Sikke-i Tasdik-i Gaybi 62. Mektup
Üstadımızın ehemmiyetli bir mektubudur
Gayet ciddi bir ihtar ile bir hakikati beyan etmeye lüzum var. Şöyle ki:
لَا يَع۟لَمُ ال۟غَي۟بَ اِلَّا اللّٰهُ sırrıyla ehl-i velayet, gaybî olan şeyleri bildirilmezse bilmezler. En büyük bir veli dahi hasmının hakiki halini bilmedikleri için haksız olarak mübareze etmesini Aşere-i Mübeşşere’nin mabeynindeki muharebe gösteriyor. Demek iki veli, iki ehl-i hakikat birbirini inkâr etmekle makamlarından sukut etmezler. Meğer bütün bütün zâhir-i şeriata muhalif ve hata bir içtihad ile hareket edilmiş ola.
Bu sırra binaen وَ ال۟كَاظِمٖينَ ال۟غَي۟ظَ وَ ال۟عَافٖينَ عَنِ النَّاسِ deki ulüvv-ü cenab düsturuna ittibaen ve avam-ı mü’minînin şeyhlerine karşı hüsn-ü zanlarını kırmamakla, imanlarını sarsılmadan muhafaza etmek ve Risale-i Nur’un erkânlarının haksız itirazlara karşı haklı fakat zararlı hiddetlerinden kurtarmak lüzumuna binaen ve ehl-i ilhadın iki taife-i ehl-i hakikatin mabeynindeki husumetten istifade ederek, birinin silahıyla, itirazıyla ötekini cerh edip ötekinin delilleriyle berikini çürütüp ikisini de yere vurmak ve çürütmekten içtinaben Risale-i Nur şakirdleri, bu mezkûr beş esasa binaen, muarızlara hiddet ve tehevvürle ve mukabele-i bi’l-misil ile karşılamamalı. Yalnız kendilerini muhafaza için musalahakârane, medar-ı itiraz noktaları izah etmek ve cevap vermek gerektir.
Çünkü bu zamanda enaniyet çok ileri gitmiş. Herkes, kameti miktarında bir buz parçası olan enaniyetini eritmiyor, bozmuyor; kendisini mazur biliyor, ondan nizâ çıkıyor. Ehl-i hak zarar eder, ehl-i dalalet istifade ediyor.
İstanbul’da malûm itiraz hâdisesi îma ediyor ki ileride, meşrebini çok beğenen bazı zatlar ve hodgâm bazı sofi-meşrep ve nefs-i emmaresini tam öldürmeyen ve hubb-u câh vartasından kurtulmayan bazı ehl-i irşad ve ehl-i hak, Risaletü’n-Nur ve şakirdlerine karşı kendi meşreplerini ve mesleklerinin revacını ve etbalarının hüsn-ü teveccühlerini muhafaza niyetiyle itiraz edecekler, belki dehşetli mukabele etmek ihtimali var. Böyle hâdiselerin vukuunda, bizlere itidal-i dem ve sarsılmamak ve adâvete girmemek ve o muarız taifenin de rüesalarını çürütmemek gerektir.
Fâş etmek hatırıma gelmeyen bir sırrı, fâş etmeye mecbur oldum. Şöyle ki:
Risale-i Nur’un şahs-ı manevîsi ve o şahs-ı manevîyi temsil eden has şakirdlerinin şahs-ı manevîsi “Ferîd” makamına mazhar oldukları için değil hususi bir memleketin kutbu belki –ekseriyet-i mutlaka ile– Hicaz’da bulunan kutb-u a’zamın tasarrufundan hariç olduğu… Ve onun hükmü altına girmeye mecbur değil. Her zamanda bulunan iki imam gibi onu yani kutb-u a’zamı, tanımaya mecbur olmuyor.
Ben eskide Risale-i Nur’un şahs-ı manevîsini, o imamlardan birisini zannediyordum. Şimdi anlıyorum ki Gavs-ı A’zam’da kutbiyet ve gavsiyetle beraber “ferdiyet” dahi bulunduğundan, âhir zamandaki şakirdlerinin bağlandığı Risaletü’n-Nur, o ferdiyet makamının mazharıdır.
Gizlenmeye lâyık olan bu sırr-ı azîme binaen, Mekke-i Mükerreme’de dahi –farz-ı muhal olarak– Risalei’n-Nur aleyhinde bir itiraz kutb-u a’zamdan dahi gelse; Risalei’n-Nur şakirdleri sarsılmayıp o mübarek kutb-u a’zamın itirazını iltifat ve selâm suretinde telakki edip teveccühünü de kazanmak için medar-ı itiraz noktaları o büyük üstadlarına karşı izah ile ellerini öpmektir.
Evet kardeşlerim; bu zamanda öyle dehşetli cereyanlar ve hayatı ve cihanı sarsacak hâdiseler içinde, hadsiz bir metanet ve itidal-i dem ve nihayetsiz bir fedakârlık taşımak gerektir. Evet يَس۟تَحِبُّونَ ال۟حَيٰوةَ الدُّن۟يَا عَلَى ال۟اٰخِرَةِ âyetinin sırr-ı işarîsiyle; âhireti bildikleri ve iman ettikleri halde, dünyayı âhirete severek tercih etmek ve kırılacak şişeyi bâki elmasa bilerek rıza ve sevinçle tercih etmek ve âkıbeti görmeyen kör hissiyatın hükmüyle, hazır bir dirhem zehirli bir lezzeti, ileride bir batman safi lezzete tercih etmek; bu zamanın dehşetli bir marazı, bir musibetidir. O musibet sırrıyla, mü’minler dahi bazen ehl-i dalalete taraftar olmak gibi dehşetli hatada bulunuyorlar.
Cenab-ı Hak, ehl-i imanı ve Risale-i Nur şakirdlerini bu musibetlerin şerrinden muhafaza eylesin, âmin!
Said Nursî