Divan-ı Harb-i Örfi

    Risale-i Nur Tercümeleri sitesinden
    20.02, 5 Haziran 2024 tarihinde Said (mesaj | katkılar) tarafından oluşturulmuş 119415 numaralı sürüm

    İfade-i Nâşir

    بِاس۟مِهٖ سُب۟حَانَهُ

    (Yarım asır evvel tabedilen bu müdafaayı şimdi bu asra daha muvafık gördük. Güya o zamandan elli sene sonra bir hiss-i kable’l-vuku ile bir nevi ihbar-ı gaybî olarak hayat-ı içtimaiyeyi alâkadar eden çok hakikatlere temas ettiğinden neşredildi.)

    بِاس۟مِهٖ سُب۟حَانَهُ وَ اِن۟ مِن۟ شَى۟ءٍ اِلَّا يُسَبِّحُ بِحَم۟دِهٖ

    Aziz, sıddık kardeşim,

    Madem eski zamanda iki defa tabedilmiş, kimse itiraz etmemiş, ayn-ı hakikat bir risaleciktir. Has dostların tensibiyle fakat sıhhatine tam dikkat etmek şartıyla neşredebilirsiniz. Bu risale, eski zamandan ziyade bu zamanın tam bir dersi olabilir.

    Said Nursî

    1328’de eserin ikinci tabındaki ifade-i nâşir

    Ahmed Ramiz der:

    323 senesi zarfında idi ki Şark’ın yalçın, sarp, âhenîn mavera-i şevahik-ı cibalinde tulû etmiş Said Nursî isminde nevadir-i hilkatten ma’dud bir ateşpare-i zekânın İstanbul âfakında rü’yet edildiği haberi etrafa aksetmiş ve fıtraten mütecessis olan bazı kimseler o hârika-i fıtratı peyapey gördükçe, mader-i hilkatin hazain-i lâ-tefnasındaki sehaveti bir türlü hazmedemeyenler, Şarkî Anadolu kıyafetinde, o şal ve şalvar altında, öyle bir kanun-u dehanın ihtifa edebileceğini bir türlü anlayamayarak bir kısım adamlar, ona mecnun demişlerdi.

    Said Nursî filvaki’ ifrat-ı zekâ itibarıyla hudud-u cünunda idi. Fakat öyle bir cünun ki “Onun ulvi ruh ve kemal-i aklına işarettir.” diye bir zat, şu mısralarında tercüman-ı zîşanı olmuştur:

    Cünun başımda yanar, ateş-i maâlîdir

    Cünun başımda benim bir zekâ-i âlîdir

    Benim cünunuma rehber ziya-yı ulviyet

    Benim cünunumu bekler azîm bir niyet

    Evet Said Nursî, İstanbul’a şûrezar Vilayat-ı Şarkiyenin maarifsizlikle öldürülmek istenilen Yıldız siyasetlerine istikamet vermek azmiyle gelmişti. Daha İstanbul’a gelmeden Van’dan, Bitlis’ten, Mardin’den defaatle nefyolmasından İstanbul’a gelmesiyle beraber Merhum Sultan Abdülhamid tarafından suret-i ciddiyede tarassud altına aldırıldı. Birkaç kere tevkif edildi. Nihayet bir gün geldi, Said Nursî’yi Üsküdar’a Toptaşı’na yolladılar. Çünkü hapishanede ikaz edilecek kimseler bulunmak muhtemeldi. Tımarhaneden ikide bir çıkartılıyor; maaş, rütbe tebşir ediliyor. Hazret-i Said: “Ben memleketimde mektep medrese açtırmak üzere geldim, başka bir dileğim yoktur. Bunu isterim, başka bir şey istemem.” diyordu.

    Tabir-i âherle Bediüzzaman iki şey istiyordu: Vilayat-ı Şarkiyenin her tarafında dinî mektepler, medreseler açtırmak istiyor ve başka bir şey almamak istiyordu.

    Arş-ı kanaat oldu behişt-i gına bize

    Biz etmeyiz zemin-i müdaraya ol emin

    Mansıbların, makamların en bülendidir

    Hizmet-i iman ile asayiş ve saadeti temin

    Şehzadebaşı’nda şematetle konferans verildiği gece, kemal-i mehabetle sahneye çıkıp îrad ettiği nutk-u beliğ-i bîtarafane, Said’in ihata-i ilmiyesi kadar hamaset ve fedakârlıkta da ileri olduğunu teyid eder. Gerek o gece, gerek menhus 31 Mart’ta cihan-değer nasihatleriyle ortaya atılan hoca-i dânâya; böyle tehlikeli bir anda vücud-u kıymettarının sıyaneti, nefean li’l-umum elzem olduğu halde ve ihtar edildiği zaman: “En büyük ders, doğruluk yolunda ölümünü istihkar dersi vermektir…”

    “Yerinde ölmek için bu hayat lâzımdır.”

    fikrine karşı:

    Aşinayız, bize bîganedir endişe-i mevt

    Adl ü Hak uğruna nezreylemişiz canımızı

    Ol bize âb-ı hayat, ateş-i seyyal-i memat

    mısraı ile mukabele ederdi.

    Said-i hüşyarın safvet-i ruhunu, besalet ve şecaatini, fedakârlığındaki nihayetsizliğini anlamak ve ona bağlanmak için lisan-ı hamasetinden bu mezkûr mısraını söylemek kifayet eder.

    Bediüzzaman’a zurefadan biri bir gün irfanıyla mütenasip bir esvab iktisaı lüzumundan bahseder. Müşarün-ileyh de: “Siz Avusturya’ya güya boykot yapıyorsunuz. Hem onun yolladığı kalpakları giyiyorsunuz. Ben ise bütün Avrupa’ya boykot yapıyorum ([1]), onun için yalnız memleketimin maddî ve manevî mamulatını giyiyorum.” buyurmuştur.

    Elyevm, Said Nursî memleketine döndü. Karışmış İstanbul’un hava-i gıll u gışından ve tezviratından ve bedraka-i efkâr olmak lâzım gelen gazetecilerin bazılarının bütün fenalıklara bâdî ve bütün felaketlerin müvellidi olduklarını görerek bu derece açık cinayetlere tahammül edemeyerek meyus ve müteessir; vahşetzar fakat munis, vefakâr ve namus-perver olan dağlarına döndü. İsabet etti. Kim bilir belki en büyük icraatından biri de budur.

    Nâşiri

    Ahmed Ramiz (rahmetullahi aleyh)

    İki Mekteb-i Musibetin Şehadetnamesi

    1327’de tabedilen İki Mekteb-i Musibetin Şehadetnamesi

    بِاس۟مِهٖ سُب۟حَانَهُ

    وَ اِن۟ مِن۟ شَى۟ءٍ اِلَّا يُسَبِّحُ بِحَم۟دِهٖ

    MUKADDİME

    Vaktâ ki hürriyet divanelikle yâd olunurdu, zayıf istibdat tımarhaneyi bana mektep eyledi.

    Vaktâ ki itidal, istikamet; irtica ile iltibas olundu; meşrutiyette şiddetli istibdat, hapishaneyi mektep yaptı.

    Ey şu şehadetnamemi temaşa eden zevat! Lütfen ruh ve hayalinizi misafireten, yeni medeniyete karışmış asabî bir bedevî talebenin hal-i ihtilalde olan ceset ve dimağına gönderiniz. Tâ tahtie ile hataya düşmeyiniz. 31 Mart Hâdisesi’nde Divan-ı Harb-i Örfîde dedim ki:

    — Ben talebeyim, onun için her şeyi mizan-ı şeriatla muvazene ediyorum. Ben milliyetimizi yalnız İslâmiyet biliyorum. Onun için her şeyi de İslâmiyet nokta-i nazarından muhakeme ediyorum.

    Ben hapishane denilen âlem-i berzahın kapısında dururken ve darağacı denilen istasyonda âhirete giden şimendiferi beklerken, cemiyet-i beşeriyenin gaddarane hallerini tenkit ederek; değil yalnız sizlere belki bu zamandaki nev-i benî-beşere îrad ettiğim bir nutuktur. Onun için يَو۟مَ تُب۟لَى السَّرَٓائِرُ sırrınca kabr-i kalpten hakaik çıplak çıktı. Nâmahrem olan kimseler nazar etmesin. Âhirete kemal-i iştiyakla müheyyayım, bu asılanlarla beraber gitmeye hazırım. Nasıl ki bir bedevî garaib-perest, İstanbul’un acayip ve mehasinini işitmiş fakat görmemiş, nasıl kemal-i hâhişle görmeyi arzu eder; ben de ma’rez-i acayip ve garaib olan âlem-i âhireti o hâhişle görmek istiyorum. Şimdi de öyleyim. Beni oraya nefyetmek, bana ceza değil; sizin elinizden gelirse beni vicdanen tazip ediniz! Ve illâ başka suretle azap, azap değil, benim için bir şandır!

    Bu hükûmet, zaman-ı istibdatta akla husumet ederdi; şimdi de hayata adâvet ediyor. Eğer hükûmet böyle olursa yaşasın cünun, yaşasın mevt!.. Zalimler için de yaşasın cehennem!.. Ben zaten bir zemin istiyordum ki efkârımı onda beyan edeyim. Şimdi bu Divan-ı Harb-i Örfî iyi bir zemin oldu.

    Bidayetlerde herkesten sual olunduğu gibi Divan-ı Harpte bana da sual ettiler: “Sen de şeriatı istemişsin?”

    Dedim: Şeriatın bir hakikatine, bin ruhum olsa feda etmeye hazırım! Zira şeriat, sebeb-i saadet ve adalet-i mahz ve fazilettir. Fakat ihtilalcilerin isteyişi gibi değil.

    Hem de dediler: İttihad-ı Muhammediye’ye (asm) dâhil misin?

    Dedim: Maaliftihar! En küçük efradındanım. Fakat benim tarif ettiğim vecihle… Ve o ittihattan olmayan, dinsizlerden başka kimdir? Bana gösteriniz.

    İşte o nutku şimdi neşrediyorum. Tâ ki Meşrutiyeti lekeden ve ehl-i şeriatı meyusiyetten ve ehl-i asrı tarih nazarında cehil ve cünundan ve hakikati evham ve şüpheden kurtarayım. İşte başlıyorum:

    Dedim: Ey Paşalar, Zabitler! Hapsimi iktiza eden cinayetlerin icmali:

    اِذَا مَحَاسِنِيَ اللَّاتٖى اُدِلُّ بِهَا كَانَت۟ ذُنُوبٖى فَقُل۟ لٖى كَي۟فَ اَع۟تَذِرُ

    Yani medar-ı iftiharım olan mehasinim, şimdi günah sayılıyor. Artık nasıl i’tizar edeyim, mütehayyirim.

    Mukaddime olarak söylüyorum: Mert olan cinayete tenezzül etmez. Şayet isnad olunsa cezadan korkmaz. Hem de haksız yere idam olunsam iki şehit sevabını kazanırım. Şayet hapiste kalsam böyle hürriyeti lafızdan ibaret bulunan gaddar bir hükûmetin en rahat mevkii hapishane olsa gerektir. Mazlumiyetle ölmek, zalimiyetle yaşamaktan daha hayırlıdır.

    Bunu da derim ki: Siyaseti dinsizliğe âlet yapan bazı adamlar, kabahatini setr için başkasını irtica ile ve dinini siyasete âlet yapmakla itham ederler. Şimdiki hafiyeler eskisinden beterdirler. Bunların sadakatine nasıl itimat olunur? Adalet onların sözlerine nasıl bina olunur? Hem de cerbeze ile insan, adalet yaparken zulme düşüyor. Zira insan kusursuz olmaz. Fakat uzun zamanda ve efrad-ı kesîre içinde ve tahallül-ü mehasinle ta’dil olunan müteferrik kusurları cerbeze ile cem’edip bir zaman-ı vâhidde, bir şahs-ı vâhidden sudûrunu tevehhüm ederek şedit cezaya müstahak görür. Halbuki bu tarz, bir zulm-ü şedittir.

    Şimdi gelelim on bir buçuk cinayetlerimin ta’dadına:

    BİRİNCİ CİNAYET: Geçen sene bidayet-i Hürriyet’te elli altmış telgraf umum şark aşiretlerine sadaret vasıtasıyla çektim. Meali şu idi:

    “Meşrutiyet ve kanun-u esasî işittiğiniz mesele ise hakiki adalet ve meşveret-i şer’iyeden ibarettir. Hüsn-ü telakki ediniz. Muhafazasına çalışınız. Zira dünyevî saadetimiz meşrutiyettedir. Ve istibdattan herkesten ziyade biz zarardîdeyiz.”

    Her yerden bu telgrafların cevabı, müsbet ve güzel olarak geldi.

    Demek Vilayat-ı Şarkiye’yi tenbih ettim, gafil bırakmadım. Tâ yeni bir istibdat onların gafletinden istifade etmesin. Neme lâzım demediğimden cinayet işledim ki bu mahkemeye girdim…

    İKİNCİ CİNAYET: Ayasofya’da, Bayezid’de, Fatih’te, Süleymaniye’de umum ulema ve talebeye hitaben müteaddid nutuklar ile şeriatın ve müsemma-yı meşrutiyetin münasebet-i hakikiyesini izah ve teşrih ettim. Ve mütehakkimane istibdadın, şeriatla bir münasebeti olmadığını beyan ettim. Şöyle ki: سَيِّدُ ال۟قَو۟مِ خَادِمُهُم۟

    Hadîsinin sırrıyla, şeriat âleme gelmiş tâ istibdadı ve zalimane tahakkümü mahvetsin.

    Herhangi bir nutuk îrad ettim ise her bir kelimesine kimsenin bir itirazı varsa bürhan-ı kat’î ile ispata hazırım. Ve dedim ki: “Asıl şeriatın meslek-i hakikisi, hakikat-i meşrutiyet-i meşruadır.”

    Demek meşrutiyeti, delail-i şer’iye ile kabul ettim. Başka medeniyetçiler gibi taklidî ve hilaf-ı şeriat telakki etmedim. Ve şeriatı rüşvet vermedim. Ve ulema ve şeriatı, Avrupa’nın zunûn-u fâsidesinden iktidarıma göre kurtarmaya çalıştığımdan cinayet ettim ki bu tarz muamelenizi gördüm…

    ÜÇÜNCÜ CİNAYET: İstanbul’da yirmi bine yakın hemşehrilerimi –hammal ve gafil ve safdil olduklarından– bazı particiler onları iğfal ile Vilayat-ı Şarkiye’yi lekedar etmelerinden korktum. Ve hammalların umum yerlerini ve kahvelerini gezdim. Geçen sene anlayacakları suretle meşrutiyeti onlara telkin ettim. Şu mealde:

    “İstibdat, zulüm ve tahakkümdür. Meşrutiyet, adalet ve şeriattır. Padişah, Peygamberimizin emrine itaat etse ve yoluna gitse halifedir. Biz de ona itaat edeceğiz. Yoksa Peygambere tabi olmayıp zulüm edenler, padişah da olsalar haydutturlar. Bizim düşmanımız cehalet, zaruret, ihtilaftır. Bu üç düşmana karşı; sanat, marifet, ittifak silahıyla cihad edeceğiz. Ve bizi bir cihette teyakkuza ve terakkiye sevk eden hakiki kardeşlerimiz Türklerle ve komşularımızla dost olup el ele vereceğiz. Zira husumette fenalık var, husumete vaktimiz yoktur. Hükûmetin işine karışmayacağız. Zira hikmet-i hükûmeti bilmiyoruz.”

    İşte o hammalların, Avusturya’ya karşı –benim gibi bütün Avrupa’ya karşı– ([2]) boykotajları ve en müşevveş ve heyecanlı zamanlarda âkılane hareketlerinde bu nasihatin tesiri olmuştur.

    Padişaha karşı irtibatlarını ta’dil etmeye ve boykotajlarla Avrupa’ya karşı harb-i iktisadî açmaya sebebiyet verdiğimden demek cinayet ettim ki bu belaya düştüm…

    DÖRDÜNCÜ CİNAYET: Avrupa, bizdeki cehalet ve taassup müsaadesiyle, şeriatı –hâşâ ve kellâ– istibdada müsait zannettiklerinden, nihayet derecede kalben üzülmüştüm. Onların zannını tekzip etmek için meşrutiyeti herkesten ziyade şeriat namına alkışladım. Lâkin yine korktum ki başka bir istibdat tekrar o zannı tasdik eder diye ne kadar kuvvetim varsa Ayasofya Camii’nde mebusana hitaben feryat ettim. Ve söyledim ki:

    Meşrutiyeti, meşruiyet unvanı ile telakki ve telkin ediniz. Tâ yeni ve gizli ve dinsiz bir istibdat, pis eliyle o mübareği ağrazına siper etmekle lekedar etmesin. Hürriyeti, âdab-ı şeriatla takyid ediniz. Zira cahil efrad ve avam-ı nâs kayıtsız hür olsa, şartsız tam serbest olsa sefih ve itaatsiz olur. Adalet namazında kıbleniz dört mezhep olsun. Tâ ki namaz sahih ola. Zira hakaik-i meşrutiyetin sarahaten ve zımnen ve iznen dört mezhepten istihracı mümkün olduğunu dava ettim.

    Ben ki bir âdi talebeyim. Ulemaya farz olan bir vazifeyi omuzuma aldım, demek cinayet ettim ki bu tokadı yedim…

    BEŞİNCİ CİNAYET: Gazeteler iki kıyas-ı fâsid cihetiyle ve haysiyet kırıcı bir neşriyat ile ahlâk-ı İslâmiyeyi sarstılar. Ve efkâr-ı umumiyeyi perişan ettiler. Ben de gazetelerle, onları reddeden makaleler neşrettim. Dedim ki:

    Ey gazeteciler! Edibler edepli olmalı hem de edeb-i İslâmiye ile müteeddib olmalı. Ve onların sözleri, kalb-i umumî-i müşterek-i milletten bîtarafane çıkmalı. Ve matbuat nizamnamesini, vicdanınızdaki hiss-i diyanet ve niyet-i hâlisa tanzim etmeli. Halbuki siz iki kıyas-ı fâsidle yani taşrayı İstanbul’a ve İstanbul’u Avrupa’ya kıyas ederek efkâr-ı umumiyeyi bataklığa düşürdünüz. Ve şahsî garazları ve fikr-i intikamı uyandırdınız. Zira elifba okumayan çocuğa, felsefe-i tabiiye dersi verilmez. Ve erkeğe, tiyatrocu karı libası yakışmaz. Ve Avrupa’nın hissiyatı, İstanbul’da tatbik olunmaz. Akvamın ihtilafı; mekânların ve aktarın tehalüfü, zamanların ve asırların ihtilafı gibidir. Birisinin libası, ötekinin endamına gelmez. Demek Fransız Büyük İhtilali, bize tamamen hareket düsturu olamaz. Yanlışlık, tatbik-i nazariyat ve mukteza-yı hali düşünmemekten çıkar.

    Ben ki ümmi bir köylüyüm, böyle cerbezeli ve mugalatalı ve ağrazlı muharrirlere nasihat ettim; demek cinayet işledim…

    ALTINCI CİNAYET: Kaç defa büyük içtimalarda, heyecanları hissettim. Korktum ki avam-ı nâs, siyasete karışmakla asayişi ihlâl etsinler. Türkçeyi yeni öğrenen köylü bir talebenin lisanına yakışacak lafızlarla heyecanı teskin ettim. Ezcümle: Bayezid’de talebenin içtimaında ve Ayasofya mevlidinde ve Ferah Tiyatrosundaki heyecana yetiştim. Bir derece heyecanı teskin ettim. Yoksa bir fırtına daha olacaktı.

    Ben ki bedevî bir adamım. Medenilerin entrikalarını bildiğim halde işlerine karıştım. Demek cinayet ettim…

    YEDİNCİ CİNAYET: İşittim, İttihad-ı Muhammedî (asm) namıyla bir cemiyet teşekkül etmiş. Nihayet derecede korktum ki bu ism-i mübareğin altında bazılarının bir yanlış hareketi meydana gelsin. Sonra işittim, bu ism-i mübareği bazı mübarek zevat –Süheyl Paşa ve Şeyh Sadık gibi zatlar– daha basit ve sırf ibadete ve sünnet-i seniyeye tebaiyete nakletmişler. Ve o siyasî cemiyetten kat’-ı alâka ettiler. Siyasete karışmayacaklar. Lâkin tekrar korktum, dedim: “Bu isim umumun hakkıdır, tahsis ve tahdid kabul etmez.” Ben nasıl ki dindar müteaddid cemiyete bir cihette mensubum. Zira maksatlarını bir gördüm. Kezalik o ism-i mübareğe intisap ettim. Lâkin tarif ettiğim ve dâhil olduğum İttihad-ı Muhammedî’nin (asm) tarifi budur ki:

    Şarktan garba, cenuptan şimale uzanan bir silsile-i nurani ile merbut bir dairedir. Dâhil olanlar da bu zamanda üç yüz milyondan ziyadedir. Bu ittihadın cihetü’l-vahdeti ve irtibatı, tevhid-i İlahîdir. Peyman ve yemini, imandır. Müntesipleri, Kalû Belâ’dan dâhil olan umum mü’minlerdir. Defter-i esmaları da Levh-i Mahfuz’dur. Bu ittihadın nâşir-i efkârı, umum kütüb-ü İslâmiyedir. Günlük gazeteleri de i’lâ-i kelimetullahı hedef-i maksat eden umum dinî gazetelerdir. Kulüp ve encümenleri, cami ve mescidler ve dinî medreseler ve zikirhanelerdir. Merkezi de Haremeyn-i Şerifeyn’dir. Böyle cemiyetin reisi, Fahr-i Âlem’dir (asm). Ve mesleği, herkes kendi nefsiyle mücahede yani ahlâk-ı Ahmediye (asm) ile tahalluk ve sünnet-i nebeviyeyi ihya ve başkalara da muhabbet ve –eğer zarar etmezse– nasihat etmektir. Bu ittihadın nizamnamesi sünnet-i Nebeviye ve kanunnamesi evamir ve nevahi-i şer’iyedir. Ve kılınçları da berahin-i kātıadır. Zira medenilere galebe çalmak ikna iledir, icbar ile değildir. Taharri-i hakikat, muhabbet iledir. Husumet ise vahşet ve taassuba karşı idi. Hedef ve maksatları da i’lâ-i kelimetullahtır. Şeriatta yüzde doksan dokuz ahlâk, ibadet, âhiret ve fazilete aittir. Yüzde bir nisbetinde siyasete mütealliktir, onu da ulü’l- emirler düşünsünler.

    Şimdi maksadımız, o silsile-i nuraniyeyi ihtizaza getirmekle, herkesi bir şevk u hâhiş-i vicdaniye ile tarîk-i terakkide kâbe-i kemalâta sevk etmektir. Zira i’lâ-i kelimetullahın bu zamanda bir büyük sebebi, maddeten terakki etmektir.

    İşte ben bu ittihadın efradındanım. Ve bu ittihadın tezahürüne teşebbüs edenlerdenim. Yoksa sebeb-i iftirak olan fırkalardan, partilerden değilim.

    Elhasıl: Sultan Selim’e biat etmişim. Onun ittihad-ı İslâm’daki fikrini kabul ettim. Zira o Vilayat-ı Şarkiye’yi ikaz etti. Onlar da ona biat ettiler. Şimdiki Şarklılar, o zamanki Şarklılardır. Bu meselede seleflerim, Şeyh Cemaleddin-i Efganî, allâmelerden Mısır Müftüsü merhum Muhammed Abdüh, müfrit âlimlerden Ali Suavi, Hoca Tahsin ve ittihad-ı İslâm’ı hedef tutan Namık Kemal ve Sultan Selim’dir ki demiş:

    İhtilaf u tefrika endişesi

    Kûşe-i kabrimde hattâ bîkarar eyler beni

    İttihatken savlet-i a’dayı def’e çaremiz

    İttihat etmezse millet, dağdar eyler beni…

    Yavuz Sultan Selim

    Ben zahiren buna teşebbüs ettim, iki maksad-ı azîm için:

    Birincisi: O ismi tahdid ve tahsisten halâs etmek ve umum mü’minlere şümulünü ilan etmek. Tâ ki tefrika düşmesin ve evham çıkmasın.

    İkincisi: Bu geçen musibet-i azîmeye sebebiyet veren fırkaların iftirakının, tevhid ile önüne set olmaktı. Vâ esefâ ki zaman fırsat vermedi. Sel geldi, beni de yıktı. Hem derdim: Bir yangın olsa bir parçasını söndüreceğim. Fakat hocalık elbisem de yandı. Ve uhdesinden gelemediğim bir yalancı şöhret de maalmemnuniye ref’ oldu.

    Ben ki âdi bir adamım. Böyle meclis-i mebusan ve a’yan ve vükelanın en mühim vazifelerini düşündürecek bir emri, uhdeme aldım. Demek cinayet ettim…

    SEKİZİNCİ CİNAYET: Ben işittim ki askerler bazı cemiyetlere intisap ediyorlar. Yeniçerilerin hâdise-i müthişesi hatırıma geldi. Gayet telaş ettim. Bir gazetede yazdım ki:

    Şimdi en mukaddes cemiyet, ehl-i iman askerlerin cemiyetidir. Umum mü’min ve fedakâr askerlerin mesleğine girenler, neferden seraskere kadar dâhildir. Zira ittihat, uhuvvet, itaat, muhabbet ve i’lâ-i kelimetullah, dünyanın en mukaddes cemiyetinin maksadıdır. Umum mü’min askerler tamamıyla bu maksada mazhardırlar. Askerler merkezdir. Millet ve cemiyet onlara intisap etmek lâzımdır. Sair cemiyetler milleti, asker gibi mazhar-ı muhabbet ve uhuvvet etmek içindir. Amma ittihad-ı Muhammedî (asm) ki umum mü’minlere şâmildir. Cemiyet ve fırka değildir. Merkezi ve saff-ı evveli gaziler, şehitler, âlimler, mürşidler teşkil ediyor. Hiçbir mü’min ve fedakâr asker –zabit olsun, nefer olsun– hariç değil ki tâ intisaba lüzum kalsın. Lâkin bazı cemiyet-i hayriye, kendine İttihad-ı Muhammedî diyebilir. Buna karışmam.

    Ben ki âdi bir talebeyim. Böyle büyük ulemanın vazifelerini gasbettim. Demek cinayet ettim…

    DOKUZUNCU CİNAYET: Mart’ın 31’inci günündeki dehşetli hareketi, iki üç dakika uzaktan temaşa ettim. Müteaddid metalibi işittim. Fakat yedi renk süratle çevrilirse yalnız beyaz göründüğü gibi; o ayrı ayrı matlablardaki fesadatı binden bire indiren ve avamı anarşilikten kurtaran ve efrad elinde kalan umum siyaseti, mu’cize gibi muhafaza eden lafz-ı şeriat yalnız göründü.

    Anladım iş fena, itaat muhtel, nasihat tesirsizdir. Yoksa her vakit gibi yine o ateşin söndürülmesine teşebbüs edecektim. Fakat avam çok, bizim hemşehriler gafil ve safdil; ben de bir şöhret-i kâzibe ile görünüyorum. Üç dakikadan sonra çekildim. Bakırköyü’ne gittim. Tâ beni tanıyanlar karışmasınlar. Rast gelenlere de karışmamak tavsiye ettim. Eğer zerre miktar dahlim olsaydı zaten elbisem beni ilan ediyor, istemediğim bir şöhret de beni herkese gösteriyordu. Bu işte pek büyük görünecektim. Belki Ayastafanos’a kadar tek başıma olsun Hareket Ordusuna karşı mukabele ederek ispat-ı vücud edecektim, merdane ölecektim. O vakit dahlim bedihî olurdu. Tahkike lüzum kalmazdı.

    İkinci günde bir ukde-i hayatımız olan itaat-i askeriyeden sual ettim. Dediler ki: “Askerlerin zabitleri asker kıyafetine girmiş. İtaat çok bozulmamış.”

    Tekrar sual ettim: “Kaç zabit vurulmuş?” Beni aldattılar, dediler: “Yalnız dört tane. Onlar da müstebit imişler. Hem şeriatın âdab ve hududu icra olunacak.”

    Ben de gazetelere baktım, onlar da o kıyamı meşru gibi tasvir ediyorlardı. Ben de bir cihette sevindim. Zira en mukaddes maksadım, şeriatın ahkâmını tamamen icra ve tatbiktir. Fakat itaat-i askeriyeye halel geldiğinden, nihayet derecede meyus ve müteessir oldum. Ve umum gazetelerle askere hitaben neşrettim ki:

    “Ey askerler! Zabitleriniz bir günah ile nefislerine zulmediyorlarsa siz, o itaatsizlikle otuz milyon Osmanlı ve üç yüz milyon nüfus-u İslâmiyenin haklarına bir nevi zulmediyorsunuz. Zira umum İslâm ve Osmanlıların haysiyet, saadet ve bayrak-ı tevhidi, bu zamanda bir cihette sizin itaatinizle kaimdir. Hem de şeriat istiyorsunuz. Fakat itaatsizlikle şeriata muhalefet ediyorsunuz.”

    Ben onların hareketini ve şecaatlerini okşadım. Zira efkâr-ı umumiyenin yalancı tercümanı olan gazeteler, nazarımıza hareketlerini meşru göstermişlerdi. Ben de takdir ile beraber, nasihatimi bir derece tesir ettirdim. İsyanı bir derece bastırdım. Yoksa böyle âsân olmazdı.

    Ben ki bilfiil tımarhaneyi ziyaret etmiş bir adamım. “Neme lâzım, böyle işleri akıllılar düşünsün.” demediğimden cinayet ettim…

    ONUNCU CİNAYET: Harbiye Nezaretindeki askerler içine cuma günü ulema ile beraber gittim. Gayet müessir nutuklarla sekiz tabur askeri itaate getirdim. Nasihatlerim tesirini sonradan gösterdi. İşte nutkun sureti:

    Ey asakir-i muvahhidîn! Otuz milyon Osmanlı ve üç yüz milyon İslâm’ın namusu ve haysiyeti ve saadeti ve bayrak-ı tevhidi, bir cihette sizin itaatinize vâbestedir. Sizin zabitleriniz bir günah ile kendi nefsine zulmetse siz bu itaatsizlikle üç yüz milyon İslâm’a zarar ediyorsunuz. Zira bu itaatsizlikle uhuvvet-i İslâmiyeyi tehlikeye atıyorsunuz.

    Biliniz ki: Asker ocağı cesîm ve muntazam bir fabrikaya benzer. Bir çark itaatsizlik etse bütün fabrika herc ü merc olur. Asker neferatı siyasete karışmaz. Yeniçeriler şahittir. Siz Şeriat dersiniz, halbuki Şeriata muhalefet ediyorsunuz ve lekedar ediyorsunuz. Şeriatla, Kur’an’la, hadîsle, hikmetle, tecrübeyle sabittir ki: Sağlam dindar, hakperest ulü’l-emre itaat farzdır. Sizin ulü’l-emriniz, üstadınız zabitlerinizdir.

    Nasıl ki mahir mühendis, hâzık tabip bir cihette günahkâr olsalar tıp ve hendeselerine zarar vermez. Kezalik münevverü’l-efkâr ve fenn-i harbe aşina, mektepli, hamiyetli, mü’min zabitlerinizin bir cüz’î nâmeşru hareketi için itaatinize halel vermekle Osmanlılara ve İslâmlara zulmetmeyiniz! Zira itaatsizlik yalnız bir zulüm değil, milyonlarca nüfusun hakkına bir nevi tecavüz demektir. Bilirsiniz ki bu zamanda bayrak-ı tevhid-i İlahî sizin yed-i şecaatinizdedir. O yed’in kuvveti de itaat ve intizamdır. Zira bin muntazam ve mutî asker, yüz bin başıbozuğa mukabildir. Ne hâcet, yüz sene zarfında otuz milyon nüfusun vücuda getirmediği böyle pek çok kan döktüren inkılabları siz itaatinizle kan dökmeden yaptınız.

    Bunu da söylüyorum ki: Hamiyetli ve münevverü’l-fikir bir zabiti zayi etmek, manevî kuvvetinizi zayi etmektir. Zira şimdi hüküm-ferma, şecaat-i imaniye ve akliye ve fenniyedir. Bazen bir münevverü’l-fikir, yüze mukabildir. Ecnebiler size bu şecaatle galebeye çalışıyorlar. Yalnız şecaat-i fıtriye kâfi değil.

    Elhasıl: Fahr-i Âlem’in fermanını size tebliğ ediyorum ki: İtaat farzdır. Zabitlerinize isyan etmeyiniz. Yaşasın askerler!.. Yaşasın meşruta-i meşrua!..

    Demek ki ben, bu kadar âlim varken böyle mühim vazifeleri deruhte ettiğimden cinayet ettim…

    ON BİRİNCİ CİNAYET: Ben Vilayat-ı Şarkiye’de aşiretlerin hal-i perişaniyetini görüyordum. Anladım ki: Dünyevî bir saadetimiz, bir cihetle fünun-u cedide-i medeniye ile olacak. O fünunun da gayr-ı müteaffin bir mecrası ulema ve bir menbaı da medreseler olmak lâzımdır. Tâ ulema-i din, fünun ile ünsiyet peyda etsin. Zira o vilayatta nim-bedevî vatandaşların zimam-ı ihtiyarı, ulema elindedir.

    Ve o sâik ile Dersaadet’e geldim. Saadet tevehhümü ile o vakitte –şimdi münkasım olmuş, şiddetlenmiş olan– istibdatlar, merhum Sultan-ı Mahlu’a isnad edildiği halde; onun Zaptiye Nâzırı ile bana verdiği maaş ve ihsan-ı şahanesini kabul etmedim, reddettim. Hata ettim. Fakat o hatam, medrese ilmi ile dünya malını isteyenlerin yanlışlarını göstermekle hayır oldu. Aklımı feda ettim, hürriyetimi terk etmedim. O şefkatli sultana boyun eğmedim. Şahsî menfaatimi terk ettim.

    Şimdiki sivrisinekler beni cebirle değil, muhabbetle kendilerine müttefik edebilirler. Bir buçuk senedir burada memleketimin neşr-i maarifi için çalışıyorum. İstanbul’un ekserisi bunu bilir.

    Ben ki bir hammalın oğluyum. Bu kadar dünya bana müyesser iken kendi nefsimi hammal oğulluğundan ve fakr-ı halden çıkarmadım. Ve dünya ile kökleşemediğim ve en sevdiğim mevki olan Vilayat-ı Şarkiye’nin yüksek dağlarını terk etmekle millet için tımarhaneye, tevkifhaneye ve meşrutiyet zamanında işkenceli hapishaneye düşmeme sebebiyet veren öyle umûrlara teşebbüs etmekle büyük bir cinayet eyledim ki bu dehşetli mahkemeye girdim!..

    YARI CİNAYET: Şöyle ki: Daire-i İslâm’ın merkezi ve rabıtası olan nokta-i hilafeti elinden kaçırmamak fikriyle ve sâbık sultan merhum Abdülhamid Han Hazretleri, sâbık içtimaî kusuratını derk ile nedamet ederek kabul-ü nasihate istidat kesbetmiş zannıyla ve “Aslah tarîk, musalahadır.” mülahazasıyla, şimdiki en çok ağraz ve infialata mebde ve tohum olan bu vukua gelen şiddet suretini daha ahsen surette düşündüğümden, merhum Sultan-ı Sâbık’a, ceride lisanıyla söyledim ki:

    “Münhasif Yıldız’ı dârülfünun et, tâ Süreyya kadar a’lâ olsun! Ve oraya seyyahlar, zebaniler yerine, ehl-i hakikat melaike-i rahmeti yerleştir; tâ cennet gibi olsun! Ve Yıldız’daki milletin sana hediye ettiği servetini, milletin baş hastalığı olan cehaletini tedavi için büyük dinî dârülfünunlara sarf ile millete iade et ve milletin mürüvvet ve muhabbetine itimat et. Zira senin şahane idarene millet mütekeffildir. Bu ömürden sonra sırf âhireti düşünmek lâzım. Dünya seni terk etmeden evvel sen dünyayı terk et! Zekâtü’l-ömrü, ömr-ü sânî (Ömer-i Sânî) yolunda sarf eyle.

    Şimdi muvazene edelim: Yıldız, eğlence yeri olmalı veya dârülfünun olmalı? Ve içinde seyyahlar gezmeli veya ulema tedris etmeli? Ve gasbedilmiş olmalı veyahut hediye edilmiş olmalı? Hangisi daha iyidir? İnsaf sahipleri hükmetsin.”

    Ben ki bir gedayım, bir büyük padişaha nasihat ettim, demek yarı cinayet ettim.

    Cinayetin öteki yarısını söylemek zamanı gelmedi. (Hâşiye[3])

    Yazık! Eyvahlar olsun! Saadetimiz olan meşrutiyet-i meşrua, bir menba-ı hayat-ı içtimaiyemiz ve İslâmiyet’e uygun olan maarif-i cedideye, millet nihayet derecede müştak ve susamış olduğu halde, bu hâdisede ifrat-perver olanlar meşrutiyete garazlar karıştırmakla ve fikren münevver olanlar da dinsizce harekât-ı lâübaliyane ile milletin rağbetine karşı maatteessüf set çektiler. Bu seddi çekenler, ref’ etmelidirler. Vatan namına rica olunur.

    Ey paşalar, zabitler! Bu on bir buçuk cinayetin şahitleri binlerle adamdır. Belki bazılarına İstanbul’un yarısı şahittir. Bu on bir buçuk cinayetin cezasına rıza ile beraber, on bir buçuk sualime de cevap isterim. İşte bu seyyiatıma bedel bir hasenem de var. Söyleyeceğim:

    Herkesin şevkini kıran ve neşesini kaçıran ve ağrazlar ve taraftarlıklar hissini uyandıran ve sebeb-i tefrika olan ırkçılık cem’iyat-ı avamiyeyi teşkiline sebebiyet veren ve ismi meşrutiyet ve manası istibdat olan ve “İttihat ve Terakki” ismini de lekedar eden buradaki şube-i müstebidaneye muhalefet ettim.

    Herkesin bir fikri var. İşte sulh-u umumî, aff-ı umumî ve ref’-i imtiyaz lâzım. Tâ ki biri bir imtiyaz ile başkasına haşerat nazarıyla bakmakla nifak çıkmasın.

    Fahir olmasın, derim: Biz ki hakiki Müslümanız. Aldanırız fakat aldatmayız. Bir hayat için yalana tenezzül etmeyiz. Zira biliyoruz ki:

    اِنَّمَا ال۟حٖيلَةُ فٖى تَر۟كِ ال۟حِيَلِ

    Fakat meşru, hakiki meşrutiyetin müsemmasına ahd u peyman ettiğimden istibdat ne şekilde olursa olsun, meşrutiyet libası giysin ve ismini taksın; rast gelsem sille vuracağım.

    Fikrimce meşrutiyetin düşmanı; meşrutiyeti gaddar, çirkin ve hilaf-ı şeriat göstermekle meşveretin de düşmanlarını çok edenlerdir. “Tebeddül-ü esma ile hakaik tebeddül etmez.”

    En büyük hata, insan kendini hatasız zannetmek olduğundan hatamı itiraf ederim ki nâsın nasihatini kabul etmeden nâsa nasihati kabul ettirmek istedim. Nefsimi irşad etmeden başkasının irşadına çalıştığımdan emr-i bi’l-marufu tesirsiz etmekle tenzil ettim.

    Hem de tecrübe ile sabittir ki: Ceza bir kusurun neticesidir. Fakat bazen o kusur, işlenmemiş başka kusurun suretinde kendini gösterir. O adam masum iken cezaya müstahak olur. Allah musibet verir, hapse atar, adalet eder. Fakat hâkim ona ceza verir, zulmeder.

    Ey ulü’l-emr! Bir haysiyetim vardı, onunla İslâmiyet milliyetine hizmet edecektim; kırdınız. Kendi kendine olmuş, istemediğim bir şöhret-i kâzibem vardı; onunla avama nasihatimi tesir ettiriyordum, maalmemnuniye mahvettiniz. Şimdi usandığım bir hayat-ı zaîfim var. Kahrolayım, eğer idama esirger isem. Mert olmayayım, eğer ölmeye gülmekle gitmezsem.

    Sureten mahkûmiyetim, vicdanen mahkûmiyetinizi intac edecektir. Bu hal bana zarar değil belki şandır. Fakat millete zarar ettiniz. Zira nasihatimdeki tesiri kırdınız. Sâniyen, kendinize zarardır. Zira hasmınızın elinde bir hüccet-i kātıa olurum. Beni mihenk taşına vurdunuz. Acaba fırka-i hâlisa dediğiniz adamlar böyle mihenge vurulsalar kaç tanesi sağlam çıkacaktır.

    Eğer meşrutiyet, bir fırkanın istibdadından ibaret ise ve hilaf-ı şeriat hareket ise فَل۟يَش۟هَدِ الثَّقَلَانِ اَنّٖى مُر۟تَجِعٌ ([4])

    Zira yalanlarla ittihat yalandır ve ifsadat üzerine müesses olan ism-i meşrutiyet fâsiddir. Müsemma-yı meşrutiyet; hak, sıdk, muhabbet ve imtiyazsızlık üzerine beka bulacaktır.

    Maatteessüf bunu kemal-i telaş ve teessüfle ihtar ediyorum ki: Mesela, bir âlim-i zîtehevvür ki sıfat-ı ilim kendini fesat ve fenalıktan men’etmiş iken daima onun sıfat-ı tehevvüründen vücuda gelen fesat ve fenalığın zikri vaktinde, onu âlimlikle yâd etmek ve sıfat-ı ilme ilişmek, nasıl ilme husumet ve adâveti îma eder. Kezalik şeriat-ı mutahharanın ve ittihad-ı Muhammedînin ism-i mukaddesi ki fırkaların ağraz-ı şahsiye ve hilaf-ı şeriat ile ektikleri tohum-u fesadı, bir milyon fişek havaya atıldığı ve umum siyaset ve asayiş efrad elinde kaldığı ve ortalık anarşist gibi olduğu halde, o müthiş fırtına mu’cize-i şeriatla kansız, hafif geçtiği halde, o mübarek nam ile o müthiş fesadı binden bir dereceye indirmekle beraber; daima o ismi garaz sahiplerine siper göstermek, pek büyük ve tehlikeli bir noktaya belki ukde-i hayatiyeye ilişmektir ki dehşetinden her bir vicdan-ı selim titriyor, dağdar-ı teessüf oluyor.

    Süreyya’yı süpürge yapmaya, üfürmekle şemsi söndürmeye ihtimal veren; belâhetini ilan eder. Mesela Ağrı Dağı ile Sübhan Dağı, ikisini tartacak dehşetli bir terazinin birer kefesine konulsalar ve cevv-i semada Zühal’de duran bir melek de o terazinin ucunu tutsa Ağrı Dağı üzerine bir dirhem ilâve olunsa Sübhan Dağı âsumana, Ağrı Dağı zemine geldiğini görenlerden fikri kısa olanlar, kıymet ve sıkleti, tamamen o ilâveye verecekler.

    İşte haysiyet-i askeriye ve hamiyet-i İslâmiye ve şeriat-ı Muhammediye, o cesîm dağlara benzer. Esbab-ı hariciye, bir dirhem kıymetindedir. Bu kıymetsiz esbabı esas tutmak, insaniyetin ve İslâmiyet’in kıymetini bilmemek ve tenzil etmektir.

    Hakkın hatırını kırmayacağım, hakikati söyleyeceğim. Zira hakkın hatırı âlîdir, hiçbir hatıra feda edilmez. Kimin hatırı kırılırsa kırılsın, yalnız hak sağ olsun. Şöyle ki:

    31 Mart Hâdisesi denilen o sâıka ve müthiş fırtına, esbab-ı adîde tahtında öyle bir istidad-ı tabiîyi müheyya etmişti ki neticesi herc ü merc olduğu halde, min indillah ehl-i kıyamın lisanına daima mu’cizesini gösteren ism-i şeriat geldi. O fırtınayı gayet hafif geçirdiğinden Nisan’ın nısfından sonraki gazeteleri indallah mahkûm ediyor. Zira o hâdiseye sebebiyet veren yedi mesele ve onunla beraber yedi hal nazar-ı mütalaaya alınsa hakikat tezahür eder. Onlar da bunlardır:

    1- Yüzde doksanı İttihat ve Terakki’nin aleyhinde hem onların tahakkümü ve istibdadı aleyhinde bir hareket idi.

    2- Fırkaların meydan-ı münakaşatı olan vükelayı tebdil idi.

    3- Sultan-ı mazlumu sukut-u musammemden kurtarmaktı.

    4- Hissiyat-ı askeriyenin ve âdab-ı dindaranelerinin muhalif telkinatının önüne set çekmekti.

    5- Pek çok büyütülen Hasan Fehmi Bey’in kātilini meydana çıkarmaktı.

    6- Kadro haricine çıkanları ve alay zabitlerini mağdur etmemekti.

    7- Hürriyeti, sefahete şümulünü men’ ve âdab-ı şeriatla tahdid ve avamın siyaset-i şer’î bildikleri yalnız kısas ve kat’-ı yed haddini icra idi.

    Fakat zemin bataklık ve dâm ve plan serilmişti. Mukaddes olan itaat-i askeriye feda edildi. Üssü’l-esas esbab, fırkaların taraftarane ve garazkârane münakaşatı ve gazetelerin belâgat yerine mübalağat ve yalan ve ifrat-perverane keşmekeşleri idi. Bu metalib-i seb’ada; nasıl ki yedi renk çevrilse yalnız beyaz görünür, bunda da yalnız ziya-yı şeriat-ı beyza tecelli etti. Zira fesadın önüne set çekti.

    Elhasıl: Sekiz dokuz ayda gazetelerin heyecan verici neşriyatıyla ve fırkaların cemiyetlere fedai yazmakla ve inkılabı vücuda getiren zevatın tahakkümatıyla ve itaat-i askeriyeye münafî olan hürriyet-i mutlaka efrada sirayetle ve âdab-ı diniyeye muhalif zannettikleri şeyleri bazı dikkatsizlerin efrada telkinatıyla ve itaat bozulduktan sonra müstebitler, cahil mutaassıplar, dinde hassas, muhakeme-i akliyede noksan olanlar iyilik zannı ile o bataklık zeminde tohum ekmeye başlamasıyla ve devletin umum siyaseti cahil efradın elinde kalmakla ve bir milyona yakın fişek havaya atılmakla ve dâhil ve hariç müddeîler parmak vurmakla ortalık anarşistlik haline girdiğinden bu hâdisenin istidad-ı tabiîsi, herc ü merc ve müdahale-i ecnebi iken min indillah ism-i şeriat, o müteaddid sebeplerden çıkan ervah-ı habîse ve münteşireyi yuvalarına ircâ ile on üç asırdan sonra bir mu’cize daha gösterdi.

    Hem geçen inkılab-ı azîmde ordu ve ulemanın “Meşrutiyet, şeriata müsteniddir.” diye yükselen sadâsı, umum ehl-i İslâm’ın vicdanlarını manyetizmalandırdı. O inkılab, inkılabların kaide-i tabiiyesini hark ile şeriatın tesir-i mu’cizanesini gösterdi. Ve daima da gösterecektir.

    Nisanın nısf-ı âhirinde çıkan gazetelerin esas-ı fikirlerine muterizim. Şöyle ki:

    Hayat onun yoluna feda edilen ve hayattan bin derece daha yüksek olan haysiyet ve itaat-i askeriyeyi –hayata feda edilen ve ehl-i vicdan nazarında gayet hasis olan âmâl-i nâmeşruaya– feda etmeye ihtimal verdiler. Hem de hakaik ve ahval onun cazibesine tabi ve o merkeze merbut olan şems-i şeriat, saltanata veya hilafete veya başka siyasete tabi ve âlet tevehhümüyle, bir şems-i müniri, münkesif bir yıldıza peyk ve cazibesine tabi itikad etmek gibi göstermekle tarîk-i dalalete sülûk ettiler.

    Bütün kuvvetimle derim ki: Terakkimiz ancak milliyetimiz olan İslâmiyet’in terakkisiyle ve hakaik-i şeriatın tecellisiyledir. Yoksa “Yürüyüşünü terk etti, başkasının da yürüyüşünü öğrenmedi.” diye olan darb-ı mesele mâsadak olacağız.

    Evet, hem şan ve şeref-i millet-i İslâmiye hem sevab-ı âhiret hem hamiyet-i milliye hem hamiyet-i İslâmiye hem hubb-u vatan hem hubb-u din ile mütehassis olmalıyız. Zira müsenna daha muhkemdir.

    Ey paşalar, zabitler! Cinayetlerime ceza ve şimdi suallerime de cevap isterim. İslâmiyet ise insaniyet-i kübra ve şeriat ise medeniyet-i fuzla (en faziletli) olduğundan âlem-i İslâmiyet, medine-i fâzıla-i Eflatuniye olmaya sezadır. (Hâşiye[5])

    Birinci Sual: Gazetelerin aldatmalarıyla meşru bilerek, buradaki görenek ve âdete binaen cereyan-ı umumîye kapılan safdillerin cezası nedir?

    İkinci Sual: Bir insan yılan suretine girse yahut bir veli haydut kıyafetine girse veyahut meşrutiyet, istibdat şekline girse ona taarruz edenlerin cezası nedir? Belki hakikaten onlar yılandırlar, haydutturlar ve istibdattırlar.

    Üçüncü Sual: Acaba müstebit yalnız bir şahıs mı olur? Müteaddid şahıslar müstebit olmaz mı? Bence kuvvet kanunda olmalı, yoksa istibdat münkasım olmuş olur. Ve komitecilikle tam şiddetlenir.

    Dördüncü Sual: Bir masumu idam etmek mi yoksa on caniyi affetmek mi daha zarardır?

    Beşinci Sual: Maddî tazyikler, ehl-i meslek ve fikre galebe etmediği gibi daha ziyade nifak ve tefrika vermez mi?

    Altıncı Sual: Bir maden-i hayat-ı içtimaiyemiz olan ittihad-ı millet, ref’-i imtiyazdan başka ne ile olur?

    Yedinci Sual: Müsavatı ihlâl ve yalnız bazılara tahsis ve haklarında kanunu tamamıyla tatbik etmek zahiren adalet iken, bir cihette acaba müsavatsızlıkla zulüm ve garaz olmaz mı? Hem de tebrie ve tahliye ile masumiyetleri tebeyyün eden ekser mahpusînin belki yüzde sekseni masum iken acaba ekseriyet nokta-i nazarında bu hal hüküm-ferma olsa garaz ve fikr-i intikam olmaz mı? Divan-ı Harbe diyeceğim yok, ihbar edenler düşünsünler.

    Sekizinci Sual: Bir fırka kendisine bir imtiyaz taksa, herkesin en hassas nokta-i asabiyesine daima dokundura dokundura zorla herkesi meşrutiyete muhalif gibi gösterse ve herkes de onların kendilerine taktığı ism-i meşrutiyet altında olan muannid istibdada ilişmiş ise acaba kabahat kimdedir?

    Dokuzuncu Sual: Acaba bahçıvan bir bahçenin kapısını açsa, herkese ibahe etse, sonra da zayiat vuku bulsa kabahat kimdedir?

    Onuncu Sual: Fikir ve söz hürriyeti verilse, sonra da muaheze olunsa acaba bîçare milleti ateşe atmak için bir plan olmaz mı? Böyle olmasa idi başka bahaneyle mevki-i tatbike konulacağı hayale gelmez mi idi?

    On Birinci Sual: Herkes meşrutiyete yemin ediyor. Halbuki ya müsemma-yı meşrutiyete kendi muhalif veya muhalefet edenlere karşı sükût etse acaba keffaret-i yemin vermek lâzım gelmez mi? Ve millet yalancı olmaz mı? Ve masum olan efkâr-ı umumiye; yalancı, bunak ve gayr-ı mümeyyiz addolunmaz mı?

    Elhasıl: Şedit bir istibdat ve tahakküm, cehalet cihetiyle şimdi hüküm-fermadır. Güya istibdat ve hafiyelik tenasüh etmiş. Ve maksat da Sultan Abdülhamid’den istirdad-ı hürriyet değilmiş. Belki hafif ve az istibdadı, şiddetli ve kesretli yapmakmış!

    Yarım Sual: Nazik ve zayıf bir vücud ki sivrisineklerin ve arıların ısırmasına tahammül edemediği için gayet telaş ve zahmetle onları def’e çalışırken biri çıksa dese ki: “Maksadı sivrisinekleri, arıları def’etmek değil belki büyük arslanı ikaz edip kendine musallat etmek ister.” Acaba böyle demekle, hangi ahmağı kandıracaktır?

    Sualin diğer yarısı çıkmaya izin yoktur.

    Ey paşalar, zabitler! Bütün kuvvetimle derim ki:

    Gazetelerde neşrettiğim umum makalatımdaki umum hakaikte nihayet derecede musırrım. Şayet zaman-ı mazi canibinden, asr-ı saadet mahkemesinden adaletname-i şeriatla davet olunsam; neşrettiğim hakaiki aynen ibraz edeceğim. Olsa olsa o zamanın ilcaatının modasına göre bir libas giydireceğim.

    Şayet müstakbel tarafından üç yüz sene sonraki tenkidat-ı ukalâ mahkemesinden tarih celbnamesiyle celbolunsam, yine bu hakikatleri tevessü ve inbisat ile çatlayan bazı yerlerini yamalamakla beraber, taze olarak orada da göstereceğim. ([6])

    Demek, hakikat tahavvül etmez; hakikat haktır.

    اَل۟حَقُّ يَع۟لُو وَلَا يُع۟لٰى عَلَي۟هِ

    Millet uyanmış, mugalata ve cerbeze ile iğfal olunsa da devam etmeyecektir. Hakikat telakki olunan hayalin ömrü kısadır. Feveran eden efkâr-ı umumiye ile o aldatmalar ve mugalatalar dağılacaktır ve hakikat meydana çıkacaktır inşâallah.

    بَس۟ كُنَم۟ چُون۟ زٖيرَكَان۟رَا اٖين۟ بَس اس۟ت بَان۟گِ دِه۟ كَر۟دَم۟ اَگَر۟ دَر۟ دِه۟ كَس اس۟ت

    Sizin işkenceli hapishanenin hali; zaman müthiş, mekân muvahhiş, mahpusîn mütevahhiş, gazeteler mürcif, efkâr müşevveş, kalpler hazîn, vicdanlar müteessir ve meyus, bidayet-i halde memurlar şematetli, nöbetçiler müz’iç olmakla beraber vicdanım beni tazip etmediği için o hal bana eğlence gibi idi. Musibetlerin tenevvüü, musikînin nağmelerinin tenevvüü gibi bana geliyordu.

    Hem de geçen sene tımarhanede tahsil ettiğim dersi, şimdi bu mektepte itmam ettim. ([7])

    Musibet zamanının uzunluğundan uzun dersler gördüm. Dünyanın ruhanî lezzeti olan hüzn-ü masumane ve mazlumaneden, zayıfa şefkat ve gadre şiddet-i nefret dersini aldım.

    Ümidim kavîdir ki: Çok masumların kalplerinden hararet-i hüzün ile tebahhur eden “Ây! Vây!” ve “Âh!”lar, rahmetli bir bulut teşkil edecektir. Ve âlem-i İslâm’da yeni yeni İslâm devletlerinin teşekkülleriyle o rahmetli bulut teşekküle başlamıştır.

    Eğer medeniyet böyle haysiyet kırıcı tecavüzlere ve nifak verici iftiralara ve insafsızcasına intikam fikirlerine ve şeytancasına mugalatalara ve diyanette lâübalicesine hareketlere müsait bir zemin ise herkes şahit olsun ki o saadet-saray-ı medeniyet tesmiye olunan böyle mahall-i ağraza bedel, vilayat-ı şarkiyenin hürriyet-i mutlakanın meydanı olan yüksek dağlarındaki bedeviyet ve vahşet çadırlarını tercih ediyorum. Zira bu mimsiz medeniyette görmediğim hürriyet-i fikir ve serbestî-i kelâm ve hüsn-ü niyet ve selâmet-i kalp, Şarkî Anadolu’nun dağlarında tam manasıyla hüküm-fermadır.

    Bildiğime göre edibler edepli olurlar. Edepsiz bazı gazeteleri nâşir-i ağraz görüyorum. Eğer edep böyle ise ve efkâr-ı umumî böyle karmakarışık olsa şahit olunuz, böyle edebiyattan vazgeçtim. Bunda da dâhil değilim. Vatanımın yüksek dağlarında yani Başit başındaki ecram ve elvah-ı âlemi, gazetelere bedel mütalaa edeceğim.

    Muarradır feza-yı feyzimiz şeyn-i temennadan

    Bize dâd-ı ezeldir, zîrden bâlâdan istiğna

    Çekildik neşve-i ümitten, tûl-i emellerden

    Öyle mecnunuz ki ettik vuslat-ı leyladan istiğna…

    وَلَو۟لَا تَكَالٖيفُ ال۟عُلٰى وَ مَقَاصِدُ عَوَالٍ ۝ وَ اَع۟قَابُ ال۟اَحَادٖيثِ فٖى غَدٍ لَاَع۟طَي۟تُ نَف۟سٖى فِى التَّخَلّٖى مُرَادَهَا ۝ وَ ذَاكَ مُرَادٖى مُذ۟ نَشَئ۟تُ وَ مَق۟صَدٖى وَ اَك۟تُمُ اَش۟يَاءً وَلَو۟ شِئ۟تُ قُل۟تُهَا ۝ وَلَو۟ قُل۟تُهَا لَم۟ اُب۟قِ لِلصُّل۟حِ مَو۟ضِعًا

    Tenbih: Medeniyetten istifam, sizi düşündürecek. Evet, böyle istibdat ve sefahete ve zilletle memzuç medeniyete, bedeviyeti tercih ediyorum. Bu medeniyet, eşhası fakir ve sefih ve ahlâksız eder. Fakat hakiki medeniyet nev-i insanın terakki ve tekemmülüne ve mahiyet-i neviyesinin kuvveden fiile çıkmasına hizmet ettiğinden, bu nokta-i nazardan medeniyeti istemek, insaniyeti istemektir.

    Hem de mana-yı meşrutiyete ibtila ve muhabbetimin sebebi şudur ki:

    Asya’nın ve âlem-i İslâm’ın istikbalde terakkisinin birinci kapısı, meşrutiyet-i meşrua ve şeriat dairesindeki hürriyettir. Ve tâli’ ve taht ve baht-ı İslâm’ın anahtarı da meşrutiyetteki şûradır. Zira şimdiye kadar üç yüz yetmiş milyon İslâm, ecanibin istibdad-ı manevîsi altında eziliyordu. Şimdi hâkimiyet-i İslâmiye, âlemde bâhusus bundan sonra Asya’da hüküm-ferma olduğu halde her bir ferd-i Müslüman, hâkimiyetin bir cüz-ü hakikisine mâlik olur. Ve hürriyet, üç yüz yetmiş milyon İslâm’ı esaretten halâs etmeye bir çare-i yegânedir. Farz-ı muhal olarak burada yirmi milyon nüfus, tesis-i hürriyette çok zarardîde olsalar da feda olsunlar. Yirmiyi verir, üç yüzü alırız.

    Yazık! Eyvahlar olsun! Bizdeki unsurlar, ırklar, hava gibi muhtelittir; su gibi memzuç olmamışlar. İnşâallah elektrik-i hakaik-i İslâmiyet’le imtizaç ederek, ziya-yı maarif-i İslâmiye hararetiyle kuvvet tevlid ederek, bir mizac-ı mutedile-i adalet vücuda gelecektir.

    Yaşasın meşrutiyet-i meşrua! Sağ olsun hakikat-i şeriat terbiyesinden tam ders alan neyyir-i hürriyet!

    İstibdadın Garibüzzamanı Meşrutiyetin Bediüzzamanı Şimdikinin de Bid’atüzzamanı

    Said Nursî

    1. Hâşiye: Otuz sene cebir ve işkenceler altında sıkıştırıldığı halde, hiçbir defa Avrupa şapkasını başına koymadı.
    2. Bediüzzaman’a zurefadan biri bir gün, irfanıyla mütenasip bir esvab giymesi lüzumundan bahseder. Müşarün-ileyh de: “Siz, Avusturya’ya güya boykot yapıyorsunuz hem onun gönderdiği kalpakları giyiyorsunuz. Ben ise bütün Avrupa’ya boykot yapıyorum, onun için yalnız memleketimin maddî ve manevî mamulatını giyiyorum.” buyurmuştur.
    3. Hâşiye: O yarının zamanı; on beş sene sonra yirmi sekiz senedir müellifin sebeb-i hapsi olan, Siracünnur’un âhirindeki bahse bakınız. Tam o yarı cinayeti bileceksiniz.
    4. Hâşiye: Yani bütün dünya, cin ve ins şahit olsun ki ben mürteciyim.
    5. Hâşiye: Bu sualler, kırk elli masum mahpusun tahliyelerine sebep oldu.
    6. Hâşiye: Şimdi Üstad Bediüzzaman bu kırk beş senedeki dehşetli mahkemelerinde aynen bu on bir buçuk cinayetlerini ve on bir buçuk suallerini o Divan-ı Harb-i Örfîdeki gibi tekrar etmiştir ve etmektedir.
      Nur talebeleri namına
      Hüsrev
    7. Hâşiye:Üstad Bediüzzaman Said Nursî Hazretleri kırk beş sene evvel tımarhane hükmündeki mahkeme-i zalimanede aldıkları dersi, şimdi bu gaddarane hazır mektepte imtihan vermişler ve böylece iki şehadetname almışlardır.
      Nazif, Hüsrev