Latif Nükteler

    Risale-i Nur Tercümeleri sitesinden
    18.23, 4 Haziran 2024 tarihinde Said (mesaj | katkılar) tarafından oluşturulmuş 118900 numaralı sürüm (Bu sürüm çeviri için işaretlendi)
    (fark) ← Önceki sürüm | Güncel sürüm (fark) | Sonraki sürüm → (fark)
    Diğer diller:
    • Türkçe

    Sadakatte namdar, safvet-i kalpte mümtaz Süleyman Rüştü ile bir muhavere-i latîfe

    Güz mevsiminde, sineklerin terhisat zamanına yakın bir vakitte, hodgâm insanlar, cüz’î tacizleri için sinekleri itlaf etmek üzere hapishanedeki odamızda bir ilaç istimal ettiler. Benim fazla rikkatime dokunmuştu. Odamda çamaşır ipi vardı. Bilâhare, insanların inadına, sinekler daha ziyade çoğaldılar. Akşam vaktinde, o küçücük kuşlar, o ip üstünde gayet muntazam diziliyorlardı. Çamaşırları sermek için Rüştü’ye dedim: “Bu küçücük kuşlara ilişme, başka yere ser.” O da kemal-i ciddiyetle: “Bu ip bize lazımdır, sinekler başka yerde kendilerine yer bulsunlar.” Her ne ise...

    Bu latîfe münasebetiyle seher vaktinde, sinek ve karınca gibi kesretli küçük hayvanlardan bahis açıldı. Ona dedim ki:

    Böyle nüshaları çoğalan nevilerin ehemmiyetli vazifeleri ve kıymetleri vardır. Evet, bir kitap, kıymeti nisbetinde nüshaları teksir edilir. Demek, sinek cinsi de ehemmiyetli vazifesi ve büyük kıymeti var ki Fatır-ı Hakîm, o küçücük kaderî mektupları ve kudret kelimelerinin nüshalarını çok teksir etmiş.

    Evet, Kur’an-ı Hakîm’in:

    يَآ اَيُّهَا النَّاسُ ضُرِبَ مَثَلٌ فَاس۟تَمِعُوا لَهُ اِنَّ الَّذٖينَ تَد۟عُونَ مِن۟ دُونِ اللّٰهِ لَن۟ يَخ۟لُقُوا ذُبَابًا وَلَوِ اج۟تَمَعُوا لَهُ وَاِن۟ يَس۟لُب۟هُمُ الذُّبَابُ شَي۟ئًا لَا يَس۟تَن۟قِذُوهُ مِن۟هُ ضَعُفَ الطَّالِبُ وَال۟مَط۟لُوبُ yani, “Cenab-ı Hak’tan başka, bütün esbab ve uluhiyetleri ehl-i dalalet tarafından dava edilen âliheler içtima etse bir sineği halk edemezler. Yani, sineğin hilkati öyle bir mucize-i Rabbaniyedir ve bir âyet-i tekvîniyedir ki bütün esbab toplansa onun mislini yapamazlar, o âyet-i Rabbaniyeye muaraza edemezler, taklidini de yapamazlar.” mealindeki âyete ehemmiyetli bir mevzu teşkil eden ve Nemrut’u mağlup eden ve Hazret-i Musa (as) onların tacizlerine karşı müştekiyane, “Yâ Rab, bu muacciz mahlukları ne için bu kadar çoğaltmışsın?” deyince, ilhamen cevap gelmiş ki: “Sen bir defa sineklere itiraz ettin. Bu sinekler çok defa sual ediyorlar ki: ‘Yâ Rab, bu koca kafalı beşer seni yalnız bir lisan ile zikrediyor. Bazı da gaflet ediyor. Eğer yalnız kafasından bizleri halk etseydin, binler lisan ile sana zikredecek bizim gibi mahluklar olurlardı.” diye, Hazret-i Musa’nın (as) şekvasına bin itiraz kuvvetinde hikmet-i hilkatini müdafaa eden sineğin hem gayet nezafet-perver, her vakit abdest alır gibi yüzünü, gözünü, kanatlarını temizleyen bu taifenin elbette mühim bir vazifesi vardır. Hikmet-i beşeriyenin nazarı kāsırdır, daha o vazifeyi ihata edememiş.

    Evet, Cenab-ı Hak, nasıl ki deniz yüzünü temizlemek ve her günde milyarlarla vefiyat bulunan hayvanat-ı bahriye cenazelerini ([1])toplamak ve deniz yüzünü cenazelerle âlûde, müstekreh manzaradan kurtarmak için sıhhiye memurları nev’inden gayet muntazam âkilü’l-lahm bir kısım hayvanatı halk etmiş. Eğer o bahriye sıhhiye memurları gayet muntazam vazifelerini îfa etmeseydiler, deniz yüzü ayna gibi parlamayacaktı. Belki hazîn ve elîm bir bulanıklık gösterecekti.

    Hem her günde milyarlarla yabani hayvanlar ve kuşların cenazelerini toplamakla rûy-i zemini o taaffünattan temizlemek ve zîhayatları o elîm ve hazîn manzaralardan kurtarmak için nezafet ve sıhhiye memurları hükmünde olan kartallar misillü, kerametkârane, gizli ve uzak, beş altı saat mesafeden bir sevk-i Rabbanî ile o cenazenin yerini hisseden, giden ve kaldıran âkilü’l-lahm kuşları ve vahşi hayvanları halk etmiş. Eğer bu berriye sıhhiyeleri gayet mükemmel, intizam-perver, vazifedar olmasa idiler, zemin yüzü ağlanacak bir şekil alacaktı.

    Evet, âkilü’l-lahm hayvanların helal rızıkları, vefat etmiş hayvanların etleridir. Hayatta olan hayvanların etleri onlara haramdır. Eğer yeseler, ceza görürler.

    حَتّٰى يَق۟تَصُّ ال۟جَمَّاءُ مِنَ ال۟قَر۟نَاءِ –اَو۟ كَمَا قَالَ–

    Yani, “Boynuzsuz olan hayvanın kısası kıyamette boynuzludan alınır.” diye ifade-i hadîsiye gösteriyor ki: Gerçi cesetleri fena bulur fakat ervahları bâki kalan hayvanat mabeyninde dahi onlara münasip bir tarzda, dar-ı bekada mücazat ve mükâfatları vardır. Ona binaen, canavarlara sağ hayvanların etleri haramdır, denilebilir.

    Ve hem küçücük hayvanların cenazelerini ve nimetin küçücük parçalarını ve tanelerini toplamak vazifesiyle karıncaları nezafet memurları olarak hem niam-i İlahiyenin küçücük parçalarını teleften ve çiğnemekten ve hakaretten ve abesiyetten siyanet etmekle ve küçücük hayvanatın cenazelerini toplamakla sıhhiye memurları gibi tavzif olunmuşlar.

    Aynen onlardan daha mühim, sinekleri dahi insanın gözüne görünmeyen hastalıkların mikroplarını ve madde-i semmiyeyi temizlemekle sinekler muvazzaftırlar. Değil mikropların nâkileleri, bilakis, muzır mikropları mass, yani, emmek ve yemek ile o mikropları imha, o madde-i semmiyeyi istihaleye uğratırlar, çok sâri hastalıkların önünü alırlar.

    Hem sıhhiye neferleri hem tanzifat memurları hem kimyager olduklarına ve geniş bir hikmete mazhar bulunduklarına delil ise onların gayet kesretidir. Çünkü kıymettar, menfaattar şeyler teksir edilir. ([2])

    Ey hodgâm insan! Sineklerin binler hikmet-i hayatiyesinden başka, sana ait bu küçücük faydasına bak, sinek düşmanlığını bırak. Çünkü gurbette, kimsesiz, yalnızlıkta sana ünsiyet verdiği gibi, gaflete dalıp fikrini dağıtmaktan seni ikaz eder. Ve latîf vaziyeti ve abdest alması, yüzünü, gözünü temizlemesiyle sana abdest ve namaz ve hareket ve nezafet gibi vazife-i insaniyeti ihtar eden ve ders veren sineği görüyorsun.

    Hem sineğin bir sınıfı olan arılar, nimetlerin en tatlısı, en latîfi olan balı sana yedirdikleri gibi, Kur’an-ı Mu’cizü’l-Beyan’da, vahy-i Rabbanîye mazhariyetle serfiraz olduğundan onları sevmek lazım gelirken sinek düşmanlığı, belki insana daima muavenete dostane koşan ve her belasını çeken hayvanata düşmanlığı gadirdir, haksızlıktır. Muzırların yalnız zararlarını def’ için mücadele olabilir. Mesela koyunları kurtların tecavüzünden korumak için onlara mukabele edilir.

    Acaba hararet zamanında vücudun idaresinden fazla olan kanın çoğalması ve bulaşık bazı mevadd-ı muzırrayı hamil evridede cereyan eden mülevves kana musallat, belki memur olan sivrisinek ve pireler fıtrî haccamlar olmasınlar mı? Muhtemel...

    سُب۟حَانَ مَن۟ تَحَيَّرَ فٖى صُن۟عِهِ ال۟عُقُولُ

    Nefsimle mücadele ettiğim bir zamanda, nefsim kendinde gördüğü nimet-i İlahiyeyi kendi malı tevehhüm ederek gurura, iftihara, temeddühe başladı. Ben ona dedim ki: “Bu mülk senin değil, emanettir.” O vakit nefis gurur ve iftiharı bıraktı fakat tembelliğe başladı. “Benim malım olmayana ne bakayım? Zayi olsun, bana ne?” dedi. Birden gördüm: Bir sinek, elime kondu, emanetullah olan gözünü, yüzünü, kanatlarını güzelce temizlemeye başladı. Bir neferin mîrî silahını, elbisesini güzelce temizlediği gibi sinek de temizliyordu. Nefsime dedim: “Bak.” Baktı, tam ders aldı. Sinek ise, mağrur ve tembel nefsime hoca ve muallim oldu.

    Sinek pisliği, tıp cihetiyle zararı yok bir maddedir ki bazen tatlı bir şuruptur. Fakat sinek, yediği binler muhtelif muzır maddelerin ve mikropların ve semlerin menşei olmakla sinekler küçücük istihale ve tasfiye makineleri hükmüne geçmeleri hikmet-i Rabbaniyeden uzak değildir, belki şe’nindendir.

    Evet, arıdan başka sineklerin bazı taifeleri var ki ([3]) muhtelif, müteaffin maddeleri yerler, mütemadiyen pislik yerine katre katre şurup damlatırlar. O semli, müteaffin maddeleri ağaçların yapraklarına yağan kudret helvası gibi tatlı, şifalı bir şuruba tebdil ederek bir istihale makinesi olduklarını ispat ederler. Bu küçücük fertlerin ne kadar büyük bir milleti, bir taifesi olduğunu göze gösterirler. “Küçüklüğümüze bakma. Taifemizin azametine bak, ‘Sübhanallah’ de.” diye lisan-ı hal ile söylerler.

    وَاَن۟زَل۟نَا ال۟حَدٖيدَ فٖيهِ بَا۟سٌ شَدٖيدٌ وَمَنَافِعُ لِلنَّاسِ

    âyetine dair gayet ehemmiyet kesb etmiş, mühim ve mütefennin bir adam sual ile bazı hocaları ilzam ettiği bir suale muhtasar bir cevaptır.

    Sual: Deniliyor ki: “Demir yerden çıkıyor, yukarıdan inmiyor ki   اَن۟زَل۟نَا   denilsin. Neden   اَخ۟رَج۟نَا   dememiş, zâhiren muvafık görülmeyen   اَن۟زَل۟نَا   demiş?”

    Elcevap: Kur’an-ı Mu’cizü’l-Beyan, اَن۟زَل۟نَا kelimesiyle demirdeki azîm ve çok ehemmiyetli nimet cihetini ihtar etmek için اَن۟زَل۟نَا demiş. Çünkü yalnız demirin zatını nazara vermiyor ki “ihraç” desin. Belki nimet-i azîmeyi ve nev-i beşerin demire ne derece muhtaç olduğunu ihtar içindir. Nimet ciheti ise aşağıdan yukarıya çıkmıyor, belki rahmet hazinesinden geliyor. Rahmet hazinesi elbette âlî, yukarı ve manen yüksek mertebededir. Elbette nimet yukarıdan aşağıyadır ve muhtaç olan beşerin mertebesi aşağıdadır. Elbette in’am, ihtiyacın mâfevkindedir. Onun için nimetin rahmetten beşerin ihtiyacına imdad için gelmesinin hak tabiri, اَن۟زَل۟نَا dır “ihraç” değildir.

    Hem tedricî ihracat beşerin eliyle olduğu için ”ihraç” kelimesi ihsan cihetini nazar-ı gaflete hissettirmez. Evet, demirin maddesi murad olunsa, mekân-ı maddî itibarıyla ihraçtır. Fakat demirin menfaati ve burada mana-yı maksudu olan “nimet” ise, manevîdir. Bu mana, maddî mekâna bakmıyor, belki manevî mertebeye bakar. Rahman’ın hadsiz mertebe-i ulviyetinin bir tecellisi olan hazine-i rahmetten gelen nimet, elbette en yüksek makamdan en aşağı mertebeye gönderiliyor. Hak tabiri اَن۟زَل۟نَا dır. Bu tabirle nev-i beşere ihtar eder ki demir en büyük bir nimet-i İlahiyedir.

    Evet, nev-i beşerin bütün sanatlarının madeni ve terakkiyatının menbaı ve kuvvetinin medarı demirdir. İşte bu azîm nimeti ihtar için makam-ı imtinan ve in’amda, kemal-i haşmetle وَاَن۟زَل۟نَا ال۟حَدٖيدَ فٖيهِ بَا۟سٌ شَدٖيدٌ وَمَنَافِعُ لِلنَّاسِ ferman ediyor. Nasıl ki Hazret-i Davud’a en mühim bir mucize olarak وَاَلَنَّا لَهُ ال۟حَدٖيدَ ferman ediyor. Yani, büyük bir peygambere büyük bir mucize ve pek büyük bir nimet olarak demiri yumuşatmasını gösteriyor.

    Saniyen: “Yukarı,” “aşağı” nisbîdir. küre-i arzın merkezine göre yukarı, aşağı oluyor. Hatta bize nisbeten aşağı olan, Amerika kıt’asına nazaran yukarı oluyor. Demek, merkezden sath-ı arz tarafına gelen maddeler, sath-ı arzda olanlara göre vaziyeti değişir.

    Kur’an-ı Mu’cizü’l-Beyan i’caz lisanı ile ifade ediyor ki: Demirin o kadar çok menafii, o kadar geniş fevaidi vardır ki insanın hanesi olan küre-i arzın mahzeninden çıkarılacak âdi bir madde değildir. Ve rastgele hâcatta istimal edilmiş fıtrî bir maden değildir. Belki Hâlık-ı kâinatın tarafından rahmet hazinesinde ve kâinatın büyük tezgâhından ihzar edilmiş bir nimet olarak, “Rabbü’s-semavati ve’l-arz” unvan-ı haşmetiyle küre-i arz sekenesinin hâcatına medar olmak için demiri inzal etmiş, indirmiş diye, demirdeki umumî menfaati ifade için güya demirin gökten gelen rahmet, hararet ve ziya gibi öyle şümullü faydaları var ki kâinat tezgâhından gönderiliyor, küre-i arzın dar ambarından değil. Belki kâinat sarayındaki büyük hazine-i rahmetten izhar edilerek gönderilip küre-i arzın ambarında yerleştirilmiş, o ambardan asırların ihtiyacına nisbeten parça parça ihraç ediliyor.

    Kur’an-ı Azîmüşşan, bu küçük ambardaki parça parça çıkarılan demiri, yalnız “sarf etmek” manasını ifade etmek istemiyor. Belki Hazine-i Kübradan o nimet-i azîmeyi küre-i arz ile beraber indirdiğini ifade etmek için; yani, bu küre-i arz hanesine en lazım şey demirdir ki Hâlık-ı Zülcelal, güya küre-i arzı güneşten ayırıp insanlar için indirdiği zaman, demiri de beraber inzal etmiş ve ekser ihtiyac-ı beşer onunla temin edilmiştir. Kur’an-ı Hakîm, “Bu demirle işlerinizi görünüz ve onu çıkarmaya çalışarak istifade ediniz.” diye, mu’cizane ferman ediyor.

    Bu âyette hem def’-i a’daya hem celb-i menafie medar iki nimet beyan ediyor. Nüzul-ü Kur’an’dan evvel demirle ehemmiyetli menafi-i beşeriye temin edildiği görülmüş. Fakat istikbalde demirin gayet hârika ve muhayyirü’l-ukûl bir surette, denizde, havada ve karada gezerek küre-i arz’ı musahhar edip mevt-alûd bir hârika kuvveti gösterdiğini ifade için   فٖيهِ بَا۟سٌ شَدٖيدٌ kelimesiyle ihbar-ı gaybî nev’inden bir lem’a-i i’caz gösteriyor.

    Hüdhüd-ü Süleymanî

    Geçmiş nükteden bahsederken hüdhüd-ü Süleymanî’den bahis açıldı. Israrcı ve sualci bir kardeşimiz ([4]) “Hüdhüdün Cenab-ı Hakk’ı tavsifte يُخ۟رِجُ ال۟خَب۟ءَ فِى السَّمٰوَاتِ وَال۟اَر۟ضِ diyerek en mühim makamda, mühim evsaf-ı İlahiye içinde, nisbeten hafif bu vasfın zikrine sebep nedir?”

    Elcevap: Beliğ bir kelâmın bir meziyeti şudur ki söyleyenin ziyade meşgul olduğu sanatını, meşgalesini ihsas etsin. Hüdhüd-ü Süleymanî ise, suyu az olan sahra-yı Ceziretü’l-Arap’ta gizli su yerlerini ferasetle, kerametvari keşfeden bedevî arîfleri gibi, hayvan ve tuyûrun arîfi olarak Süleyman Aleyhisselam’a küngânlık eden ve su buldurup çıkarttıran mübarek, vazifedar bir kuş olmakla kendi sanatının mikyasçığıyla Cenab-ı Hakk’ın semavat ve arzdaki mahfiyatı çıkarmakla mabudiyetini ve mescudiyetini ispat ettiğini, kendi sanatçığıyla bilip ifade ediyor.

    Evet, hüdhüd pek güzel görmüş. Çünkü toprak altındaki hadd ü hesaba gelmeyen tohumlar ve çekirdekler, madenlerin mukteza-yı fıtrîsi, aşağıdan yukarıya çıkmak değildir. Çünkü ecsam-ı sakîle ihtiyarsız, ruhsuz olduğu için kendi yukarıya çıkamaz, yukarıdan kendi kendine aşağı düşebilir. Aşağıdan, hususan toprak sıkleti altında gizlenen bir cism-i câmid, omuzundaki ağır yükü silkip çıkmak, kat’iyyen kendi kendine olamaz. Demek, bir kudret-i hârika ile çıkarılıyor.

    İşte, hüdhüd, berahin-i mabudiyet ve mescudiyetin en gizlisini ve en mühimmini kendi arîfliğiyle bilmiş, bulmuş. Kur’an-ı Hakîm onun hakkındaki ifadesine bir i’caz vermiştir.

    بِسْمِ اللّٰهِ الرَّحْمٰنِ الرَّح۪يمِ

    قُل۟ لَو۟ كَانَ ال۟بَح۟رُ مِدَادًا لِكَلِمَاتِ رَبّٖى لَنَفِدَ ال۟بَح۟رُ قَب۟لَ اَن۟ تَن۟فَدَ كَلِمَاتُ رَبّٖى وَلَو۟ جِئ۟نَا بِمِث۟لِهٖ مَدَدًا

    Şu âyet-i azîme çok büyük ve çok âlî ve çok geniş bir denizdir. Onun cevherlerini beyan etmek için koca bir cilt kitap yazmak lazım gelir. Onun o kıymettar cevahirini başka zamana ta’likan, şimdilik yalnız birkaç gün evvel tahattur-u hakaik noktasında, benim için ehemmiyetli bir zaman olan namaz tesbihatında, uzaktan uzağa fikrin nazarına ilişen bir nüktenin şuaı göründü. O zamanda kaydedemedik, gittikçe tebâud ediyordu. Bütün bütün kaybolmadan evvel o nüktenin bir cilvesini avlamak için etrafında dairevari birkaç kelime söyleyeceğiz.

    BİRİNCİ KELİME: Kelâm-ı Ezelî; ilim, kudret gibi bir sıfat-ı İlahiye olduğu cihetle gayr-ı mütenahîdir. Nihayetsiz olan bir şeye denizler mürekkep olsa, elbette bitiremezler.

    İKİNCİ KELİME: Bir zatın vücudunu ihsas eden en zâhir, en kuvvetli eser, tekellümüdür. Bir zatın kelâmını işitmek, bin delil kadar vücudunu, belki şuhud derecesinde ispat ettiği nokta-i nazarda, bu âyet-i kerîme mana-yı işarîsiyle diyor ki: “Rabb-i Zülcelal’in vücudunu gösteren kelâm-ı İlahî’nin adedini, denizler mürekkep olsa, ağaçlar kalem olsa, yazsalar bitiremezler. Yani, bir zatın böyle bir kelâmı, vücuduna şuhud derecesinde delalet ettiğine bedel; Zat-ı Ehad-i Samed’e, kelâmın mütekellime delaleti ve ihsası gibi hadd ü hesaba gelmeyen hadsizdir ki umum denizlerin suyu mürekkep olsa, yazmasına kifayet etmez.” demektir.

    ÜÇÜNCÜ KELİME: Kur’an-ı Mu’cizü’l-Beyan, hakaik-ı imaniyeyi umum tabakat-ı beşere ders verdiği için tesbit ve tahkik ve ikna etmek hikmetiyle bir hakikati zâhiren tekrar ettiği için ehl-i ilim ve ehl-i kitap bulunan o zaman ulema-i Yehud, Peygamber-i Zîşan aleyhissalatü vesselamın ümmiliğine ve kıllet-i ilmine gayet haksız bir taarruz ettiklerine manen bir cevaptır. Şöyle ki:

    Âyet-i kerîme der: “Tahkik ve ikna gibi pek çok hikmetler için ayrı ayrı faydalar nokta-i nazarında çok müteaddit neticeleri bulunan bir hakikati, umumun, bilhassa avamın kalbinde yerleştirmek için erkân-ı imaniye gibi her bir meselesi bin mesail kıymetinde ve binler hakaikı tazammun eden meseleleri ayrı ayrı, mu’cizane tarzlarda tekrarını, hasr-ı kelâmî ve kusur-u zihnî ve sermayenin noksaniyetinden değildir. Belki hadsiz, nihayetsiz hazine-i ezeliye-i kelâm-ı İlahîden alınan ve âlem-i gayb hesabına âlem-i şehadete müteveccih olup cin, ins, ruh, melekle konuşan ve her ferdin kulağında tanin-endaz olan Kur’an’ın menbaı bulunan kelâm-ı ezelînin kelimatını saymak için denizler mürekkep olsa, zîşuurlar kâtip, nebatatlar kalem, belki zerratlar kalem ucu olsalar yine bitiremezler. Çünkü bunlar mütenahî, o ise nihayetsizdir.”

    DÖRDÜNCÜ KELİME: Malumdur ki umulmadık bir şeyden kelâmın sudûru, kelâmı ehemmiyetleştirir; kendini dinlettiriyor. Hususan cevv-i sema ve bulutlar gibi büyük cirmlerde tekellümvari sadâlar dahi ehemmiyetle herkese kendini dinlettiriyor. Hususan dağ cesametinde bir fonoğrafın nağamatı daha fazla kulağın nazar-ı dikkatini celb eder. Hususan semavat tabakalarını plaklar ittihaz edip küre-i arzın kafasına işittirmek için sudûr eden sadâ-yı semavî-i Kur’anîyi, radyo kuvvetiyle, zerrat-ı havaiye hurufata âhize ve nâkile oldukları gibi, elbette bu kudsî hurufat-ı Kur’aniyeye birer âyine, birer lisan, birer ibre ucu, birer kulak hükmüne geçtiğine remzen, Kur’an-ı Hakîm’in hurufatının ne derece ehemmiyetli, kıymetli, hâsiyetli, hayattar olduğuna işareten, âyet mana-yı işarîsiyle diyor ki: “Kelâmullah olan Kur’an, o kadar hayattar ve kıymettardır ki onu dinleyen, işiten kulakların adedini ve o kulaklara giren o kudsî kelimelerin sayısını, bütün denizler, mürekkep ve melâikeler kâtip ve zerreler, noktalar ve nebatlar ve kıllar, kalemler olsa bitiremezler.”

    Evet, bitiremezler. Çünkü Cenab-ı Hak beşerin zayıf, ruhsuz kelâmının adedini havada milyonlar kadar teksir etse, elbette arz ve semavatın Padişah-ı Bîmisalinin arz ve semavata bakan ve arz ve semavatta umum zîşuurlara hitab eden kelâmının her bir kelimesi zerrat-ı havaiye adedince kelimeler olur.

    BEŞİNCİ KELİME: İki harftir.

    Birinci Harf: Nasıl ki sıfat-ı kelâmın kelimeleri var. Öyle de kudretin de mücessem kelimeleri var; ilmin de hikmetli kaderî kelimeleri var ki bütün mevcudattır. Hususan zîhayatlar, hususan küçük mahluklar, her biri birer kelime-i Rabbaniyedir ki Mütekellim-i Ezelîye, kelâmdan daha kuvvetli bir surette işaret eder. Ve onların adedini, denizler mürekkep olsa bitiremezler, demek olduğu manasına dahi şu âyet remzen bakıyor.

    İkinci Harf: Bütün melâikelere ve insanlara, hatta hayvanlara gelen umum ilhamlar, bir nevi kelâm-ı İlahî’dir. Bu kelâmın kelimatı elbette gayr-ı mütenahîdir. Saltanat-ı mutlakanın nihayetsiz cünudunun mütemadiyen aldıkları ilham, evâmir-i İlahiyenin kelimatı ne derece çok ve nihayetsiz olduğunu âyet bize haber veriyor demektir.

    اَل۟عِل۟مُ عِن۟دَ اللّٰهِ ۝ لَا يَع۟لَمُ ال۟غَي۟بَ اِلَّا اللّٰهُ

    BİR DÜSTUR

    Risale-i Nur talebeleri, Risale-i Nur’un dairesi haricinde nur aramamalı ve aramaz. Eğer ararsa, Risale-i Nur’un penceresinden ışık veren manevî güneşe bedel bir lambayı bulur, belki güneşi kaybeder.

    Hem Risale-i Nur’un dairesindeki hâlis, pek kuvvetli ve her ferdine çok ruhları kazandıran ve sahabenin sırr-ı veraset-i nübüvvetle meşreb-i uhuvvetkâranesini gösteren “meşreb-i hıllet ve meslek-i uhuvvet” ise hariç dairelerde o pedere ve o mürşide üç cihetle zarar vermek suretiyle bir pederi aramaya ihtiyaç bırakmaz; bir tek peder yerine, pek çok ağabeyi buldurur. Elbette büyük kardeşlerin müteaddit şefkatleri, bir pederin şefkatini hiçe indirir.

    Daireye girmeden evvel bulduğu şeyhi, her fert o şeyhini, mürşidini, dairede dahi muhafaza edebilir. Fakat şeyhi olmayan, daireye girdikten sonra ancak daire içinde mürşid arayabilir.

    Hem Risale-i Nur’un velayet-i kübra olan sırr-ı veraset-i nübüvvet feyzini veren ders-i hakaik dairesindeki ilm-i hakikat dahi daire haricindeki tarikatlere ihtiyaç bırakmaz. Meğer tarikati yanlış anlayıp güzel rüyalar, hayaller, nurlara ve zevklere müptela ve âhiret faziletinden ayrı olan dünyevî ve hevesî zevkleri arzulayan ve merciiyet makamını isteyen nefis-perestler ola...

    Bu dünya darü’l-hizmettir; külfet ve meşakkatle ücret ölçülür, darü’l-mükâfat değil. Onun içindir ki ehl-i hakikat keşif ve kerametteki ezvak ve envara ehemmiyet vermiyorlar. Belki bazen kaçıyorlar, setrini istiyorlar.

    Hem Risale-i Nur’un dairesi çok geniştir, şakirdleri pek çoktur. Harice kaçanları aramaz, ehemmiyet vermez, belki daha içine almaz. Her insanda bir kalb var. Bir kalb ise hem dairede hem hariçte olamaz.

    Hem hariçteki irşada hevesli zatlar, Risale-i Nur’un şakirtleriyle meşgul olmamalı. Çünkü üç cihetle zarar görmeleri muhtemeldir. Takva dairesindeki talebeler irşada muhtaç olmadıkları gibi, hariçte kesretli namazsızlar var. Onları bırakıp bunlarla meşgul olmak irşad değildir. Eğer bu şakirtleri severse, evvela daire içine girsin, o şakirtlere peder değil belki kardeş olsun, fazileti ziyade ise ağabeyleri olsun.

    Hem bu hâdisede göründü ki Risale-i Nur’a intisabın çok ehemmiyeti var ve çok pahalı düştü. Ve buna bu fiyatı veren ve o yolda bütün âlem-i İslam namına dinsizliğe karşı mücahede vaziyetini alan aklı başında bir adam, o elmas gibi mesleğini terk edip başka mesleklere giremez.

    Said Nursî

    Kardeşlerim,

    Risale-i Nur’u müdafaa ve muhafazasında herkes, hatta ben de çekilsem, beş kardeşimizin çekilmemeleri gerektir. Bu arkadaşlarımız: Hüseyin Usta, Halil İbrahim, Re’fet Bey, Hüsrev ve Hakkı Efendilerdir. Üç evvelkilerin ihtiyarsız ihtiyatsızlığı; diğer ikisinin zâhirî düşmanlarının şahsî garazları yüzünden Risale-i Nur’a karşı çok fazla zarar yapılmak istenilmesine göre, Risale-i Nur ehemmiyetli bir surette iştihar ve intişar etmesi gibi bir nimet-i uzmayı netice vermeseydi, bu kadar mağdur ve masum Risale-i Nur şakirdlerinin teellümatına sebebiyet verdiklerinden dolayı bu kardeşlerimizin ruhları pek çok sıkılacaktı.

    İşte herkesten ziyade bu beş kardeşimizin ihtiyat edip yekvücud bulunmaları lazımdır.

    Said Nursî

    Kardeşlerim,

    Kalbime ihtar edildi ki: Nasıl ki Mesnevî-i Şerif, şems-i Kur’an’dan tezahür eden yedi hakikatından bir hakikatın ayinesi olmuş, kudsî bir şeref almış; Mevlevîlerden başka daha çok ehl-i kalbin lâyemut bir mürşidi olmuş. Öyle de Risale-i Nur, şems-i Kur’aniyenin ziyasındaki elvan-ı seb’ayı ve o güneşteki renk renk, çeşit çeşit yedi nuru, birden ayinesinde temessül ettirdiğinden –inşâallah– yedi cihetle şerif ve kudsî ve yedi Mesnevî kadar ehl-i hakikata bâki bir rehber ve bir mürşid olacak.

    Said Nursî

    Kardeşlerim,

    Hafîz-i Zülcelal’in hıfz ve himayetine bakınız ki: Mes’elemiz münasebetiyle Risale-i Nur’un risaleleri adedine muvafık olarak yüz yirmi küsur adamın mahrem evrakları ile istintakta oldukları halde ve ecnebilerin entrikalarıyla ve muhalif komitecilerin dolaplariyle mevcud ve müteaddid cemiyetlerin hiçbiriyle Risale-i Nur’un hiçbir şakirdinin münasebettarlığını gösterecek hiçbir madde bulunmaması, gayet zâhir ve parlak bir himaye-i Rabbaniye ve bir muhafaza-i İlahiye ve İmam-ı Ali (ra) ve Gavs-ı A’zam’ın (ks) Risale-i Nur’a ait keramet-i gaybiyelerini cidden teyid eden bir inayet-i Rahmaniyedir.

    Kırk ikilik bir top güllesini, kırk iki masum ve mazlum kardeşlerimizin dergâh-ı İlahiyeye açılan elleriyle durdurup, geri çevirip atanların başlarında manen patlattırdı. Bizlere zararı, yalnız ehemmiyetsiz ve sevaplı, hafif birkaç yara bereden başka olmadı. Böyle bir seneden beri doldurulan bir toptan, böyle pek az zarar ile kurtulmak hârikadır. Böyle pek büyük bir nimete karşı, şükür ve sürur ve sevinç ile mukabele etmek gerektir.

    Bundan sonraki hayatımız bize ait olamaz çünkü müfsidlerin planlarına göre, yüzde yüz mahv idik. Demek, bundan sonraki bu hayatı kendimize değil, belki hak ve hakikata vakfetmeliyiz. Şekva değil, belki daima şükrettirecek her şeyde rahmetin izini, yüzünü, özünü görmeye çalışmalıyız.

    Said Nursî

    Kardeşlerim,

    Maatteessüf başımıza gelen bir şefkat tokadını, iki üç gündür, kat’î bir kanaatla anladım. Hatta, ehl-i isyan hakkında gelen bir âyetin çok işaratından bir işareti bize bakıyor gibi fehmettim. O da şudur:

    فَلَمَّا نَسُوا مَا ذُكِّرُوا...  ... اَخَذ۟نَاهُم۟ yani: “Onlara ihtar ettiğimiz ders ve nasihatı unuttukları ve amel etmedikleri vakit, onları tutup musibet altına aldık.”

    Evet, en âhirde sırr-ı ihlasa dair bir risale bi-ze yazdırıldı. Elhak, gayet âlî ve nuranî bir düstur-u uhuvvet idi. Ve on binler kuvvetle ancak mukabele edilir hâdiselere ve musibetlere karşı, o sırr-ı ihlas ile on adamla mukavemet ettirilebilir bir düstur-u kudsî idi. Fakat maatteessüf başta ben, biz o ihtar-ı manevî ile amel edemedik. Bu âyetin mana-yı işarîsiyle   اَخَذ۟نَاهُم۟   cifir tarihiyle bin üç yüz elli iki eder. Aynı tarihiyle tutturulduk. Bir kısmımız şefkat tokadına giriftar olduk. Bir kısmımız hakkında tokat değil, belki tokada maruz olan kardeşlerimize medar-ı teselli ve kendilerine medar-ı sevab ve istifade olmak için bu musibetin içine alındı.

    Evet, ihtilattan men olunduğum için üç aydan beri yeniden üç gündür ben, kardeşlerimin dâhilî ahvaline de muttali oldum. Hiç hatır ve hayalime gelmez, en hâlis zannettiğim kardeşlerimde sırr-ı ihlasa münafi hareket vukua gelmişti. Ondan anladım ki:  

    فَلَمَّا نَسُوا مَا ذُكِّرُوا...  ... اَخَذ۟نَاهُم۟ âyetinin uzaktan uzağa bir mana-yı işarîsi bize de bakıyor.

    Ehl-i dalalet için nâzil olan bu âyet onlara azaptır. Fakat bizim için terbiye-i nüfus ve keffaretü’z-zünub ve tezyid-i derecat için şefkat tokadıdır.

    Biz, elimizdeki kıymettar nimet-i İlahiyeyi tam takdir etmediğimizden tokat yediğimize bir delil şudur ki: En kudsî bir mücahede-i maneviyeyi tazammun eden ve sırr-ı veraset-i nübüvvetle velayet-i kübranın feyzine mazhar ve sahabenin sırr-ı meşrebine medar olan Risale-i Nur ile hizmet-i kudsiye-i Kur’aniyemize kanaat etmeyip menfaatı şimdilik bize pek az ve bu vaziyetimize mühim zararı muhtemel tarikat hevesinin birkaç defa şiddetle ihtarımla önü alınmasıdır. Yoksa hem vahdetimizi bozacaktı hem dört elifin tesanüdüyle bin yüz on birden dört kıymetine tenzil eden teşettüt-ü efkâr ve bu gayet ağır hâdiseye karşı kuvvetimizi hiçe indiren tenafür-ü kulûba uğrayacaktı.

    Gülistan sahibi Şeyh Sa’di-i Şirazî naklediyor, der: “Ben bir ehl-i kalbi tekyede, seyr-i sülûk ile meşgul iken görmüştüm. Birkaç gün sonra onu talebeler içinde, medresede gördüm. Ne için o feyizli tekkeyi terk edip bu medreseye geldin, dedim. O dedi ki: Orada yalnız herkes kendi nefsini –eğer muvaffak olursa– kurtarabilir. Burada ise bu âlî-himmet şahıslar kendileriyle beraber çoklarını kurtarmaya çalışıyorlar. Uluvv-ü cenab, uluvv-ü himmet bunlardadır. Fazilet ve himmet bunlardadır. Onun için buraya geldim.” Şeyh Sa’dî bu vakıayı, kısaca hülâsasını Gülistan’ında yazmıştır.

    Acaba talebelerin   نَصَرَ ، نَصَرَا ، نَصَرُوا ، نَصَرَت۟   gibi sarf ve nahvin küçücük meseleleri tekkelerdeki virdlere râcih gelirse, Risale-i Nur’un:

    اٰمَن۟تُ بِاللّٰهِ وَ مَلٰئِكَتِهٖ وَ كُتُبِهٖ وَ رُسُلِهٖ وَبِال۟يَو۟مِ ا۟لاٰخِرِ deki hakaik-ı kudsiye-i imaniyeyi en kat’î ve vâzıh bir surette ders verip, en muannid zındıkları ve en mütemerrid feylesofları susturup ders verirken, onu bırakıp yahut sekteye uğratıp veyahut kanaat etmeyip, tarikat hevesiyle Risale-i Nur’dan izin almayarak, kapanmış hangâhlara girmek, ne derece yanlış olduğunu ve biz bu şefkat tokadına ne derece istihkak kesbettiğimizi gösteriyor.

    Said Nursî

    Eskişehir Hapsinde Yazılmış Bir Parça

    Kardeşlerim,

    Müteaddid defa Risale-i Nur’un şakirtlerini layık oldukları tarzda müdafaa etmişim. İnşâallah mahkemede bağırarak derim. Hem Risale-i Nur’u, hem şakirdlerinin kıymetlerini dünyaya işittireceğim.

    Yalnız size bunu ihtar ederim ki: “Bu müdafaamdaki kıymeti muhafaza etmenin şartı, bu hâdisedeki ağız yanmasıyla Risale-i Nur’dan küsmemek ve üstadından darılmamak ve kardeşlerinden –sıkıntıdan gelen bahanelerle– nefret etmemek ve birbirine kusur bulmamak ve isnad etmemektir.”

    Yalnız tahattur edersiniz ki Risale-i Kader’de ispat etmişiz ki: “Başa gelen zulümlerde iki cihet var ve iki hüküm vardır: Biri insanın, biri kader-i İlahî’nin. Aynı hâdisede insan zulmeder fakat kader âdildir, adalet eder. Bu meselemizde, insanın zulmünden ziyade, kaderin adlini ve hikmet-i İlahiyenin sırrını düşünmeliyiz.”

    Evet, kader, Risale-i Nur talebelerini bu meclise çağırdı. Ve mücahede-i maneviye inkişaf etmesinin hikmeti; onları, bu hakikaten çok sıkıntılı olan medrese-i Yusufiyeye sevk etti. İnsan zulmü ve bahanesi bir vesile oldu. Onun için sakınınız; birbirinize; “Böyle yapmasaydın ben tevkif olmazdım.” demeyiniz.

    Said Nursî

    بِسْمِ اللّٰهِ الرَّحْمٰنِ الرَّح۪يمِ

    اِنمَّآَ اَم۟رُهُٓ اِذَآ اَرَادَ شَي۟ئًا اَن۟ يَقُولَ لَهُ كُن۟ فَيَكُونُ

    Âyet-i kerîmenin işaretiyle, emir ile icad oluyor. Ve kudret hazineleri “kâf-nun”dadır. Bu sırr-ı dakikin vücuh-u kesîresinden birkaç vechi Risalelerde zikredilmiştir. Burada, huruf-u Kur’an’ın, hususan surelerin başlarındaki mukattaat-ı hurufun hâsiyetlerine ve fezaillerine ve tesirat-ı maddiyelerine dair vürûd eden hadisleri, şu asrın nazar-ı maddîsine takrib etmek için maddî bir misal üzerinde o sırrın tefhîmine çalışacağız. Şöyle ki:

    Zat-ı Zülcelal olan Sahib-i Arş-ı Azam’ın manevî bir merkez-i âlem ve kalb ve kıble-i kâinat hükmünde olan küre-i arzdaki mahlukatın tedbirine medar dört arş-ı İlahîsi var:

    Birisi, hıfz ve hayat arşıdır ki topraktır. İsm-i Hafîz’in ve Muhyî’nin mazharıdır.

    İkincisi, fazl ve rahmet arşıdır ki su unsurudur.

    Üçüncüsü, ilim ve hikmet arşıdır ki unsur-u nurdur.

    Dördüncüsü, emir ve iradenin arşıdır ki unsur-u havadır.

    Basit topraktan, hadsiz hâcat-ı hayvaniye ve insaniyeye medar olan maadin ve hadsiz muhtelif nebatatın basit bir unsurdan, kemal-i intizamla, vahdetten hadsiz kesret, basitten nihayetsiz muhtelif enva, sade bir sayfada had­siz muntazam nukuş gözümüzle gördüğümüz gibi; suyun, hususan hayvanatın nutfelerinin su gibi basit bir madde iken hadsiz mu’cizat-ı sanatının muhtelif zîhayatlarda o su ile tezahürü gösteriyor ki: Bu iki arş misillü, nur ve hava dahi besatetleriyle beraber, Nakkaş-ı Ezelî’nin ve Alîm-i Zülcelal’in kalem-i ilim ve emir ve iradesine, evvelki iki arş gibi, acaib-i mu’cizatının mazharlarıdırlar.

    Nur unsurunu şimdilik bırakıp meselemiz münasebetiyle, küre-i arza göre emir ve irade arşı olan unsur-u hava içinde emir ve iradenin acaibini ve garaibini örten perdenin bir derece keşfine çalışacağız. Şöyle ki:

    Biz nasıl ağzımızdaki hava ile hurufat ve kelimatı ekiyoruz, birden sünbülleniyorlar. Yani, havada, âdeta zamansız bir anda, bir kelime bir habbe olup haric-i havada sünbüllenir; küçük büyük hadsiz aynı kelimeyi cami’ bir havayı sünbül veriyor. Unsur-u havaiyeye bakıyoruz ki: O derece emr-i kün feyekûn’e mutî ve musahhar ve emirberdir ki güya her bir zerresi bir nefer gibi, muntazam bir ordunun her dakika emrini bekler; zamansız, en uzak zerreden, emr-i kün’den cilveger olan bir iradenin imtisalini, itaatini gösterir.

    Mesela, âhize ve nâkile radyo makineleri vasıtasıyla, havanın hangi yerinde olursa olsun, bir nutk-u beşerî bütün küre-i arzın her tarafında –radyo âhizeleri bulunmak şartıyla– zamansız, aynı nutuk, aynı anda, her yerde işittirilmesi, emr-i kün feyekûn’un cilvesine ne derece kemal-i imtisal ile her bir zerre-i havaiyede itaat ettiğini gösterdiği gibi; havada sebatsız vücudları bulunan hurufatın kudsiyet keyfiyetiyle, bu sırr-ı imtisale göre, çok tesirat-ı hariciyeye ve hâsiyat-ı maddiyeye mazhar olabilirler. Âdeta, maneviyatı maddiyata inkılab ve gaybı şehadete tahavvül ettirir bir hâsiyet onlarda görünüyor.

    İşte bunun gibi, hadsiz emarelerle gösteriyor ki mevcudat-ı havaiye olan hurufun, hususan huruf-u kudsiyenin ve Kur’aniyenin, hususan evâil-i suredeki şifre-i İlahiyenin hurufatı, muntazam ve nihayetsiz hassas ve zamansız emirleri dinler ve yapar gibi göründüğünden, elbette zerrat-ı havaiye de kudsiyet noktasında emr-i kün feyekûn’un cilvesine ve irade-i Ezeliyenin tecellisine mazhar hurufatın maddî hassalarını ve hârika ve mervî faziletlerini teslim ettirir.

    İşte bu sırra binaendir ki Kur’an-ı Mu’cizü’l-Beyan’da bazen kudret eserini, sıfat-ı irade ve sıfat-ı kelâmdan gelir gibi tabiratı, gayet derecede sürat-i icad ve gayet derecede inkıyad-ı eşya ve musahhariyet-i mevcudattan başka, ayn-ı emir, kudret gibi hükmediyor demektir. Yani, emr-i tekvinîden gelen hurufat, maddî kuvvet hükmünde vücud-u eşyada hükmeder. Ve emr-i tekvinî, âdeta ayn-ı kudret, ayn-ı irade olarak tezahür eder.

    Evet, emir ve iradenin bu gayet hafî ve vücud-u maddîleri gayet gizli ve havayı âdeta nim-manevî, nim-maddî nev’indeki mevcudatta, emr-i tekvinî, ayn-ı kudret gibi âsârı görünüyor; belki ayn-ı kudret olur. Âdeta maneviyat ile maddiyatın mabeyninde berzahî olan mevcudata nazar-ı dikkati celb etmek için Kur’an-ı Mu’cizü’l-Beyan’ın اِنمَّآَ اَم۟رُهُٓ اِذَآ اَرَادَ شَي۟ئًا اَن۟ يَقُولَ لَهُ كُن۟ فَيَكُونُ ferman ediyor.

    İşte, evâil-i suredeki   الٓمٓ، طٰسٓ، حٰمٓ   gibi huruf-u kudsiye-i şifre-i İlahiye hava zerratı içinde, zamansız münasebat-ı dakika-i hafiye tellerini ihtizaza getirecek birer düğüm ve birer düğme harfi olduklarını ve ferşten arşa manevî telsiz telefon muhaberat-ı kudsiyeyi îfa etmeleri, o şifre-i kudsiye-i İlahiyenin şe’nindendir ve vazifesidir ve gayet makuldür.

    Evet, havanın her bir zerresi ve bütün zerratı, telsiz, telefon, telgraflar gibi aktar-ı âlemde münteşir zerreler imtisal ettiklerini ve elektrik ve seyyalat-ı latîfeye âhize ve nâkilelik vazifesi gibi sair vezaif-i havaiyeden başka bir vazifesini bir hads-i kat’î ile, belki müşahede ile ben kendim badem çiçeklerinde gördüm. Ağaçların rûy-i zeminde muntazam bir ordu hükmünde, hava-yı nesîmînin dokunmasıyla, bir anda aynı emri o âhizeler hükmündeki zerrelerden aldığı vaziyet-i meşhudesi bana iki kere iki dört eder derecesinde kat’î bir kanaat vermiş.

    Demek, havanın rûy-i zeminde çevik ve çalak bir hizmetkâr olması ve rûy-i zemindeki Rahman-ı Rahîm’in misafirlerine hizmet ettiği gibi; o Rahman’ın emirlerini tebliğ etmek için bütün zerratı telsiz telefonun âhizeleri gibi emirber nefer hükmünde evamir-i kudsiyeyi nebatata ve hayvanata tebliğ eder. Nefeslere yelpaze, nüfusa nefes, yani, âb-ı hayat olan kanı tasfiye ve nâr-ı hayatî olan hararet-i gariziyeyi iş’al vazifesini yaptıktan sonra, çıkıp, ağızda hurufatın teşekkülüne medar olduğu gibi; pek çok muntazam vazifeleri emr-i kün feyekûn ile icra eder.

    İşte, havanın bu hâsiyetine binaendir ki: Mevcudat-ı havaiye olan hurufat, kudsiyet kesbettikçe, yani, âhizelik vaziyetini aldıkça, yani, Kur’an hurufatı olduğundan âhizelik vaziyetini aldığı ve düğmeler hükmüne geçtiği ve surelerin başlarındaki hurufat ise daha ziyade o münasebat-ı hafiyenin uçlarının merkezî ukdeleri, düğümleri ve hassas düğmeleri hükmünde olduğundan, vücud-u havaîleri bu hâsiyete mâlik olduğu gibi, vücud-u zihniyeleri dahi hatta vücud-u nakşiyeleri de bu hâsiyetten hassaları ve hisseleri var.

    Demek, o harflerin okunmasıyla ve yazılmasıyla maddî ilaç gibi şifa ve başka maksatlar hasıl olabilir.

    Said Nursî

    بِسْمِ اللّٰهِ الرَّحْمٰنِ الرَّح۪يمِ

    وَاَن۟زَلَ لَكُم۟ مِنَ ال۟اَن۟عَامِ ثَمَانِيَةَ اَز۟وَاجٍ يَخ۟لُقُكُم۟ فٖى بُطُونِ اُمَّهَاتِكُم خَل۟قًا مِن۟ بَع۟دِ خَل۟قٍ فٖى ظُلُمَاتٍ ثَلَاثٍ

    âyeti, وَاَن۟زَل۟نَا ال۟حَدٖيدَ âyetinde beyan ettiğimiz nüktenin aynını tazammun edip hem onu teyid ediyor hem onunla teeyyüd ediyor.

    Evet, Kur’an-ı Mu’cizü’l-Beyan Sure-i Zümer’de وَخَلَقَ لَكُم۟ مِنَ ال۟اَن۟عَامِ ثَمَانِيَةَ اَز۟وَاجٍ demeyip, وَاَن۟زَلَ لَكُم۟ مِنَ ال۟اَن۟عَامِ ثَمَانِيَةَ اَز۟وَاجٍ demesiyle ifade ediyor ki: “Sekiz nevi hayvanat-ı mübarekeyi size hazine-i rahmetinden, güya cennetten nimet olarak indirilmiş, gönderilmiş.” Çünkü o mübarek hayvanlar, bütün cihetleriyle, bütün beşere nimet olduğundan, saçından bedevîlere seyyar haneler, elbiseler, etinden güzel yemekler, sütünden güzel, leziz taamlar ve derilerinden pabuçlar vesaire, hatta gübreleri mezruatın erzakı ve insanların mahrukatı hükmünde olup güya o mübarek hayvanlar, tecessüm etmiş ayn-ı nimet ve rahmettirler.

    Onun içindir ki yağmura “rahmet” namı verildiği gibi, bu mübarek hayvanlara da “en’am” namı verilmiş. Güya rahmet tecessüm etmiş, yağmur olmuş; nimet de tecessüm etmiş; keçi, koyun, öküz ile manda ve deve şekillerini almış. Çendan cismanî maddeleri yerde halk olunuyor fakat nimetiyet sıfatı ve rahmetiyet manası, maddesine tamamiyle galebe ettiğinden  اَن۟زَل۟نَا   tabiriyle, doğrudan doğruya bu mübarek hayvanları hazine-i rahmetin birer hediyesi olarak Hâlık-ı Rahîm, yüksek mertebe-i rahmetinden ve manevî, âli cennetinden yeryüzüne indirmiş.

    Evet, nasıl ki bazen beş paralık bir maddede beş liralık bir sanat dercedilir. O zaman o şeyin maddesi nazara alınmıyor, sanat noktasında kıymet veriliyor; sineğin küçücük maddesi ve içindeki pek büyük sanat-ı Rabbaniye gibi. Bazen beş liralık bir maddede beş kuruşluk bir sanat bulunur; o vakit hüküm maddenindir.

    Aynen onun gibi, bazen cismanî bir maddede o kadar nimet ve rahmet manası bulunur ki yüz defa maddesinden ziyade ehemmiyetli oluyor. Âdeta cismanî maddesi gizlenir; hüküm, nimetiyet cihetine bakar.

    İşte, demirin pek azîm menafii ve çok semereleri, onun maddî maddesini gizlediği gibi, mezkûr bu mübarek hayvanların dahi her cüz’ünde nimet bulunması, onların cismanî maddelerini güya nimete kalb ettirmiş. Onun içindir ki cismanî maddelerin hükmü nazara alınmadan, manevî sıfatları nazara alınmış;   وَاَن۟زَل۟نَا، وَاَن۟زَلَ   tabir edilmiştir.

    Evet,   وَاَن۟زَل۟نَا، وَاَن۟زَلَ   hakikat itibarıyla sâbık nükteyi ifade ettikleri gibi, belâgat noktasında da ehemmiyetli bir manayı mu’cizane ifade ediyorlar. Şöyle ki:

    Demir, gayet sert fıtratıyla ve gizliliği ve derinliğiyle beraber, her yerde hazır bulunmak ve hamur gibi yumuşatmak hâsiyetini ihsan ettiğinden herkes, her yerde, her işte kolayca elde etmesini ifade etmek için اَن۟زَل۟نَا ال۟حَدٖيدَ tabiriyle, güya fıtrî ve semavî nimetler gibi, demir aletlerini yukarı bir tezgâhtan indirip beşerin ellerine verilmiş gibi kolaylıkla elde ediliyor.

    Hem hayvanat cinsinden, sivrisinekten tut  tâ yılan, akrep, kurt, arslana kadar insanlara zararlı vaziyetleriyle beraber, hayvanatın mühimlerinden olan koca manda ve öküz ve deve gibi büyük mahlukat gayet derece musahhar, mutî; hatta zayıf bir çocuğa deve yularını verip itaat etmek manasını ifade için وَاَن۟زَلَ لَكُم۟ مِنَ ال۟اَن۟عَامِ ثَمَانِيَةَ tabiriyle, güya bu mübarek hayvanlar dünya hayvanları değil ki içinde tevahhuş ve zarar bulunsun. Belki manevî bir cennetin hayvanları gibi menfaattar, zararsızdırlar. Yukarıdan, yani, rahmet hazinesinden indirilmiştir, diye ifade ediyor.

    Muhtemeldir ki bazı müfessirlerin bu hayvanlar hakkında “Cennetten indirilmiştir.” dedikleri, bu manadan ileri gelmiştir.([5])

    Kur’an-ı Hakîm’in bir harfi için bir sahife yazılsa, uzun olmuş denilmemeli. Çünkü kelâmullahtır. Onun için   اَن۟زَلَ   tabiri için iki üç sayfa yazılmakla israf edilmiş olmaz. Bazen Kur’an’ın bir harfi, bir hazine-i maneviyenin anahtarı olur.

    TENBİH

    İki küçük hikâye

    Birincisi: Bundan on beş sene evvel Rusya’nın şimalinde esir olduğum zaman doksan esir zabitlerimizle beraber büyük bir fabrika koğuşunda bulunuyorduk. Sıkıntı ve ruh darlığından çok münakaşalar, gürültüler oluyordu. Umumun bana karşı ziyade hürmetleri olduğundan teskin ediyordum. Sonra, sükûneti muhafaza için dört beş zabiti tayin ettim. Ve dedim: “Hangi köşede bir gürültü işittiniz, hemen yetişiniz. Hangi taraf haksız ise ona yardım ediniz.” Hakikaten bu tedbir ile gürültünün önü alındı. Benden soruldu: “Ne için haksıza yardım ediniz, diyorsun?”

    Cevaben, o zaman demiştim ki: “Haksız, insafsızdır. Bir dirhem menfaatını kırk dirhem istirahat-ı umumiye için bırakmaz. Haklı adam ise insaflı olur. Bir dirhem hakkını, sükûnet-i umumiyedeki kırk dirhem arkadaşının menfaatına feda eder, bırakır. Gürültü kalkar, sükûnet iade edilir. Bu koğuştaki doksan zat istirahat eder. Eğer, haklıya muavenet edilse, gürültü daha ziyadeleşecek. Bu nev’ hayat-ı içtimaiyede, menfaat-ı umumiyenin ehemmiyeti nazara alınır.”

    İşte ey kardeşlerim! Bu hayatın, bu içtimaımızda, “Bu kardeşim bana haksızlık etti.” diye “Küstüm.” demeyiniz. Bu pek hatadır. O arkadaşın sana bir dirhem zarar vermiş ise, sen küsmekle kırk dirhem bizlere zarar veriyorsun. Belki kırk lira Risale-i Nur’a zarar vermek muhtemeldir. Fakat lillahi’l-hamd pek haklı ve kuvvetli müdafaatımız, arkadaşların mükerrer isticvaba gitmelerinin önünü aldığından fesadın önü alındı. Yoksa birbirinden küsmüş kardeşler, bir sinek kanadı kadar küçük bir çöpün göze girmesi gibi veyahut bir kıvılcımın baruta düşmesi gibi, az bir garazla büyük bir zarar verebilirdi.

    İkinci hikâye: Bir vakit ihtiyar bir kadının sekiz oğlu varmış. Herbirisine mevcut sekiz ekmekten birer ekmek verdi, kendine kalmadı. Sonra, her birisi ekmeğinin yarısını ona verdi. Onun ekmeği dört oldu, ötekiler yarıya indi.

    Kardeşlerim, ben de kırkınızın her birinin musibet hissesinin manevî eleminin yarısını kendimde hissediyorum. Kendi şahsıma ait elemi, aldırmıyorum. Bir gün fazla muztar bulundum, “Acaba hatamın cezası mıdır çekiyorum?” diye geçmiş haleti tetkik ettim. Gördüm ki bu musibeti kaynatmaya ve tahrik etmeye hiçbir cihette müdahalem olmadığını ve bilakis kaçmak için mümkün tedbirleri istimal ediyordum. Demek, bu bir kaza-yı İlahîdir. Ve bi’l-iltizam bir seneden beri müfsidlerin tarafından aleyhimize ihzar ediliyordu. Kaçınmak kabil değildi. Alâküllihal başımıza geçirecek idiler. Cenab-ı Hakk’a yüz bin şükür ki musibeti yüzden bire indirdi.

    İşte bu hakikata binaen, “Senin yüzünden bu belayı çektik.” diye minnet etmeyiniz. Belki beni helal ediniz. Ve bana dua ediniz. Hem birbirinizi tenkid etmeyiniz. Demeyiniz ki: “Sen böyle yapmasaydın, böyle olmayacaktı.” Mesela, bir kardeşimiz iki üç imza sahibini söylemesiyle, müfsidlerin pek çok zatları belaya atmak için düşündükleri planı küçültüp çoklarını kurtarmış. Değil zarar, belki büyük menfaat olmuş. Çok masumların bu beladan kurtulmasına bir vesile oldu.

    Said Nursî

    Kardeşlerimden rica ederim ki:

    Sıkıntı veya ruh darlığından veya titizlikten veya nefis ve şeytanın desiselerine kapılmaktan veya şuursuzluktan arkadaşlardan sudûr eden fena ve çirkin sözleriyle birbirine küsmesinler ve “Haysiyetime dokundu.” demesinler. Ben o fena sözleri kendime alıyorum. Damarınıza dokunmasın, bin haysiyetim olsa kardeşlerimin mabeynindeki muhabbete ve samimiyete feda ederim.

    Said Nursî


    Bu parça mahkeme müdafaatının bir parçasıdır, her nasılsa buraya girmiş, çıkarılmamış, kalmış.

    Mahkemenin reis ve azalarından ehemmiyetli bir hakkımı talep ederim. Şöyle ki:

    Bu meselede yalnız şahsım medar-ı bahis değil ki siz beni tebrie etmekle ve hakikat-i hâle muttali olmanızla mesele halledilmiş olsun. Çünkü ehl-i ilim ve ehl-i takvanın şahs-ı manevîsi, bu meselede, nazar-ı millette ittiham altına girdiği ve hükûmete dahi ehl-i takva ve ilme karşı bir emniyetsizlik geldiği ve ehl-i takva ve ilim, tehlikeli ve zararlı teşebbüslerden nasıl sakınacağını bilmesi lazım olduğu için benim müdafaatımın kendim kaleme aldığım bu son kısmı, herhâlde yeni hurufla, matbaa vasıtasıyla intişarını isterim. Tâ ki ehl-i takva ve ehl-i ilim, entrikalara kapılmayıp zararlı ve tehlikeli teşebbüslere yanaşmasınlar ve şahs-ı manevîsi nazar-ı millette ithamdan kurtulsun. Ve hükûmet dahi ehl-i ilim hakkında emniyet etsin ve bu anlaşmamazlık ortadan kalksın. Ve hükûmete ve millete ve vatana pek çok zararlı düşen bu gibi hâdiseler ve anlaşmamazlıklar daha tekerrür etmesin.

    Said Nursî

    Bu parça çok kıymetlidir

    (Tâ İkinci Nükte’ye kadar herkese faydası var.)

    Eskişehir Hapishanesinde, sû-i ahlaktan değil, belki sıkıntıdan gelen nâ-hoş bazı hâller münasebetiyle, ahlaka dair bir nükte ile meşhur bir âyetin mestûr kalmış bir nüktesine dairdir.

    BİRİNCİ NÜKTE

    Cenab-ı Hak kemal-i kereminden ve merhametinden ve adaletinden, iyilik içinde muaccel bir mükâfat ve fenalıklar içinde muaccel bir mücazat dercetmiştir. Hasenatın içinde âhiretin sevabını andıracak manevî lezzetler, seyyiatın içinde âhiretin azabını ihsas edecek manevî cezalar dercetmiş.

    Mesela, mü’minler mabeyninde muhabbet, ehl-i iman için güzel bir hasenedir. O hasene içinde âhiretin maddî sevabını andıracak manevî bir lezzet, bir zevk, bir inşirah-ı kalb dercedilmiştir. Herkes kalbine müracaat etse bu zevki hisseder.

    Mesela, mü’minler mabeyninde husumet ve adavet bir seyyiedir. O seyyie içinde, kalb ve ruhu sıkıntılarla boğacak bir azab-ı vicdanîyi, âlicenap ruhlara hissettirir. Ben kendim, belki yüz defadan fazla tecrübe etmişim ki bir mü’min kardeşe adavetim vaktinde, o adavetten öyle bir azap çekiyordum; şüphe bırakmıyordu ki bu seyyieme muaccel bir cezadır, çektiriliyor.

    Mesela, hürmete layık zatlara hürmet ve merhamete layık olanlara merhamet ve hizmet, bir hasenedir, bir iyiliktir. Bu iyilikte sevab-ı uhrevîyi ihsas eder derecede öyle bir zevk, lezzet vardır ki hayatını feda etmek derecesine o hürmeti, o merhameti ileri götürür. Validenin çocuğa merhametindeki şefkat vasıtasıyla kazandığı zevk ve mükâfat için hayatını o merhamet yolunda feda eder dereceye gider. Yavrusunu kurtarmak için arslana saldıran bir tavuk, hayvanat milletinde bu hakikate bir misaldir. Demek, merhamet ve hürmette muaccel bir mükâfat var; âlihimmet ve âlicenap insanlar onları hisseder ki kahramanane bir vaziyet alıyorlar.

    Hem mesela, hırs ve israfta öyle bir ceza var ki şekvalı, meraklı, manevî ve kalbî bir ceza insanı sersem eder.

    Ve haset ve kıskançlıkta öyle bir muaccel ceza var ki o haset, haset edeni yakar. Hem tevekkül ve kanaatte öyle bir mükâfat var ki o lezzetli muaccel sevap, fakr ve hâcatın belasını ve elemini izale eder.

    Hem mesela, gurur ve kibirde öyle ağır bir yük var ki mağrur adam herkesten hürmet ister ve o istemek sebebiyle istiskal gördüğünden daimî azap çeker. Evet, hürmet verilir, istenilmez. Hem mesela, tevazuda ve terk-i enaniyette öyle lezzetli bir mükâfat var ki ağır bir yükten ve kendini soğuk beğendirmekten kurtarır.

    Hem mesela, sû-i zan ve sû-i tevilde, bu dünyada muaccel bir ceza var. “Men dakka dukka.” kaidesiyle, sû-i zan eden, sû-i zanna maruz olur. Mü’min kardeşinin harekâtını sû-i tevil edenlerin harekâtı, yakın bir zamanda sû-i tevile uğrar, cezasını çeker.

    Ve hâkeza, bütün ahlak-ı hasene ve seyyie bu mikyasa göre ölçülmeli. Ben rahmet-i İlahiyeden ümid ederim ki Risale-i Nur’dan bu zamanda tezahür eden manevî i’caz-ı Kur’anîyi zevk eden zatlar, bu manevî ezvakı hissederler; sû-i ahlaka müptela olmayacaklar, inşâallah.

    Hakikatlı Bir Teselli

    Aziz kardeşlerim,

    Sizin için pek çok müteessirdim, elem beni eziyordu. Fakat bana ihtar edildi ki:

    Kader ve kısmetinizde, beraber bu hapishanenin suyunu içmek ve ekmeğini yemek vardı. Bir eser-i rahmet-i İlahiye ve bir cilve-i inayet-i Rabbaniye olarak bu suyu ve bu ekmeği beraber yememizin ve içmemizin en kolayı ve en hafifi ve en hayırlı ve sevablısı ve Risale-i Nur şakirdlerinin en menfaatli bir dershaneleri ve en feyizli bir çilehaneleri ve düşmanlarına karşı ne derece ihtiyatlı davranmak lazım geldiğini talim eden en hassas bir imtihan meydanı ve her birinde ayrı ayrı güzel meziyetleri bulunan bu arkadaşların birbirinin âlî meziyetlerinden ve güzel hasletlerinden ve birbiriyle tesis ve tecdid-i uhuvvetinden de istifade etmek ve ders almak için en nurlu bir dershane, bir tekke suretinde gördüğümden, bu vaziyetten değil şekva, belki bütün ruhumla şükrettim.

    Evet, mesleğimiz şükürdür. Ve her şeyde bir vech-i rahmeti, bir cihet-i nimeti görmektir.

    Umumunuzun elemleriyle müteellim kardeşiniz

    Said Nursî


    بِاس۟مِهٖ   وَاِن۟ مِن۟ شَى۟ءٍ اِلَّا يُسَبِّحُ بِحَم۟دِهِ

    اَلسَّلَامُ عَلَي۟كُم۟ وَ رَح۟مَةُاللّٰهِ وَ بَرَكَاتُهُ

    Aziz, sıddık, meraklı kardeşim Re’fet Bey,

    Mektubunda letaif-i aşereyi sual ediyorsun. Şimdi tarikatı ders vermek zamanında olmadığımdan tarîk-i Nakşî muhakkiklerinin letaif-i aşereye dair eserleri var. Şimdilik vazifemiz ise istihrac-ı esrar olduğundan mevcud mesaili nakil değildir. Gücenme, tafsilat veremiyorum. Yalnız bu kadar derim ki:

    Letaif-i aşere; İmam-ı Rabbanî kalp, ruh, sır, hafî, ahfa, insanda anâsır-ı erbaanın her bir unsurdan o unsura münasip bir latîfe-i insaniye tabir ederek seyr-i sülûkta her mertebede bir latîfenin terakkiyatı ve ahvalinden icmalen bahsetmiştir.

    Ben kendimce görüyorum ki insanın mahiyet-i câmiasında ve istidad-ı hayatiyesinde çok letaif var, onlardan on tanesi iştihar etmiş. Hatta hükema ve ulema-yı zâhirî dahi o letaif-i aşerenin pencereleri veyahut nümuneleri olan havass-ı hamse-i zâhirî, havass-ı hamse-i bâtına diye o letaif-i aşereyi başka bir surette hikmetlerine esas tutmuşlar.

    Hatta avam ve havas beyninde tearruf etmiş olan insanın letaif-i aşeresi, ehl-i tarîkın letaif-i aşeresiyle münasebettardır. Mesela vicdan, âsab, his, akıl, heva, kuvve-i şeheviye, kuvve-i gadabiye gibi letaifi; kalp, ruh ve sırra ilave edilse letaif-i aşereyi başka bir surette gösterir. Daha bu letaiften başka sâika, şâika ve hiss-i kable’l-vuku gibi çok letaif var.Bu meseleye dair hakikat yazılsa çok uzun olur, vaktim de kısa olduğundan kısa kesmeye mecbur oldum.

    Senin ikinci sualin olan, mana-yı ismî ile mana-yı harfînin bahsi ise, ilm-i nahvin umum kitapları başlarında o mesele izah edildiği gibi ilm-i hakikatın Sözler ve Mektuplar namındaki risalelerinde temsilatla kâfi beyanat vardır. Senin gibi zeki ve müdakkik bir zata karşı fazla izahat fazla oluyor. Sen âyineye baksan, eğer âyineye şişe için bakarsan şişeyi kasten görürsün, içinde Re’fet’e tebeî, dolayısıyla nazar ilişir. Eğer maksad, mübarek simanıza bakmak için âyineye baktın, sevimli Re’fet’i kasten görürsün.   فَتَبَارَكَ اللّٰهُ اَح۟سَنُ ال۟خَالِقٖينَ   dersin. Âyine şişesi tebeî, dolayısıyla nazarın ilişir.

    İşte birinci surette âyine şişesi mana-yı ismîdir. Re’fet mana-yı harfî oluyor. İkinci surette âyine şişesi mana-yı harfîdir, yani kendi için ona bakılmıyor, başka mana için bakılır ki akisdir. Akis mana-yı ismîdir. Yani, دَلَّ عَلٰى مَع۟نًى فٖى نَف۟سِهٖ  olan tarif-i isme bir cihette dâhildir. Ve âyine ise دَلَّ عَلٰى مَع۟نًى فٖى غَي۟رِهٖ olan harfin tarifine masadak olur.

    Kâinat, nazar-ı Kur’anî ile bütün mevcudatı huruftur, mana-yı harfiyle başkasının manasını ifade ediyorlar. Yani, esmasını, sıfatını bildiriyorlar. Ruhsuz felsefe ekseriya mana-yı ismiyle bakıyor, tabiat bataklığına saplanıyor. Her ne ise...

    Şimdi çok konuşmaya vaktim yoktur. Hatta Fihriste’nin en kolay, en mühim, en âhir parçasını dahi yazamıyorum. Senin ders arkadaşların, bilhassa Hüsrev, Bekir, Rüşdü, Lütfü, Şeyh Mustafa, Hâfız Ahmed, Sezai, Mehmedler, Hocalara selam ve mübarek hanende mübarek masumlara dua ediyorum.

    اَل۟بَاقٖى هُوَ ال۟بَاقٖى

    Kardeşiniz

    Said Nursî

    Dokuzuncu Lem’a

    (Bu lem’ayı herkes okumasın. Vahdetü’l-vücudun ince kusurlarını herkes göremez ve muhtaç değil.)

    بِاس۟مِهٖ    

    وَاِن۟ مِن۟ شَى۟ءٍ اِلَّا يُسَبِّحُ بِحَم۟دِهٖ

    اَلسَّلَامُ عَلَي۟كُم۟ وَ رَح۟مَةُاللّٰهِ وَ بَرَكَاتُهُ

    Aziz, sıddık, muhlis, hâlis kardeşim,

    Kardeşimiz Abdülmecid’e ayrı mektup yazmadığımın sebebi, size yazdığım mektupları kâfi gördüğümdendir ki Abdülmecid, benim için Hulusi’den sonra kıymettar bir kardeşim, bir talebemdir. Her sabah akşam Hulusi ile beraber, bazen daha evvel duamda ismiyle hazır oluyor. Size yazdığım mektuplardan, evvel Sabri, sonra Hakkı Efendi istifade ediyorlar. Onlara da ayrı mektup yazmıyorum. Cenab-ı Hak seni onlara mübarek büyük bir kardeş yapmış. Sen benim yerime Abdülmecid ile muhabere et, merak etmesin, Hulusi’den sonra onu düşünüyorum. Fakat talebeliğini hakkıyla ifa etmiyor, onun için bizzat onunla muhabere etmiyorum.

    BİRİNCİ SUALİNİZ

    Cedlerinizden birisinin imzası   اَلسَّيِّد۟ مُحَمَّد۟  e dair mahrem sualiniz var.

    Kardeşim buna cevab-ı ilmî ve tahkikî ve keşfî vermek elimde değil. Fakat ben arkadaşlarıma derdim ki: “Hulusi ne şimdiki Türklere ve ne de Kürtlere benzer. Bunda başka bir hâsiyet görüyorum.” Arkadaşlarım da beni tasdik ediyordular.

    دَادِ حَق۟ رَا قَابِلِيَّت۟ شَر۟ط۟ نِس۟ت۟ sırrıyla “Hulusi’de büyük bir asalet tezahürü bir dâd-ı Hak’tır.” derdik.

    Hem kat’iyyen bil ki; Resul-i Ekrem aleyhissalatü vesselamın iki âli var. Biri: Nesebî âl. Biri de şahs-ı manevî ve nuranisinin risalet noktasında âli var. Bu ikinci âlde kat’iyyen sen dâhil olmakla beraber, birinci âlde dahi delilsiz bir kanaatim var ki ceddinin imzası sebepsiz değildir.

    Aziz kardeşim,

    SENİN İKİNCİ SUALİNİN HÜLÂSASI:

    Muhyiddin-i Arabî demiş: “Ruhun mahlukıyeti, inkişafından ibarettir.” O sual ile, benim gibi zayıf bir bîçareyi, Muhyiddin-i Arabî gibi müthiş bir hârika-i hakikat, bir dâhiye-i ilm-i esrara karşı mübarezeye mecbur ediyorsun. Fakat madem nusus-u Kur’an’a istinaden bahse girişeceğim, ben sinek dahi olsam o kartaldan daha yüksek uçabilirim.

    Kardeşim, bil ki: Hazret-i Muhyiddin aldatmaz fakat aldanır. Hâdîdir fakat her kitabında mühdî olamıyor. Gördüğü doğrudur fakat hakikat değildir.

    Yirmi Dokuzuncu Söz’de, ruh bahsinde, medar-ı sualiniz olan o hakikat izah edilmiştir. Evet, ruh, mahiyeti itibarıyla bir kanun-u emrîdir. Fakat vücud-u haricî giydirilmiş bir namus-u zîhayattır ve vücud-u haricî sahibi bir kanundur. Hazret-i Muhyiddin, yalnız mahiyeti noktasında düşünmüştür. Vahdetü’l-vücud meşrebince, eşyanın vücudunu hayal görüyor.

    O zat, hârika keşfiyatıyla ve müşahedatıyla ve mühim bir meşreb sahibi ve müstakil bir meslek ihtiyar ettiğinden bilmecburiye, zayıf tevilatla, tekellüflü bir surette, bazı âyâtı meşrebine, meşhudatına tatbik ediyor, âyâtın sarahatini incitiyor. Sair risalelerde cadde-i müstakime-i Kur’aniye ve minhac-ı kavim-i Ehl-i Sünnet beyan edilmiştir. O zat-ı kudsînin kendine mahsus bir makamı var hem makbulîndendir. Fakat mizansız keşfiyatında hudutları çiğnemiş ve cumhur-u muhakkıkîne çok meselelerde muhalefet etmiş.

    İşte, bu sır içindir ki o kadar yüksek ve hârika bir kutup, bir ferîd-i devran olduğu halde, kendine mahsus tarîkatı gayet kısacık, Sadreddin-i Konevî’ye münhasır kalıyor gibidir ve âsârından istikametkârane istifade nadir oluyor. Hatta çok muhakkıkîn-i asfiya, o kıymettar âsârını mütalaa etmeye revaç göstermiyorlar; hatta bazıları menediyorlar.

    Hazret-i Muhyiddin’in meşrebiyle ehl-i tahkikin meşrebinin mabeynindeki esaslı farkı ve onların me’hazlarını göstermek, çok uzun tetkikata ve çok yüksek ve geniş nazarlara muhtaçtır. Evet, fark o kadar dakik ve derin ve me’haz o kadar yüksek ve geniştir ki Hazret-i Muhyiddin hatasından muaheze edilmemiş, makbul olarak kalmış. Yoksa, eğer ilmen, fikren ve keşfen o fark ve o me’haz görünseydi, onun için gayet büyük bir sukut ve ağır bir hata olurdu. Madem fark o kadar derindir; bir temsil ile o farkı ve o me’hazları, Hazret-i Muhyiddin’in o meselede yanlışını göstermeye muhtasaran çalışacağız. Şöyle ki:

    Mesela, bir âyinede güneş görünüyor. Şu âyine, güneşin hem zarfı hem mevsufudur. Yani, güneş bir cihette onun içinde bulunur bir cihette âyineyi ziynetlendirip parlak bir boyası, bir sıfatı olur. Eğer o âyine, fotoğraf âyinesi ise, güneşin misalini sabit bir surette kâğıda alıyor. Şu halde, âyinede görünen güneş, fotoğrafın resim kâğıdındaki görünen mahiyeti, hem âyineyi süslendirip sıfatı hükmüne geçtiği cihette, hakiki güneşin gayrıdır. Güneş değil, belki güneşin cilvesi başka bir vücuda girmesidir. Âyine içinde görünen güneşin vücudu ise, hariçteki görünen güneşin ayn-ı vücudu değilse de ona irtibatı ve ona işaret ettiği için onun ayn-ı vücudu zannedilmiş.

    İşte bu temsile binaen, “Âyinede hakiki güneşten başka bir şey yoktur.” denilmek ve âyineyi zarf ve içindeki güneşin vücud-u haricîsi murad olmak cihetiyle denilebilir. Fakat âyinenin sıfatı hükmüne geçmiş münbasit aksi ve fotoğraf kâğıdına intikal eden resim cihetiyle güneştir denilse, hatadır; “Güneşten başka içinde bir şey yoktur.” demek yanlıştır. Çünkü âyinenin parlak yüzündeki akis ve arkasında teşekkül eden resim var. Bunların da ayrı ayrı birer vücudu var. Çendan o vücudlar güneşin cilvesindendir fakat güneş değiller.

    İnsanın zihni, hayali, bu âyine misaline benzer. Şöyle ki:

    İnsanın âyine-i fikrindeki malumatın dahi iki vechi var: Bir vecihle ilimdir, bir vecihle malumdur. Eğer zihni o maluma zarf yapsak, o vakit o malum mevcud-u zihnî bir malum olur; vücudu ayrı bir şeydir. Eğer zihni o şeyin husulüyle mevsuf yapsak zihne sıfat olur; o şey o vakit ilim olur, bir vücud-u haricîsi vardır. O malumun vücudu cevherî dahi olsa, bunun gibi arazî bir vücud-u haricîsi olur.

    İşte bu iki temsile göre, kâinat bir âyinedir. Her mevcudatın mahiyeti de bir âyinedir. Kudret-i Ezeliye ile icad-ı İlahîye maruzdurlar. Her bir mevcud, bir cihetle Şems-i Ezelî’nin bir isminin bir nevi âyinesi olup bir nakşını gösterir. Hazret-i Muhyiddin meşrebinde olanlar, yalnız âyinelik ve zarfiyet cihetinde ve âyinedeki vücud-u misalî, nefiy noktasında ve akis, ayn-ı mün’akis olmak üzere keşfedip başka mertebeyi düşünmeyerek, “Lâ mevcude illâ Hû” diyerek yanlış etmişler.

    حَقَائِقُ ال۟اَش۟يَاءِ ثَابِتَةٌ kaide-i esasiyeyi inkâr etmek derecesine düşmüşler.

    Amma ehl-i hakikat ise, veraset-i nübüvvet sırrıyla ve Kur’an’ın kat’î ifadatıyla görmüşler ki âyine-i mevcudatta kudret ve irade-i İlahiye ile vücud bulan nakışlar O’nun eserleridir. “Heme ez ost.”tur; “Heme ost.” değil. ([6]) Eşyanın bir vücudu vardır ve o vücud bir derece sabittir. Çendan o vücud, vücud-u Vâcib’e nisbeten vehmî ve hayalî hükmünde zayıftır fakat Kadîr-i Ezelî’nin icad ve irade ve kudretiyle vardır.

    Nasıl ki temsilde, âyine içindeki güneşin hakiki vücud-u haricîsinden başka bir vücud-u misalîsi var. Ve âyineyi ziynetli boyalayan münbasit aksinin dahi arazî ve ayrı bir vücud-u haricîsi var. Ve âyinenin arkasındaki fotoğrafın resim kâğıdına intikaş eden suret-i şemsiyenin dahi ayrı ve arazî bir vücud-u haricîsi vardır hem bir derece sabit bir vücuddur.

    Öyle de kâinat âyinesinde ve mahiyat-ı eşya âyinelerinde esma-i kudsiye-i İlahiyenin irade ve ihtiyar ve kudret ile hasıl olan cilveleriyle tezahür eden nukuş-u masnuatın vücud-u Vâcib’den ayrı, hâdis bir vücudu var. Hem o vücuda Kudret-i Ezeliye ile sebat verilmiş. Fakat eğer irtibat kesilse bütün eşya birden fenaya gider. Beka-i vücud için her an, her şey, Hâlık’ının ibkasına muhtaçtır. Çendan حَقَائِقُ ال۟اَش۟يَاءِ ثَابِتَةٌ   dür fakat O’nun isbat ve tesbitiyle sabittir.

    İşte, Hazret-i Muhyiddin, “Ruh mahluk değil; âlem-i emirden ve sıfat-ı iradeden gelmiş bir hakikattir.” demesi, çok nususun zâhirine muhalif olduğu gibi; mezkûr tahkikata binaen iltibas etmiş, aldanmış, zayıf vücudları görmemiş.

    Esma-i İlahiyeden Hallak, Rezzak gibi çok isimlerin mazharları vehmî ve hayalî şeyler olamaz. Madem o esma hakikatlidirler. Elbette mazharlarının da hakikat-i hariciyeleri vardır.

    ÜÇÜNCÜ SUALİNİZ

    İlm-i cifre anahtar olacak bir ders istiyorsunuz.

    Elcevap: Biz kendi arzu ve tedbirimizle bu hizmette bulunmuyoruz. İhtiyarımızın fevkinde, bize, daha hayırlı bir ihtiyar işimize hâkimdir. İlm-i cifir, meraklı ve zevkli bir meşgale olduğundan vazife-i hakikiyeden alıkoyup meşgul ediyor. Hatta, kaç defadır esrar-ı Kur’aniyeye karşı o anahtar ile bazı sırlar açılıyordu; kemal-i iştiyak ve zevk ile müteveccih olduğum vakit kapanıyordu. Bunda iki hikmet buldum:

    Birisi,   لَا يَع۟لَمُ ال۟غَي۟بَ اِلَّا اللّٰهُ   yasağına karşı hilaf-ı edepte bulunmak ihtimali var.

    İkincisi, hakaik-ı esasiye-i imaniye ve Kur’aniyenin berahin-i kat’iye ile ümmete ders vermek hizmeti ise, ilm-i cifir gibi ulûm-u hafiyenin yüz derece daha fevkinde bir meziyet ve kıymeti vardır. Bu vazife-i kudsiyede kat’î hüccetler ve muhkem deliller sû-i istimale meydan vermiyorlar. Fakat cifir gibi, muhkem kaidelere merbut olmayan ulûm-u hafiyede sû-i istimal girip şarlatanların istifade etmeleri ihtimalidir. Zaten hakikatlerin hizmetine ne vakit ihtiyaç görülse ihtiyaca göre bir nebze ihsan edilir.

    İşte, ilm-i cifrin anahtarları içinde en kolayı ve belki en safisi ve belki en güzeli, ism-i Bedi’den gelen ve Kur’an’da Lafza-i Celal’de cilvesini gösteren ve bizim neşrettiğimiz âsârı ziynetlendiren tevafukun envalarıdır. Keramet-i Gavsiyenin birkaç yerinde bir nebze gösterilmiş.

    Ezcümle, tevafuk birkaç cihette bir şeyi gösterse, delalet derecesinde bir işarettir. Bazen bir tek tevafuk, bazı karainle delalet hükmüne geçer. Her ne ise, şimdilik bu kadar yeter. Ciddi ihtiyaç olsa size bildirilecektir.

    DÖRDÜNCÜ SUALİNİZ

    Yani sizin değil, Ömer Efendi’nin suali ki bedbaht bir doktor, Hazret-i İsa aleyhisselamın pederi varmış diye, ([7]) dîvanecesine bir tevil ile bir âyetten kendine  güya şahit gösteriyor.

    O bîçare adam bir zaman huruf-u mukattaa ile bir hat icadına çalışıyordu. Hem pek hararetli çalışıyordu. O vakit anladım ki o adam zındıkların tavrından hissetmiş ki hurufat-ı İslamiyenin kaldırılmasına teşebbüs edecekler. O adam güya o sele karşı bir hizmet edeceğim diye çok beyhude çalışmış. Şimdi bu meselede ve hem ikinci meselesinde yine zındıkların esasat-ı İslamiyeye karşı müthiş hücumunu hissetmiş ki böyle manasız tevilat ile bir musalaha yolunu açmak istediğini zannediyorum.

    اِنَّ مَثَلَ عٖيسٰى عِندَ اللّٰهِ كَمَثَلِ اٰدَمَ gibi nusus-u kat’iye ile Hazret-i İsa Aleyhisselam pedersiz olduğu kat’iyyeti varken tenasüldeki bir kanunun muhalefetini gayr-ı mümkün telakki etmekle, vâhî tevilat ile bu metin ve esaslı hakikati değiştirmeye teşebbüs edenlerin sözüne ehemmiyet verilmez ve ehemmiyete değmez.

    Çünkü hiçbir kanun yoktur ki şüzuzları ve nadirleri bulunmasın ve haricine çıkmış fertleri bulunmasın. Ve hiçbir kaide-i külliye yoktur ki hârika fertler ile tahsis edilmesin. Zaman-ı Âdem’den beri bir kanundan hiçbir fert şüzuz etmemek ve haricine çıkmamak olamaz.

    Evvela, bu kanun-u tenasül, mebde itibarıyla, iki yüz bin enva-ı hayvanatın mebdeleriyle hark edilmiş ve nihayet verilmiş. Yani, en evvelki pederleri âdeta Âdemleri hükmünde, iki yüz bin o evvelki pederleri, kanun-u tenasülü hark etmişler. Peder ve valideden gelmemişler ve o kanun haricinde vücud verilmiş.

    Hem her baharda gözümüzle gördüğümüz, yüz bin envaın kısm-ı azamı, hadsiz efradları, kanun-u tenasül haricinde, yaprakların yüzünde, taaffün etmiş maddelerde, o kanun haricinde icad edilir.

    Acaba mebdeinde ve hatta her senede bu kadar şazlarıyla yırtılmış, zedelenmiş bir kanunu, bin dokuz yüz senede bir ferdin şüzuzunu aklına sığıştıramayan ve nusus-u Kur’aniyeye karşı bir tevile yapışan bir akıl, kaç derece akılsızlık ettiğini kıyas et.

    O bedbahtların kanun-u tabiî tabir ettiği şeyler, emr-i İlahî ve irade-i Rabbaniyenin küllî bir cilvesi olan âdetullah kanunlarıdır ki Cenab-ı Hak, o âdâtını bazı hikmet için değiştirir. Her şeyde ve her kanunda irade ve ihtiyarının hükmettiğini gösterir. Hârikulâde bazı fertlerde hark-ı âdet eder.

    اِنَّ مَثَلَ عٖيسٰى عِندَ اللّٰهِ كَمَثَلِ اٰدَمَ fermanıyla bu hakikati gösterir.

    Ömer Efendi’nin o doktora dair ikinci suali:

    O doktor, o meselede o kadar eblehane hareket ediyor ki sözlerini dinlemek yahut ehemmiyet verip cevap vermekten çok aşağıdır. Bu bîçare, küfür ve iman ortasını bulmak istiyor. Onun ehemmiyetsiz bahsine karşı değil, yalnız Ömer Efendi’nin istifsarına göre derim:

    Memurat ve menhiyat-ı şer’iyede illet, emr-i İlahîdir ve nehy-i İlahîdir. Maslahatlar ve hikmetler ise müreccihtirler, emir ve nehyin taalluklarına ism-i Hakîm noktasında sebep olabilirler.

    Mesela, sefer eden, namazını kasreder. Bu namazın kasrına bir illet ve bir hikmet var. İllet, seferdir; hikmet, meşakkattir. Sefer bulunsa, meşakkat olmasa da namaz kasredilir. Sefer olmasa, hanesinde yüz meşakkat görse yine namaz kasredilmez. Çünkü meşakkat filcümle bazen seferde bulunması, kasr-ı namaza hikmet olmasına kâfidir ve seferi illet yapmasına da yine kâfidir.

    İşte, bu kaide-i şer’iyeye binaen, ahkam-ı şer’iye hikmetlere göre tegayyür etmiyor, hakiki illetlere bakar. Mesela, o doktorun bahsettiği gibi, hınzırın etinden bildiği zarardan, hastalıktan başka, “Hınzır eti yiyen bir cihette hınzırlaşır.” ([8]) kaidesiyle o hayvan, sair hayvanat-ı ehliye gibi zararsız yayılmıyor. Etinden gelen menfaatten ziyade, çok zarar îras etmekle beraber, etindeki kuvvetli yağ, kuvvetli soğuk memleketi olan Firengistan’dan başka tıbben muzır olduğu gibi, manen ve hakikaten çok zararlı olduğu tahakkuk etmiş.

    İşte bu gibi hikmetler, onun haram olmasına ve nehy-i İlahî taallukuna da bir hikmet olmuştur. Hikmet her fertte ve her vakitte bulunmak lazım değildir. O hikmetin tebeddülü ile illet değişmez. İllet değişmezse hüküm değişmez. İşte bu kaideye göre, o bîçare adamın ne kadar şeriatın ruhundan uzak konuştuğu anlaşılsın. Şeriat namına onun sözüne ehemmiyet verilmez. Hâlık’ın çok akılsız feylesoflar suretinde hayvanları vardır!

    Muhyiddîn-i Arab hakkındaki sualin cevabına zeyldir.

    Sual: Muhyiddin-i Arab, vahdetü’l-vücud meselesini en yüksek bir mertebe telakki ettiği gibi, ehl-i aşk bir kısım evliya-i azîme dahi ona ittiba etmişler. Bu meselenin en yüksek mertebe olmadığını hem hakiki olmadığını, belki bir derece ehl-i sekir ve istiğrakın ve ashab-ı şevk ve aşkın meşrebi olduğunu diyorsun. Öyle ise, muhtasaran sırr-ı veraset-i nübüvvetle ve Kur’an’ın sarahatiyle gösterilen tevhidin yüksek mertebesi hangisidir? Göster.

    Elcevap: Benim gibi hiç ender hiç, âciz bir bîçarenin kısa fikriyle bu yüksek mertebeleri muhakeme etmek, yüz derece haddimin fevkindedir. Yalnız, Kur’an-ı Hakîm’in feyzinden gelen gayet muhtasar bir iki nükte söyleyeceğim; belki bu meselede faydası olacak.

    BİRİNCİ NOKTA

    Vahdetü’l-vücudun meşrebine ve saplanmasına çok esbab var. Onlardan bir ikisi kısaca beyan edilecek:

    Birinci sebep: Mertebe-i rububiyetin hallakıyetini a’zamî derecesinde zihinlerine sığıştıramadıklarından ve sırr-ı ehadiyetle her şeyi bizzat kabza-i Rububiyetinde tuttuğunu ve her şey kudret ve ihtiyar ve iradesiyle vücud bulduğunu kalblerine tam yerleştiremediklerinden, “Herşey O’dur.” veyahut “Yoktur.” veya “Hayaldir.” veya “Tezahüriyetidir.” veya “Cilveleridir.” diye kendilerini mecbur bilmişler.

    İkinci sebep: Firakı hiç istemeyen ve firaktan şiddetle kaçan ve ayrılıktan titreyen ve bu’diyetten cehennem gibi korkan ve zevalden gayet derece nefret eden ve visali, ruhu ve canı gibi seven ve kurbiyeti cennet gibi hadsiz bir iştiyak ile arzulayan aşk sıfatı, her şeydeki akrebiyet-i İlahiyenin bir cilvesine yapışmakla, firak ve bu’diyeti hiçe sayıp, lika ve visali daimî zannederek “Lâ mevcude illâ Hû” diye, aşkın sekriyle ve o şevk-i beka ve lika ve visalin muktezasıyla, gayet zevkli bir meşreb-i hâlî vahdetü’l-vücudda bulunduğunu tasavvur ederek müthiş firaklardan kurtulmak için o vahdetü’l-vücud meselesini melce ittihaz etmişler.

    Demek, birinci sebebin menşei, aklın gayet geniş ve gayet yüksek olan bazı hakikat-ı imaniyeye yetişmediğinden ve ihata edemediğinden ve aklın iman noktasında tamamıyla inkişaf etmediğinden ve ikinci sebebin menşei, kalbin aşk noktasında fevkalâde inkişafından ve harikulâde inbisatından ve genişliğinden ileri gelmiştir.

    Amma sarahat-i Kur’aniye ile veraset-i nübüvvetin evliya-i azîmesi ve ehl-i sahv olan asfiyanın gördükleri mertebe-i uzma-yı tevhidî ise hem çok yüksektir hem rububiyet ve hallakıyet-i İlahiyenin mertebe-i uzmasını hem bütün esma-i İlahiyenin hakiki olduklarını ifade ediyor. Ve esasatını muhafaza edip ve ahkam-ı rububiyetin muvazenesini bozmuyor.

    Çünkü derler ki: Cenab-ı Hak, ehadiyet-i zatiyesiyle ve mekândan münezzehiyetiyle beraber, her şey bütün şuunatıyla doğrudan doğruya ilmiyle ihata ve teşhis edilmiş ve iradesiyle tercih ve tahsis edilmiş ve kudretiyle ispat ve icad edilmiştir. Bütün kâinatı bir tek mevcud gibi icad ve tedbir ediyor. Bir çiçeği kolaylıkla halk ettiği gibi, koca baharı o suhuletle halk eder. Bir şey bir şeye mani olmaz. Teveccühünde tecezzi yoktur. Aynı anda, her yerde, kudret ve ilmiyle tasarruf noktasında bulunuyor. Tasarrufunda tevzi ve inkısam yok. On Altıncı Söz ve Otuz İkinci Sözün İkinci Mevkıfı’nın İkinci Maksadı’nda bu sır tamamıyla izah ve ispat edilmiştir.

    لَا مُشَاحَّةَ فِى التَّم۟ثٖيلِ   kaidesiyle temsildeki kusura bakılmadığından gayet kusurlu bir temsil söyleyeceğim; tâ iki meşrebin bir derece farkı anlaşılsın.

    Mesela, hârika ve emsalsiz, gayet büyük ve gayet ziynetli, şark ve garba bir anda uçacak ve şimalden cenuba ulaşan kanatlarını kapayıp açacak, yüz binler nakışlarla tezyin edilmiş o kanadının her bir tüyünde gayet dâhiyane sanatlar dercedilmiş olan bir tavus kuşu farz ediyoruz.

    Şimdi seyirci iki adam var. Akıl ve kalb kanatlarıyla bu kuşun yüksek meziyetlerine ve hârika ziynetlerine uçmak istiyorlar.

    Birisi, bu tavus kuşunun vaziyetine ve heykeline ve harikulâde her bir tüyündeki kudret nakışlarına bakar, gayet aşk ve şevk ile sever. Dakik tefekkürü kısmen bırakır ve aşka yapışır. Fakat görür ki her gün o sevimli nakışlar tahavvül ve tebeddül eder. Sevdiği ve perestiş ettiği o mahbublar kayboluyor, zeval buluyor.

    O adam kendine teselli vermek ve aklına sığıştıramadığı vahdet-i hakikiye ile rububiyet-i mutlaka ve ehadiyet-i zatıyla hallakıyet-i külliyeye mâlik bir nakkaşın bir nakş-ı sanatıdır demek lazım gelirken o itikad yerine, “Bu tavus kuşundaki ruh o kadar âlîdir ki onun sanii onun içindedir veya o olmuş. Hem o ruh, vücuduyla müttehid, vücudu ise suret-i zâhiri ile mümteziç olduğundan, o ruhun kemali ve o vücudun yüksekliği, bu cilveleri böyle gösterir, her dakika başka bir nakşı ve ayrı bir hüsnü izhar eder. Hakiki ihtiyarıyla bir icad değil, belki bir cilvedir, bir tezahürdür.”

    Diğer adam der ki: “Bu mizanlı ve nizamlı, gayet sanatkârane nakışlar, kat’î bir surette, bir irade ve ihtiyar ve kasd ve meşiet iktiza eder. İradesiz bir cilve, ihtiyarsız bir tezahür olamaz.

    Evet, tavusun mahiyeti güzel ve yüksektir fakat onun mahiyeti fâil olamaz. Belki münfaildir; fâili ile hiçbir cihetle ittihad edemez. Ruhu güzel ve âlîdir fakat mûcid ve mutasarrıf değil, belki ancak mazhar ve medardır. Çünkü her bir tüyünde, bilbedahe, nihayetsiz bir hikmetle bir sanat ve nihayetsiz bir kudretle bir nakş-ı ziynet görünüyor. Bu ise iradesiz, ihtiyarsız olamaz.

    Bu kemal-i kudret içinde kemal-i hikmeti ve kemal-i hikmet içinde kemal-i rububiyeti ve merhameti gösteren sanatlar, cilve milve işi değil. Bu yaldızlı defteri yazan kâtip onun içinde olamaz, onunla ittihad edemez. Belki, yalnız o defter, o katibin yazı kaleminin ucu ile teması var. Öyle ise, o kâinat denilen misalî tavusun harikulâde ziynetleri, tavus hâlıkının yaldızlı bir mektubudur.”

    İşte şimdi tavusa bak, o mektubu oku, katibe “Mâşâallah, Tebârekallah, Sübhanallah.” de. Mektubu kâtip zanneden veya kâtibi mektup içinde tahayyül eden veya mektubu hayal tevehhüm eden, elbette aklını aşk perdesinde saklamış, hakikatin hakiki suretini görmemiş.

    Vahdetü’l-vücud meşrebine sebebiyet veren aşkın envaından en mühim sebep, aşk-ı dünyadır. Mecazî olan aşk-ı dünya, aşk-ı hakikiye inkılab ettiği zaman, vahdetü’l-vücuda inkılab eder. Nasıl ki insandan şahsî bir mahbubu muhabbet-i mecazî ile seven, sonra zeval ve fenasını kalbine yerleştirmeyen bir âşık, mahbubuna aşk-ı hakiki ile bir beka kazandırmak için “Mabud ve Mahbub-u Hakiki’nin bir âyine-i cemalidir.” diye kendini teselli eder, bir hakikate yapışır.

    Öyle de koca dünyayı ve kâinatı hey’et-i mecmuasıyla mahbub ittihaz eden, sonra o muhabbet-i acibe daimî zeval ve firak kamçılarıyla muhabbet-i hakikiye inkılab ettiği vakit, o çok büyük mahbubunu zeval ve firaktan kurtarmak için vahdetü’l-vücud meşrebine iltica eder.

    Eğer gayet yüksek ve kuvvetli iman sahibi ise, Muhyiddin-i Arab’ın emsali gibi zatlara zevkli, nuranî, makbul bir mertebe olur. Yoksa, vartalara düşmek, maddiyata girmek, esbapta boğulmak ihtimali var. Vahdetü’ş-şuhud ise, o zararsızdır, ehl-i sahvın da yüksek bir meşrebidir.

    اَللّٰهُمَّ اَرِنَا ال۟حَقَّ حَقًّا وَ ار۟زُق۟نَا اتِّبَاعَهُ

    سُب۟حَانَكَ لَا عِل۟مَ لَنَآ اِلَّا مَا عَلَّم۟تَنَآ اِنَّكَ اَن۟تَ ال۟عَلٖيمُ ال۟حَكٖيمُ

    1. Evet, bir balık, binler yumurta, binler yavru ve bazen bir milyon yumurtadan ibaret olan havyardan çıkan tevellüdat-ı semekiyeye nisbeten vefiyatları bulunacak; tâ ki muvazene-i bahriye muhafaza edilebilsin.
      Rahîmiyet-i İlahiyenin latîf cilvelerindendir ki valide balıkların yavrularıyla nisbetsiz bir tefavüt-ü cismîde bulunduklarından yavrulara valideleri kumandanlık edemiyorlar. Sokuldukları yere giremedikleri için Hakîm ve Rahîm, yavrular içinde onlara küçük bir kumandan çıkarıp validelik vazifesini o küçük kumandancıklara gördürür.
    2. Bir sineğin kanadı ve vücudu ne kadar hârika bir sanat-ı Rabbaniye olduğuna latîfane bir işaret olarak meşhur Yunus Emre’nin bu fıkrası ne güzel bildirir:
      Bir sineğin kanadını kırk kağnıya yüklettim
      Kırkı da çekemedi, kaldı şöyle yazılı.
    3. Evet, sineğin küçücük bir taifesini baharın ahirinde, badem ve zerdali ağaçlarının dallarında, siyah bir kütle halinde halk olunup dala yapışık olup kalırlar. Mütemadiyen pislik yerine damlacıklar onlardan akıyor. O katreler bal gibi, sair sinekler etrafına toplanır, emerler.
      Diğer bir başka taifesi de nebatatın çiçeklerinin ve incir gibi bir kısım ağaçların telkîhinde istihdam olunuyorlar.
      Sinek taifelerinden yıldızlı, mumlu, ışıklı olan yıldız böceği şâyan-ı temaşa olduğu gibi, sinek taifelerinden yaldızlı, altın gibi parlak kısmı da şâyan-ı dikkattir.
      Mızraklı sinekle eşkıyaları hükmünde olan yabani arıları da unutmamalıyız. Eğer Hâlık-ı Rahman onların dizginini çekmeseydi, bu mızraklı taifeler, pireler gibi insanlara hücum etseydiler, Nemrut’u öldürdükleri gibi, nev-i insanı da hırpalayacaktılar; ﻭَﺍِﻥْ ﻳَﺴْﻠُﺒْﻬُﻢُ ﺍﻟﺬُّﺑَﺎﺏُ ﺷَﻴْﺌًﺎ ﻟﺎَ ﻳَﺴْﺘَﻨْﻘِﺬُﻭﻩُ âyetinin mana-yı işarîsini tefsir ederdi.
      İşte, bunlar gibi yüz namdar, hâsiyetli taifeleri bulunan sinek cinsinin büyük bir ehemmiyeti vardır ki mezkûr azîm âyet onu mevzu yapmış; ﻳَﺎ ﺍَﻳُّﻬَﺎ ﺍﻟﻨَّﺎﺱُ ﺿُﺮِﺏَ ﻣَﺜَﻞٌ ilh... demiş.
    4. Sual etmekte çalışkan ve yazmakta tem- bellik eden Re’fet’tir.
    5. Bazı müfessirler, “Mebde’leri semavattan gelmişler.” demelerinden muradları şudur ki: Bu en’am denilen hayvanatın bekaları rızık iledir ve rızıkları ottur; onların rızkı da yağmurdur. Yağmur ki âb-ı hayattır ve rahmettir ve rızık da semavattan gelir.
      ﻭَ ﻓِﻰ ﺍﻟﺴَّﻤَﺎﺀِ ﺭِﺯْﻗُﻜُﻢْ âyeti buna da işaret eder. Madem o hayvanların devam eden müteceddid vücudları, semavattan gelen yağmur içindedir; semadan indirilmiş manasını ifade eden ﺍَﻧْﺰَﻝَ tabiri yerindedir.
    6. Yani her şey O’ndandır. O icad eder. Her şey o değil.
    7. Nev'-i beşerin bir rub'unun başına reis olarak geçen ve nev'-i beşerden nev'-i melaikeye bir cihette intikal eden ve arzı bırakıp semavatı vatan ittihaz eden hârika bir ferd-i insanî bu hârika vaziyetleri, kanun-u tenasülün hârika bir suretini iktiza ederken; kanun-u tenasülün şübheli, meçhul, gayr-ı fıtrî, belki edna bir tarz ile o kanun içine almak, hiç yakışmadığı gibi, hiç mecburiyet de yoktur. Hem sarahat-ı Kur'aniye tevil kaldırmaz. Yüz cihette zedelenen kanun-u tenasülün tamiri hesabına; hiçbir cihette zedelenmeyen ve tenasülün haricinde bulunan kanun-u cinsiyet-i melek, hem kanun-u sarahat-ı Kur'aniye gibi kuvvetli kanunlar nasıl tahrib edilir?
    8. Acaba Firengistan'ın bu kadar hârika terakkiyat-ı medeniyetiyle ve kemalât-ı fenniyesiyle ve insaniyetperverane ulûmuyla ileri gittiği halde; o terakkiyat ve kemalâta ve ulûma bütün bütün zıd olan maddiyyunluk ve tabiiyyunluk zulümatında hınzırcasına saplanmalarında, hınzır etinin yemesinin medhali yok mudur? Soruyorum.
      İnsan beslendiği şey ile mizacı müteessir olduğuna delil, "Kırk günde hergün et yiyen, kasavet-i kalbiyeye düçar olduğu" darb-ı mesel hükmüne geçmiştir.