğini beyan eder.

    Hattâ bir zaman bende şu nevi hassasiyet fazla idi. Bu hali bir düstur içine almak istedim fakat yakıştıramadım ve yapamadım. Fakat ehl-i salahatte ve bâhusus ehl-i velayette bu hiss-i kable’l-vuku fazla inkişaf eder, kerametkârane âsârını gösterir.

    İşte umum avam için dahi bir nevi velayete mazhariyet var ki rüya-yı sadıkada, evliya gibi gaybî ve istikbalî olan şeyleri görüyorlar. Evet, uyku nasıl ki avam için rüya-yı sadıka cihetinde bir mertebe-i velayet hükmündedir; öyle de umum için gayet güzel ve muhteşem bir sinema-i Rabbaniyenin seyrangâhıdır. Fakat güzel ahlâklı güzel düşünür. Güzel düşünen, güzel levhaları görür. Fena ahlâklı fena düşündüğünden, fena levhaları görür.

    Hem herkes için âlem-i şehadet içinde, âlem-i gayba bakan bir penceredir. Hem mukayyed ve fâni insanlar için saha-i ıtlak bir meydan ve bir nevi bekaya mazhar ve mazi ve müstakbel, hal hükmünde bir temaşagâhtır. Hem tekâlif-i hayatiye altında ezilen ve meşakkat çeken zîruhların istirahatgâhıdır.

    İşte bu gibi sırlar içindir ki Kur’an-ı Hakîm وَجَعَل۟نَا نَو۟مَكُم۟ سُبَاتًا nevindeki âyetlerle, hakikat-i nevmiyeyi ehemmiyetle ders veriyor.

    Altıncısı ve en mühimmi:

    Rüya-yı sadıka benim için hakkalyakîn derecesine gelmiş ve pek çok tecrübatımla, kader-i İlahînin her şeye muhit olduğuna bir hüccet-i kātı’ hükmüne geçmiştir.

    Evet bu rüyalar, benim için hususan bu birkaç sene zarfında o dereceye gelmiştir ki mesela, yarın başıma gelecek en küçük hâdisat ve en ehemmiyetsiz muamelat ve hattâ en âdi muhaverat yazılı olduğunu ve daha gelmeden muayyen olduğunu ve gecede onları görmekle, dilim ile değil, gözüm ile okuduğum bana kat’î olmuştur. Bir değil, yüz değil belki bin defa; gecede, hiç düşünmediğim halde gördüğüm bazı adamlar veyahut söylediğim meseleler, o gecenin gündüzünde az bir tabir ile aynen çıkıyor.

    Demek, en cüz’î hâdisat vukua gelmeden evvel hem mukayyeddir hem yazılmıştır. Demek tesadüf yok, hâdisat başıboş gelmiyor, intizamsız değillerdir.

    Yedincisi:

    Senin müjdeli, mübarek ve güzel rüyanın tabiri, Kur’an için ve bizim için çok güzeldir. Hem zaman tabir etti ve ediyor, tabirimize ihtiyaç bırakmıyor. Hem kısmen tabiri güzel olarak çıkmış. Sen dikkat etsen anlarsın. Yalnız bir iki noktasına işaret ederiz. Yani bir hakikat beyan ederiz. Senin hakikat-i rüya nevinden olan vakıalar, o hakikatin temessülatıdır. Şöyle ki:

    O vâsi meydanlık, âlem-i İslâmiyet’tir. Meydanlığın nihayetindeki mescid, Isparta vilayetidir. Etrafı bulanık çamurlu su, hal ve zamanın sefahet ve atalet ve bid’atlar bataklığıdır. Sen selâmetle, bulaşmadan, süratle mescide eriştiğin; herkesten evvel envar-ı Kur’aniyeye sahip çıkıp kalbini bozmadan sağlam kaldığına işarettir. Mesciddeki küçük cemaat ise Hakkı, Hulusi, Sabri, Süleyman, Rüşdü, Bekir, Mustafa, Ali, Zühdü, Lütfü, Hüsrev, Re’fet gibi Sözler’in hameleleridir. Ufak kürsü ise Barla gibi küçük bir köydür. Yüksek ses ise Sözler’deki kuvvet ve sürat-i intişarlarına işarettir. Birinci safta sana tahsis edilen makam ise Abdurrahman’dan sana münhal kalan yerdir. O cemaat; telsiz âletlerin âhizeleri hükmünde, bütün dünyaya ders işittirmek istemek işareti ve hakikati ise inşâallah tamamıyla sonra çıkacak. Şimdi efradı birer küçük çekirdek iseler de ileride tevfik-i İlahî ile birer şecere-i âliye hükmüne geçerler ve birer telsiz telgrafın merkezi olurlar. Sarıklı küçük genç bir zat ise Hulusi’ye omuz omuza verecek belki geçecek birisi, nâşirler ve talebeler içine girmeye namzettir. Bazılarını zannederim fakat kat’î hükmedemem. O genç, kuvve-i velayetle meydana atılacak bir zattır. Sair noktaları sen benim bedelime tabir et.

    Senin gibi dostlarla uzun konuşmak hem tatlı hem makbul olduğundan; şu kısa meselede uzun konuştum, belki de israf ettim. Fakat nevme ait olan âyât-ı Kur’aniyenin bir nevi tefsirine işaret etmek niyetiyle başladığımdan, inşâallah o israf affolur veya israf olmaz.

    * * *

    İkinci Mesele Olan İkinci Risale

    Hazret-i Musa aleyhisselâm, Hazret-i Azrail aleyhisselâmın gözüne tokat vurmuş, ilâ âhir mealindeki hadîse dair ehemmiyetli bir münakaşayı kaldırmak ve halletmek için yazılmıştır.

    Eğirdir’de bir münakaşa-i ilmiye işittim. O münakaşa, hususan şu zamanda yanlıştır. Hattâ münakaşayı bilmiyordum. Benden de sual edildi. Muteber bir kitapta, hadîs-i Şeyheyn’in ittifakına alâmet olan ق işaretiyle bir hadîs bana gösterildi. “Hadîs midir, değil midir?” sual edildi.

    Ben dedim: Böyle muteber bir kitapta, Şeyheyn hadîsinin ittifakına hükmeden bir zata itimat etmek lâzım; demek hadîstir. Fakat hadîsin, Kur’an gibi bazı müteşabihatı var. Ancak havas onların manalarını bulabilir. Şu hadîsin zâhiri dahi müşkülat-ı hadîsin müteşabihat kısmından olmak ihtimali var, dedim. Eğer bilseydim medar-ı münakaşa olmuş, öyle kısa değil belki böyle cevap verecektim:

    Evvela: Bu çeşit mesaili münakaşa etmenin birinci şartı; insaf ile hakkı bulmak niyetiyle, inatsız bir surette, ehil olanların mabeyninde, sû-i telakkiye sebep olmadan müzakeresi caiz olabilir.

    O müzakere hak için olduğuna delil şudur ki: Eğer hak, muarızın elinde zâhir olsa müteessir olmasın, belki memnun olsun çünkü bilmediği şeyi öğrendi. Eğer kendi elinde zâhir olsa fazla bir şey öğrenmedi, belki gurura düşmek ihtimali var.

    Sâniyen: Sebeb-i münakaşa, eğer hadîs ise hadîsin meratibini ve vahy-i zımnînin derecatını ve tekellümat-ı Nebeviyenin aksamını bilmek lâzım. Avam içinde müşkülat-ı hadîsiyeyi münakaşa etmek, izhar-ı fazl suretinde avukat gibi kendi sözünü doğru göstermek ve enaniyetini, hakka ve insafa tercih etmek suretinde deliller aramak caiz değildir.

    Madem şu mesele açılmış, medar-ı münakaşa edilmiş, bîçare avam-ı nâsın zihninde sû-i tesir ediyor. Çünkü şu gibi müteşabih hadîsleri aklına sığıştıramadığı için; eğer inkâr etse dehşetli bir kapı açar, yani küçücük aklına sığışmayan kat’î hadîsleri dahi inkâra yol açar. Eğer zâhir-i hadîsin manasını tutarak öyle kabul edip neşretse ehl-i dalaletin itirazatına ve “Hurafattır.” demelerine yol açar.

    Madem bu müteşabih hadîse lüzumsuz ve zararlı bir tarzda nazar-ı dikkat celbedilmiş ve bu çeşit hadîsler çok vârid olmuş, elbette şüpheleri izale edecek bir hakikati beyan etmek lâzım gelir. Şu hadîs kat’î olsun veya olmasın, o hakikati zikretmek gerektir.

    İşte yazdığımız risalelerde, ezcümle Yirmi Dördüncü Söz’ün Üçüncü Dal’ında On İki Asıl ile ve Dördüncü Dal’ında ve On Dokuzuncu Mektup’un vahyin taksimatına dair mukaddimesindeki bir esasında tafsilata iktifaen, burada icmalen o hakikate bir işaret ederiz. Şöyle ki:

    Melâike, insan gibi bir surete inhisar etmez; müşahhas iken, bir küllî hükmündedir. Hazret-i Azrail aleyhisselâm, kabz-ı ervaha müekkel olan melâikelerin nâzırıdır.

    “Her ölünün ruhunu, Hazret-i Azrail aleyhisselâm mı bizzat kabzediyor? Yoksa aveneleri mi kabzediyorlar?” Bu hususta üç meslek var:

    Birinci Meslek: Azrail aleyhisselâm, herkesin ruhunu kabzeder. Bir iş bir işe mani olmaz çünkü nuranidir. Nurani bir şey, hadsiz âyineler vasıtasıyla hadsiz yerlerde bizzat bulunabilir ve temessül eder. Nuraninin temessülatı, o nurani zatın hâssasına mâliktir; onun aynı sayılır, gayrı değildir. Güneşin âyinelerdeki misalleri, güneşin ziya ve hararetini gösterdiği gibi; melâike gibi ruhanîlerin dahi âlem-i misalin ayrı ayrı âyinelerinde misalleri onların aynılarıdır, hâssalarını gösterirler. Fakat âyinelerin kabiliyetine göre temessül ediyorlar.

    Nasıl ki Hazret-i Cebrail aleyhisselâm, bir vakitte Dıhye suretinde sahabeler içinde göründüğü dakikada, binler yerde başka suretlerde ve arş-ı a’zam önünde, şarktan garba kadar geniş ve muhteşem kanatlarıyla secde ediyordu. Her yerde, o yerin kabiliyetine göre temessülü varmış; bir anda binler yerde bulunuyormuş.

    İşte şu mesleğe göre; kabz-ı ruh vaktinde, insanın âyinesine temessül eden melekü’l-mevtin insanî ve cüz’î bir misali, Hazret-i Musa aleyhisselâm gibi bir ulü’l-azm ve celalli ve hiddetli bir zatın tokadına maruz olmak ve o misalî melekü’l-mevtin libası hükmündeki suret-i misaliyesindeki gözünü çıkarmak; ne muhaldir ne fevkalâdedir ne de gayr-ı makuldür.

    İkinci Meslek odur ki: Hazret-i Cebrail, Mikâil, Azrail gibi melâike-i izam, birer nâzır-ı umumî hükmünde; kendi nevilerinden ve kendilerine benzer küçük tarzda aveneleri vardır. Ve o muavinler, enva-ı mahlukata göre ayrı ayrıdırlar. Sulehanın (Hâşiye[1]) ervahını kabzeden başkadır; ehl-i şakavetin ervahını kabzeden yine başkadır. Nasıl ki

    وَالنَّازِعَاتِ غَر۟قًا ۝ وَالنَّاشِطَاتِ نَش۟طًا

    âyeti işaret ediyor ki: Kabz-ı ervah eden, taife taifedir.

    Bu mesleğe göre; Hazret-i Musa aleyhisselâm, Hazret-i Azrail aleyhisselâma değil belki Azrail’in bir avenesinin misalî cesedine, fıtrî celaletine ve hulkî celadetine ve Cenab-ı Hakk’ın yanında nazdar olmasına binaen, ona bir tokat aşk etmek gayet makuldür. (HâşiyeKaynak hatası: <ref> etiketi için </ref> kapanışı eksik) Ezcümle: Resul-i Ekrem kelimesinde ve aleyhissalâtü vesselâm ibaresinde ve Kur’an lafz-ı mübarekesinde, bir nevi cilve-i i’caz temessül ettiğine bir işaret var.

    İşarat-ı gaybiye ne kadar gizli ve zayıf da olsa hizmetin makbuliyetine ve meselelerin hakkaniyetine delâlet ettiği için bence çok ehemmiyetlidir ve çok kuvvetlidir.

    Hem gururumu kırar ve sırf bir tercüman olduğumu kat’iyen bana gösterdi.

    Hem hiç medar-ı iftihar benim için bir şey bırakmıyor, yalnız medar-ı şükran olan şeyleri gösteriyor.

    Hem madem Kur’an’a aittir ve i’caz-ı Kur’an hesabına geçiyor ve kat’iyen cüz-i ihtiyarîmiz karışmıyor ve hizmette tembellik edenleri teşvik ediyor ve risalenin hak olduğuna kanaat veriyor ve bizlere bir nevi ikram-ı İlahîdir ve izharı tahdis-i nimettir. Ve aklı gözüne inmiş mütemerridleri iskât ediyor; elbette izharı lâzımdır, inşâallah zararsızdır.

    İşte şu işarat-ı gaybiyenin birisi de şudur ki: Cenab-ı Hak kemal-i rahmet ve kereminden, Kur’an’a ve imana hizmet ile meşgul olan bizleri teşvik ve kulûbümüzü tatmin için; bir ikram-ı Rabbanî ve bir ihsan-ı İlahî suretinde hizmetimizin makbuliyetine alâmet ve yazdığımız hak olduğuna işaret-i gaybiye nevinden, bütün risalelerimizde ve bilhassa Mu’cizat-ı Ahmediye ve İ’caz-ı Kur’an ve Pencereler Risalelerinde, tevafukat-ı gaybiye nevinden bir letafet ihsan etmiştir. Yani bir sahifede, misil olarak gelen kelimeleri birbirine baktırıyor.

    Bunda bir işaret-i gaybiye veriliyor ki: “Bir irade-i gaybî ile tanzim edilir. İhtiyarınıza ve şuurunuza güvenmeyiniz. İhtiyarınızın haberi olmadan ve şuurunuz yetişmeden, hârika nakışlar ve intizamlar yapılıyor.”

    Bâhusus Mu’cizat-ı Ahmediye Risalesi’nde lafz-ı Resul-i Ekrem ve lafz-ı salavat bir âyine hükmüne geçip o tevafukat-ı gaybiye işaretini sarîh gösteriyor. Yeni, acemi bir müstensihin yazısında, beş sahife müstesna, mütebâki iki yüzden fazla salavat-ı şerife birbirine muvazi olarak bakıyorlar.

    Şu tevafukat ise şuursuz, yalnız on adette bir iki tevafuka sebep olabilen tesadüfün işi olmadığı gibi sanatta maharetsiz, yalnız manaya hasr-ı nazar ederek gayet süratle bir iki saatte, otuz kırk sahifeyi telif eden ve kendi yazmayan ve yazdıran benim gibi bir bîçarenin düşünüşü dahi elbette değildir.

    İşte altı sene sonra, yine Kur’an’ın irşadıyla ve İşaratü’l-İ’caz olan tefsirin dokuz اِنَّا nın tevafuk suretiyle gelen irşadıyla sonra muttali olmuşum. Müstensihler ise benden işittikleri vakit, hayret içinde hayrette kaldılar.

    Nasıl ki lafz-ı Resul-i Ekrem ve lafz-ı salavat; On Dokuzuncu Mektup’ta, mu’cizat-ı Ahmediyenin bir nevinin bir nevi küçük âyinesi hükmüne geçti. Öyle de Yirmi Beşinci Söz olan İ’caz-ı Kur’an’da ve On Dokuzuncu Mektup’un On Sekizinci İşaret’inde lafz-ı Kur’an dahi kırk tabakadan, yalnız gözüne itimat eden tabakasına karşı, bir nevi mu’cizat-ı Kur’aniyenin, o nev’in kırk cüzünden bir cüzü, tevafukat-ı gaybiye suretinde bütün risalelerde tecelli etmekle beraber, o cüzün kırk cüzünden bir cüzü, lafz-ı Kur’an içinde tezahür etmiş. Şöyle ki:

    Yirmi Beşinci Söz’de ve On Dokuzuncu Mektup’un On Sekizinci İşaret’inde yüz defa “Kur’an” lafzı tekerrür etmiş; pek nadir olarak bir iki kelime hariç kalmış, mütebâkisi bütün birbirine bakıyor.

    İşte mesela, İkinci Şuâ’nın kırk üçüncü sahifesinde yedi “Kur’an” lafzı var, birbirine bakıyor. Ve sahife elli altıda sekizi birbirine bakıyor, yalnız dokuzuncu müstesna kalmış.

    İşte şu –şimdi gözümüzün önünde– altmış dokuzuncu sahifedeki beş lafz-ı Kur’an, birbirine bakıyor ve hâkeza… Bütün sahifelerde gelen mükerrer lafz-ı Kur’an, birbirine bakıyor. Pek nadir olarak beş altı taneden bir tane hariç kalıyor.

    Sair tevafukat ise –işte gözümüzün önünde– sahife otuz üçte, on beş adet اَم۟ lafzı var; on dördü birbirine bakıyor. Hem gözümüzün önünde şu sahifede dokuz iman lafzı var, birbirine bakıyor; yalnız birisi, müstensihin fâsıla vermesiyle az inhiraf etmiş. Hem şu gözümüzün önündeki sahifede iki “mahbub” var –biri üçüncü satırda, biri on beşinci satırdadır– kemal-i mizanla birbirine bakıyor. Onların ortasında dört “aşk” dizilmiş, birbirine bakıyorlar. Daha sair tevafukat-ı gaybiye bunlara kıyas edilsin.

    Hangi müstensih olursa olsun; satırları, sahifeleri ne şekilde olursa olsun alâküllihal bu tevafukat-ı gaybiye öyle bir derecede var ki şüphe bırakmıyor ki ne tesadüfün işi ve ne de müellifin ve müstensihlerin düşünüşüdür. Fakat bazı hatta daha ziyade tevafukat göze çarpıyor. Demek, şu risalelere mahsus bir hatt-ı hakiki vardır. Bazıları, o hatta yakınlaşıyor. Garaibdendir ki en mahir müstensihlerin değil belki acemilerin yazılarında daha ziyade görülür.

    Bundan anlaşılıyor ki Kur’an’ın bir nevi tefsiri olan Sözler’deki hüner ve zarafet ve meziyet kimsenin değil; belki muntazam, güzel hakaik-i Kur’aniyenin mübarek kametlerine yakışacak mevzun, muntazam üslup libasları, kimsenin ihtiyar ve şuuruyla biçilmez ve kesilmez. Belki onların vücududur ki öyle ister ve bir dest-i gaybîdir ki o kamete göre keser, biçer, giydirir. Biz ise içinde bir tercüman, bir hizmetkârız.

    Dördüncü Nükte

    Beş altı suali tazammun eden birinci sualinizde: “Meydan-ı haşre cem’ ve keyfiyet nasıl ve üryan mı olacak? Ve dostlarla görüşmek için ve Resul-i Ekrem aleyhissalâtü vesselâmı şefaat için nasıl bulacağız? Hadsiz insanlarla bir tek zat nasıl görüşecek? Ehl-i cennet ve cehennemin libasları nasıl olacak? Ve bize kim yol gösterecek?” diyorsunuz.

    Elcevap: Şu sualin cevabı, gayet mükemmel ve vâzıh olarak kütüb-ü ehadîsiyede vardır. Meşrep ve mesleğimize ait yalnız bir iki nükteyi söyleyeceğiz. Şöyle ki:

    Evvela: Bir mektupta; meydan-ı haşir, küre-i arzın medar-ı senevîsinde olduğunu ve küre-i arz şimdiden manevî mahsulatını o meydanın elvahlarına gönderdiği gibi; senevî hareketiyle, bir daire-i vücudun temessül ve o daire-i vücudun mahsulatıyla bir meydan-ı haşrin teşekkülüne bir mebde olduğu ve küre-i arz denilen şu sefine-i Rabbaniyenin merkezindeki cehennem-i suğrayı cehennem-i kübraya boşalttığı gibi sekenesini de meydan-ı haşre boşaltacağı beyan edilmiştir.

    Sâniyen: Onuncu ve Yirmi Dokuzuncu Sözler başta olarak sair Sözlerde, gayet kat’î bir surette o haşrin meydanı ile beraber vücudu kat’î olarak ispat edilmiştir.

    Sâlisen: Görüşmek ise On Altıncı Söz’de ve Otuz Bir ve Otuz İki’de kat’iyen ispat edilmiştir ki bir zat nuraniyet sırrıyla, bir dakikada binler yerde bulunup milyonlar adamlarla görüşebilir.

    Râbian: Cenab-ı Hak, insandan başka zîruh mahlukatına fıtrî birer libas giydirdiği gibi; meydan-ı haşirde sun’î libaslardan üryan olarak fakat fıtrî bir libas giydirmesi, ism-i Hakîm muktezasıdır. Dünyada sun’î libasın hikmeti, yalnız soğuk ve sıcaktan muhafaza ve ziynet ve setr-i avrete münhasır değildir; belki mühim bir hikmeti, insanın sair nevilerdeki tasarruf ve münasebetine ve kumandanlığına işaret eden bir fihriste ve bir liste hükmündedir. Yoksa kolay ve ucuz, fıtrî bir libas giydirebilirdi. Çünkü bu hikmet olmazsa muhtelif paçavraları vücuduna sarıp giyen insan, şuurlu hayvanatın nazarında ve onlara nisbeten bir maskara olur, manen onları güldürür. Meydan-ı haşirde, o hikmet ve münasebet yok. O liste de olmaması lâzım gelir.

    Hâmisen: Rehber ise senin gibi Kur’an’ın nuru altına girenlere, Kur’an’dır. الٓمٓ lerin الٰرٓ ların حٰمٓ lerin başlarına bak, anla ki Kur’an ne kadar makbul bir şefaatçi ne kadar doğru bir rehber ne kadar kudsî bir nur olduğunu gör!

    Sâdisen: Ehl-i cennet ve ehl-i cehennemin libasları ise Yirmi Sekizinci Söz’de hurilerin yetmiş hulle giymesine dair beyan edilen düstur burada da caridir. Şöyle ki:

    Ehl-i cennet olan bir insan, cennetin her nevinden her vakit istifade etmek, elbette arzu eder. Cennetin gayet muhtelif enva-ı mehasini var. Her vakit bütün cennetin envaıyla mübaşeret eder. Öyle ise cennetin mehasininin numunelerini, küçük bir mikyasta kendine ve hurilerine giydirir. Kendisi ve hurileri birer küçük cennet hükmüne geçer.

    Nasıl ki bir insan, bir memlekette münteşir bulunan çiçekler envaını, numunegâh küçük bir bahçesinde cem’eder ve bir dükkâncı, bütün mallarındaki numuneleri bir listede cem’eder ve bir insan, tasarruf ettiği ve hükmettiği ve münasebettar olduğu enva-ı mahlukatın numunelerini, kendine bir elbise ve bir levazımat-ı beytiye yapıyor; öyle de ehl-i cennet olan bir insan, hususan bütün duygularıyla ve cihazat-ı maneviyesiyle ubudiyet etmiş ve cennetin lezaizine istihkak kesbetmiş ise her bir duygusunu memnun edecek, her bir cihazatını okşayacak, her bir letaifini zevklendirecek bir tarzda, cennetin her bir nevinden birer mehasini gösterecek bir tarz-ı libası, kendilerine ve hurilerine rahmet-i İlahiye tarafından giydirilecek.

    Ve o müteaddid hulleler bir cinsten, bir neviden olmadığına delil, şu mealdeki hadîstir ki: “Huriler yetmiş hulle giydikleri halde, bacaklarındaki ilikleri görünür, setretmiyor.” Demek, en üstündeki hulleden tâ en alttaki hulleye kadar ayrı ayrı mehasinle, ayrı ayrı tarzda, hissiyatı ve duyguları zevklendirecek, memnun edecek mertebeler var.

    Ehl-i cehennem ise nasıl ki dünyada gözüyle, kulağıyla, kalbiyle, eliyle, aklıyla ve hâkeza bütün cihazatıyla günahlar işlemiş; elbette cehennemde onlara göre elem verecek, azap çektirecek ve küçük bir cehennem hükmüne gelecek muhtelifü’l-cins parçalardan yapılmış elbise giydirilmek, hikmete ve adalete münafî görünmüyor.

    Beşinci Nükte

    Sual ediyorsunuz ki: Zaman-ı fetrette, Resul-i Ekrem aleyhissalâtü vesselâmın ecdadı bir din ile mütedeyyin mi idiler?

    Elcevap: Hazret-i İbrahim aleyhisselâmın, bilâhare gaflet ve manevî zulümat perdeleri altında kalan ve hususi bazı insanlarda cereyan eden bakiyye-i dini ile mütedeyyin olduğuna rivayat vardır. Elbette Hazret-i İbrahim aleyhisselâmdan gelen ve Resul-i Ekrem aleyhissalâtü vesselâmı netice veren bir silsile-i nuraniyeyi teşkil eden efrad, elbette din-i hak nurundan lâkayt kalmamışlar ve zulümat-ı küfre mağlup olmamışlar.

    Fakat zaman-ı fetrette وَمَا كُنَّا مُعَذِّبٖينَ حَتّٰى نَب۟عَثَ رَسُولًا sırrıyla; ehl-i fetret, ehl-i necattırlar. Bi’l-ittifak, teferruattaki hatîatlarından muahezeleri yoktur. İmam-ı Şafiî ve İmam-ı Eş’arîce küfre de girse, usûl-ü imanîde bulunmazsa yine ehl-i necattır. Çünkü teklif-i İlahî, irsal ile olur ve irsal dahi ıttıla ile teklif takarrur eder. Madem gaflet ve mürur-u zaman, enbiya-i sâlifenin dinlerini setretmiş; o ehl-i fetret zamanına hüccet olamaz. İtaat etse sevap görür, etmezse azap görmez. Çünkü mahfî kaldığı için hüccet olamaz.

    Altıncı Nükte

    Dersiniz ki: Resul-i Ekrem aleyhissalâtü vesselâmın ecdadlarından nebi gelmiş midir?

    Elcevap: Hazret-i İsmail aleyhisselâmdan sonra bir nass-ı kat’î yoktur. Ecdadlarından olmayan, yalnız Hâlid İbn-i Sinan ve Hanzele namında iki nebi gelmiştir. Fakat ecdad-ı Nebi’den, Kâ’b İbn-i Lüeyy’in meşhur ve sarîh ve tansis tarzındaki bu şiiri ki:

    عَلٰى غَف۟لَةٍ يَا۟تِى النَّبِىُّ مُحَمَّدٌ فَيُخ۟بِرُ اَخ۟بَارًا صَدُوقًا خَبٖيرُهَا

    demesi, mu’cizekârane ve nübüvvettarane bir söze benzer. İmam-ı Rabbanî hem delile hem keşfe istinaden demiş ki: Hindistan’da çok nebiler gelmiştir. Fakat bazılarının ya hiç ümmeti olmamış veyahut mahdud birkaç adama münhasır kaldığı için iştihar bulmamışlar veyahut nebi ismi verilmemiş.

    İşte İmam’ın bu düsturuna binaen, ecdad-ı Nebi’den bu nevi nebilerin bulunması mümkün.

    Yedinci Nükte

    Diyorsunuz ki: Resul-i Ekrem aleyhissalâtü vesselâmın peder ve valideleri ve ceddi Abdülmuttalib’in imanları hakkında akvâ ve esahh olan haber hangisidir?

    Elcevap: Yeni Said on senedir yanında başka kitapları bulundurmuyor, bana Kur’an yeter diyor. Böyle teferruat mesailinde, bütün kütüb-ü ehadîsi tetkik edip en akvasını yazmaya vaktim müsaade etmiyor. Yalnız bu kadar derim ki: Resul-i Ekrem aleyhissalâtü vesselâmın peder ve valideleri ehl-i necattır ve ehl-i cennettir ve ehl-i imandır. Cenab-ı Hak, Habib-i Ekrem’inin mübarek kalbini ve o kalbin taşıdığı ferzendane şefkatini, elbette rencide etmez.

    Eğer denilse: Madem öyledir, neden onlar Resul-i Ekrem aleyhissalâtü vesselâma imana muvaffak olamadılar? Neden bi’setine yetişemediler?

    Elcevap: Cenab-ı Hak, Habib-i Ekrem’inin peder ve validesini, kendi keremiyle, Resul-i Ekrem aleyhissalâtü vesselâmın ferzendane hissini memnun etmek için valideynini minnet altında bulundurmuyor. Valideynlik mertebesinden, manevî evlat mertebesine getirmemek için hâlis kendi minnet-i rububiyeti altına alıp onları mesud etmek ve Ha­bib-i Ekrem’ini de memnun etmekliği rahmeti iktiza etmiş ki valideynini ve ceddini, ona zâhirî ümmet etmemiş. Fakat ümmetin meziyetini, faziletini, saadetini onlara ihsan etmiştir.

    Evet, âlî bir müşirin yüzbaşı rütbesinde olan pederi huzuruna girmesi, birbirine zıt iki hissin taht-ı tesirinde bulunur. Padişah o müşir olan Yaver-i Ekrem’ine merhameten, pederini onun maiyetine vermiyor.

    Sekizinci Nükte

    Diyorsunuz ki: Amcası Ebu Talib’in imanı hakkında esahh nedir?

    Elcevap: Ehl-i Teşeyyu’, imanına kail; Ehl-i Sünnet’in ekserisi, imanına kail değiller. Fakat benim kalbime gelen budur ki: Ebu Talib, Resul-i Ekrem aleyhissalâtü vesselâmın risaletini değil; şahsını, zatını gayet ciddi severdi. Onun o gayet ciddi, o şahsî şefkati ve muhabbeti, elbette zayie gitmeyecektir.

    Evet, ciddi bir surette Cenab-ı Hakk’ın Habib-i Ekrem’ini sevmiş ve himaye etmiş ve taraftarlık göstermiş olan Ebu Talib’in; inkâra ve inada değil belki hicab ve asabiyet-i kavmiye gibi hissiyata binaen, makbul bir iman getirmemesi üzerine cehenneme gitse de yine cehennem içinde bir nevi hususi cenneti, onun hasenatına mükâfaten halk edebilir. Kışta bazı yerde baharı halk ettiği ve zindanda –uyku vasıtasıyla– bazı adamlara zindanı saraya çevirdiği gibi hususi cehennemi, hususi bir nevi cennete çevirebilir…

    وَال۟عِل۟مُ عِن۟دَ اللّٰهِ ۝ لَا يَع۟لَمُ ال۟غَي۟بَ اِلَّا اللّٰهُ

    سُب۟حَانَكَ لَا عِل۟مَ لَنَٓا اِلَّا مَا عَلَّم۟تَنَٓا اِنَّكَ اَن۟تَ ال۟عَلٖيمُ ال۟حَكٖيمُ


    Yirmi Yedinci Mektup ⇐ | Mektubat | ⇒ Yirmi Dokuzuncu Mektup

    1. Hâşiye: Bizde “Seyda” lakabıyla meşhur bir veliyy-i azîm, sekeratta iken, ervah-ı evliyanın kabzına müekkel melekü’l-mevt gelmiş. Seyda bağırarak demiş ki: “Ben talebe-i ulûmu çok sevdiğim için talebe-i ulûmun kabz-ı ervahına müekkel mahsus taife ruhumu kabzetsin!” diye dergâh-ı İlahiyeye rica etmiş. Yanında oturanlar bu vak’aya şahit olmuşlar.