Barla Lahikası 137. Mektup

    Risale-i Nur Tercümeleri sitesinden
    07.59, 29 Ekim 2023 tarihinde Said (mesaj | katkılar) tarafından oluşturulmuş 7991 numaralı sürüm ("''(Kuleönü’nden Sarıbıçak Mübarek Mustafa’nın kardeşi Küçük Ali’nin fıkrasıdır.)'' '''(Bulunduğumuz asrın yaralılarından, manevî doktora muhtaç bir gencin fıkrasıdır.)''' '''Aziz, şefkatli, muhterem Üstadım!''' Bulunduğumuz asır, manevî seferberlik (harp) zamanı olduğundan, vücudumdaki yaralara baktıkça, yaralar gitgide daha fazlalaşmakta iken bir gün işittim ki “Sağdan sola geçiniz.” diye ilan ediyorla..." içeriğiyle yeni sayfa oluşturdu)
    (fark) ← Önceki sürüm | Güncel sürüm (fark) | Sonraki sürüm → (fark)

    (Kuleönü’nden Sarıbıçak Mübarek Mustafa’nın kardeşi Küçük Ali’nin fıkrasıdır.)

    (Bulunduğumuz asrın yaralılarından, manevî doktora muhtaç bir gencin fıkrasıdır.)

    Aziz, şefkatli, muhterem Üstadım!

    Bulunduğumuz asır, manevî seferberlik (harp) zamanı olduğundan, vücudumdaki yaralara baktıkça, yaralar gitgide daha fazlalaşmakta iken bir gün işittim ki “Sağdan sola geçiniz.” diye ilan ediyorlar. Ve otuz iki harfin birkaç adedini gaib edip ilan edince öyle bir yara daha açıldı ki evvelki yaraları unutturdu. Nasıl ki nass-ı Kur’an’da:

    اِذ۟ اَوَى ال۟فِت۟يَةُ اِلَى ال۟كَه۟فِ فَقَالُوا رَبَّنَٓا اٰتِنَا مِن۟ لَدُن۟كَ رَح۟مَةً وَهَيِّئ۟ لَنَا مِن۟ اَم۟رِنَا رَشَدًا

    Ashab-ı Kehf Efendilerimiz beş veya sekiz delikanlı –asrımızdaki tahammül edilmeyen fenalık gibi– o asırda fenalıktan, fitneden kaçarak mağaraya iltica ettiler. Sebebi ise din-i hak üzere bulunan ehl-i imanı, zamanlarının padişahı olan Dakyanus putperestliğe davet edip kabul edenleri putlara kurban kestirip kabul etmeyenleri katliam ettiği sırada, Ashab-ı Kehf Efendilerimiz mağaraya çekildiler.

    Ben de asrımıza ve yaralarımıza baktıkça, bütün gün ruhum çırpınmakta iken “Acaba bu karmakarışık zamanda, benim gibi böyle manevî yaralı gençler, o mahkeme-i kübrada, Cenab-ı Vâcibü’l-vücud ve Takaddes Hazretlerinin huzurunda, Peygamberimiz Muhammed Mustafa aleyhissalâtü vesselâm Efendimizden nasıl şefaat dileyebilirler?” diyerek, bütün gün ruhum ağlardı.

    Madem Muhammed aleyhissalâtü vesselâma, binlerce maddî ve manevî yaralılar, dilsizler, nüzul olmuş, bütün kalbi kararmış, imanı yok bedevî adamlar, Muhammed aleyhissalâtü vesselâmın yanına vardığında, bir saat, bir gün sohbet-i Nebevîde bulunur; sonra kavim ve kabilelerine rehber ve muallim olarak döndüler. Ve madem kıyamete kadar bâki bıraktığı Kur’an ve Kur’an’ın tayin etmiş olduğu manevî doktorlar, kıyamete kadar gelecek mü’minlere maddî ve manevî doktorluk vazifesini görecekler. Ve şimdiki hal vilayetimiz dâhilinde bulunan manevî doktora müracaat edeyim diyerek, ruhum her an gezmekte iken bîhuş olup yattım.

    Bana rüyamda üç şahıs gösterildi. İkisinin ismini söylemediler. Diğeri Üstadım Bediüzzaman’ı, ismiyle söylediler. Hemen eline yapışıp ellerini öptüm. Üstadım acele olarak cebinden bir kalem ve bir kâğıt parçası çıkarıp bana verdi, hemen uyandım. Peder ve validem ehl-i kalp olduğundan, rüyayı anlattım.

    Pederim “Bu zat Barla’ya henüz yeni geldi. Bir iki sene kadar oldu. Git, müracaat et.” dedi. Ben dedim: “Daha askere gitmedim, yaşım genç. Böyle büyük manevî bir doktorun yanına bu yaralar ile nasıl gideyim ve nasıl cerrahiyesine dayanayım?” Bana “Git!” denildi. Hitap iki oldu.

    Hemen sabahleyin kalkıp gittim. Üstadımı görünce bir iki dakika titredim. Sonra fesübhanallah dedim. Doktoru görünce o yaralar bütün kuvvetleriyle bağırıyorlar. Verdiği eczalara tahammül edemeyecekler. O yaraları açamadım. Üstadım da talebeliğe kabul edip beş vakit farzı bırakmayacağıma çok çok tenbih etti.

    Avdetten bir iki ay sonra, hemen askere gittim. Terhis oluncaya kadar; yirmi mah mukaddem bu yaralar içinde, her saat ve her dakika اَل۟مَو۟تُ حَقٌّ kaziyesini düşünüp “Acaba benim halim ne olur?” derdim.

    Memlekete avdetimde, ağabeyim Mustafa’yı görünce ruhum biraz genişledi. Acaba bu nereden ileri geliyor, dedim. Bir iki gün sonra, mübarek ramazan-ı şerif gecesi üçüncü hitap olarak yine rüyamda, memleketimizin kenarında, Üstadım Bediüzzaman, elinde bir asâ, çoban olup dellâllığını ilan ediyor. Ve diyor: “Ben Kur’an’ın dellâlıyım.” diye yüksek sesle bağırıyor, ilan ediyor. Ben heyecanımdan hemen uyandım.

    Demek bakınız ey kardeşlerim ve bütün mü’minler! Üstadım Hazretleri değil memleketimize, bütün üç yüz elli milyon Müslüman’a her saat, her dakika, her an bağırıyor. Benim gibi zâhir kulağıyla dinlemeyiniz, kalp kulağıyla dinleyelim ki her an bağırıp çağırdığını işitelim. Madem bu elmas ve cevherler, bu sergiler asrımıza verilmiş; bütün asrımızda kazancımızı versek yine o elmasların birinin fiyatını veremeyeceğiz. Bahar mevsimi geçmeden bütün cevherlerden alalım. O cevherler ise Risale-i Nur Külliyatı’dır.

    Ben âciz de Yirmi Dördüncü Söz’ün Dördüncü ve Beşinci Dal’ını okumaya ve yazmaya başladım. Ve yaralarımın birer birer kuruduğunu hissedince, Mektubat ve Sözler’i bütün kuvvetimle yazmaya karar verdim. Benim gibi yaralı kardeşlerime, bütün Müslümanlara, bütün kuvvetimle bağırıyorum: “Eyvah! Bu asrımızda, bu yaralar ile nasıl istirahat edebiliriz, yoksa… Bu asrın manevî doktoru ve ilaçları ise Kur’an’dan tereşşuh eden Risale-i Nur ve Mektubatü’n-Nur’dur. Onlara sıkı sarılalım.”

    Âciz Talebeniz

    Ali Ulvi