Το Έβδομο Ακτινας

    Risale-i Nur Tercümeleri sitesinden
    21.17, 26 Temmuz 2024 tarihinde Said (mesaj | katkılar) tarafından oluşturulmuş 139193 numaralı sürüm ("Επιπλέον, ο Εικοστός Πέμπτος Λόγος και το τέλος της Δέκατης Ένατης Επιστολής είναι ένα τεκμήριο από τα εκατοντάδες του Ρισαλέ-ι Νουρ περί του Κουράν, και έχουν αποδείξει με έναν τόσο ισχυρό τρόπο την θαυματουργικότητα του Κουράν από σαράντα πτυχές, π..." içeriğiyle yeni sayfa oluşturdu)

    ΤΟ ΥΠΕΡΤΑΤΟ ΣΤΟΙΧΕΙΟ

    Mühim bir ihtar ve bir ifade-i meram

    Bu ehemmiyetli risalenin herkes her bir meselesini anlamaz. Fakat hissesiz de kalmaz. Büyük bir bahçeye giren bir kimsenin, o bahçenin bütün meyvelerine elleri yetişmez. Fakat eline girdiği miktar yeter. O bahçe yalnız onun için değil belki elleri uzun olanların hisseleri de var.

    Bu risalenin fehmini işkâl eden beş sebep var:

    Birincisi: Ben kendi müşahedatımı kendi fehmime göre ve kendim için yazdım. Sair kitaplar gibi başkalarının fehmine ve telakkisine göre yazmadım.

    İkincisi: İsm-i a’zam cilvesiyle tevhid-i hakiki a’zamî bir surette yazıldığından, meseleleri hem gayet geniş hem gayet derin ve bazen çok uzun olduğundan herkes birden ihata edemez.

    Üçüncüsü: Her bir mesele büyük ve uzun bir hakikat olması sebebiyle, hakikati parçalamamak için bazen bir sahife veya bir yaprak bir tek cümle olur. Bir tek delil hükmünde çok mukaddimat bulunur.

    Dördüncüsü: Ekser meselelerinin her birisinin pek çok delilleri ve hüccetleri bulunduğundan bazen on, bazen yirmi delili bir tek bürhan yapmak cihetiyle mesele uzunlaşır; kısa fehimler kavramaz.

    Beşincisi: Ben ramazanın feyziyle bu risalenin nurlarına mazhar olmaklığımla beraber, birkaç cihette halim perişan ve birkaç hastalıkla vücudum sarsıldığı bir zamanda acele yazılıp birinci müsvedde ile iktifa edildi. Hem yazdığım vakit, irade ve ihtiyarım ile olmadığını hissettiğimden, kendi fikrimle tanzim veya ıslah etmeyi muvafık görmediğim için bir parça fehmi işkâl edecek bir vaziyet aldı. Hem Arabî fıkralar içine çok girdi. Hattâ Birinci Makam baştan başa Arabî olduğundan içinden çıkarıldı, müstakil yazıldı.

    Medar-ı kusur ve işkâl olan bu beş sebeple beraber, bu risalenin öyle bir ehemmiyeti var ki İmam-ı Ali (ra) keramat-ı gaybiyesinde bu risaleye “Âyet-i Kübra” ve “Asâ-yı Musa” namlarını vermiş. Risale-i Nur’un risaleleri içinde buna hususi bakıp nazar-ı dikkati celbetmiş. (*[1])

    “El-Âyetü’l-Kübra”nın bir hakiki tefsiri olan bu Âyetü’l-Kübra Risalesi, Hazret-i İmam’ın (ra) tabirince “Asâ-yı Musa” namında “Yedinci Şuâ” kitabıdır.

    Bu “Yedinci Şuâ” bir mukaddime ve iki makamdır. Mukaddimesi dört mesele-i mühimmeyi, Birinci Makamı Âyet-i Kübra’nın tefsirinden Arabî kısmını, İkinci Makamı onun bürhanlarını ve tercümesini ve mealini beyan ederler.

    Bu gelen mukaddime lüzumundan fazla izah edilmekle beraber, bir derece uzun olması ihtiyarsız olmuştur. Demek, ihtiyaç var ki öyle yazdırıldı. Belki de bir kısım insanlar bu uzunu kısa görürler.

    Said Nursî

    MUKADDİME

    بِسْمِ اللّٰهِ الرَّحْمٰنِ الرَّحٖيمِ

    وَمَا خَلَق۟تُ ال۟جِنَّ وَال۟اِن۟سَ اِلَّا لِيَع۟بُدُونِ

    Bu âyet-i uzmanın sırrıyla, insanın bu dünyaya gönderilmesinin hikmeti ve gayesi; Hâlık-ı kâinat’ı tanımak ve ona iman edip ibadet etmektir. Ve o insanın vazife-i fıtratı ve farîza-i zimmeti, marifetullah ve iman-ı billahtır ve iz’an ve yakîn ile vücudunu ve vahdetini tasdik etmektir.

    Evet, fıtraten daimî bir hayat ve ebedî yaşamak isteyen ve hadsiz emelleri ve nihayetsiz elemleri bulunan bîçare insana, elbette o hayat-ı ebediyenin üssü’l-esası ve anahtarı olan iman-ı billah ve marifetullah ve vesilelerinden başka olan şeyler ve kemalâtlar, o insana nisbeten aşağıdır. Belki çoğunun kıymetleri yoktur.

    Risale-i Nur’da bu hakikat kuvvetli bürhanlarla ispat edildiğinden, bu hakikati Risale-i Nur’a havale ederek yalnız o yakîn-i imanîyi bu asırda sarsan ve tereddüt veren iki vartayı dört mesele içinde beyan ederiz.

    Birinci vartadan çare-i necat

    İki meseledir:

    Birinci Mesele: Otuz Birinci Mektup’un On Üçüncü Lem’a’sında tafsilen ispat edildiği gibi umumî meselelerde ispata karşı nefyin kıymeti yoktur ve kuvveti pek azdır.

    Mesela, ramazan-ı şerifin başında hilâli görmek hususunda, iki âmî şahit hilâli ispat etseler ve binlerle eşraf ve âlimler “Görmedik.” deyip nefyetseler onların nefiyleri kıymetsiz ve kuvvetsizdir. Çünkü ispatta birbirine kuvvet verir, birbirine tesanüd ve icma var. Nefiyde ise bir olsa bin olsa farkları yoktur; herkes kendi başına kalır, infiradî olur.

    Çünkü ispat eden harice bakar ve nefsü’l-emre göre hükmeder. Mesela, misalimizde olduğu gibi biri dese: “Gökte ay vardır.” Diğer arkadaşı parmağını oraya basar, ikisi birleşip kuvvetleşirler.

    Nefiy ve inkârda ise nefsü’l-emre bakmaz ve bakamaz. Çünkü “Hususi olmayan ve has bir yere bakmayan bir nefiy ispat edilmez.” meşhur bir düsturdur. Mesela, bir şeyi dünyada var diye ben ispat etsem, sen de “Dünyada yok.” desen; benim bir işaretimle kolayca ispat edilebilen o şeyin sen nefyini yani ademini ispat etmek için bütün dünyayı aramak ve taramak ve göstermek, belki geçmiş zamanların her tarafını dahi görmek lâzım geliyor. Sonra “Yoktur, vuku bulmamıştır.” diyebilirsin.

    Madem nefiy ve inkâr edenler nefsü’l-emre bakmazlar, belki kendi nefislerine ve akıllarına ve gözlerine bakıp hükmediyorlar. Elbette birbirine kuvvet veremezler ve zahîr olmazlar. Çünkü görmeye ve bilmeye mani olan perdeler, sebepler ayrı ayrıdırlar. Herkes “Ben görmüyorum, benim yanımda ve itikadımda yoktur.” diyebilir. Yoksa “Vakide yoktur.” diyemez. Eğer dese hususan umum kâinata bakan iman meselelerinde dünya kadar büyük bir yalan olur ki doğru diyemez ve doğrultulmaz.

    Elhasıl, ispatta netice birdir, vâhiddir, tesanüd olur. Nefiyde ise bir değildir, müteaddiddir. Ya “yanımda ve nazarımda” veya “itikadımda” gibi kayıtların herkese göre taaddüdü ile neticeler dahi taaddüd eder, daha tesanüd olmaz.

    İşte bu hakikat noktasında imana karşı gelen kâfirlerin ve münkirlerin kesretinin ve zâhiren çokluğunun kıymeti yoktur. Ve mü’minin yakînine ve imanına hiç tereddüt vermemek lâzım iken bu asırda Avrupa feylesoflarının nefiy ve inkârları, bir kısım bedbaht meftunlarına tereddüt verip yakînlerini izale ve saadet-i ebediyelerini mahvetmiş. Ve insandan her günde otuz bin adama isabet eden ölümü, mevt ve eceli bir terhis manasından çıkarıp idam-ı ebedî suretine çevirmiş. Kapısı kapanmayan kabir, daima idamını o münkire ihtar etmekle, lezzetli hayatını elîm elemlerle zehirliyor. İşte, iman ne kadar büyük bir nimet ve hayatın hayatı olduğunu anla!

    İkinci Mesele: Bir fennin veya bir sanatın medar-ı münakaşa olmuş bir meselesinde, o fennin ve o sanatın haricindeki adamlar ne kadar büyük ve âlim ve sanatkâr da olsalar sözleri onda geçmez, hükümleri hüccet olmaz; o fennin icma-ı ulemasına dâhil sayılmazlar.

    Mesela büyük bir mühendisin, bir hastalığın keşfinde ve tedavisinde bir küçük tabip kadar hükmü geçmez. Ve bilhassa maddiyatta çok tevaggul eden ve gittikçe maneviyattan tebâud eden ve nura karşı gabileşen ve kabalaşan ve aklı gözüne inen en büyük bir feylesofun münkirane sözü, maneviyatta nazara alınmaz ve kıymetsizdir.

    Acaba yerde iken arş-ı a’zamı temaşa eden, hârika bir deha-yı kudsî sahibi olan ve doksan sene maneviyatta terakki edip çalışan ve hakaik-i imaniyeyi ilmelyakîn, aynelyakîn hattâ hakkalyakîn suretinde keşfeden Şeyh-i Geylanî (ks) gibi yüz binler ehl-i hakikatin ittifak ettikleri tevhidî ve kudsî ve manevî meselelerde, maddiyatın en dağınık ve kesretin en cüz’î teferruatına dalan ve sersemleşen ve boğulan feylesofların sözleri kaç para eder ve inkârları ve itirazları, gök gürültüsüne karşı sivrisineğin sesi gibi sönük olmaz mı?

    Hakaik-i İslâmiyeye zıddiyet gösterip mübareze eden küfrün mahiyeti bir inkârdır, bir cehildir, bir nefiydir. Sureten ispat ve vücudî görülse de manası ademdir, nefiydir.

    İman ise ilimdir, vücudîdir, ispattır, hükümdür. Her bir menfî meselesi dahi bir müsbet hakikatin unvanı ve perdesidir.

    Eğer imana karşı mübareze eden ehl-i küfür, gayet müşkülat ile menfî itikadlarını kabul-ü adem ve tasdik-i adem suretinde ispat ve kabul etmeye çalışsalar o küfür, bir cihette yanlış bir ilim ve hata bir hüküm sayılabilir. Yoksa irtikâbı çok kolay olan yalnız adem-i kabul ve inkâr ve adem-i tasdik ise cehl-i mutlaktır, hükümsüzlüktür.

    Elhasıl, itikad-ı küfriye iki kısımdır:

    Birisi: Hakaik-i İslâmiyeye bakmıyor. Kendine mahsus yanlış bir tasdik ve bâtıl bir itikad ve hata bir kabuldür ve zalim bir hükümdür. Bu kısım bahsimizden hariçtir. O bize karışmaz, biz de ona karışmayız.

    İkincisi: Hakaik-i imaniyeye karşı çıkar, muaraza eder. Bu dahi iki kısımdır:

    Birisi: Adem-i kabuldür. Yalnız ispatı tasdik etmemektir. Bu ise bir cehildir, bir hükümsüzlüktür ve kolaydır. Bu da bahsimizden hariçtir.

    İkincisi: Kabul-ü ademdir. Kalben, ademini tasdik etmektir. Bu kısım ise bir hükümdür, bir itikaddır, bir iltizamdır. Hem iltizamı için nefyini ispat etmeye mecburdur.

    Nefiy dahi iki kısımdır:

    Birisi: “Has bir mevkide ve hususi bir cihette yoktur.” der. Bu kısım ise ispat edilebilir. Bu kısım da bahsimizden hariçtir.

    İkinci kısım ise: Dünyaya ve kâinata ve âhirete ve asırlara bakan imanî ve kudsî ve âmm ve muhit olan meseleleri nefiy ve inkâr etmektir. Bu nefiy ise –birinci meselede beyan ettiğimiz gibi– hiçbir cihetle ispat edilmez. Belki kâinatı ihata edecek ve âhireti görecek ve hadsiz zamanın her tarafını temaşa edecek bir nazar lâzımdır, tâ o gibi nefiyler ispat edilebilsin.

    İkinci varta ve çare-i necat

    Bu dahi iki meseledir:

    Birincisi: Azamet ve kibriya ve nihayetsizlik noktasında, ya gaflete veya masiyete veya maddiyata dalmak sebebiyle darlaşan akıllar, azametli meseleleri ihata edemediklerinden bir gurur-u ilmî ile inkâra saparlar ve nefyederler. Evet, o manen sıkışmış ve kurumuş akıllarına ve bozulmuş ve maneviyatta ölmüş olan kalplerine, çok geniş ve derin ve ihatalı olan imanî meseleleri sığıştıramadıklarından, kendilerini küfre ve dalalete atarlar, boğulurlar.

    Eğer dikkatle kendi küfürlerinin içyüzüne ve dalaletlerinin mahiyetine bakabilseler görecekler ki imanda bulunan makul ve lâyık ve lâzım olan azamete karşı, yüz derece muhal ve imkânsızlık ve imtina o küfrün altında ve içindedir.

    Risale-i Nur yüzer mizan ve muvazenelerle, bu hakikati iki kere iki dört eder derecesinde kat’î ispat etmiş. Mesela, Cenab-ı Hakk’ın vücub-u vücudunu ve ezeliyetini ve ihatalı sıfatlarını azametleri için kabul edemeyen adam, ya hadsiz mevcudata, belki nihayetsiz zerrelere, o vücub-u vücudu ve ezeliyeti ve uluhiyet sıfatlarını vermekle küfrünü itikad edebilir. Veyahut ahmak sofestaîler gibi hem kendini hem kâinatın vücudunu inkâr ve nefyetmekle akıldan istifa etmelidir.

    İşte bunun gibi bütün hakaik-i imaniye ve İslâmiye, kendilerinin şe’nleri ve muktezaları olan azamete istinad ederek, karşılarındaki küfrün dehşetli muhalatından ve vahşetli hurafatından ve zulmetli cehalatından kurtarıp kemal-i iz’an ve teslimiyetle selim kalplerde ve müstakim akıllarda yerleşirler.

    Evet, ezan ve namaz gibi ekser şeair-i İslâmiyede kesretle اَللّٰهُ اَك۟بَرُ اَللّٰهُ اَك۟بَرُ ۝ اَللّٰهُ اَك۟بَرُ اَللّٰهُ اَك۟بَرُ azamet ve kibriyasını her vakit ilanı hem اَل۟عَظَمَةُ اِزَارٖى وَ ال۟كِب۟رِيَاءُ رِدَائٖى hadîs-i kudsînin fermanı hem “Cevşenü’l-Kebir” münâcatının seksen altıncı ukdesinde:

    يَا مَن۟ لَا مُل۟كَ اِلَّا مُل۟كَهُ ۝ يَا مَن۟ لَا يُح۟صِى ال۟عِبَادُ ثَنَائَهُ ۝

    يَا مَن۟ لَا تَصِفُ ال۟خَـلَائِقُ جَلَالَهُ ۝ يَا مَن۟ لَا تَنَالُ ال۟اَو۟هَامُ كُن۟هَهُ ۝

    يَا مَن۟ لَا يُد۟رِكُ ال۟اَب۟صَارُ كَمَالَهُ ۝ يَا مَن۟ لَا يَب۟لُغُ ال۟اَف۟هَامُ صِفَاتَهُ ۝

    يَا مَن۟ لَا يَنَالُ ال۟اَف۟كَارُ كِب۟رِيَائَهُ ۝ يَا مَن۟ لَا يُح۟سِنُ ال۟اِن۟سَانُ نُعُوتَهُ ۝

    يَا مَن۟ لَا يَرُدُّ ال۟عِبَادُ قَضَائَهُ ۝ يَا مَن۟ ظَهَرَ فٖى كُلِّ شَى۟ءٍ اٰيَاتُهُ ۝

    سُب۟حَانَكَ يَا لَٓا اِلٰهَ اِلَّا اَن۟تَ ال۟اَمَانُ ال۟اَمَانُ نَجِّنَا مِنَ النَّارِ

    diye olan gayet ârifane münâcat-ı Ahmediyenin (asm) beyanı gösteriyor ki azamet ve kibriya lüzumlu bir perdedir.


    ΤΟ ΥΠΕΡΤΑΤΟ ΣΤΟΙΧΕΙΟ

    (AYETÜ’L KÜBRA)

    (Οι μαρτυρίες ενός περιηγητή που διερωτεί το Δημιουργό(Halık) του μέσα στο σύμπαν.)

    تُسَبِّحُ لَهُ السَّمٰوَاتُ السَّب۟عُ وَال۟اَر۟ضُ وَمَن۟ فٖيهِنَّ وَ اِن۟ مِن۟ شَى۟ءٍ اِلَّا يُسَبِّحُ بِحَم۟دِهٖ وَلٰكِن۟ لَا تَف۟قَهُونَ تَس۟بٖيحَهُم۟ اِنَّهُ كَانَ حَلٖيمًا غَفُورًا

    (Οι επτά ουρανοί και η γη και όλα όσα βρίσκονται σ’ αυτά δοξάζουν Αυτόν. Είναι βέβαιον ότι δεν υπάρχει τίποτε που να μην υμνεί τα εγκώμια Του. Κι όμως δεν καταλαβαίνετε πως εκδηλώνουν τη δόξα Του! Στ’ αλήθεια Εκείνος είναι ο Μακρόθυμος(Χαλίμ), ο Πολυεπιεικής(Γκαφούρ) Αλλάχ.)

    Κουράν, Ελ-Ισρά, 17:44

    Όπως αυτό το θαυμάσιο εδάφιο, έτσι και πολλά άλλα εδάφια του Κουράν, ως προς την γνωστοποίηση του Δημιουργού(Halık) αυτού του σύμπαντος, μνημονεύουν αρχικά τα ουράνια που είναι μια από τις πιο λαμπρές σελίδες της Θείας Ενάδας (Τevhid), και τα οποία πάντοτε όλοι ατενίζουν με μεγάλο θαυμασμό και τα επισκοπούν με ευχαρίστηση. Έτσι ακριβώς λοιπόν θα είναι κατάλληλο να ξεκινήσουμε πρώτα από αυτήν.

    Όντως ο κάθε φιλοξενούμενος που εισέρχεται σε αυτήν τη χώρα και στον ξενώνα της γης, όσο ανοίγει τα μάτια του, βλέπει και παρατηρεί μια πολύ γενναιόδωρη ευωχία, μια κυριολεκτικά επιδέξια έκθεση, ένα πράγματι μεγαλοπρεπές στρατόπεδο και εκπαιδευτήριο, ένα αρκετά σημαντικό και εμβριθές παρατηρητήριο και ένα πραγματικά αξιοθαύμαστο και εντυπωσιακό τόπο αναψυχής και αγναντέματος. Καθώς με έντονη περιέργεια ποθεί να συναντήσει και να γνωρίσει τον ιδιοκτήτη αυτού του πανέμορφου ξενώνα, τον συγγραφέα αυτού του μεγάλου βιβλίου του σύμπαντος, τον μονάρχη αυτής της εντυπωσιακής χώρας, εν πρώτοις το πανέμορφο πρόσωπο των ουρανών γραμμένο με επίχρυσες γραφές του πνευματικού φωτός, εμφανίζεται λέγοντας του, «Κοίταξε με! Θα σου γνωστοποιήσω αυτό που ψάχνεις!» και αυτός κοιτάζοντας, βλέπει ότι:

    Εκατοντάδες χιλιάδες ουράνια σώματα έχουν σταθεροποιηθεί χωρίς πυλώνες στήριξης, χωρίς να πέφτουν -κάποια από τα οποία είναι χίλιες φορές μεγαλύτερα από την γη μας, και κάποια από αυτά τα μεγάλα σώματα κινούνται με μια ταχύτητα εβδομήντα φορές πιο μεγάλη από τη βολίδα ενός κανονιού- και ότι η ίδια η εξουσία τα περιστρέφει μαζί με μια απίστευτη ταχύτητα χωρίς να συγκρουστούν· και καίει συνεχόμενα αυτές τις άπειρες λάμπες χωρίς κάποιο λάδι, και διαχειρίζεται αυτά τα τεράστια σώματα χωρίς να προκαλέσουν τον παραμικρό θόρυβο και ταραχή· και όπως τα καθήκοντα του ηλίου και της σελήνης δραστηριοποιεί αυτές τις τεράστιες οντότητες σε διάφορα καθήκοντα χωρίς να τους προκαλέσει αντίδραση· και διαχειρίζεται ανελλιπώς μέσα σε μια απέραντη διάσταση -που οι αριθμητικοί υπολογισμοί της δεν χωρούν μέσα στους κύκλους των δύο πόλων- την ίδια στιγμή, με την ίδια δύναμη, με τον ίδιο τρόπο, με την ίδια έμφυτη σφραγίδα, και με την ίδια μορφή, όλα μαζί, με μια πλήρη επιβολή· και υποτάσσει αυτές τις τεράστιες οντότητες που φέρουν απειλητικές δυνάμεις στους νόμους Του χωρίς την παραμικρή παραβίαση· με μια λαμπρή και τέλεια καθαρότητα, αποτρέποντας να ρυπανθεί η όψη του ουρανού από τα συντρίμμια και υπολείμματα αυτής της απέραντης πληθώρας, και τα κινεί με τέτοιους ελιγμούς όπως οι ελιγμοί ενός τακτικού και πειθαρχημένου στρατού· και περιστρέφοντας τη γη με αυτόν τον τρόπο, παρουσιάζει στο ακροατήριο των πλασμάτων Του αυτή την μαγευτική περιδίνηση με πραγματικές και φανταστικές μορφές κάθε νύχτα και κάθε χρόνο σαν τις εικόνες του σινεμά. Μια τέτοια εκδήλωση κυριαρχίας, συντήρησης και επιμόρφωσης -μέσα στην δραστηριότητα της οποίας παρατηρείται μια τέτοια πραγματικότητα που αποτελείται από υποταγή, πειθαρχία, διαχείριση, οργάνωση, καθαριότητα, και διορισμό- μαζί με αυτό το μεγαλείο και την εμβέλεια αποδεικνύει αμετάκλητα και παράλληλα μαρτυρεί ξεκάθαρα την απαραίτητη οντότητα και μοναδικότητα του Δημιουργού εκείνων των ουρανών του διαστήματος όπως και την ύπαρξη Του που είναι πιο έκδηλη και καταφανής ακόμα και από τις υπάρξεις των ουρανών. Ως εκ τούτου το νόημα της ολοφάνερης αυτής μαρτυρίας στο Πρώτο Βήμα της Πρώτης Εξέχουσας Θέσης έχει διατυπωθεί ως ακολούθως:

    لَٓا اِلٰهَ اِلَّا اللّٰهُ ال۟وَاجِبُ ال۟وُجُودِ الَّذٖى دَلَّ عَلٰى وُجُوبِ وُجُودِهٖ فٖى وَح۟دَتِهِ السَّمٰوَاتُ بِجَمٖيعِ مَا فٖيهَا بِشَهَادَةِ عَظَمَةِ اِحَاطَةِ حَقٖيقَةِ التَّس۟خٖيرِ وَ التَّد۟بٖيرِ وَ التَّد۟وٖيرِ وَ التَّن۟ظٖيمِ وَ التَّن۟ظٖيفِ وَ التَّو۟ظٖيفِ ال۟وَاسِعَةِ ال۟مُكَمَّلَةِ بِال۟مُشَاهَدَةِ

    Ύστερα η ατμόσφαιρα, ένας θαυμάσιος τόπος συγκεντρώσεων που αποκαλείται ουράνιος θόλος, απευθυνόμενη προς εκείνον τον ταξιδιώτη άντρα και φιλοξενούμενο αυτής της γης, βροντοφωνάζοντας του μιλάει: «Κοίταξε με! Μαζί μου μπορείς να βρεις αυτό που αναζητάς με περιέργεια, και να γνωρίσεις Αυτόν που σε έχει στείλει εδώ!». Ο φιλοξενούμενος κοιτάει το στυφό αλλά σπλαχνικό αυτό πρόσωπο της, και ακούει τον τρομερό αλλά εξαγγελτικό της θόρυβο, και βλέπει ότι:

    Το σύννεφο το οποίο συγκρατείται αιωρούμενο στο κενό μεταξύ εδάφους και ατμόσφαιρας, με έναν πραγματικά εμβριθή και σπλαχνικό τρόπο ποτίζει τον κήπο της γης, προσφέρει το ύδωρ της ζωής στους κατοίκους της γης, και ισορροπεί την θερμότητα δηλαδή την ένταση του πυρετού της ζωής, και ανταποκρίνεται στη βοήθεια όλων των τόπων, ανάλογα με τις ανάγκες τους. Συν του ότι εκπληρώνει πολλά αλλά καθήκοντα, όπως ένας τακτικός στρατός ο οποίος αναλόγως με τις ταχείες διαταγές που λαμβάνει εμφανίζεται και έπειτα κρύβεται μονομιάς, έτσι και αυτό το μεγάλο σύννεφο το οποίο έχει γεμίσει τον ουρανό, κρύβεται ξαφνικά, όλα τα μέλη του αποχωρούν για ξεκούραση και ούτε ίχνος δεν απομένει από αυτό. Κατόπιν, μόλις λάβει τη διαταγή «Λάβατε θέσεις για βροχή! Μαρς!» μέσα σε μία ώρα, ίσως και σε μερικά λεπτά γεμίζει τον ουρανό, και παίρνει μια θέση σαν να περιμένει την διαταγή ενός στρατηγού.

    Στη συνέχεια εκείνος ο ταξιδιώτης κοιτάζει τον άνεμο της ατμόσφαιρας και βλέπει ότι: Ο αέρας έχει διοριστεί με τόση σοφία και γενναιοδωρία για να υπηρετεί με τόσα πολλά καθήκοντα που, το κάθε ασυνείδητο σωματίδιο εκείνου του άψυχου αέρα λες και ακούει και κατανοεί τις διαταγές που προέρχονται από τον Μονάρχη του σύμπαντος αυτού· και χωρίς να αμελήσει καμία από αυτές, με τη δύναμη του στρατηγού του, τις εκπληρώνει με μια τέλεια ευταξία· και σε μια όμοια κατάσταση υπηρετεί υπό την εντολή ενός αόρατου χεριού -τόσο ενσυνείδητα, με τόση εμβρίθεια και τόσο ζωογονητικά- σε πολλά ευρέα καθήκοντα και υπηρεσίες όπως για παράδειγμα, να παρέχει οξυγόνο σε όλα τα όντα της γης και να μεταφέρει ουσίες όπως η θέρμη, το φως, ο ηλεκτρισμός και τους ήχους, τα οποία είναι απαραίτητα για τα έμβια όντα, και να μεσολαβεί στην επικονίαση των φυτών.

    Έπειτα κοιτάζει τη βροχή και βλέπει ότι: Σε εκείνες τις λεπτές, λαμπρές και γλυκές σταγονίτσες σταλμένες από το πουθενά, από ένα άγνωστο θησαυροφυλάκιο ευσπλαχνίας, υφίστανται τόσες υπηρεσίες και γενναιοδωρίες της Ευσπλαχνίας(Rahmanî) θαρρείς και έχει ενσαρκωθεί, και σε μορφή σταγόνων εκρέει από το θησαυροφυλάκιο του Κυρίου Συντηρητή και Επιμορφωτή(Rabbani)· και με αυτό το νόημα έχει δοθεί το όνομα «Rahmet» δηλαδή Έλεος και Αφθονία στην βροχή.

    Έπειτα στρέφει το βλέμμα του στην αστραπή και ακούει τη βροντή και παρατηρεί ότι δραστηριοποιούνται σε πραγματικά απίστευτες και παράξενες διατεταγμένες υπηρεσίες.

    Έπειτα αποσύρει το βλέμμα του, επιτηρεί το μυαλό του και στοχάζεται το εξής:

    «Αυτό το σκορπισμένο σαν βαμβάκι, άψυχο και ασυνείδητο σύννεφο φυσικά και δεν μας γνωρίζει και δεν σπεύδει να μας βοηθήσει επειδή μας συμπονά, μα και ούτε εμφανίζεται και κρύβεται με δική του βούληση χωρίς να διαταχτεί. Αλλά αντιθέτως, κινείται με τις εντολές ενός πανίσχυρου και πολυεύσπλαχνου Στρατηγού, ώστε κρύβεται χωρίς να αφήσει κανένα ίχνος και εμφανίζεται ξαφνικά και αναλαμβάνει τα καθήκοντά του. Και με το διάταγμα και τη δύναμη ενός ύψιστου, αξιοθαύμαστου και παντοδύναμου Μονάρχη, ανά πάσα στιγμή, γεμίζει και αδειάζει τον ουρανό, μετατρέποντάς τον σε έναν πίνακα όπου συνέχεια γράφει με τη σοφία και το σβήνει με τη λήξη, και όπου συνέχεια απεικονίζει μια αποσύνθεση και αναπαράσταση, και της δίνει μια κατάσταση αδιάλειπτης ανάστασης και καταστροφής. Και με τη σύνεση αυτού του Πάνσοφου Διαχειριστή(Hakim-i Müdebbir) -ο οποίος είναι αρκετά γενναιόδωρος και αγαπά την αγαθοεργία, την επιμόρφωση, είναι μεγαλόθυμος και ευσπλαχνικός- ανεβαίνει στον άνεμο, φορτώνει τους τεράστιους σαν τα βουνά θησαυρούς της βροχής και τα διανέμει στα μέρη που τα έχουν ανάγκη. Σαν να κλαίει από οίκτο προς αυτά και με τα δάκρυά του κάνει αυτούς τους τόπους να χαμογελούν με λουλούδια, δροσίζει τον καύσωνα του ηλίου, και σαν σφουγγάρι σκορπίζει το νερό στους κήπους τους, πλένει και καθαρίζει το πρόσωπο της επιφάνειας της γης.»

    Επιπλέον, ο περίεργος εκείνος ταξιδιώτης λέει στο μυαλό του: «Οι χιλιάδες ευεργετικές, στοργικές, επιδέξιες ενέργειες και γενναιοδωρίες και ενισχύσεις -οι οποίες πραγματοποιούνται από το φαινομενικό πρόσωπο και το πέπλο αυτού του άψυχου, νεκρού, ασυνείδητου, ασταθή, θυελλώδη, ασαφή και ακατάπαυστα διαταραζόμενου, άσκοπου αέρα- μας αποδεικνύουν ξεκάθαρα ότι, αυτός ο δραστήριος άνεμος και ζωηρός υπηρέτης δεν επιτελεί καμία ενέργεια ανεξάρτητα· και ότι ενεργεί με το πρόσταγμα ενός πραγματικά Ισχυρού(Kadir), Παντογνώστη(Alim), και πραγματικά Σοφού(Hakim), Μεγάθυμου Διοικητή(Kerim).

    Θαρρείς και το κάθε σωματίδιό του γνωρίζει την κάθε λειτουργία, αντιλαμβάνεται το κάθε διάταγμα αυτού του Διοικητή, και σαν ένας στρατιώτης υπακούει και εκτελεί την κάθε εντολή του Κύριου Επιμορφωτή και Συντηρητή(Rab) το οποίο αντηχεί μέσα στον αέρα· και με αυτόν τον τρόπο υπηρετεί στην αναπνοή και επιβίωση όλων των ζώων, στην επικονίαση και ανάπτυξη των φυτών και στην προμήθεια των απαραίτητων ουσιών τους, στην μετάθεση και διαχείριση των σύννεφων, στα ταξίδια των ιστιοφόρων και ειδικότερα στην μεταφορά των ομιλιών ιδίως στην χρήση των ασυρμάτων, τηλεφώνων, τηλεγράφων, και ραδιοφώνων. Επίσης βλέπω και αντιλαμβάνομαι ότι εκτός από τις ευρείες και καθολικές υπηρεσίες όπως αυτές, τα σωματίδια αυτού του αέρα -παρόλο που η ύπαρξη τους αποτελείται από απλές ουσίες όπως το άζωτο και το οξυγόνο και παρόλο που είναι όμοια μεταξύ τους- τίθενται σε υπηρεσία με μια απόλυτη τάξη από μία πάνσοφη εποπτεία, μέσα σε εκατοντάδες χιλιάδες ειδών έργα τέχνης του Κύριου Επιμορφωτή και Συντηρητή(Rab) πάνω στη γη.»

    Δηλαδή, διαπιστώνει και κρίνει ότι, όπως στη σαφή δήλωση του εδαφίου وَتَصْرِيفِالرِّيَاحِوَالسَّحَابِالْمُسَخَّرِبَيْنَالسّمَاءِوَاْلاَرْضِ (…στον διορισμό των ανέμων και των σύννεφων που υπηρετούν με υποταγή ανάμεσα στον ουρανό και τη γη… Κουράν, Ελ-Μπάκαρα, 2:164)

    Αυτός που διαχειρίζεται τον αέρα θέτοντάς τον σε υπηρεσία πάνω σε αμέτρητες θείες επιμορφωτικές εργασίες, και Αυτός που καθυποτάσσει τα σύννεφα σε αμέτρητες θείες ευσπλαχνικές υπηρεσίες, και Αυτός που έχει δημιουργήσει τον αέρα στη συγκεκριμένη αυτή μορφή, δεν μπορεί να είναι παρά μόνο Ένας Πανίσχυρος,(Kadir-i Külli Şey) και Παντογνώστης(Alim-i Külli Şey) Κυρίαρχος και Κάτοχος Μεγαλείου Δύναμης και Γενναιοδωρίας,(Rabb-i Zülcalal-i Ve’l-İkram) του οποίου η Θεία Οντότητα είναι άκρως απαραίτητη άνευ κάθε αιτίας(Vacibü’l-Vücud).

    Έπειτα κοιτάζει τη βροχή και βλέπει ότι: υφίστανται μέσα της τόσες ωφέλειες όσα και τα μέλη της, τόσες Πολυεύσπλαχνες θείες εκδηλώσεις(Rahmani) όσες και οι σταγόνες της, και τόσες βαθύνοιες όσα και τα αποστάγματά της. Επίσης, αυτές οι κομψές, λεπτές και ευλογημένες σταγόνες δημιουργούνται τόσο άψογα και τέλεια· ιδίως το χαλάζι που συναντάμε το καλοκαίρι αποστέλλεται και κατεβαίνει με μια τέτοια ευταξία και ευστάθεια, που οι θυελλώδεις σφοδροί άνεμοι οι οποίοι συγκρούουν μεγάλα αντικείμενα μεταξύ τους, δεν διαταράσσουν αυτήν την ευταξία και ευστάθεια τους, δεν συγκρούουν αυτές τις σταγόνες μεταξύ τους έτσι ώστε να ενωθούν και να μετατραπούν σε επικίνδυνες μάζες. Επιπλέον, το νερό αυτό το οποίο υπηρετεί -ιδίως τα έμβια όντα- σε πολλές άλλες εμβριθείς εργασίες όπως αυτές, και παρόλο που αποτελείται από δύο άψυχες, ασυνείδητες απλές ουσίες όπως το υδρογόνο και το οξυγόνο, υπηρετεί σε εκατοντάδες χιλιάδες διάφορα εμβριθή και ενσυνείδητα έργα τέχνης και καθήκοντα. Άρα λοιπόν, η βροχή, η ίδια η ενσαρκωμένη μορφή του Ελέους(Rahman) δημιουργείται παρά μόνο στο άγνωστο θησαυροφυλάκιο του Ελέους και της Αφθονίας Ενός Πολυεύσπλαχνου(Rahman) και Οικτίρμων(Rahim), και με την πτώση της, ερμηνεύει το παρακάτω εδάφιο στην πράξη. وَهُوَالَّذِىيُنَزِّلُالْغَيْثَمِنْبَعْدِمَاقَنَطُواوَيَنْشُرُرَحْمَتَهُ (Αυτός είναι (ο Αλλάχ) ο οποίος ρίχνει άφθονη βροχή, όταν οι άνθρωποι απελπίζονται για αυτήν, και μοιράζει τη θεία Ευσπλαχνία Του… Κουράν, Εσ-Σουρά, 42:28)

    Έπειτα ακούει τη βροντή, κοιτάζει την αστραπή και βλέπει ότι: Αυτό το απίστευτο φαινόμενο του ουρανού, μαζί με το ότι είναι μια τέλεια απεικόνιση των εδαφίων يَكَادُسَنَابَرْقِهِيَذْهَبُبِاْلاَبْصَارِ (…και η λάμψη του κεραυνού παραλίγο θα τύφλωνε τα μάτια… Κουράν, Νουρ, 24:43) και وَيُسَبِّحُالرَّعْدُبِحَمْدِهِ (…και η βροντή Τον υμνεί με αίνους… Κουράν, Ραντ, 13:13) προαναγγέλλουν επιπλέον, τον ερχομό της βροχής, και έτσι δίνουν τα χαρμόσυνα νέα σε όλα τα όντα που την έχουν ανάγκη.

    Ναι, με τα ευεργετικά και παράξενα φαινόμενα όπως -η ομιλία του ουρανού με μια θαυμάσια βοή από το πουθενά, η υπερφώτιση του σκοτεινού ουρανού με ένα απίθανο φως και φωτιά, η πυροδότηση των σύννεφων που είναι σαν βουνά από βαμβάκι και γεμάτα με αντλίες από χαλάζι, χιόνι, και νερό- σαν να σφυροκοπούν τους απερίσκεπτους ανθρώπους που έχουν το κεφάλι σκυμμένο κάτω και τους προειδοποιούν λέγοντας τους: «Σήκωσε το κεφάλι σου και δες τα θαυμάσια έργα μιας δραστήριας και ισχυρής Οντότητας που επιθυμεί να γνωστοποιήσει τον εαυτό Του. Καθώς εσύ δεν είσαι αδέσποτος, ούτε και τα γεγονότα γύρω σου είναι αδέσποτα. Αλλά το έκαστο από αυτά έχει τεθεί σε υπηρεσία και επισπεύδεται σε πραγματικά ευεργετικά καθήκοντα. Και διέπονται από πλευράς Ενός Πάνσοφου Διαχειριστή(Hakim-i Müdebbir).»

    Ο περίεργος αυτός ταξιδιώτης λοιπόν, ακούγοντας τη δυναμική και ευκρινέστατη μαρτυρία αυτής της πραγματικότητας του ουρανού -η οποία συγκροτείται από την υπακοή των σύννεφων, από τη διαχείριση των ανέμων, από το κατέβασμα της βροχής, και τη διοίκηση των ουράνιων φαινομένων- δηλώνει «Amentü billah – Πιστεύω στον Αλλάχ!».

    Στο Δεύτερο Επίπεδο της Πρώτης Εξέχουσας Θέσης, ο ακόλουθος στοίχος

    لَٓا اِلٰهَ اِلَّا اللّٰهُ ال۟وَاجِبُ ال۟وُجُودِ الَّذٖى دَلَّ عَلٰى وُجُوبِ وُجُودِهِ ال۟جَوُّ بِجَمٖيعِ مَا فٖيهِ بِشَهَادَةِ عَظَمَةِ اِحَاطَةِ حَقٖيقَةِ التَّس۟خٖيرِ وَ التَّص۟رٖيفِ وَ التَّن۟زٖيلِ وَ التَّد۟بٖيرِ ال۟وَاسِعَةِ ال۟مُكَمَّلَةِ بِال۟مُشَاهَدَةِ

    εκφράζει την προαναφερόμενη παρατήρηση αυτού του ταξιδιώτη περί της ατμόσφαιρας του ουρανού. ([2])

    Έπειτα, η Γη, με τη γλώσσα της ύπαρξης της, απευθυνόμενη στον στοχαζόμενο επισκέπτη, ο οποίος έχει συνηθίσει πλέον αυτό το ταξίδι του στοχασμού, του λέει: «Τι γυρεύεις στο διάστημα, στον ουρανό, και στον αέρα; Έλα! εγώ θα σου γνωστοποιήσω αυτό που αναζητάς! Πρόσεξε τα καθήκοντα μου και διάβασε τις σελίδες μου!» Και αυτός κοιτάζει και βλέπει ότι:

    Η Γη, σαν ένας περιστρεφόμενος μεβλεβί (mevlevi) σε έκσταση, με δύο κινήσεις του χαράζει έναν κύκλο που προσδιορίζει τις ημέρες, τα έτη, και τις εποχές, γύρω από τον τόπο της μέγας ανάστασης. Και είναι μια θαυμάσια και υπάκουη κιβωτός του Κυρίαρχου Επιμορφωτή και Συντηρητή(Rab) η οποία επιπλέει γύρω από τον ήλιο, φορτωμένη με εκατοντάδες χιλιάδες είδη έμβια όντα με τα απαραίτητα τρόφιμα και εξοπλισμό τους, και τα ταξιδεύει με μια απόλυτη ισορροπία και ευταξία στον ωκεανό του διαστήματος.

    Έπειτα κοιτάζει τις σελίδες της Γης και βλέπει ότι: Η κάθε σελίδα της κάθε ενότητας, γνωστοποιεί με χιλιάδες στοιχεία τον Κύριο(Rab) της Γης. Επειδή δεν έχει χρόνο να διαβάσει όλες τις σελίδες, κοιτάζει μόνο μια σελίδα, η οποία είναι η σελίδα της άνοιξής και εκθέτει την δημιουργία και συντήρηση των έμβιων πλασμάτων, και παρατηρεί ότι:

    Οι μορφές εκατοντάδων χιλιάδων άπειρων υπάρξεων, εξέρχονται από μια απλή ύλη με μια τέλεια ευταξία, και επιμορφώνονται με απόλυτη ευσπλαχνία. Διασπείρονται με έναν θαυματουργό τρόπο δίνοντας φτερά σε κάποιους από τους σπόρους αυτούς, κάνοντας τα να πετάξουν. Διαχειρίζονται με μια τέλεια προμελετημένη φροντίδα και με μια άψογη στοργή σιτίζονται και ταΐζονται. Και ανατρέφονται με μια τέλεια ευσπλαχνία και συντήρηση, με άπειρα και διάφορα νόστιμα και γλυκά αγαθά που προέρχονται από το πουθενά, από το στεγνό χώμα, από ρίζες σαν κόκκαλα όμοιες μεταξύ τους ή με λίγες διαφορές, από κόκκους, και από σταγόνες νερού. Η κάθε άνοιξη, σαν ένα βαγόνι, στο οποίο με μια τέλεια διευθέτηση, φορτώνονται εκατοντάδες χιλιάδες είδη τροφίμων και εξοπλισμού από το θησαυροφυλάκιο του αγνώστου, και διανέμονται στον έμβιο κόσμο.

    Και ιδιαίτερα οι κονσέρβες γάλακτος που διανέμονται στα βρέφη μέσω αυτών των πακεταρισμένων τροφίμων, και η διανομή αυτών των γλυκών αντλιών γάλακτος τοποθετημένα στα στοργικά στήθη των μητέρων, παρουσιάζουν μια τέτοια στοργή, έλεος και σοφία που μας αποδεικνύουν αναμφίβολα ότι όλα αυτά είναι ένα δώρο, μια φανέρωση της ευσπλαχνίας και γενναιοδωρίας του απόλυτου επιμορφωτή και φιλόστοργου, Του Πολυεύσπλαχνου(Rahman), και του Οικτίρμονος Αλλάχ(Rahim).

    Ως αποτέλεσμα, αυτή η σελίδα ζωής της άνοιξης, μας παρουσιάζει εκατοντάδες χιλιάδες είδη και δείγματα της Μέγας Ανάστασης, και εκθαμβωτικά ερμηνεύει και σε υλική μορφή το εδάφιο, فَانْظُرْ اِلٰٓى اٰثَارِ رَحْمَتِاللّٰهِ كَيْفَيُحْيِى الْاَرْضَ بَعْدَ مَوْتِهَا اِنَّ ذٰلِكَ لَمُحْيِىالْمَوْتٰى وَهُوَعَلٰى كُلِّ شَىْءٍ قَدٖيرٌ (Κουράν, Ρουμ, 30:50) το οποίο επίσης εκφράζει τις έννοιες αυτής της σελίδας με έναν θαυματουργό τρόπο. Και κατάλαβε ότι, η Γη ταυτοχρόνως με όλες τις σελίδες της, ανάλογα με το μέγεθος και δύναμη τους, εκφωνούν τo لاَاِلَهَاِلاَّهُوَ (Λαα ιλάχε ιλλά χου- Δεν υπάρχει άλλος θεός παρά μόνο Αυτός).

    Έτσι λοιπόν, η σύντομη αυτή μαρτυρία -η οποία αντιπροσωπεύει μόνο μία πτυχή από τις είκοσι πτυχές μιας μόνο σελίδας (της άνοιξης) των περισσότερων από είκοσι μεγάλων σελίδων που κατέχει η υδρόγειος- και παράλληλα το νόημα της μαρτυρίας των υπόλοιπων πτυχών που έχει παρατηρήσει ο ταξιδιώτης, στο Τρίτο Επίπεδο της Πρώτης Εξέχουσας Θέσης έχει εκφραστεί ως εξής:

    لَٓا اِلٰهَ اِلَّا اللّٰهُ ال۟وَاجِبُ ال۟وُجُودِ الَّذٖى دَلَّ عَلٰى وُجُوبِ وُجُودِهٖ فٖى وَح۟دَتِهِ ال۟اَر۟ضُ بِجَمٖيعِ مَا فٖيهَا وَ مَا عَلَي۟هَا بِشَهَادَةِ عَظَمَةِ اِحَاطَةِ حَقٖيقَةِ التَّس۟خٖيرِ وَ التَّد۟بٖيرِ وَ التَّر۟بِيَةِ وَ ال۟فَتَّاحِيَّةِ وَ تَو۟زٖيعِ ال۟بُذُورِ وَ ال۟مُحَافَظَةِ وَ ال۟اِدَارَةِ وَ ال۟اِعَاشَةِ لِجَمٖيعِ ذَوِى ال۟حَيَاةِ وَ الرَّح۟مَانِيَّةِ وَ الرَّحٖيمِيَّةِ ال۟عَامَّةِ الشَّامِلَةِ ال۟مُكَمَّلَةِ بِال۟مُشَاهَدَةِ

    Έπειτα, καθώς ο διανοούμενος ταξιδιώτης διάβαζε την κάθε σελίδα, το κλειδί της ευτυχίας η πίστη του ενισχυόταν, το κλειδί της πνευματικής προόδου η γνώση του αυξανόταν, και η πραγματικότητα της πίστης στον Αλλάχ, που είναι η βάση και η πηγή όλων των τελειοτήτων εξελισσόταν βαθμιαία. Και συνάμα καθώς οι πνευματικές αυτές απολαύσεις και γεύσεις που λάμβανε προκαλούσαν την περιέργεια του, παρόλο που είχε ακούσει τα απόλυτα και οριστικά διδάγματα του σύμπαντος, του ουρανού και της γης, φώναζε هَلْمِنْمَزٖيدٍ (χελ μην μεζίντ;- Δεν υπάρχει άλλο;). Ξαφνικά ακούει τις εκστατικές, εύθυμες αρμονικές εκκλήσεις (Zikir) και τους θλιβερούς αλλά γλυκούς ήχους των θαλασσών και των μεγάλων ποταμών. Και με τη γλώσσα της ύπαρξής τους και τη γλώσσα του λόγου, του λένε: «Κοίταξε μας! Και διάβασε μας!» Και αυτός τα κοιτάζει και βλέπει ότι:

    Οι ζωντανές αυτές θάλασσες, οι οποίες είναι σε μια συνεχή κίνηση και έχουν μια φυσική έμφυτη κλίση διασκορπισμού, έκχυσης και εισβολής -και παρόλο που περιστρέφονται με μια μεγάλη ταχύτητα που διανύουν σε ένα χρόνο μια απόσταση ενός κύκλου είκοσι πέντε χιλιάδων χρόνων μαζί με την υδρόγειο την οποία έχουν περικυκλώσει- ούτε σκορπίζονται, ούτε χύνονται μα ούτε εισβάλουν στο έδαφος του γείτονα. Άρα λοιπόν, με το διάταγμα και τη δύναμη ενός πανίσχυρου και ύψιστου, υπέρτατου Όντος περιστρέφονται, σταθεροποιούνται και προστατεύονται.

    Έπειτα, κοιτάζει μέσα στις θάλασσες και παρατηρεί ότι: Εκτός από τα πανέμορφα, στολισμένα και κομψά κοσμήματα, η σίτιση και διαχείριση, η γέννηση και θανάτωση χιλιάδων ειδών πλασμάτων είναι τόσο θαυμάσια οργανωμένη και τα τρόφιμα και αγαθά που τους παρέχονται από μια απλή άμμο και το πικρό νερό είναι τόσο τέλεια, που όλα αυτά αναμφισβήτητα μας αποδεικνύουν ότι αυτή η διαχείριση και σίτιση γίνεται μόνο από Τον Παντοδύναμο Κάτοχο Μεγαλείου Δύναμης(Kadir-i Zülcelal), και Τον Πολυεύσπλαχνο Κάτοχο Άπειρου Κάλους και Οίκτου προς το κάθε ον(Rahim-i Zülcemal).

    Έπειτα, ο επισκέπτης κοιτάζει τα ποτάμια και παρατηρεί ότι: Τα οφέλη και καθήκοντα τους, τα έσοδα και έξοδά τους είναι τόσο προνοητικά και στοργικά, που αναμφισβήτητα μας αποδεικνύουν ότι όλα τα μεγάλα και μικρά ποτάμια, οι κρήνες και τα ρυάκια πηγάζουν και εκρέουν από το θησαυροφυλάκιο του ελέους Ενός Οικτίρμων Κάτοχου Μεγαλείου Δύναμης και Γενναιοδωρίας (Rahman-ı Zülcelal-i ve’l-İkram). Και η συσσώρευση, διατήρηση και κατανάλωση τους είναι τόσο εξαιρετική ώστε λέγεται ότι «Τα τέσσερα μεγάλα ποτάμια πηγάζουν από τον Παράδεισο». Δηλαδή, βρίσκονται υπεράνω της φαινομενικής αιτιοκρατίας και πηγάζουν από το θησαυροφυλάκιο ενός πνευματικού παραδείσου, και εκρέουν αποκλειστικά από την άγνωστη και ανεξάντλητη πηγή του.

    Ο ευλογημένος Νείλος για παράδειγμα, ο οποίος έχει μετατρέψει την αμμώδη γη της Αιγύπτου σε παράδεισο, ρέει ανεξάντλητα και συνεχόμενα σαν μια μικρή θάλασσα από το βουνό Καμέρ (Cebel-i Kamer) του Νότου. Εάν για έξι μήνες το παρερχόμενο αυτό νερό συγκεντρώνονταν και έπειτα μετατρεπόταν σε πάγο, θα ήταν μεγαλύτερο και από το ίδιο το βουνό. Ωστόσο, το σημείο όπου αποθηκεύονται τα νερά του, δεν καλύπτουν ούτε καν το ένα έκτο αυτού του βουνού. Όσο για τις πηγές του, λόγω του ζεστού κλίματος της περιοχής εκείνης, το λιγοστό νερό που λαμβάνει η διψασμένη εκείνη γη, το απορροφά πολύ γρήγορα και έτσι μένει πολύ λίγο νερό βροχής για τις πηγές του. Και επειδή αυτό το γεγονός δεν μπορεί να εξηγηθεί με αυτήν την αντιστάθμιση, η φήμη του ευλογημένου Νείλου ότι υπηρετεί πέραν της φαινομενικής αιτιοκρατίας που επικρατεί στην υδρόγειο και πηγάζει από έναν άγνωστο παράδεισο, εκφράζει μια σπουδαία και όμορφη αλήθεια.

    Έτσι, λοιπόν είδε μία από τις χιλιάδες σαν τις θάλασσες, μαρτυρίες και πραγματικότητες των θαλασσών και ποταμών. Και αντιλήφτηκε ότι, όλες οι θάλασσες με μια ευρύτατη ομοφωνία και με την ανάλογη δύναμη του μεγαλείου τους εκφωνούν το لاَاِلَهَاِلاَّالله (Λαα ιλάχε ιλλαλλάχου- Δεν υπάρχει άλλος θεός παρά μόνο ο Αλλάχ) και κατάλαβε πως, ως μάρτυρες αυτής της μαρτυρίας δείχνουν το καθένα από τα πλάσματα που εμπεριέχουν όλες οι θάλασσες. Και ως προς το νόημα και επιθυμία να εκφραστεί η καθολική μαρτυρία όλων των θαλασσών και ποταμών, στο Τέταρτο Επίπεδο της Πρώτης Εξέχουσας Θέσης αυτή η μαρτυρία έχει διατυπωθεί ως εξής:

    لاَ لاَ اِلَهَ اِلاَّ اللهُ الْوَاجِبُ الْوُجُودِ الَّذِى دَلَّ عَلَى وُجوبِ وُجُودِهِ فِى وَحْدَتِهِ جَمِيعِ الْبِحَارِ وَ اْلاَنْهَارِ بِجَمِيعِ مَا فِيهَا بِشَهَادَةِ عَظَمَةِ اِحَاطَةِ حَقِيقَةِ التَّسْخِيرِ وَ الْمُحَافَظَةِ وَ اْلاِدِّخَارِ وَ اْلاِدَارَةِ الْوَاسِعَةِ الْمُنْتَظَمَةِ بِالْمُشَاهَدَةِ

    Έπειτα τα βουνά και οι πεδιάδες καλούν τον ταξιδιώτη που διανύει ένα ταξίδι στοχασμού και του λένε: «Διάβασε και τις δικές μας σελίδες!». Και αυτός τις κοιτάζει και βλέπει ότι:

    Τα συνολικά καθήκοντα και όλες οι υπηρεσίες των βουνών είναι τόσο μεγαλοπρεπείς και τόσο εμβριθείς που αφήνουν τις διάνοιες μέσα στην κατάπληξη. Για παράδειγμα, το γεγονός ότι τα βουνά εξέρχονται από τη γη με το διάταγμα του Κυρίου(Rab), και το ότι με την έξοδό τους καθησυχάζουν και ηρεμούν την αναταραχή, τη μανία και την οργή οι οποίες προκύπτουν από τις εσωτερικές μεταβολές που λαμβάνουν χώρα κάτω από το έδαφος, και το ότι με την εμφάνιση των βουνών και των ανοιγμάτων, το έδαφος αναπνέει και απαλλάσσεται από τις βλαβερές δονήσεις και τους δυσάρεστους σεισμούς και συνεπώς δεν επιτρέπει να ταραχθεί η ανάπαυση των κατοίκων της γης καθώς εκτελεί το καθήκον της περιστροφής.

    Άρα λοιπόν, όπως τα κατάρτια των πλοίων τοποθετούνται για να διαφυλάξουν την ισορροπία του πλοίου και να το προστατέψουν από τις δονήσεις, έτσι ακριβώς το ότι και τα βουνά είναι τα κατάρτια της γης γεμάτα με θησαυρούς, αναφέρεται σε πολλά εδάφια στο Θαυματουργό Κήρυγμα του Κουράν από τα οποία μερικά είναι:

    وَالْجِبَالَ اَوْتَادًا وَاَلْقَيْنَا فِيهَا رَوَاسِىَوَالْجِبَالَ اَرْسَيهَا

    (Και (δεν) κάναμε τα βουνά πασσάλους; Κουράν, Ελ Νέμπε 78:7), (… και βάλαμε πάνω της (γης) βουνά… Ελ Χιτζρ 15:19), (Στερέωσε όλα τα βουνά μαζί. Ελ Ναζιάτ 79:32)

    Επιπλέον αντιλαμβάνεται ότι, όλες οι απαραίτητες πηγές, τα νερά, τα διάφορα μέταλλα, η ύλη, και τα ιάματα των έμβιων όντων που βρίσκονται μέσα στα βουνά είναι τόσο σοφά, ευεργετικά, προμελετημένα, γενναιόδωρα, και με μια τέτοια προφυλακτικότητα συλλεγμένα, προετοιμασμένα και τοποθετημένα, τα οποία αναμφισβήτητα μας αποδεικνύουν ότι όλα αυτά δεν μπορεί παρά να είναι τα θησαυροφυλάκια, οι αποθήκες και υπηρέτες του Ενός Παντοδύναμου(Kadir), Παντογνώστη και Πάνσοφου(Hakim) Αλλάχ.

    Και συγκρίνοντας αυτά τα δύο πολύτιμα παραδείγματα των βουνών και πεδιάδων με τα υπόλοιπα καθήκοντα και εμβρίθειες τους που είναι όσα και τα βουνά, διαπιστώνει ότι, η Θεία Ενάδα (Tevhid) του لاَاِلَهَاِلاَّالله (Λαα ιλάχε ιλλαλλάχου- Δεν υπάρχει άλλος θεός παρά μόνο ο Αλλάχ) που μαρτυρούν και κοινοποιούν ομόφωνα όλες οι ευεργεσίες των βουνών και πεδιάδων, ιδιαίτερα αυτές ως προς την προφύλαξη και αποθήκευση, είναι τόσο ισχυρές και σταθερές όσο τα βουνά, και τόσο εκτεταμένες και απέραντες όσο και οι πεδιάδες. Και βλέποντας όλα αυτά δηλώνει «Amentü billah» (Πιστεύω στον Αλλάχ!).

    Ως προς την έκφραση αυτού του νοήματος, στο Πέμπτο Επίπεδο της Πρώτης Εξέχουσας Θέσης έχει δηλωθεί ως εξής:

    لاَ اِلَهَ اِلاَّ اللَّهُ الْوَاجِبُ الْوُجُودِ الَّذِى دَلَّ عَلَى وُجُوبِ وُجُودِهِ جَمِيعُ الْجِبَالِ وَ الصَّحارَى بِجَمِيعِ مَا فِيهَا وَ عَليْهَا بِشَهَادَةِ عَظَمَةِ اِحَاطَةِ حَقِيقَةِ اْلاِدِّخَارِ وَ اْلاِدَارَةِ وَ نَشْرِ الْبُذُورِ وَ الْمُحَافَظَةِ وَ التَّدْبِيرِ اْلاِحْتِيَاطِيَّةِ الرَّبَّانِيَّةِ الْوَاسِعَةِ الْعَامَّةِ الْمُنْتَظَمَةِ الْمُكَمَّلَةِبِالْمُشَاهَدَةِ

    Έπειτα, καθώς ο ταξιδιώτης εκείνος προχωρούσε διαλογιζόμενος τα βουνά και τις πεδιάδες, η πύλη του κόσμου των δέντρων και των φυτών ανοίχθηκε στον συλλογισμό του. Τον καλέσανε μέσα και του είπανε «Έλα, κάνε έναν περίπατο και στον δικό μας κύκλο, διάβασε και τις δικές μας επιγραφές!». Και αυτός μπήκε και είδε ότι:

    Έχουν σχηματίσει ένα εξαίσιο και υπέρ-στολισμένο συμβούλιο γνωστοποίησης της Θείας Ενάδας (Tevhid), και έναν κύκλο εξύμνησης και ευχαριστίας. Και αντιλήφθηκε ότι, μέσω της γλώσσας της φύσης τους όλα τα δέντρα και τα φυτά μαζί, εκφωνούν ομόφωνα το لاَاِلَهَاِلاَّالله (Λαα ιλάχε ιλλαλλάχου- Δεν υπάρχει άλλος θεός παρά μόνο ο Αλλάχ). Και έπειτα διαπίστωσε τρεις μεγάλες και γενικές πραγματικότητες οι οποίες μαρτυρούν και αποδεικνύουν ότι όλα τα καρποφόρα δέντρα και φυτά, μέσω της εντελούς και ευφραδούς γλώσσας των φύλλων τους, μέσω των στολισμένων και εύγλωττων εκφράσεων των ανθών τους, και μέσω των άψογων οργανωμένων ρητορικών λέξεων των καρπών τους, ομαδικά υμνούν και μαρτυρούν το لاَاِلَهَاِلاَّهُوَ. (Λαα ιλάχε ιλλά χου- Δεν υπάρχει άλλος θεός παρά μόνο Αυτός!).

    Η Πρώτη: Όπως είναι αισθητά αντιληπτό ότι, στο καθένα από αυτά εκδηλώνεται προφανέστατα μια σκόπιμη γενναιοδωρία και προσφορά, μια επιθυμητή δωρεά, και ένα γεγονός ικανοποίησης· έτσι το ίδιο ισχύει και στο σύνολο τους και φαίνεται εξίσου προφανές όπως το φως στην ανατολή του ηλίου.

    Η Δεύτερη: Μια σκόπιμη και βαθυστόχαστη διάκριση και ανάδειξη που δεν μπορεί σε καμία περίπτωση να αποδοθεί σε σύμπτωση, και ένα νόημα και μια ουσία εθελούσιας και στοργικής διακόσμησης και μορφοποίησης είναι τόσο φανερή στα άπειρα είδη και στην κάθε ύπαρξη όσο το φως της ημέρας· αποδεικνύουν ότι όλα αυτά είναι τα έργα και κεντήματα Ενός Πάνσοφου Πλάστη -ο οποίος πλάθει με απόλυτη τέχνη, σοφία, με νόημα και ωφέλεια και με τον πιο κατάλληλο τρόπο(Sani-i Hakim).

    Η Τρίτη: Το φαινόμενο ότι όλα αυτά τα άπειρα έργα τέχνης, τα οποία κατέχουν εκατοντάδες χιλιάδες ξεχωριστές μορφές και σχήματα, και το ότι από τους σπόρους και κόκκους τους που είναι άριστα διαμορφωμένοι, ισορροπημένοι, στολισμένοι και είναι καθορισμένοι και περιορισμένοι και παρόμοια μεταξύ τους, και από αυτούς -τους απλούς, άψυχους, όμοιους ή με λίγες διαφορές μεταξύ τους σπόρους και κόκκους- αποκαλύπτονται και διανοίγονται διακόσιες χιλιάδες είδη, ξεχωριστά διαφοροποιημένων, διαμορφωμένων, ισορροπημένων, ζωντανών, ευεργετικών μορφών χωρίς το παραμικρό λάθος, είναι μια τέτοια πραγματικότητα η οποία είναι πιο λαμπερή και από τον ήλιο και έχει τόσους μάρτυρες που αποδεικνύουν αυτήν την πραγματικότητα όσα είναι και τα άνθη, οι καρποί τα φύλλα και όλες οι υπάρξεις της άνοιξης. Αντιλαμβανόμενος αυτή την πραγματικότητα ο ταξιδιώτης είπε:

    اَلْحَمْدُلِلّٰهِعَلٰىنِعْمَةِالْاٖيمَانِ (Ελχάμντουλιλλάχ αλά νίμετιλ ιμάν.- Δόξα τον Αλλάχ για το αγαθό της πίστης που μας έχει προσφέρει.)

    Και με την πρόθεση και επιθυμία να εκφραστούν αυτές οι αλήθειες και μαρτυρίες στο Έκτο Επίπεδο της Πρώτης Εξέχουσας Θέσης έχει δηλωθεί το εξής:

    لاَ اِلَهَ اِلاَّ اللَّهُ الْوَاجِبُ الْوُجُودِ الَّذِى دَلَّ عَلَى وُجُوبِ وُجُودهِ فِى وَحْدَتِهِ اِجْمَاعُ جَمِيعِ اَنْوَاعِ اْلاَشْجَارِ وَ النّبَاتَاتِ الْمُسَبِّحَاتِ النَّطِقَاتِ بِكَلِمَاتِ اَوْرَاكِهَا الْمَوْزُونَاتِالْفَصِيحَاتِ وَ اَزْهَارِهَا الْمُزَيَّنَاتِ الْجَزِيلاَتِ وَ اَثْمَارِهَا الْمُنْتَظَمَاتِ الْبَلِيغَاتِ بِشَهَادَةِ عَظَمَةِ اِحَاطَةِ حَقِيقَةِ اْلاِنْعَامِ وَ اْلاِكْرَامِ وَ اْلاِحْسَانِ بِقَصْدٍ وَ رَحْمَةٍ وَ حَقِيقَةِ التَّمْيِيزِ وَ التّزْيِينِ وَ التَّصْوِيرِ بِاِرَادَةٍ وَ حِكْمَةٍمَعَ قَطْعِيَّةِ دَلاَلَةِ حَقِيقَةِ فَتْحِ جَمِيعِ صُوَرِهَا الْمَوْزُونَاتِ الْمُزَيَّنَاتِالْمُتَبَايِنَةِ الْمُتَنَوِّعَةِ الْغَيْرِ الْمَحْدُودَةِ مِنْ نُوَاتَاتٍ وَ حَبَّاتٍ مُتَمَاثِلَةٍ مُتَشَابِهَةٍ مَحْصُورَةٍ مَعْدُودَةٍ

    Έπειτα, αυτός ο ταξιδιώτης του κόσμου που βρίσκεται σε ένα ταξίδι στοχασμού και του οποίου η ευχαρίστηση και ο ενθουσιασμός έχουν αυξηθεί με μεγάλη περιέργεια, και καθώς ερχόταν με ένα μεγάλο σαν την άνοιξη μπουκέτο γνώσης και πίστης που έχει αποκτήσει από τον κήπο της άνοιξης, η πύλη του κόσμου των ζώων και των πουλιών ανοίχθηκε στο παρατηρητικό προς την πραγματικότητα μυαλό του, και στο οικείο προς τη θεία γνώση σύνεσή του. Τον καλέσανε μέσα με εκατοντάδες χιλιάδες διαφορετικούς ήχους και διαφορετικές γλώσσες λέγοντάς του «Περάστε!». Και αυτός εισήλθε και είδε ότι:

    Όλα τα είδη, ομάδες και έθνη των ζώων και των πουλιών, με τη γλώσσα του λόγου και τη γλώσσα της φύσης τους κηρύσσοντας ομόφωνα το لاَاِلَهَاِلاَّهُوَ. (Λαα ιλάχε ίλλα χου - Δεν υπάρχει άλλος θεός παρά μόνο Αυτός), έχουν μετατρέψει το πρόσωπο της γης σε έναν τόπο εξύμνησης (zikir) και σε μια εξαίσια συγκέντρωση εξαγγελίας και γνωστοποίησης (του Αλλάχ). Επίσης είδε ότι το εκάστοτε από αυτά εκδηλώνει και περιγράφει τον Πλάστη(Sani) του υμνώντας και ευχαριστώντας Τον, σαν μια προσωποποιημένη ωδή του Επιμορφωτή(Rabbani), σαν μια ενσαρκωμένη λέξη του Υπερτέλειου(Subhani), και σαν ένα πολυσήμαντο ζωντανό γράμμα του Πολυεύσπλαχνου(Rahmani). Λες και όλες οι αισθήσεις και τα συναισθήματα, οι μηχανισμοί, τα όργανα, και εργαλεία όλων αυτών των ζωών και πουλιών είναι εύτακτες και στιχουργημένες λέξεις και εξαίσιες και τέλειες φράσεις. Και έπειτα διαπίστωσε τρεις υπέροχες και καθολικές πραγματικότητες οι οποίες μαρτυρούν και με βεβαιότητα αποδεικνύουν ότι, όλα αυτά τα πλάσματα με αυτόν τον τρόπο μαρτυρούν την Ενότητα και Μοναδικότητα Του, και μέσω αυτών ευχαριστούν Το Δημιουργό(Hallak) και Τον Σιτιστή(Rezzak) τους.

    Η Πρώτη: Είναι η πραγματικότητα της ζωοποίησης και της εμψύχωσης, η οποία δείχνει με είκοσι πτυχές τις αντανακλάσεις της γνώσης, σοφίας, και βούλησης, και μιας επιθυμητής και πάνσοφης πλαστουργίας και δημιουργίας, επιπλέον φανερώνει μια μοναδική και απόλυτη τέχνη στη δημιουργία, και μια πάνσοφη κατασκευή εκ του μη όντος, τα οποία σε καμία περίπτωση δεν είναι δυνατόν να αποδοθούν στις αδέσποτες συμπτώσεις ή στην τυφλή και ασυνείδητη φύση. Και έτσι αυτή η πραγματικότητα ως ένα καταφανές στοιχείο με μάρτυρες όσο και ο αριθμός των έμψυχων όντων, μαρτυρεί την απαραίτητη οντότητα, τις εφτά θείες ιδιότητες και την ενότητα του Ενός Αέναου Υπάρχοντος Κυρίου και Ζωοποιού του κάθε ζωντανού (Zat-ı Hayy-ı Kayyum).

    Η Δεύτερη: Σε αυτά τα άπειρα έργα τέχνης που είναι διαφορετικά στο πρόσωπο, στολισμένα στο σχήμα, ισορροπημένα σε ποσότητα και ταξινομημένα σε μορφή, και αυτός ο τρόπος διαφοροποίησης, διακόσμησης και περιγραφής τους, επιδεικνύεται μια τέτοια υψηλή και ισχυρή πραγματικότητα, που τίποτα σε καμία περίπτωση και πιθανότητα δεν μπορεί να διεκδικήσει αυτήν την τόσο ευρεία δραστηριότητα η οποία από κάθε άποψη παρουσιάζει χιλιάδες θαύματα και σοφίες, εκτός από τον Πανίσχυρο υπέρ πάντων(Kadir-i Külli Şey) και Πάνσοφο υπέρ πάντων(Alim-i Külli Şey) , Αλλάχ.

    Η Τρίτη: Το ότι από διάφορα περιορισμένα και καθορισμένα αυγά τα οποία είναι σχεδόν ίδια, όμοια μεταξύ τους ή με λίγη διαφορά και από σταγόνες νερού που ονομάζονται σπέρμα, αποκαλύπτονται και εμφανίζονται τα πρόσωπα άπειρων ζωών με εκατοντάδες χιλιάδες τρόπους -και το εκάστοτε πρόσωπο των οποίων αντιπροσωπεύει και ένα θαύμα σοφίας-, σε άψογες, ισορροπημένες και τέλειες μορφές, είναι μια τόσο λαμπρή πραγματικότητα η οποία φωτίζεται από τόσα τεκμήρια και αποδείξεις όσα είναι και ο άπειρος αριθμός των ζώων αυτών.

    Να λοιπόν, με την ομοφωνία αυτών των τριών πραγματικοτήτων, όλα τα είδη ζώων από κοινού μαρτυρούν και εκφωνούν ένα τέτοιο لاَاِلَهَاِلاَّهُوَ. (Λαα ιλάχε ίλλα χου - Δεν υπάρχει άλλος θεός παρά μόνο Αυτός), που λες και η Γη σαν ένας μεγάλος άνθρωπος ανακοινώνει ένα τόσο μεγάλο لاَاِلَهَاِلاَّهُوَ (Λαα ιλάχε ίλλα χου - Δεν υπάρχει άλλος θεός παρά μόνο Αυτός), που ακούγεται από όλους τους κατοίκους των ουρανών. Αντιλαμβανόμενος την έννοια αυτή, έλαβε ένα πλήρες μάθημα. Στο Έβδομο Επίπεδο της Πρώτης Εξέχουσας Θέσης ως προς το νόημα της έκφρασης αυτών των προαναφερόμενων πραγματικοτήτων έχει δηλωθεί ως εξής:

    لاَ اِلَهَ اِلاَّ اللَّهُ الْوَاجِبُ الْوُجُودِ الَّذِى دَلَّ عَلَى وُجُوبِ وُجُودهِ فِى وَحْدَتِهِ اِتِّفَاقُ جَمِيعِ اَنْوَعِ حَيَوَانَاتِ وَ الطُّيُورِ الْحَامِدَاتِ الشَّاهِدَاتِ بِكَلِمَاتِ حَوَاسِّهَا وَ قُوَاهَا وَ حِسِّيَّاتِهَا وَ لَطَائِفِهَا الْمَوْزُونَاتِ الْمُنْتَظَمَاتِ الْفَصِيحَاتِ وَ بِكَلِمَاتِ جِهَازَاتِهَا وَ جَوَارِحِهَا وَ اَعْضَائِهَا وَآلاَتِهَا الْمُكَمَّلَةِ الْبَلِيغَاتِ بِشَهَادَةِ عَظَمَةِ اِحَاطَةِ حَقِيقَةِ اْلاِيجَادِ وَ الصُّنْعِ وَ اْلاِبْدَاعِ بِاْلاِرادَةِ وَ حَقِيقَةِ التَّمْيِيزِوَ التَّزْيِينِ بِالْقَصْدِ وَ حَقِيقَةِ التَّقدِيرِ وَ التَّصْوِيرِ بِالْحِكْمَةِ مَعَ قَطْعِيَّةِ دَلاَلَةِ حَقِيقَةِ فَتْحِ جَمِيعِ صُوَرِهَا الْمُنْتَظَمَةِ الْمُتَخَالِفَةِ الْمُتَنَوِّعَةِ الْغَيْرِ الْمَحْصُورَةِ مِنْ بَيْضَاتٍ وَ قَطَرَاتٍ مُتَمَاثِلَةٍ مُتَشَابِهَةٍ مَحْصُورَةٍ مَحْدُودَةٍ

    Έπειτα, ο στοχαστής αυτός ταξιδιώτης για να προχωρήσει πιο πέρα προς τις ατελείωτες απολαύσεις, τους διαφωτισμούς και άπειρα επίπεδα της θείας γνώσης, καθώς επιθυμούσε να μπει στη διάσταση της ανθρωπότητας και στον κόσμο των ανθρώπων, αρχικά οι προφήτες τον καλέσανε μέσα και αυτός εισήλθε. Πρώτα κοίταξε την εμβέλεια του παρελθόντος και είδε ότι:

    Οι πιο πεφωτισμένοι και άριστοι του ανθρώπινου γένους, όλοι οι προφήτες (Αλέϊχι μους’ Σαλάμ- Είθε η ειρήνη του Αλλάχ να είναι μαζί τους) με ομοφωνία υμνούν και γνωστοποιούν το لاَاِلَهَاِلاَّهُوَ (Λαα ιλάχε ίλλα χου -Δεν υπάρχει άλλος θεός παρά μόνο Αυτός). Επίσης είδε ότι με τη δύναμη των αμέτρητων, λαμπρών και επιβεβαιωμένων θαυμάτων τους ισχυρίζονται τη Θεία Ενάδα (Tevhid). Επίσης διδάσκουν την ανθρωπότητα ώστε να μπορέσει να ανυψωθεί από τη ζωώδη τάξη στο επίπεδο των αγγέλων, προσκαλώντας την στην πίστη στον Αλλάχ. Έτσι γονάτισε και αυτός στο μάθημα αυτό και διαπίστωσε ότι:

    Παρατηρώντας εκείνα τα θαύματα τους -που ως σφραγίδες επικύρωσης από μέρους του Δημιουργού του Σύμπαντος έχουν δοθεί στον κάθε έναν από αυτούς τους πιο περίφημους, ύψιστους και διάσημους διδασκάλους της ανθρωπότητας- και τις αναγγελίες και προειδοποιήσεις του καθενός, και με το ότι μια μεγάλη ομάδα ανθρώπων και μια κοινότητα έχουν αποκτήσει πίστη εγκρίνοντας και αποδεχόμενοι το κάθε ένα από αυτούς· μπόρεσε και ο ίδιος και έκρινε το πόσο ισχυρές και αμετάκλητες είναι οι αλήθειες οι οποίες με συμφωνία και ομοφωνία επιβεβαιώνουν και διατάζουν τα εκατοντάδες χιλιάδες σοβαρά αυτά Πρόσωπα. Αντιλήφθηκε, το πόσο μεγάλο σφάλμα και έγκλημα διαπράττουν οι άπιστοι που απαρνούνται μια τόσο δυνατή αλήθεια η οποία εγκρίνεται και εξακριβώνεται με τα αμέτρητα θαύματα τόσων έμπιστων αγγελιοφόρων, και ότι είναι άξιοι μιας ατελείωτης τιμωρίας. Αντιλήφθηκε επιπλέον το πόσο δίκαιοι και ορθοί είναι αυτοί που τους εγκρίνουν και αποκτούν πίστη. Και με αυτόν τον τρόπο του αποκαλύφθηκε ακόμα ένα μεγάλο επίπεδο της αγιότητας της πίστης.

    Ναι, τα αμέτρητα θαύματα που οι προφήτες (Αλέϊχι μους Σαλάμ- Είθε η ειρήνη του Αλλάχ να είναι μαζί τους) έχουν λάβει από Τον Ύψιστο Αληθή και Δίκαιο Αλλάχ(Cenab-ı Hak) ως επικύρωση των πράξεων τους, οι διάφορες επουράνιες τιμωρίες που έχουν υποστεί οι αντίπαλοι τους φανερώνοντας το δίκαιο της ορθότητας τους, η προσωπική τους ωριμότητα που ενισχύει την ορθότητα τους, η ορθότητα στη διδαχή τους, η δύναμη της πίστης τους που στοιχειοθετεί την ορθότητα τους, η απόλυτη σοβαρότητα και αυτοθυσία που κατέχουν, και ακόμη οι άγιες γραφές και τα βιβλία που έχουν στα χέρια τους, και εκτός των αμέτρητων μαθητών τους που επαληθεύουν και συνηγορούν την ορθότητα και το δίκαιο του δρόμου που καθοδηγούν -μέσω της αλήθειας, ωριμότητας και του φωτός που έχουν λάβει διαμέσου της αφοσίωσης τους προς αυτούς-, έτσι και παράλληλα με όλα αυτά η συγκέντρωση, η ομοφωνία και η συμφωνία των σπουδαίων αυτών αγγελιοφόρων στα αποδεδειγμένα θέματα, και η αρμονία, η αλληλεγγύη και η πλήρης αντιστοιχία τους όσον αφορά την αποκάλυψη, είναι ένα τέτοιο τεκμήριο και μια τέτοια δύναμη, που καμία δύναμη στον κόσμο δεν μπορεί να την αντιμετωπίσει και δεν αφήνει καμία αμφιβολία και αμφισβήτηση. Και αντιλήφθηκε επίσης, ότι η αποδοχή και η πίστη προς όλους τους προφήτες (Αλέϊχι μους Σαλάμ- Είθε η ειρήνη του Αλλάχ να είναι μαζί τους) αποτελεί μία από τις αδιαπραγμάτευτες αρχές της πίστης και είναι αυτή καθεαυτή μια μεγάλη πηγή δύναμης. Εν συνεπεία έλαβε μια άφθονη διαφώτιση και ευλογία πίστης από το μάθημα τους.

    Να λοιπόν, ως προς την έκφραση του προαναφερόμενου μαθήματος του ταξιδιώτη, στο Όγδοο Επίπεδο της Πρώτης Εξέχουσας Θέσης έχει δηλωθεί ως εξής:

    لاَ اِلَهَ اِلاَّ اللَّهُ الَّذِى دَلَّ عَلَى وُجُوبِ وُجُودهِ فِى وَحْدَتِهِ اِجْمَاعُ جَمِيعِ اْلاَنْبِيَاءِ بِقُوَّةِ مُعْجِزَاتِهِمُ الْبَاهِرَةِ الْمُصَدِّقَةِ الْمَصَدَّقَةِ

    Έπειτα, καθώς ο φιλομαθής αυτός ταξιδιώτης επέστρεφε από το συμβούλιο των προφητών (Αλέϊχι μους Σαλάμ- Είθε η ειρήνη του Αλλάχ να είναι μαζί τους) έχοντας λάβει μια ύψιστη απόλαυση αλήθειας με τη δύναμη της πίστης, οι πιστοί νομοδιδάσκαλοι (ulema) οι οποίοι με τρόπο εξακρίβωσης της θεωρητικής γνώσης (Ilmelyakîn) και με ισχυρά και οριστικά τεκμήρια επιβεβαιώνουν τους ισχυρισμούς των προφητών (Αλέϊχι μους Σαλάμ- Είθε η ειρήνη του Αλλάχ να είναι μαζί τους) και οι εμβριθείς πανάρετοι άγιοι (asfiya) και προσηλωμένοι έμπιστοι (sıddıkin), και οι φερέγγυοι μελετητές και ερμηνευτές (muctehidin) τον κάλεσαν στη σχολή τους. Και αυτός εισήλθε και είδε ότι:

    Χιλιάδες ιδιοφυείς, εκατοντάδες χιλιάδες ερευνητές και υψηλοί ανακριτές -με εξονυχιστικές μελέτες που δεν αφήνουν την παραμικρή αμφιβολία- καταδεικνύουν τα θέματα της πίστης και πρώτα από όλα την απαραίτητη οντότητα και ενότητα του Αλλάχ.

    Ναι, παρόλο που τα επιτεύγματα και αρμοδιότητες τους είναι πολυειδής, η ομόφωνη συμφωνία τους ως προς τις διαδικασίες και τις αρχές της πίστης και τα αναμφισβήτητα ισχυρά στοιχεία στα οποία στηρίζεται ο καθένας τους, είναι μια τέτοια απόδειξη που θα μπορούσε να αντιμετωπιστεί μόνο με την κατοχή μιας τέτοιας ευφυΐας και οξυδέρκειας όσο το σύνολο τους και μόνο εάν ήταν εφικτό να βρεθεί κάποια απόδειξη τόσο ισχυρή όσο το σύνολο των αποδείξεων τους. Αλλιώς, εκείνοι οι απαρνητές μπορούν να την αντιμετωπίσουν μόνο με άγνοια, ανοησία, άρνηση, με αναπόδεικτα τεκμήρια σε αναπόδεικτα θέματα, με πείσμα και κλείνοντας τα μάτια τους. Ωστόσο αυτός που κλείνει τα μάτια του μετατρέπει τη μέρα σε νύχτα μόνο για τον εαυτό του.

    Αυτός ο ταξιδιώτης μέσα σε αυτή τη σπουδαία και ευρεία σχολή κατάλαβε ότι, το πνευματικό φως που διαδίδουν οι σεβασμιότατοι και βαθυστόχαστοι δάσκαλοι, εδώ και περισσότερο από μια χιλιετία φωτίζουν τη μισή υδρόγειο. Και βρήκε μια τέτοια πνευματική δύναμη, που ακόμη και όλος ο κόσμος των αρνησίθεων και να συγκεντρωθεί, δε μπορεί να τον παραπλανήσει ούτε να τον διαταράξει.

    Να λοιπόν, ως προς τη σύντομη έκφραση του νοήματος που έχει λάβει ο ταξιδιώτης σε αυτή τη σχολή, στο Ένατο Επίπεδο της Πρώτης Εξέχουσας Θέσης έχει δηλωθεί ως εξής:

    لاَ اِلهَ اِلاَّ اللهُ الَّذِى دَلَّ عَلَى وُجُوبِ وُجُودهِ فِى وَحْدَتِهِ اِتِّفَاقُ جَمِيعِ اْلاَصْفِيَاءِ بِقُوَّةِ بَرَاهِنِهِمُ الظَّاهِرَةِ الْمُحَقَّقَةِ الْمُتَّفِقَةِ

    Έπειτα, καθώς ο διανοούμενος ταξιδιώτης επέστρεφε από εκείνο το μεντρεσέ με ακόμα πιο ενδυναμωμένη και προοδευμένη πίστη, και με πάθος επιθυμούσε να δει τα πνευματικά φώτα και τις απολαύσεις της προαγωγής της πίστης του από το στάδιο επιβεβαιωμένης με τη γνώση (ilmelyakîn) στο αξίωμα της πίστης επιβεβαιωμένης με τη μαρτυρία (aynelyakîn), χιλιάδες και εκατομμύριοι ευλογημένοι πνευματικοί οδηγοί (mürşid) -οι οποίοι έχουν φτάσει στην αλήθεια και στο επίπεδο της πίστης επιβεβαιωμένης με την μαρτυρία (aynelyakîn)- που υπηρετούν μόνο την αλήθεια εν τη μέγιστη οδό του Μουχάμμεντ(Σ.Α.Ου) και υπό τη σκιά του Μιράτζ του Άχμεντ(Σ.Α.Ου) μέσα σε ένα χώρο εξύμνησης του Αλλάχ, σε έναν χώρο διδαχής, σε ένα χάνι και σε έναν ευλογημένο και πνευματικά πεφωτισμένο τεκκέ (μοναστήρι δερβίσηδων) ο οποίος έχει εκταθεί σαν μια πεδιάδα με τη συσσωμάτωση των αμέτρητων μικρών τεκκέδων και στεγών, τον καλέσανε μέσα στη στέγη το ντεργκιάχ (dergah). Και αυτός εισήλθε και είδε ότι:

    Αυτοί οι ευλογημένοι πνευματικοί οδηγοί (mürşid) οι οποίοι έχουν το χάρισμα να παρατηρούν τους πνευματικούς κόσμους και να αποκαλύπτουν τις αλήθειες της πίστης και εκδηλώνουν υπερφυσικές καταστάσεις (keramat), βασιζόμενοι στις αποκαλύψεις, παρατηρήσεις, και υπερφυσικές τους πράξεις όλοι με σύμπνοια προφέροντας το لَا اِلٰهَ اِلَّاهُوَ (Λαα ιλάχε ίλλα χου -Δεν υπάρχει άλλος θεός παρά μόνο Αυτός), ανακοινώνουν σε όλο το σύμπαν την απαραίτητη οντότητα και Ενότητα του Κυρίου(Rab). Και διαπίστωσε σε βαθμό μαρτυρίας το πόσο ξεκάθαρη και σαφέστατη είναι η πραγματικότητα την οποία με σύμπνοια και συμφωνία συνυπογράφουν όλοι οι όσιοι ιδιοφυείς και πεφωτισμένοι πρωτοπόροι γνώστες, -οι οποίοι βρίσκονται σε διαφορετικούς δρόμους της αλήθειας, σε διαφορετικές ορθές αρμοδιότητες, και ποικίλες δίκαιες συμπεριφορές- και όπως γνωρίζουμε τον ήλιο μέσα από τα εφτά χρώματά του, με εβδομήντα χρώματα -ίσως και όσο αριθμούν τα Πανέμορφα ονόματα και οι ιδιότητες του Αλλάχ(Esma-I Hüsna)- έτσι το ίδιο και αυτοί εκδηλώνουν τα διαφορετικά πνευματικά φωτισμένα και ποικίλα λαμπρά χρώματα τα οποία προέρχονται από το ιερό φως του Αέναου Ηλίου. Και είδε ότι, η συμφωνία των απεσταλμένων προφητών (Αλέϊχι μους Σαλάμ- Είθε η ειρήνη του Αλλάχ να είναι μαζί τους), η ομοφωνία των φερέγγυων σοφών και η αντιστοιχία των άγιων, η συνένωση αυτών των τριών συνδέσμων είναι πιο λαμπρή και από το φως του ηλίου της ημέρας.

    Να λοιπόν, ως σύντομη έκφραση του νοήματος, από τον πνευματικό διαφωτισμό που έλαβε ο προσκεκλημένος από τον τεκκέ, στο Δέκατο Επίπεδο της Πρώτης Εξέχουσας Θέσης έχει διατυπωθεί ως εξής:

    لاَ اِلَهَ اِلاَّ اللهُ الَّذِى دَلَّ عَلَى وُجُوبِ وُجُودهِ فِى وَحْدَتِهِ اِجْمَاعُ اوْلِيَاءِ بِكَشْفِيَّاتِهِمْ وَ كَرَامَاتِهِمُ الظَّاهِرَةِ الْمُحَقَّقَةِ الْمُصَدَّقَةِ

    Έπειτα, αυτός ο ταξιδιώτης του κόσμου κατάλαβε ότι, η αγάπη προς τον Αλλάχ, η οποία προέρχεται από την πίστη στον Αλλάχ και από τη γνώση περί του Αλλάχ, είναι η μεγαλύτερη και σπουδαιότερη ωριμότητα του ανθρώπου και ίσως η πηγή και ουσία των απάντων ωριμοτήτων και προόδων όλης της ανθρωπότητας. Και με την πρόθεση να ενισχύσει με όλη την επιρροή και τα αισθήματά του τη δύναμη της πίστης του και να αναπτύξει τη γνώση του περί του Αλλάχ, σήκωσε το κεφάλι του προς τον ουρανό, και παρατηρώντας το, είπε στο μυαλό του:

    «Εφόσον το πιο πολύτιμο πράγμα στο σύμπαν είναι η ζωή και οι υπάρξεις του σύμπαντος υπηρετούν τη ζωή, και εφόσον τα πιο πολύτιμα όντα ανάμεσα στα έμβια είναι τα έμψυχα, τα πιο πολύτιμα ανάμεσα στα έμψυχα είναι τα ενσυνείδητα όντα και εφόσον, λόγω αυτής της πολυτιμότητας η γη για να πληθαίνει τα έμβια όντα, κάθε αιώνα και χρόνο γεμίζει και αδειάζει συνεχώς, τότε σίγουρα και ασφαλώς σε αυτόν τον υπέροχο και στολισμένο ουρανό θα βρίσκονται κατάλληλοι έμβιοι, έμψυχοι, και ενσυνείδητοι πολίτες και κάτοικοι. Όπως και μεταδίδονται και εκφράζονται από παλιά με τρόπο λίαν διαδεδομένων ειδήσεων η εμφάνιση του Εξοχότατου Τζεμπραήλ(Α.Σ) (Γαβριήλ) ενώπιον του Μουχάμμεντ(Σ.Α.Ου) και των συντρόφων του-σαχάμπε, και όπως η εμφάνιση των αγγέλλων και η ομιλία μαζί τους. Τότε μακάρι να μπορούσα να συναντηθώ και με τους κατοίκους του ουρανού, και να γνώριζα τη γνώμη που έχουν και αυτοί. Διότι, ο σημαντικότερος λόγος σχετικά με το Δημιουργό του Σύμπαντος(Halık-ı Kainat) ανήκει σε αυτούς.» Βυθισμένος σε αυτό το συλλογισμό, ξαφνικά ακούει μια επουράνια φωνή να του λέει:

    «Εφόσον επιθυμείς να μας συναντήσεις και να ακούσεις το μάθημα μας να ξέρεις ότι, εμείς είμαστε οι πρώτοι που εγκρίναμε και ασπαστήκαμε προπάντων τον Εξοχότατο Μουχάμμεντ Αλέϊχις Σαλάτου Ουεσσαλάμ(Είθε η ειρήνη και ευλογίες του Αλλάχ νε είναι μαζί του.), το Θαυματουργό Κήρυγμα του Κουράν, όλους τους απεσταλμένους προφήτες και όλα τα ζητήματα της πίστης τα οποία έχουν διαβιβαστεί μέσω εμάς σε αυτούς. Και όλες οι αγνές ψυχές του είδους μας που εμφανίζονται στους ανθρώπους, έχουν μαρτυρήσει άνευ εξαιρέσεως ολόψυχα, την απαραίτητη οντότητα και ενότητα και τις ιερές θείες ιδιότητες του Δημιουργού του Σύμπαντος(Halık-ı Kainat) και έχουν ανακοινώσει αυτή τη μαρτυρία τους με απόλυτη σύμπνοια και ομόνοια. Αυτή η ταυτότητα και αναλογία των απειράριθμων ανακοινώσεων είναι ένας οδηγός όπως ο ήλιος, για σένα.» Κατανοώντας το μήνυμα τους, το πνευματικό φως της πίστης του ταξιδιώτη έλαμψε και ανυψώθηκε από τη γη στον ουρανό.

    Να λοιπόν, ως μια σύντομη έκφραση του νοήματος, από το μάθημα που έλαβε από τους αγγέλους ο ταξιδιώτης, στο Ενδέκατο Επίπεδο της Πρώτης Εξέχουσας Θέσης έχει δηλωθεί ως εξής:

    لاَ اِلهَ اِلاَّ اللهُ الْوَاجِبُ الْوُجُودِ الَّذِى دَلَّ عَلَى وُجُوبِ سوُجُودهِ فِى وَحْدَتِهِ اِتِّفَاقُ الْمَلَئِكَةِ الْمُتَمَثِّلِينَ ِلاَنْظَارِ النَّاسِ وَ الْمُتَكَلِّمِينَ مَعَ خَوَاصِّ الْبَشَرِ بِاِخْبَارَاتِهِمُ الْمُتَطَابِقَةِ الْمُتَوَافِقَةِ

    Έπειτα, ο φιλοπερίεργος και φιλομαθής επισκέπτης, αφού είχε λάβει τα σωματικά και υλικά μαθήματα του ορατού και απτού κόσμου των μαρτυριών (alem-i shehadet) -μέσω της γλώσσας της φύσης και την ιδιάζουσα γλώσσα των διαφόρων ομάδων- επιθύμησε ένα ταξίδι στον κόσμο του αγνώστου (alem-i gayb) και τον ενδιάμεσο κόσμο των νεκρών (alem-i berzah) για να τους μελετήσει και να ανακαλύψει τις αλήθειες που περικλείουν και αυτοί. Ως ακολούθως άνοιξε η πύλη των ορθών πεφωτισμένων μυαλών και των αγνών και περίλαμπρων καρδιών που υφίστανται σε όλες τις ομάδες ανθρώπων, -και που είναι σαν ο σπόρος του καρπού του σύμπαντος δηλαδή του ανθρώπου- και παρά την μικρότητά τους μπορούν και διαστέλλονται πνευματικά όσο ολόκληρο το σύμπαν. Είδε ότι, τα πεφωτισμένα αυτά μυαλά και οι φωτεινές αυτές καρδιές συγκροτούν και αποτελούν έναν ανθρώπινο ενδιάμεσο κόσμο ανάμεσα στο κόσμο των μαρτυριών και τον κόσμο του αγνώστου· και επειδή είδε ότι οι μεταξύ τους επαφές και διαδικασίες -που αφορούν τον άνθρωπο- πραγματοποιούνται μέσω αυτών των ενδιάμεσων σημείων, στράφηκε προς το δικό του μυαλό και καρδιά και είπε:

    «Ελάτε! Ο δρόμος προς την αλήθεια είναι πιο σύντομος από την πύλη των προαναφερόμενων ομοίων σας. Εμείς όχι να μαθαίνουμε ακούγοντας από την ιδία γλώσσα των πραγμάτων όπως στις προηγούμενες περιπτώσεις, αλλά θα πρέπει και έτσι αρμόζει σε εμάς με δική μας μελέτη και επισκόπηση να διδαχτούμε και να επωφεληθούμε από τον τρόπο που αυτά (τα πεφωτισμένα μυαλά και οι αγνές καρδιές) προβάλλουν και προσδιορίζουν με σχολαστικότητα την πίστη με τα χρώματα, τις αντιλήψεις και τα ιδιαίτερα τους χαρίσματα.» και συνάμα ξεκίνησε τη μελέτη του και είδε ότι:

    Παρόλο που τα προσόντα τους είναι αρκετά διαφοροποιημένα, και τα δόγματά τους απομακρυσμένα και αντίθετα· το ταίριασμα στην άψογη προβολή και στον προσδιορισμό της ακράδαντης πίστης τους, η συμφωνία στην αναμφισβήτητη γνώση τους, και η ομοψυχία στην ικανοποιημένη και αναμφίβολη γνώμη που κατέχουν για την πίστη και την ενότητα (του Αλλάχ) όλα αυτά τα ορθόφρονα πεφωτισμένα μυαλά, μας καταδεικνύουν ότι έχουν προσδεθεί και στηρίζονται σε μια αμετάβλητη αλήθεια. Και οι ρίζες τους έχουν διεισδύσει σε μια ακλόνητη πραγματικότητα που δεν ξεριζώνονται. Άρα λοιπόν, η ομοφωνία τους στο σημείο της πίστης, της απαραίτητης οντότητας και της μοναδικότητας του Αλλάχ, είναι μια απολύτως αδιάρρηκτη φωτεινή αλυσίδα και ένα φωτεινό παράθυρο που ανοίγει προς την αλήθεια.

    Και επιπλέον είδε ότι: Όλες οι αγνές και φωτεινές καρδιές -που κατέχουν απομακρυσμένα επιτηδεύματα και διαφορετικούς χαρακτήρες- όσον αφορά τις ελκυστικές αποκαλύψεις και βιώματα τους που σχετίζονται με τις αρχές της πίστης, συμπίπτουν και ενοποιούνται στις εμπειρίες και παρατηρήσεις, συμφωνούν και ταυτίζονται στη Θεία Ενάδα (tevhid) του Αλλάχ.

    Επομένως, η κάθε μια από αυτές τις αγνές και φωτεινές καρδιές -οι οποίες έχουν φτάσει, αντικρίζουν και έχουν χρωματιστεί με την χροιά της αλήθειας- είναι σαν μικρογραφίες ενός θρόνου γνώσης περί του Κυρίου(Rab), και υπέροχοι περιεκτικοί καθρέπτες του Αέναου Samed (τον οποίον τα πάντα έχουν ανάγκη αλλά Αυτός δεν έχει ανάγκη τίποτα) και παράθυρα που ανοίγουν προς τον ήλιο της αλήθειας.

    Και όλες μαζί, αποτελούν ένα μέγιστο καθρέπτη σαν τη θάλασσα που καθρεπτίζει τον ήλιο. Η συνένωση και συμφωνία τους στο θέμα της απαραίτητης οντότητας και της μοναδικότητας του Αλλάχ, είναι ο τέλειος οδηγός και ο μεγαλύτερος καθοδηγητής που ουδέποτε εξαπατάται και εξαπατά.

    Διότι, δεν υπάρχει καμία πιθανότητα, σε καμία περίπτωση και με κανέναν τρόπο, να κατορθώσει κάποια αναληθής σκέψη, κάποια αβάσιμη άποψη, κάποια ψευδής ιδιότητα να παραπλανήσει -δια παντός και ριζικά- όλα αυτά τα τόσο μεγάλα και διεισδυτικά βλέμματα μαζί. Και κατάλαβε ότι, ακόμα και οι ανόητοι σοφιστές οι οποίοι αρνούνται την ύπαρξη αυτού του σύμπαντος, δεν θα επικροτούσαν αλλά θα απέρριπταν ένα τόσο σάπιο και άθλιο μυαλό που θα έδινε κάποια πιθανότητα σε αυτό. Και με το μυαλό και την καρδιά του μαζί δήλωσε: «Amentü billah – Πιστεύω στον Αλλάχ!».

    Να λοιπόν, ως μια σύντομη διατύπωση του νοήματος της ωφέλειας που έλαβε από τις γνώσεις περί της πίστης μέσω των ορθών πεφωτισμένων μυαλών και των αγνών και φωτεινών καρδιών ο ταξιδιώτης, στο Δωδέκατο και Δέκατο Τρίτο Επίπεδο της Πρώτης Εξέχουσας Θέσης έχει δηλωθεί ως εξής:

    لاَ اِلَهَ اِلاَّ اللَّهُ الْوَاجِبُ الْوُجُودِ الَّذِى دَلَّ عَلَى وُجُوبِ وُجُودهِ فِى وَحْدَتِهِ اِجْمَاعُ الْعُقُولِ الْمُسْتَقِيمَةِ الْمُنَوَّرَةِ بِاِعْتِقَادَاتِهَا الْمُتَوَافِقَةِ وَ بِقَنَاعَاتِهَا وَ يَقِينَاتِهَا الْمُتَطَابِقَةِ مَعَ تَخَالُفِ اْلاِسْتِعْدَادَاتِ وَ الْمَذَاهِبِ وَ كَذَا دَلَّ عَلَى وُجُوبِ وُجُودِهِ فِى وَحْدَتِهِ اِتِّفَاقُ الْقُلُوبِ السَّلِيمَةِ النُّورَانِيَّةِ بِكَشْفِيَّاتِهَا الْمُتَطَابِقَةِ وَ بِمُشَاهَدَاتِهَا الْمُتَوَافِقَةِ مَعَ تَبَايُنِ الْمَسَالِكِ وَ الْمَشَارِبِ

    Έπειτα, αυτός ο ταξιδιώτης που ταξίδεψε στο μυαλό και στην καρδιά βλέποντας τον κόσμο του αγνώστου (alem-i gayb) από κοντά, με την περιέργεια να μάθει «Άραγε τι γνώμη έχει ο κόσμος του αγνώστου;» χτύπησε την πύλη του για να μπει, έχοντας την ακόλουθη σκέψη: «Είναι προφανέστατα αντιληπτό ότι, εφόσον, σε τούτον τον υλικό κόσμο των μαρτυριών, Εκείνος ο οποίος επιθυμεί να γνωστοποιήσει τον εαυτό του με τόσο διακοσμημένα και επιδέξια, αμέτρητα έργα τέχνης, να κάνει τον εαυτό του αγαπητό με τόσο στολισμένα και γευστικά απειράριθμα αγαθά, και να αποκαλύψει την συγκαλυμμένη εντέλεια του με τόσα θαυμάσια και εκπληκτικά, ατέλειωτα έργα τέχνης, -και το δείχνει εν πράξει με τη γλώσσα των γεγονότων παρά με την ομιλία- βρίσκεται οπωσδήποτε πίσω από αυτό το πέπλο, στον κόσμο του αγνώστου. Τότε σίγουρα και βέβαια, όπως με τη γλώσσα των πράξεων και καταστάσεων, έτσι το ίδιο και με τον τρόπο ομιλίας θα μιλήσει, θα γνωστοποιήσει και θα κάνει τον εαυτό του αγαπητό. Επομένως, από πλευράς του κόσμου του αγνώστου επιβάλλεται να Τον αναγνωρίσουμε με τις εκφάνσεις Του Ιδίου» Η καρδιά του εισήρθε μέσα και κοίταξε με τα μάτια του νου, και είδε ότι:

    Με λίαν έντονες εκφάνσεις, οι πραγματικότητες των Αποκαλύψεων βρίσκονται απανταχού στον κόσμο του αγνώστου, και επικρατούν δια παντός. Μια πολύ πιο ισχυρή -από τις μαρτυρίες των πλασμάτων του σύμπαντος- μαρτυρία σχετικά με την απαραίτητη οντότητα και ενότητα του Αλλάχ απορρέει από την πραγματικότητα της Αποκάλυψης (vahiy) και της έμπνευσης (ilham) η οποία έρχεται από πλευράς του Παντογνώστη(Allamu’ul Guyub). Δεν αφήνει Τον Εαυτό Του, την ύπαρξη και την ενότητά Του μοναχά στην μαρτυρία των δημιουργημάτων του. Ομιλεί αυτοπροσώπως με έναν προαιώνιο και αντάξιο λόγο. Και ο λόγος Αυτουνού που βρίσκεται με τη δύναμη και τη γνώση του απανταχού παρών, είναι οπωσδήποτε άπειρος. Και καθώς μεν το νόημα του λόγου Του γνωστοποιεί τον Ίδιο, η ομιλία του δε Τον περιγράφει με τα χαρακτηριστικά Του.

    Ναι, διαπίστωσε και κατάλαβε ότι, με τη σύγκλιση των λίαν διαδεδομένων ειδήσεων που προέρχονται από τους εκατοντάδες χιλιάδες απεσταλμένους προφήτες (Αλέϊχı μους Σαλάμ - Είθε η ειρήνη του Αλλάχ να είναι μαζί τους) και των προειδοποιήσεων τους που αντικατοπτρίζουν τη θεία Αποκάλυψη, και με τις αποδείξεις και τα θαύματα των επουράνιων γραφών και ιερών βίβλων -οι οποίες είναι οι ορατές Αποκαλύψεις και οι καρποί της Αποκάλυψης- και με την αποδοχή και υπαγωγή της πλειονότητας της ανθρωπότητας σε αυτά ως οδηγούς, η εξακρίβωση και καθιέρωση της πραγματικότητας της Αποκάλυψης ανέρχεται σε βαθμό αυτονόητο και ξεκάθαρο.

    Επίσης διαπίστωσε ότι αυτή η πραγματικότητα της Αποκάλυψης εξηγεί και διαφωτίζει πέντε άγιες πραγματικότητες:

    Η Πρώτη: اَلتَّنَزُّلَاتُالْاِلٰهِيَّةُاِلٰى عُقُولِالْبَشَرِ Σημαίνει ότι η ομιλία κατά την κατανόηση του ανθρώπινου νου, είναι μια θεία καταδεκτικότητα. Ναι, Αυτός που δίνει την ικανότητα ομιλίας σε όλα τα έμψυχα πλάσματά Tου, και γνωρίζει τις ομιλίες τους, βεβαίως και θα μιλήσει και ο Ίδιος και είναι δεόντως της Κυριαρχίας και Επιμόρφωσης Του(Rububiyet) να επέμβει με την ομιλία Tου στις ομιλίες αυτών.

    Η Δεύτερη: Είναι ευνόητο ότι, Αυτός που γνωστοποιεί τον Εαυτό Του δημιουργώντας το σύμπαν με ανυπολόγιστες δαπάνες, και διαμορφώνοντάς το με θαύματα απ’ άκρον εις άκρον, και διαγγέλλοντας τις τελειότητές Του με χιλιάδες διαφορετικές γλώσσες, θα γνωστοποιήσει τον Εαυτό Του και με τους δικούς Του λόγους.

    Η Τρίτη: Καθώς ανταποκρίνεται κατ’ ουσίαν στις δεήσεις και ευχαριστίες των πιο εκλεκτών, πιο ενδεών, πιο λεπτοκαμωμένων, πιο προσηλωμένων από τα πλάσματα Του που είναι οι πραγματικοί άνθρωποι, το να τους ανταποκριθεί και με το λόγο Του, είναι δεόντως της ιδιότητας Του ως Δημιουργός.

    Η Τέταρτη: Η ιδιότητα του διαλόγου, η οποία είναι απαραίτητη ανάγκη και μια φωτεινή έκφανση της γνώσης και της ζωής, τότε φυσικά και Αυτός που φέρει μια ολοκληρωμένη γνώση και σοφία και αέναη ζωή, κατέχει έναν ολοκληρωμένο και αέναο λόγο.

    Η Πέμπτη: Αυτός που έχει δώσει την αδυναμία και τη θέληση, τη φτώχεια και την ανάγκη, την ανησυχία για το μέλλον, την αγάπη και τη λατρεία, στα ενδεή, και αδύναμα πλάσματά Του, -τα οποία είναι τα πιο αξιαγάπητα, και γεμάτα με αγάπη, και τα πιο ανήσυχα, και έχουν τη μεγαλύτερη ανάγκη στήριξης, και τη μεγαλύτερη ανάγκη να βρουν τον προστάτη και κύριο τους-, βεβαίως και είναι απαραίτητο και δεόντως της Θειότητας Του να γνωστοποιήσει την Ύπαρξη Του σε αυτούς και με το λόγο.

    Και έτσι λοιπόν κατάλαβε ότι, όλες οι επουράνιες αποκαλύψεις οι οποίες περικλείουν τις πραγματικότητες της θείας συγκατάβασης, της επιμορφωτικής(Rabbani) θείας αυτοπεριγραφής, της στοργικής(Rahmani) θείας ανταπόκρισης, της απόλυτα τέλειας(Sübhani) θείας ομιλίας, και την πραγματικότητα της αέναης και άνευ κάθε ανάγκης(Samedani) θείας πρόνοιας, και η ομοφωνία τους προς την τεκμηρίωση της απαραίτητης οντότητας και της μοναδικότητας του Αλλάχ(Vacib-ul Vucud), είναι μια τόσο ισχυρή απόδειξη πιο δυνατή και από τις ηλιαχτίδες που μαρτυρούν τον ήλιο μέσα στην ημέρα.

    Έπειτα, κοίταξε την κατεύθυνση των εμπνεύσεων και είδε ότι:

    Οι έμπιστες εμπνεύσεις, παρόλο που μοιάζουν κατά κάποιο τρόπο στην Αποκάλυψη, και είναι ένας τρόπος θείας επικοινωνίας του Κύριου Επιμορφωτή(Rabbani), παρουσιάζουν ωστόσο δύο διαφορές.

    Η Πρώτη Διαφορά: Στην πλειονότητα των Αποκαλύψεων, -η οποία υπερτερεί κατά πολύ στην έμπνευση-, μεσολαβούν οι άγγελοι, ενώ η πλειονότητα των εμπνεύσεων πραγματοποιείται άμεσα.

    Για παράδειγμα, υπάρχουν δύο τρόποι επικοινωνίας και εντολής ενός βασιλιά.

    Ο ένας: Στέλνει κάποιον υπασπιστή του, με το κύρος του μεγαλείου της κυριαρχίας του και της καθολικής του επικράτειας, σε έναν νομάρχη. Και αυτός για να επισημάνει τη λαμπρότητα αυτής της κυριαρχίας και τη σπουδαιότητα της εντολής, μερικές φορές μαζί με τον μεσολαβητή κάνει μια συγκέντρωση και έπειτα ανακοινώνεται η εντολή.

    Ο δεύτερος: Δεν διεξάγεται μέσω του τίτλου του βασιλιά ούτε με το όνομα της καθολικής του επικράτειας, αλλά ίσως ο ίδιος προσωπικά επικοινωνεί με το προσωπικό τηλέφωνο κάποιου προσωπικού υπηρέτη του ή κάποιου απλού πολίτη του για κάποιο προσωπικό λόγο ή κάποια συγκεκριμένη ενέργεια.

    Έτσι λοιπόν, ο Προαιώνιος Βασιλιάς, καθώς επικοινωνεί με το όνομα του Κύριου όλων των κόσμων(Rab) και με τον τίτλο του Δημιουργού του Σύμπαντος(Halik) με τις Αποκαλύψεις και τις περιεκτικές εμπνεύσεις που υπηρετούν τις Αποκαλύψεις, με τον ίδιο τρόπο λοιπόν επικοινωνεί ιδιαιτέρως με το κάθε άτομο και το κάθε πλάσμα -πίσω από κουρτίνες, και ανάλογα με την ικανότητα του έκαστου πλάσματος- με την ιδιότητα του προσωπικού Κυρίου Συντηρητή και Επιμορφωτή(Rab) του, και την ιδιότητα του προσωπικού Δημιουργού(Halik) του έκαστου ατόμου και πλάσματος.

    Η Δεύτερη Διαφορά: Οι Αποκαλύψεις είναι ασκίαστες, καθαρές, και ειδικές για τους εκλεκτούς. Ενώ οι εμπνεύσεις, είναι επισκιασμένες, με παραλλαγές χρωμάτων, και γενικές. Οι εμπνεύσεις των αγγέλων, οι εμπνεύσεις των ανθρώπων, όπως και οι εμπνεύσεις των ζώων, μαζί με τα διάφορα και ποικίλα είδη τους διαμορφώνουν μια μεγάλη επιφάνεια πλήθυνσης του θείου λόγου -όσες οι σταγόνες της θάλασσας- του Κυρίου(Rab). Και διαπίστωσε ότι ερμηνεύουν μια πτυχή του εδαφίου,

    لَوْ كَانَ الْبَحْرُ مِدَادًا لِكَلِمَاتِ رَبِّى لَنَفِدَ الْبَحْرُ قَبْلَ اَنْ تَنْفَدَ كَلِمَاتُ رَبِّى

    (… Εάν η θάλασσα γινόταν μελάνι για να γράψουν τα λόγια του Κυρίου (Rab) μου… Κουράν, Ελ-Κεχφ, 18:109)

    Έπειτα, παρατήρησε την ουσία, τη σοφία και τη μαρτυρία της έμπνευσης και είδε ότι: Η ουσία, η σοφία και το αποτέλεσμά της, αποτελούνται από τέσσερα πνευματικά φώτα.

    Το Πρώτο: Αυτό που ονομάζεται Θεία Ελκυστικότητα(Teveddüd-ü İlâhi), δηλαδή όπως καθιστά αγαπητό το Πρόσωπό Του στα πλάσματά Του εν πράξει, έτσι και να καθιστά τον Εαυτό Του αγαπητό μέσω του λόγου, επί παρουσίας και συνομιλίας, συνάδει με τις ιδιότητες της Θείας Ευσπλαχνίας και Θείας Ελκυστικότητας.

    Το Δεύτερο: Εφόσον απαντά στις δεήσεις των δούλων Του μέσω των πράξεών Του, το να επικοινωνεί μαζί τους πίσω από κουρτίνες με το λόγο Του είναι δεόντως της στοργικότητας Του.

    Το Τρίτο: Εφόσον προσφέρει εν πράξει τη βοήθεια Του, στις ικεσίες, στους θρήνους και στις παρακλήσεις των πλασμάτων Του που βιώνουν βαριές συμφορές και δεινές καταστάσεις, τότε είναι πρέπον της ιδιότητας της Θείας Συντήρησης και Επιμόρφωσης Του να βοηθήσει και μέσω του λόγου της έμπνευσης ο οποίος είναι ένας τρόπος ομιλίας.

    Το Τέταρτο: Κατάλαβε ότι, Αυτός ο οποίος εν πράξει κάνει αισθητή την παρουσία, την προστασία και την ύπαρξή Του στα ενσυνείδητα πλάσματα του, -τα οποία είναι άκρως ανίκανα, και αδύναμα, και πολύ άπορα και άθλια, και έχουν απόλυτη ανάγκη και πόθο να ανταμώσουν τον κύριο, τον κηδεμόνα, και τον προστάτη τους- το να τους κάνει αισθητή την παρουσία Του και με τον λόγο Του, -πίσω από την κουρτίνα των έμπιστων εμπνεύσεων που είναι ένας τρόπος επικοινωνίας του Κυρίου(Rab)- με έναν ιδιάζων και ανάλογο τρόπο σύμφωνα με τα εφόδια του εκάστοτε πλάσματος, μέσω του προσωπικού τηλεφώνου της καρδιάς του, είναι μια απαραίτητη προϋπόθεση και ουσιώδης υποχρέωση της Θείας Στοργικότητας και της Θείας Ευσπλαχνίας Του Κυρίαρχου Συντηρητή και Επιμορφωτή.

    Έπειτα, παρατήρησε τη μαρτυρία της έμπνευσης και είδε ότι: εάν υποθέσουμε για παράδειγμα ότι ο ήλιος είναι ενσυνείδητος και ζωντανός, τότε τα εφτά χρώματα του φωτός του είναι τα γνωρίσματά του, επομένως ο ήλιος θα είχε έναν τρόπο επικοινωνίας-ομιλίας με τις ηλιαχτίδες και τις αντανακλάσεις του φωτός του. Σε μια τέτοια περίπτωση θα ήταν ορατά ευνόητο το γεγονός ότι θα υφίστανται ομοιώματα και αντικατοπτρισμοί του σε όλα τα διαφανή αντικείμενα και ότι θα μιλούσε κατά τις ικανότητες του εκάστου καθρέφτη, και του λαμπερού αντικειμένου, του κάθε γυαλιού ή της κάθε φυσαλίδας και κάθε σταγόνας, ακόμα και του κάθε παραμικρού διαυγούς σωματιδίου, και θα ανταποκρινόταν στις ανάγκες τους. Και θα ήταν εξίσου ευνόητο ότι το γεγονός αυτό μαρτυρεί και επιδεικνύει την ύπαρξη του ηλίου, και ότι κανένα από αυτά δεν εμποδίζει το άλλο, και καμία αναφερθείσα ομιλία δεν διακόπτει κάποια άλλη.

    Έτσι ακριβώς λοιπόν είναι σαφέστατα αντιληπτό ότι, η ομιλία του Αέναου Ηλίου -ο οποίος είναι ο Κάτοχος Μεγαλείου Δύναμης Βασιλιάς της προ-αιωνιότητας και της αιωνιότητας(Zülcelal Sultan), και ο Κάτοχος Τέλειου Κάλλους(Zülcemal) Ένδοξος Δημιουργός(Halık-ı Zişan)- αντικατοπτρίζεται, όπως η γνώση και η δύναμή Του, καθολικά και ευρέως, ανάλογα με τα προσόντα του κάθε πράγματος, και χωρίς να εμποδίζεται ή να μπερδεύεται ένα αίτημα από το άλλο ή μια εργασία από την άλλη, ή ένας λόγος από κάποιον άλλο λόγο. Και κατάλαβε με μια εξακριβωμένη γνώση που προσεγγίζει τη μαρτυρία ότι, όλες εκείνες οι αντανακλάσεις, οι ομιλίες και οι εμπνεύσεις, και μεμονωμένα και μαζικά καταδεικνύουν και μαρτυρούν ομόφωνα την παρουσία, την απαραίτητη  οντότητα και  μοναδικότητα του Αέναου Ηλίου Αλλάχ.
    

    Να λοιπόν, ένα σύντομο νόημα του μαθήματος γνώσης περί του Θείου που έλαβε από τον κόσμο του αγνώστου, στο Δέκατο Τέταρτο και Δέκατο Πέμπτο Επίπεδο της Πρώτης Εξέχουσας Θέσης έχει αποδοθεί ως εξής:

    لاَ اِلَهَ اِلاَّ اللَّهُ الْوَاجِبُ الْوُجُودِالْوَاحِدُاْلاَحَدُالَّذِى دَلَّ عَلَى وُجُوبِ وُجُودِهِ فِى وَحْدَتِهِ اِجْمَاعُ جَمِيعِ الْوَحْيَاتِ الْحَقَّةِ الْمُتَضَمِّنَةِ للِتَّنَزُّلاَتِ اْلاِلَهِيَّةِ وَ لِلْمُكَالَمَاتِ السُّبْحَانِيَّةِ وَ للِتَّعَرُّفَاتِ الرَّبَّانِيَّةِ وَ لِلْمُقَابَلاَتِ الرَّحْمَانِيَّةِ عِنْدَ مُنَاجَاةِ عِبَادِهِ وَلِلاِشْعَارَاتِ الصَّمَدَانِيَّةِ لِوُجُودِهِ لِمَخْلُوقَاتِهِ وَكَذَا دَلَّ عَلَى وُجُوبِ وُجُودِهِ فِى وَحْدَتِهِ اِتِّفَاقُ اْلاِلْهَامَاتِ الصَّادِقَةِ الْمُتَضَمِّنَةِ للِتَّوَدُّدَاتِ اْلاِلَهِيَّةِ وَ ِلْلاِجاَبَاتِ الرَّحْمَانِيَّةِ لِدَعَوَاتِ مَخْلُوقَاتِهِ وَلِلاِمْدَادَاتِ الرَّبَّانِيَّةِ ِلاِسْتِغَاثَاتِ عِبَادِهِ وَلِلاِحْسَاسَاتِ السُّبْحَانِيَّةِ لِوُجُودِهِ لِمَصْنُوعَاتِهِ

    Έπειτα, ο ταξιδιώτης απευθύνθηκε στο μυαλό του:

    «Εφόσον μέσω των υπάρξεων του σύμπαντος αναζητώ τον Ιδιοκτήτη(Malik) και το Δημιουργό(Halik) μου, τότε φυσικά πρώτα από κάθε άλλο πρέπει να επισκεφτώ των Άραβα Μουχάμμεντ Αλέϊ-χίς Σαλάτου Ουεσσελάμ (Είθε η ειρήνη και ευλογίες του Αλλάχ να είναι μαζί του.), και για να ρωτήσω σε Αυτόν αυτό που αναζητάω, χρειάζεται να πάμε μαζί στην Εποχή της Ευτυχίας (Asr-ı Saadet). Διότι, Αυτός είναι ο πιο διάσημος, ο πιο υπέροχος -ακόμα και με την ομολογία των εχθρών του- αυτών των υπάρξεων. Είναι ο πιο σπουδαίος στρατάρχης, ο πιο περίφημος κυβερνήτης, ο πιο ύψιστος στο λόγο, και ο πιο πεφωτισμένος στο μυαλό. Και είναι αυτός που φωτίζει τους δεκατέσσερις αιώνες με την αρετή του και το Κουράν.» Διαλογιζόμενος αυτά, μαζί με το μυαλό του εισήλθαν στην Εποχή της Ευτυχίας και διαπίστωσε ότι:

    Εκείνος ο αιώνας, μαζί με το Πρόσωπο Εκείνο(Σ.Α.Ου), όντως έχει γίνει ένας αιώνας ευτυχίας για την ανθρωπότητα. Διότι, μέσω του πνευματικού φωτός που έχει φέρει σε πολύ σύντομο χρόνο, έχει μετατρέψει την πιο νομαδική, την πιο ακαλλιέργητη φυλή σε δασκάλους και κυβερνήτες του κόσμου.

    Έπειτα ο ταξιδιώτης είπε στο μυαλό του: «Εμείς πρέπει πρώτα να γνωρίσουμε με σιγουριά την αξιοπιστία αυτού του θαυμάσιου Προσώπου(Σ.Α.Ου) και τη γνησιότητα των λόγων και την ορθότητα των ανακοινώσεών Του. Και ύστερα να ρωτήσουμε Αυτόν για το Δημιουργό(Halik) μας.» Και έτσι ξεκίνησε την έρευνα του. Από τα αμέτρητα ακλόνητα στοιχεία που βρήκε, θα επισημάνουμε εδώ συνοπτικά τα εννέα πιο περιεκτικά απ’ αυτά.

    Το Πρώτο Στοιχείο: Είναι ότι αυτό το Πρόσωπο(Σ.Α.Ου) -ακόμα και με την ομολογία των εχθρών του- κατέχει όλες τις αρετές, όλα τα άψογα χαρακτηριστικά και γνωρίσματα, και σύμφωνα με την σαφέστατη δήλωση των εδαφίων وَانْشَقَّالْقَمَرُ*وَمَارَمَيْتَاِذْرَمَيْتَوَلكِنَّاللهَرَمَى (…και η Σελήνη διχοτομήθηκε. Κουράν, Ελ Καμέρ 54:1) (…όταν ρίχνεις δεν το ρίχνεις εσύ αλλά Ίδιος ο Αλλάχ… Κουράν, Ελ Ενφάλ 8:17)

    είναι Αυτός που έχει διαιρέσει τη σελήνη σε δύο με μια ένδειξη του δάχτυλου Του, και έχει σκορπίσει το στρατό του εχθρού Του πετώντας λίγο χώμα με την παλάμη Του και στέλνοντάς το στα μάτια ολόκληρου του στρατού, και είναι Αυτός που έχει ποτίσει ολόκληρο το διψασμένο στρατό Του με το νερό που έρεε από τα πέντε δάχτυλά Του σαν το νερό του παραδείσου Καβθάρ. Πάλι είναι Αυτός που οι έγκυρες και οι λίαν διαδεδομένες ειδήσεις έχουν μεταδώσει τα εκατοντάδες θαύματα τα οποία έχουν πραγματοποιηθεί με τα χέρια Του. Και επειδή περισσότερο από τριακόσια από αυτά τα θαύματα έχουν εξηγηθεί με οριστικές αποδείξεις, στο θαυματουργό και υπέροχο δοκίμιο περί Τα Θαύματα του Άχμετ(Σ.Α.Ου) στην Δέκατη Ένατη Επιστολή, παραπέμποντάς τα εκεί, δήλωσε ότι:

    «Κάποιος ο οποίος κατέχει τόσα υπέροχα ηθικά γνωρίσματα, τέλεια προτερήματα, και ταυτόχρονα τόσα ολοφάνερα θαύματα, τότε και βέβαια Αυτός(Σ.Α.Ου) θα έχει τον πιο σωστό λόγο. Δεν είναι δυνατόν να προσφύγει στην απάτη, στο ψέμα και στο λάθος τα οποία είναι δουλειές των ανήθικων.»

    Το Δεύτερο Στοιχείο: Είναι ότι κρατάει στο χέρι του το διάταγμα του Ιδιοκτήτη του σύμπαντος -το οποίο δέχονται και εγκρίνουν πάνω από τριακόσια εκατομμύρια άνθρωποι κάθε αιώνα- που είναι το θαυμάσιο από εφτά απόψεις Ένδοξο Κουράν. Και επειδή έχει εξηγηθεί λεπτομερώς και με ακράδαντα στοιχεία ότι το Κουράν είναι ένα θαύμα κατά σαράντα πτυχές και ότι είναι ο ίδιος ο λόγος του Δημιουργού(Halik) του Σύμπαντος, στο Εικοστό Πέμπτο Λόγο του Ρισαλέ-ι Νουρ -το διάσημο δοκίμιο που έχει το όνομα Τα Θαύματα του Κουράν, και είναι ένας ήλιος του Ρισαλέ-ι Νουρ- παραπέμποντας το εκεί, δήλωσε το εξής:

    «Στο Πρόσωπο εκείνο(Σ.Α.Ου) που είναι ο διερμηνέας και γνωστοποιητής ενός τέτοιου διατάγματος -το οποίο είναι ίδια η δικαιοσύνη και η αλήθεια- δεν μπορεί να βρίσκεται και δεν υπάρχει το ψέμα που θα είναι μια προδοσία και έγκλημα προς τον ιδιοκτήτη του διατάγματος.»

    Το Τρίτο Στοιχείο: Είναι ότι Εκείνο το Πρόσωπο(Σ.Α.Ου), έχει εμφανιστεί με ένα τέτοιο θείο καθεστώς-τη σαρία, με ένα τέτοιο Ισλάμ, με μια τέτοια λατρεία, με μια τέτοια παράκληση, με ένα τέτοιο κάλεσμα, και με μια τέτοια πίστη που αντίστοιχα αυτών ούτε υπάρχουν και ούτε θα υπάρξουν. Και τελειότερα απ’ αυτά ούτε έχουν βρεθεί και ούτε θα βρεθούν.

    Διότι, το θείο καθεστώς της σαρία το οποίο έχει εμφανιστεί μέσω ενός αγράμματου Προσώπου(Σ.Α.Ου) -και έχει κυριαρχήσει με δικαιοσύνη, ορθότητα και σχολαστικότητα στο ένα πέμπτο της ανθρωπότητας εδώ και δεκατέσσερις αιώνες με τους αμέτρητους της κανόνες- είναι ένα τέτοιο γεγονός το οποίο δεν δέχεται παρομοιώσεις.

    Και το Ισλάμ που πηγάζει από τις ενέργειες, τη συμπεριφορά, και τον λόγο ενός αναλφάβητου Προσώπου(Σ.Α.Ου), -και είναι ο οδηγητής και το καταφύγιο τριακοσίων εκατομμυρίων ανθρώπων κάθε αιώνα, και ο δάσκαλος και καθοδηγητής των μυαλών, ο διαφωτιστής και εξαγνιστής των καρδιών, ο επιμορφωτής και συντηρητής των παθών του ατόμου (του ναφς), και είναι η πηγή της προόδου και η εστία της εξέλιξης των ψυχών -δεν μπορεί να υπάρχει και ούτε υπάρχει παρόμοιό του.

    Και, το γεγονός ότι είναι Ο ανώτερος σε όλες τις μορφές των προσευχών και λατρειών που περιέχει η θρησκεία Του, ότι κατέχει την περισσότερη θεοσέβεια (takva) και φόβο προς τον Αλλάχ, και ότι η τέλεια προσαρμογή Του ακόμα και στα πιο λεπτά μυστήρια της λατρείας Του μέσα σε έναν εξαιρετικό και διαρκή αγώνα και μέσα στις ταραχές, και ότι χωρίς να μιμηθεί κανέναν με ένα κυριολεκτικά νέο αλλά και τελειότερο ξεκίνημα έχει συνδέσει την αρχή με το τελικό αποτέλεσμα, και βέβαια είναι πρωτοφανές και άνευ ομοίου.

    Και από τις χιλιάδες δεήσεις και παρακλήσεις Του, μόνο με το Τζεβσέν’ουλ Κεμπίρ (Cevşen’ül Kebir - Η Μεγάλη Πανοπλία), γνωστοποιεί τον Κύριο(Rab), σε έναν τέτοιο βαθμό και με μια τέτοια επιμορφωτική δεξιότητα που κανένας από τους ειδήμονες, τους άγιους -και όλοι οι πεπειραμένοι μαζί, από την εποχή Του μέχρι και σήμερα- δεν μπορούν να φτάσουν τον βαθμό και το αξίωμα της δικιάς Του αυτής γνώσης και γνωστοποίησης. Και αυτό μας φανερώνει ξεκάθαρα ότι είναι αμίμητος και στις δεήσεις και παρακλήσεις. Κάποιος που θα ρίξει μια ματιά στην σύντομη ερμηνεία του ενός τμήματος από τα ενενήντα εννέα τμήματα του Τζεβσέν’ουλ Κεμπίρ στην αρχή του Δοκιμίου περί Ικεσίας θα πει ότι «Δεν υπάρχει αντίστοιχο ούτε του Τζεβσέν».

    Και στην ανακοίνωση της προφητικής Του αποστολής και στο κάλεσμα Του στην αλήθεια, έχει δείξει μια τέτοια σταθερότητα, επιμονή και θάρρος, που παρόλο που τα άλλα μεγάλα κράτη, οι μεγάλες θρησκείες, ακόμα και το δικό Του έθνος, η φυλή Του και ο θείος Του, Του ασκούσαν έντονη εχθρικότητα, δεν έχει δείξει τον παραμικρό δισταγμό, ούτε ταραχή μα ούτε και την παραμικρή δειλία. Και μόνος Του έχει προκαλέσει ολόκληρο τον κόσμο, και τον έχει αντιμετωπίσει, και ως αποτέλεσμα έχει καθιερώσει το Ισλάμ στην Κυριαρχία του κόσμου. Όλα αυτά αποδεικνύουν ότι, και στο κάλεσμά Του δεν έχει υπάρξει και ούτε θα υπάρξει όμοιος Του.

    Και επίσης, στην πίστη, έχει βιώσει μια τέτοια εξαίσια δύναμη και απόλυτη θετικότητα και θαυματουργή ανάπτυξη και μια τόσο υψηλή πεποίθηση που φώτισε όλη τη γη. Παρόλο που όλες οι επικρατέστερες ιδέες και τα πιστεύω εκείνης της εποχής και οι σοφίες των φιλοσόφων και οι γνώσεις των πνευματικών αρχηγών ήταν σε αντίθεση και απάρνηση εναντίον Του, ούτε έβλαψαν καθόλου τη θετικότητά Του, ούτε εξασθένησαν την πεποίθηση Του, ούτε κλόνισαν την εμπιστοσύνη Του και ούτε Του έδωσαν καμία αμφιβολία, κανέναν ενδοιασμό, καμία αυθυποβολή στην πίστη Του. Και το φαινόμενο ότι όλοι αυτοί που προόδευσαν στα επίπεδα της πίστης και της πνευματικότητας -εν πρώτοις οι ακόλουθοί Του οι σαχάμπε και όλοι οι όσιοι- πάντοτε φωτιστήκαν και εμπνεύστηκαν από το δικό Του επίπεδο πίστης που πάντα την βρήκαν υπεράνω όλων των επιπέδων και βαθμών, δείχνει ξεκάθαρα ότι και στην πίστη είναι απαράμιλλος και μοναδικός.

    Να λοιπόν, σε Έναν, που κατέχει ένα απαράβλητο θείο καθεστώς-σαρία και ένα μοναδικό Ισλάμ, και μια υπέροχη λατρεία και αφοσίωση, και μια θαυμάσια δέηση και ένα κάλεσμα που αντηχεί εναντιώνοντας σε όλη τη γη, και μια θαυματουργή πίστη, βεβαίως σε καμία περίπτωση δεν θα υπάρχει ψέμα και δεν θα παραπλανεί! Αντιλαμβανόμενος αυτά τα αναφερόμενα η σύνεση του τον ενέκρινε εξίσου.

    Το Τέταρτο Στοιχείο: Όπως η ομοφωνία των Προφητών (Αλέϊχι μους Σαλάμ- Είθε η ειρήνη του Αλλάχ μαζί τους.) είναι μια πολύ δυνατή απόδειξη για την ύπαρξη και τη Θεία Ενότητα(Vahdaniyet) του Αλλάχ, έτσι και, είναι μια εξίσου πολύ δυνατή μαρτυρία στην ορθότητα και την προφητικότητα αυτού του Προσώπου(Σ.Α.Ου). Διότι όσες ευλογημένες ιδιότητες και θαύματα και καθήκοντα υφίστανται τα οποία στηρίζουν την προφητικότητα και την πιστότητα όλων των Προφητών (Αλέϊχι μους Σαλάμ - Είθε η ειρήνη του Αλλάχ μαζί τους), -είναι επαληθευμένο από την ιστορία- ότι σε αυτό το Πρόσωπο βρίσκονται με εντέλεια.

    Δηλαδή αυτοί, όπως με την προφορική τους περιγραφή έχουν ευαγγελιστεί στους ανθρώπους ειδοποιώντας τον ερχομό αυτού του Προσώπου(Σ.Α.Ου) σύμφωνα με την Παλαιά Διαθήκη (Tevrat), την Καινή Διαθήκη (Incil), και τους Ψαλμούς (Zabur) και άλλων ιερών γραφών -πάνω από είκοσι πιο καταφανής αυτών των ευαγγελιακών ειδοποιήσεων και σημείων των ιερών αποκαλυπτικών βιβλίων έχουν άπταιστα δηλωθεί και τεκμηριωθεί στη Δέκατη Ένατη Επιστολή- έτσι και με την πρακτική τους περιγραφή δηλαδή με την προφητεία και τα θαύματά τους, εγκρίνουν τούτο το Πρόσωπο(Σ.Α.Ου) ο Οποίος είναι ο πιο προηγμένος και ο πιο έξοχος στο επιτήδευμα και στο καθήκον τους, και επικυρώνουν με την υπογραφή τους, τους ισχυρισμούς Του. Επιπροσθέτως, όπως με την προφορική τους περιγραφή με ομοφωνία τεκμηριώνουν τη Θεία Ενότητα(Vahdaniyet) του Αλλάχ, έτσι αντιλήφτηκε ότι, και με την εν πράξει περιγραφή τους, με ομοψυχία μαρτυρούν και καταθέτουν την ειλικρίνεια και πιστότητα αυτού του Προσώπου.

    Το Πέμπτο Στοιχείο: Όπως οι χιλιάδες άγιοι -που έχουν επιτεύξει το δίκαιο, την πραγματικότητα, τις αρετές και την ωριμότητα, τα εκπληκτικά υπερφυσικά φαινόμενα, τις εξιχνιάσεις και τις μαρτυρίες των πνευματικών κόσμων- με την υποταγή τους σε αυτό το Πρόσωπο και ανατροφή του Ιδίου και ακολουθώντας τις δικές Του αρχές, αποδεικνύουν τη Θεία Ενότητα(Vahdaniyet) του Αλλάχ, έτσι και συγκαταθέτουν με ομοφωνία και την πιστότητα αυτού του Προσώπου, ο Οποίος είναι και δάσκαλός τους. Και είδε ότι, αυτοί οι άγιοι με το πνευματικό φως της αγιότητας αντικρίζουν ένα μέρος των προφητειών Του σχετικά με τον κόσμο του αγνώστου, τις εγκρίνουν εξολοκλήρου διαμέσου του πνευματικού φωτός της πίστης -είτε με πίστη επιβεβαιωμένη με γνώση (ilmelyakîn), είτε με πίστη επιβεβαιωμένη με μαρτυρία (aynelyakîn), και είτε με την πίστη επιβεβαιωμένη με εμπειρία (hakkalyakîn)- και καθιστούν εμφανή σαν τον ήλιο την πιστότητα και το βαθμό της ορθότητας και δικαιοσύνης αυτού του Προσώπου που είναι και ο δάσκαλός τους.

    Το Έκτο Στοιχείο: Παρά το γεγονός ότι ήταν αναλφάβητος, με τη διδαχή και παιδαγώγηση των ιερών αληθειών που έχει φέρει, των υψηλών πνευματικών γνώσεων που έχει συστήσει, και των γνώσεων περί του Αλλάχ που έχει αποκαλύψει, εκατομμύριοι εμβριθείς επιστήμονες, ειδήμονες λόγιοι του Ισλάμ, προσηλωμένοι και πιστοί στο Ισλάμ και στον Προφήτη, επιστήμονες και ευφυής φερέγγυοι φιλόσοφοι -οι οποίοι έχουν φτάσει στα υψηλότατα πνευματικά αξιώματα στα επίπεδα της γνώσης- με συμφωνία εγκρίνουν και αποδεικνύουν με ακράδαντα στοιχεία και τεκμήρια την Θεία Ενότητα(Vahdaniyet) του Αλλάχ· αυτό δηλαδή που αποτελεί τη θεμελιώδης υπόθεση αυτού του Προσώπου. Κατά συνέπεια προσυπογράφουν ομόφωνα ότι τα λόγια Αυτού του μεγάλου δασκάλου και μέγιστου καθοδηγητή είναι ορθά, και πραγματικά δίκαια. Και όπως οι εγκρίσεις και οι επαληθεύσεις, έτσι και οι καταθέσεις αυτών, είναι τεκμήρια της αποστολικοτητάς Του και της πιστότητας Του, ξεκάθαρα σαν το φως της μέρας. Για παράδειγμα και το Ρισαλέ-ι Νουρ, μαζί με τα εκατό του κομμάτια αποτελεί ένα μόνο τεκμήριο της πιστότητας αυτού Του Προσώπου.

    Το Έβδομο Στοιχείο: Η οικογένεια, η γενιά και οι ακόλουθοί Του εν ονόματι Σαχάμπε, η μεγάλη αυτή οξυδερκής ομάδα -που μετά από τους Προφήτες είναι οι πιο διάσημοι στην διορατικότητα στην οξύτητα και στην χρηστότητα, και οι πιο σεβαστοί, πιο ξακουστοί, πιο ευσεβείς- μελέτησε, επιθεώρησε, επισκόπησε, με μεγάλη περιέργεια και προσοχή και τέλεια σοβαρότητα τις καταστάσεις, τις ιδέες και όλες τις φανερές και αφανείς περιστάσεις αυτού του Προσώπου. Και ως αποτέλεσμα με μια αμετάκλητη έγκριση και ομόφωνη κατάθεση και ακλόνητη πίστη εκφράζουν ότι το Πρόσωπο Αυτό είναι ο πιο έμπιστος, ο πιο δίκαιος, ο πιο ορθός και φιλαλήθης και ο πιο ύψιστος πάνω στη γη. Και έτσι κατάλαβε (ο ταξιδιώτης) ότι όλα αυτά ως έχουν, αποτελούν μια ακόμη απόδειξη της αποστολικότητας Του όπως η μέρα στον ήλιο.

    Το Όγδοο Στοιχείο: Όπως αυτό το σύμπαν δείχνει τον κτήτορα, τον διοικητή και τον διαρρυθμιστή του και τον δημιουργό, τον συγγραφέα και τον διακοσμητή του που με διαμόρφωση, με εκτίμηση και περίσκεψη το διαχειρίζεται σαν ένα παλάτι, ένα βιβλίο, μια έκθεση, και σαν ένα αγνάντιο· έτσι και επισημαίνει και δείχνει ότι, θέλει και χρήζει την εξάπαντος ύπαρξη ενός υψηλού διαλαλητή, ενός σωστού εξερευνητή, ενός επιστήμονος αρχιδάσκαλου και ενός πιστού εκπαιδευτή -ο οποίος θα γνωρίζει και θα γνωστοποιεί τους θεϊκούς σκοπούς της δημιουργίας του σύμπαντος, και θα διδάσκει τη θεϊκή επιμορφωτική σοφία που ενέχουν οι αλλαγές και μεταμορφώσεις που υφίστανται μέσα σ’ αυτό, και θα περιγράφει τις συνέπειες των ενσυνείδητων ενεργειών του, και θα διακηρύττει την αξία της βασικής του ουσίας και την τελειότητα των υπάρξεων που εμπεριέχει και θα εκφράζει τα νοήματα αυτού του μεγάλου βιβλίου του σύμπαντος. Έτσι κατάλαβε (ο ταξιδιώτης) ότι ο προσδιορισμός αυτός αποτελεί ακόμη μια απόδειξη της δικαιότητας Αυτού του Προσώπου -που επιτελεί περισσότερο απ’ όλους τα καθήκοντα αυτά- και ότι είναι ο ύψιστος και πιστός υφιστάμενος του Δημιουργού(Halik) αυτού του Σύμπαντος.

    Το Ένατο Στοιχείο: Εφόσον στο παρασκήνιο υπάρχει κάποιος ο Οποίος επιθυμεί να επιδείξει την εξαιρετική αριστοτεχνία και δεξιότητα Του με αυτά τα σοφά και έντεχνα φιλοτεχνήματά Του, και να παρουσιάσει τον Εαυτό Του και να γίνει αγαπητός με αυτά τα στολισμένα και διακοσμημένα άπειρα δημιουργήματα Του, και να εισπράξει ευχαριστήρια και δοξολογίες με αυτά τα εύγευστα και αξιόλογα αμέτρητα αγαθά Του και ο Οποίος αποσκοπεί και προσδοκεί προσκυνήματα και προσευχές με ευγνωμοσύνη και λατρεία απέναντι στην επιμορφωτική και συντηρητική Του Κυριαρχία, μέσω αυτής της στοργικής και ευσπλαχνικής οικουμενικής ανατροφής και επισίτισης Του -με την οποία θεία κεράσματα και τροφές έχουν ετοιμαστεί με τέτοιο τρόπο ώστε να ικανοποιούν ακόμη και την πιο λεπτή απόλαυση και τις πολυποίκιλες ορέξεις των στομάτων- και ο Οποίος με την εκδήλωση της θεϊκότητας Του με δημιουργικότητα και με μεγάλες και μεγαλειώδεις εκτελέσεις και φοβερές και πάνσοφες εφαρμογές και δράσεις -όπως η αλλαγή των εποχών και η μεταβολή της νύχτας σε μέρα- απαιτεί και επιδιώκει την υπακοή, υποταγή και την πίστη απέναντι Του, και είναι πάλι Αυτός που επιθυμεί να δείξει τη δικαιοσύνη, την ευνομία και την ορθότητα Του πάντα προστατεύοντας την καλοσύνη και τους καλούς και εξαφανίζοντας την κακία και τους κακούς και εξοντώνοντας τους στυγνούς και τους ψεύδοντες με επουράνια χαστούκια.

    Τότε βεβαίως και εξάπαντος, κοντά σ’ εκείνο το αόρατο Πρόσωπο το πιο αγαπητό Του ον, και ο πιο τίμιος Του δούλος και αυτός που υπηρετώντας επακριβώς τους παραπάνω αναφερόμενους σκοπούς Του, ανακάλυψε και έλυσε το αίνιγμα και το μυστήριο της δημιουργίας του σύμπαντος, και αυτός που πάντοτε ενεργούσε στο όνομα Του Δημιουργού(Halik) του -και από Αυτόν ζητούσε βοήθεια και επίτευξη και αξιώθηκε από πλευράς Του με βοήθεια και επιτυχία- θα είναι το Πρόσωπο εκείνο που ονομάζεται Μουχάμμεντ ο Κορεΐσιος(Σ.Α.Ου).

    Επίσης είπε (ο ταξιδιώτης) στη σύνεση του: Δεδομένου ότι αυτές οι προαναφερθείσες εννέα πραγματικότητες αποδεικνύουν και μαρτυρούν την πιστότητα αυτού του Προσώπου, σαφώς και Αυτός ο άνθρωπος είναι πηγή τιμής της ανθρωπότητας, και επαξίως Τον αποκαλούν «Φάχρ-ι Άλεμ» (δηλαδή Καμάρι του Κόσμου) και «Σερέφ-ι Μπέν-ι Άντεμ» (δηλαδή Τιμή των παιδιών του Αδάμ). Και το ευσπλαχνικό και στοργικό διάταγμα που υπάρχει στα χέρια Του και είναι το Θαυματουργό Κήρυγμα του Κουράν, και ότι το μεγαλείο της πνευματικής Του ηγεμονίας έχει κατακτήσει το μισό της γης και η προσωπική Του τελειότητα και τα υψηλά του χαρακτηριστικά όλα αυτά δείχνουν ότι, το σπουδαιότερο πρόσωπο σ’ αυτόν τον κόσμο είναι το Πρόσωπο Αυτό, και ο πιο αξιόλογος λόγος περί του Δημιουργού(Halik) μας είναι ο δικός Του.

    Να λοιπόν, έλα και δες ότι: Η βάση όλων των ισχυρισμών και ο σκοπός όλης της ζωής Του θαυμάσιου Αυτού Προσώπου είναι -στηριζόμενος στη δύναμη των εκατοντάδων κατάφωρων απόλυτων θαυμάτων Του και στις χιλιάδες υψηλές και ουσιώδεις πραγματικότητες της θρησκείας Του- να δείξει, να τεκμηριώσει και να προσμαρτυρήσει την ύπαρξη του Αλλάχ, ο οποίος είναι ο Vacib’ul Vucud, δηλαδή η Θεία Οντότητα Του είναι άκρως απαραίτητη και η ανυπαρξία Του είναι απολύτως αδιανόητη, και τη Θεία Ενότητά Του, τις ιδιότητες και τους τίτλους Του, και συνεπώς να διακηρύξει Αυτόν τον Vacib’ul Vucud Αλλάχ.

    Άρα, ένας πνευματικός ήλιος αυτού του σύμπαντος και η λαμπρότατη ένδειξη του Δημιουργού(Halik) μας είναι το Πρόσωπο Αυτό που τον αποκαλούν Χαμπιπουλλάχ -δηλαδή Ο πιο Αγαπημένος του Αλλάχ- και την προσμαρτηρία και διακήρυξη Του οποίου επαληθεύουν, εγκρίνουν και συνυπογράφουν τρεις μεγάλες ομοφωνίες, οι οποίες ούτε έχουν παραπλανηθεί αλλά ούτε και παραπλανούν.

    Η Πρώτη Ομοφωνία: Είναι η ομόφωνη έγκριση της ευλογημένης με το πνευματικό φως κοινότητος η οποία είναι ξακουστή στον κόσμο με το όνομα, «Άλ-ι Μουχάμμεντ» (δηλαδή Οικογένεια και Απόγονοι Του Μουχάμμεντ), και η οποία εμπεριέχει χιλιάδες μεγάλους αγίους και μέγιστους πνευματικούς πόλους και καθοδηγητές της εποχής τους (αktab) που κατέχουν οξύτατες βλέψεις ώστε διεισδύουν ακόμα και στους άγνωστους και αόρατους κόσμους και έχουν γνώσεις περί αυτούς. Όπως ένας από αυτούς είναι ο Γκάβς-ι ΆζαμΚ.Σ (Gavs-ı Âzam K.S) ο οποίος αγνάντευε τον Ύψιστο Ουράνιο Θρόνο του Αλλάχ (Arş-ı Azam) από τη γη, και τη μεγαλειώδη μορφή του Εξοχότατου Αρχάγγελου Ισραφίλ, και επίσης όπως ο Εξοχότατος Αλή (Ρ.Α: Είθε ο Αλλάχ να είναι ευχαριστημένος από αυτόν), ο οποίος έχει δηλώσει ως εξής: «Ακόμα και αν άνοιγε το πέπλο του αγνώστου (δηλ. η κουρτίνα που αποκρύπτει από την όραση μας τους πνευματικούς κόσμους) η πίστη μου δε θα επαυξηθεί.»

    Η Δεύτερη Ομοφωνία: Είναι η ομόφωνη έγκριση και συμφωνία της κοινότητος των ακολούθων Του, η ξακουστοί στον κόσμο με το όνομα Σαχαμπέ, που με ισχυρή πίστη θυσίασαν τη ζωή, την περιουσία, τον πατέρα και τη φυλή τους, και ενώ ήταν μια νομαδική φυλή και βρίσκονταν σε ένα ακαλλιέργητο περιβάλλον -μακριά από την κοινωνική ζωή, τις πολιτικές ιδέες, χωρίς βιβλίο και μέσα στη σκοτείνια του μεσοδιαστήματος (φετρέτ-το διάστημα μεταξύ του Προφήτη ΙησούΑ.Σ και Προφήτη ΜουχάμμεντΣ.Α.Ου) -έγιναν όμως σε σύντομο χρονικό διάστημα δάσκαλοι και πρωτοστάτες στους πιο πολιτισμένους και μορφωμένους και προηγμένους στην κοινωνική και πολιτική ζωή λαούς και πολιτείες. Και ως διπλωμάτες και δίκαιοι κυρίαρχοι διακυβέρνησαν από την ανατολή ως τη δύση καθιερώνοντάς το σε όλη τη γη.

    Η Τρίτη Ομοφωνία: Είναι η εύρυθμη έγκριση σε βαθμό απόλυτης τεκμηριωμένης γνώσης της μεγάλης κοινότητας της Ουμμάς Του, η οποία αποτελείται από χιλιάδες μέλη σε κάθε αιώνα, και μέσα στην οποία ανατρέφονται αναρίθμητοι ειδήμονες, εμβριθής και διερευνόντες επιστήμονες και δραστηριοποιούνται σε διάφορα επιτηδεύματα και προηγούνται με ευφυΐα σε κάθε επιστήμη.

    Συμπερασματικά έγκρινε (ο ταξιδιώτης) και κατέληξε στο ότι, η προσμαρτυρία Αυτού του Προσώπου για την Ενότητα, δεν είναι προσωπική και μικρή αλλά μάλλον οικουμενική και μεγάλη και ακλόνητη. Και είναι μια τέτοια προσμαρτυρία και διακήρυξη ώστε όλοι οι δαίμονες και αν συγκεντρωθούν δεν μπορούν να εναντιωθούν και να αντισταθούν σε αυτήν.

    Και να λοιπόν ο φιλοξενούμενος της γης, ο ταξιδιώτης της ζωής, ο περιηγητής της υφηλίου είχε ταξιδέψει μαζί με την σύνεσή Του στην Εποχή της Ευτυχίας και ως μια σύντομη ένδειξη του μαθήματος που πήρε από το εκπαιδευτήριο εκείνο, το οποίο διασκορπίζει το πνευματικό φως, έχει εκφραστεί στο Δέκατο Έκτο Επίπεδο της Πρώτης Εξέχουσας Θέσης ως εξής:

    لَٓا اِلٰهَ اِلَّا اللّٰهُ ال۟وَاجِبُ ال۟وُجُودِ ال۟وَاحِدُ ال۟اَحَدُ الَّذٖى دَلَّ عَلٰى وُجُوبِ وُجُودِهٖ فٖى وَح۟دَتِهٖ فَخ۟رُ ال۟عَالَمِ وَ شَرَفُ نَو۟عِ بَنٖى اٰدَمَ بِعَظَمَةِ سَل۟طَنَةِ قُر۟اٰنِهٖ وَ حَش۟مَةِ وُس۟عَةِ دٖينِهٖ وَ كَث۟رَةِ كَمَالَاتِهٖ وَ عُل۟وِيَّةِ اَخ۟لَاقِهٖ حَتّٰى بِتَص۟دٖيقِ اَع۟دَائِهٖ وَ كَذَا شَهِدَ وَ بَر۟هَنَ بِقُوَّةِ مِاٰتِ مُع۟جِزَاتِهِ الظَّاهِرَةِ ال۟بَاهِرَةِ ال۟مُصَدِّقَةِ ال۟مُصَدَّقَةِ وَ بِقُوَّةِ اٰلَافِ حَقَائِقِ دٖينِهِ السَّاطِعَةِ ال۟قَاطِعَةِ بِاِج۟مَاعِ اٰلِهٖ ذَوِى ال۟اَن۟وَارِ وَ بِاِتِّفَاقِ اَص۟حَابِهٖ ذَوِى ال۟اَب۟صَارِ وَ بِتَوَافُقِ مُحَقِّقٖى اُمَّتِهٖ ذَوِى ال۟بَرَاهٖينِ وَ ال۟بَصَائِرِ النَّوَّارَةِ

    Έπειτα, αυτός ο ακούραστος και αχόρταγος περιηγητής ο οποίος έχει παραδεχτεί ότι ο σκοπός αυτής της ζωής και η ζωή της ζωής είναι η πίστη, είπε στη δικιά του καρδιά:

    «Πρέπει να απευθυνθούμε για να μάθουμε τι λέει η βίβλος που ονομάζεται Το Κουράν με το Θαυματουργό Κήρυγμα (Kur’an-ı Muciz-ul Beyan) η οποία και αποκαλείται ο λόγος και η ομιλία Αυτουνού που αναζητούμε, και είναι η πιο διάσημη, η πιο λαμπρή και κυρίαρχη στον κόσμο, και προκαλεί σε κάθε αιώνα όλους όσους δεν υποτάσσονται σε αυτήν. Ωστόσο πρέπει καταρχήν να εξακριβώσουμε ότι αυτή η βίβλος όντως είναι η βίβλος του Δημιουργού(Halik) μας.» και έτσι ξεκίνησε την έρευνα του.

    Για το λόγο ότι, ο ταξιδιώτης βρίσκεται σε αυτήν την εποχή, καταρχήν μελέτησε τα εκατόν τριάντα δοκίμια του Ρισαλέ-ι Νουρ, τα οποία είναι απαυγάσματα της πνευματικής θαυματουργικότητας του Κουράν, και είδε ότι είναι ευφυολογήματα, φώτα και ουσιαστικές ερμηνείες των εδαφίων του Φουρκάν (-δηλαδή του Κουράν που ξεχωρίζει την αλήθεια από το λάθος). Και παρόλο που το Ρισαλέ-ι Νουρ με έναν αγωνιστικό τρόπο διαδίδει παντού τις αλήθειες του Κουράν σε έναν τόσο πεισματώδη και αθεϊστικό αιώνα, και το γεγονός ότι κανένας δεν έχει καταφέρει να το αντιμετωπίσει, μας αποδεικνύει ότι ο δάσκαλος, η πηγή, το έρεισμα, και ο ήλιος του Ρισαλέ-ι Νουρ που είναι το Κουράν, είναι επ’ ουράνιο και δεν είναι λόγος ανθρώπινος.

    Επιπλέον, ο Εικοστός Πέμπτος Λόγος και το τέλος της Δέκατης Ένατης Επιστολής είναι ένα τεκμήριο από τα εκατοντάδες του Ρισαλέ-ι Νουρ περί του Κουράν, και έχουν αποδείξει με έναν τόσο ισχυρό τρόπο την θαυματουργικότητα του Κουράν από σαράντα πτυχές, που όποιος τα έχει δει, όχι να τα κατακρίνει και να διαμαρτυρηθεί, αλλά αντιθέτως, μένοντας ενθουσιασμένος με τις αποδείξεις τους, τα έχει εκτιμήσει και τα έχει επαινέσει.

    Kur’an’ın vech-i i’cazını ve hak kelâmullah olduğunu ispat etmek cihetini Risaletü’n-Nur’a havale ederek yalnız bir kısa işaretle büyüklüğünü gösteren birkaç noktaya dikkat etti:

    Birinci Nokta: Nasıl ki Kur’an, bütün mu’cizatıyla ve hakkaniyetine delil olan bütün hakaikiyle, Muhammed aleyhissalâtü vesselâmın bir mu’cizesidir. Öyle de Muhammed aleyhissalâtü vesselâm da bütün mu’cizatıyla ve delail-i nübüvvetiyle ve kemalât-ı ilmiyesiyle Kur’an’ın bir mu’cizesidir ve Kur’an kelâmullah olduğuna bir hüccet-i kātıasıdır.

    İkinci Nokta: Kur’an, bu dünyada öyle nurani ve saadetli ve hakikatli bir surette bir tebdil-i hayat-ı içtimaiye ile beraber, insanların hem nefislerinde hem kalplerinde hem ruhlarında hem akıllarında hem hayat-ı şahsiyelerinde hem hayat-ı içtimaiyelerinde hem hayat-ı siyasiyelerinde öyle bir inkılab yapmış ve idame etmiş ve idare etmiş ki on dört asır müddetinde, her dakikada, altı bin altı yüz altmış altı âyetleri, kemal-i ihtiramla, hiç olmazsa yüz milyondan ziyade insanların dilleriyle okunuyor ve insanları terbiye ve nefislerini tezkiye ve kalplerini tasfiye ediyor. Ruhlara inkişaf ve terakki ve akıllara istikamet ve nur ve hayata hayat ve saadet veriyor. Elbette böyle bir kitabın misli yoktur, hârikadır, fevkalâdedir, mu’cizedir.

    Üçüncü Nokta: Kur’an, o asırdan tâ şimdiye kadar öyle bir belâgat göstermiş ki Kâbe’nin duvarında altın ile yazılan en meşhur ediblerin “Muallakat-ı Seb’a” namıyla şöhret-şiar kasidelerini o dereceye indirdi ki Lebid’in kızı, babasının kasidesini Kâbe’den indirirken demiş: “Âyâta karşı bunun kıymeti kalmadı.”

    Hem bedevî bir edib فَاص۟دَع۟ بِمَا تُؤ۟مَرُ âyeti okunurken işittiği vakit secdeye kapanmış. Ona demişler: “Sen Müslüman mı oldun?” O demiş: “Hayır, ben bu âyetin belâgatına secde ettim.”

    Hem ilm-i belâgatın dâhîlerinden Abdülkahir-i Cürcanî ve Sekkakî ve Zemahşerî gibi binlerle dâhî imamlar ve mütefennin edibler, icma ve ittifakla karar vermişler ki: “Kur’an’ın belâgatı, tâkat-i beşerin fevkindedir, yetişilmez.”

    Hem o zamandan beri mütemadiyen meydan-ı muarazaya davet edip mağrur ve enaniyetli ediblerin ve beliğlerin damarlarına dokundurup gururlarını kıracak bir tarzda der: “Ya bir tek surenin mislini getiriniz veyahut dünyada ve âhirette helâket ve zilleti kabul ediniz.” diye ilan ettiği halde; o asrın muannid beliğleri bir tek surenin mislini getirmekle kısa bir yol olan muarazayı bırakıp uzun olan, can ve mallarını tehlikeye atan muharebe yolunu ihtiyar etmeleri ispat eder ki o kısa yolda gitmek mümkün değildir.

    Hem Kur’an’ın dostları, Kur’an’a benzemek ve taklit etmek şevkiyle ve düşmanları dahi Kur’an’a mukabele ve tenkit etmek sevkiyle o vakitten beri yazdıkları ve yazılan ve telahuk-u efkâr ile terakki eden milyonlarla Arabî kitaplar ortada geziyor. Hiçbirisinin ona yetişemediğini, hattâ en âdi adam dahi dinlese elbette diyecek: “Bu Kur’an, bunlara benzemez ve onların mertebesinde değil.” Ya onların altında veya umumunun fevkinde olacak. Umumunun altında olduğunu dünyada hiçbir fert, hiçbir kâfir, hattâ hiçbir ahmak diyemez. Demek mertebe-i belâgatı umumun fevkindedir.

    Hattâ bir adam سَبَّحَ لِلّٰهِ مَا فِى السَّمٰوَاتِ وَال۟اَر۟ضِ âyetini okudu. Dedi ki: “Bu âyetin hârika telakki edilen belâgatını göremiyorum.” Ona denildi: “Sen dahi bu seyyah gibi o zamana git, orada dinle.” O da kendini Kur’an’dan evvel orada tahayyül ederken gördü ki:

    Mevcudat-ı âlem perişan, karanlık, camid ve şuursuz ve vazifesiz olarak hâlî, hadsiz, hudutsuz bir fezada; kararsız, fâni bir dünyada bulunuyorlar. Birden Kur’an’ın lisanından bu âyeti dinlerken gördü:

    Bu âyet, kâinat üstünde, dünyanın yüzünde öyle bir perde açtı ve ışıklandırdı ki bu ezelî nutuk ve bu sermedî ferman asırlar sıralarında dizilen zîşuurlara ders verip gösteriyor ki bu kâinat, bir cami-i kebir hükmünde, başta semavat ve arz olarak umum mahlukatı hayattarane zikir ve tesbihte ve vazife başında cûş u hurûşla mesudane ve memnunane bir vaziyette bulunduruyor diye müşahede etti. Ve bu âyetin derece-i belâgatını zevk ederek sair âyetleri buna kıyasla Kur’an’ın zemzeme-i belâgatı arzın nısfını ve nev-i beşerin humsunu istila ederek haşmet-i saltanatı kemal-i ihtiramla on dört asır bilâ-fâsıla idame ettiğinin binler hikmetlerinden bir hikmetini anladı.

    Dördüncü Nokta: Kur’an, öyle hakikatli bir halâvet göstermiş ki en tatlı bir şeyden dahi usandıran çok tekrar, Kur’an’ı tilavet edenler için değil usandırmak, belki kalbi çürümemiş ve zevki bozulmamış adamlara tekrar-ı tilaveti halâvetini ziyadeleştirdiği, eski zamandan beri herkesçe müsellem olup darb-ı mesel hükmüne geçmiş.

    Hem öyle bir tazelik ve gençlik ve şebabet ve garabet göstermiş ki on dört asır yaşadığı ve herkesin eline kolayca girdiği halde, şimdi nâzil olmuş gibi tazeliğini muhafaza ediyor. Her asır, kendine hitap ediyor gibi bir gençlikte görmüş. Her taife-i ilmiye, ondan her vakit istifade etmek için kesretle ve mebzuliyetle yanlarında bulundurdukları ve üslub-u ifadesine ittiba ve iktida ettikleri halde o, üslubundaki ve tarz-ı beyanındaki garabetini aynen muhafaza ediyor.

    Beşincisi: Kur’an’ın bir cenahı mazide, bir cenahı müstakbelde. Kökü ve bir kanadı eski peygamberlerin ittifaklı hakikatleri olduğu ve bu onları tasdik ve teyid ettiği ve onlar dahi tevafukun lisan-ı haliyle bunu tasdik ettikleri gibi; öyle de evliya ve asfiya gibi ondan hayat alan semereleri ve hayattar tekemmülleriyle, şecere-i mübarekelerinin hayattar, feyizdar ve hakikat-medar olduğuna delâlet eden ve ikinci kanadının himayesi altında yetişen ve yaşayan velayetin bütün hak tarîkatları ve İslâmiyet’in bütün hakikatli ilimleri, Kur’an’ın ayn-ı hak ve mecma-ı hakaik ve câmiiyette misilsiz bir hârika olduğuna şehadet eder.

    Altıncısı: Kur’an’ın altı ciheti nuranidir, sıdk ve hakkaniyetini gösterir. Evet, altında hüccet ve bürhan direkleri, üstünde sikke-i i’caz lem’aları, önünde ve hedefinde saadet-i dâreyn hediyeleri, arkasında nokta-i istinadı vahy-i semavî hakikatleri, sağında hadsiz ukûl-ü müstakimenin delillerle tasdikleri, solunda selim kalplerin ve temiz vicdanların ciddi itminanları ve samimi incizabları ve teslimleri; Kur’an’ın fevkalâde, hârika, metin ve hücum edilmez bir kale-i semaviye-i arziye olduğunu ispat ettikleri gibi…

    Altı makamdan dahi onun ayn-ı hak ve sadık olduğuna ve beşerin kelâmı olmadığına hem yanlış olmadığına imza eden:

    Başta bu kâinatta daima güzelliği izhar, iyiliği ve doğruluğu himaye ve sahtekârları ve müfterileri imha ve izale etmek âdetini bir düstur-u faaliyet ittihaz eden bu kâinatın mutasarrıfı, o Kur’an’a âlemde en makbul en yüksek en hâkimane bir makam-ı hürmet ve bir mertebe-i muvaffakiyet vermesiyle onu tasdik ve imza ettiği gibi…

    İslâmiyet’in menbaı ve Kur’an’ın tercümanı olan zatın aleyhissalâtü vesselâm herkesten ziyade ona itikad ve ihtiramı ve nüzulü zamanında uyku gibi bir vaziyet-i nâimanede bulunması ve sair kelâmları ona yetişememesi ve bir derece benzememesi ve ümmiyetiyle beraber gitmiş ve gelecek hakiki hâdisat-ı kevniyeyi gaybiyane, Kur’an ile tereddütsüz ve itminan ile beyan etmesi ve çok dikkatli gözlerin nazarı altında hiçbir hile, hiçbir yanlış vaziyeti görülmeyen o tercümanın, bütün kuvvetiyle Kur’an’ın her bir hükmüne iman edip tasdik etmesi ve hiçbir şey onu sarsmaması; Kur’an semavî, hakkaniyetli ve kendi Hâlık-ı Rahîm’inin mübarek kelâmı olduğunu imza ediyor.

    Hem nev-i insanın humsu, belki kısm-ı a’zamı, göz önünde ona müncezibane ve dindarane irtibatı ve hakikat-perestane ve müştakane kulak vermesi; ve çok emarelerin ve vakıaların ve keşfiyatın şehadetiyle, cin ve melek ve ruhanîlerin dahi tilaveti vaktinde pervane gibi hakperestane etrafında toplanması, Kur’an’ın kâinatça makbuliyetine ve en yüksek bir makamda bulunduğuna bir imzadır.

    Hem nev-i beşerin umum tabakaları, en gabi ve âmîden tut tâ en zeki ve âlime kadar her birisi, Kur’an’ın dersinden tam hisse almaları ve en derin hakikatleri fehmetmeleri ve yüzlerle fen ve ulûm-u İslâmiyenin ve bilhassa şeriat-ı kübranın büyük müçtehidleri ve usûlü’d-din ve ilm-i kelâmın dâhî muhakkikleri gibi her taife kendi ilimlerine ait bütün hâcatını ve cevaplarını Kur’an’dan istihraç etmeleri, Kur’an menba-ı hak ve maden-i hakikat olduğuna bir imzadır.

    Hem edebiyatça en ileri bulunan Arap edibleri –İslâmiyet’e girmeyenler– şimdiye kadar muarazaya pek çok muhtaç oldukları halde Kur’an’ın i’cazından yedi büyük vechi varken, yalnız bir tek vechi olan belâgatının (tek bir surenin) mislini getirmekten istinkâfları ve şimdiye kadar gelen ve muaraza ile şöhret kazanmak isteyen meşhur beliğlerin ve dâhî âlimlerin onun hiçbir vech-i i’cazına karşı çıkamamaları ve âcizane sükût etmeleri; Kur’an, mu’cize ve tâkat-i beşerin fevkinde olduğuna bir imzadır.

    Evet, bir kelâm “Kimden gelmiş ve kime gelmiş ve ne için?” denilmesiyle kıymeti ve ulviyeti ve belâgatı tezahür etmesi noktasından Kur’an’ın misli olamaz ve ona yetişilemez.

    Çünkü Kur’an, bütün âlemlerin Rabb’i ve Hâlık’ının hitabı ve konuşması ve hiçbir cihette taklidi ve tasannuu ihsas edecek bir emare bulunmayan bir mükâlemesi ve bütün insanların belki bütün mahlukatın namına mebus ve nev-i beşerin en meşhur ve namdar muhatabı bulunan ve o muhatabın kuvvet ve vüs’at-i imanı, koca İslâmiyet’i tereşşuh edip sahibini Kab-ı Kavseyn makamına çıkararak muhatab-ı Samedaniyeye mazhariyetle nüzul eden ve saadet-i dâreyne dair ve hilkat-i kâinatın neticelerine ve ondaki Rabbanî maksatlara ait mesaili ve o muhatabın bütün hakaik-i İslâmiyeyi taşıyan en yüksek ve en geniş olan imanını beyan ve izah eden ve koca kâinatın bir harita, bir saat, bir hane gibi her tarafını gösterip, çevirip onları yapan sanatkârı tavrıyla ifade ve talim eden Kur’an-ı Mu’cizü’l-Beyan’ın elbette mislini getirmek mümkün değildir ve derece-i i’cazına yetişilmez.

    Hem Kur’an’ı tefsir eden ve bir kısmı otuz kırk hattâ yetmiş cilt olarak birer tefsir yazan yüksek zekâlı, müdakkik, binlerle mütefennin ulemanın, senetleri ve delilleriyle beyan ettikleri Kur’an’daki hadsiz meziyetleri ve nükteleri ve hâsiyetleri ve sırları ve âlî manaları ve umûr-u gaybiyenin her nevinden kesretli gaybî ihbarları izhar ve ispat etmeleri ve bilhassa Risale-i Nur’un yüz otuz kitabının her biri Kur’an’ın bir meziyetini, bir nüktesini kat’î bürhanlarla ispat etmesi ve bilhassa Mu’cizat-ı Kur’aniye Risalesi; şimendifer ve tayyare gibi medeniyetin hârikalarından çok şeyleri Kur’an’dan istihraç eden Yirminci Söz’ün İkinci Makamı ve Risale-i Nur’a ve elektriğe işaret eden âyetlerin işaratını bildiren İşarat-ı Kur’aniye namındaki Birinci Şuâ ve huruf-u Kur’aniye ne kadar muntazam, esrarlı ve manalı olduğunu gösteren Rumuzat-ı Semaniye namındaki sekiz küçük risaleler ve Sure-i Feth’in âhirki âyeti beş vecihle ihbar-ı gaybî cihetinde mu’cizeliğini ispat eden küçük bir risale gibi Risale-i Nur’un her bir cüzü, Kur’an’ın bir hakikatini, bir nurunu izhar etmesi; Kur’an’ın misli olmadığına ve mu’cize ve hârika olduğuna ve bu âlem-i şehadette âlem-i gaybın lisanı ve bir Allâmü’l-guyub’un kelâmı bulunduğuna bir imzadır.

    İşte altı noktada ve altı cihette ve altı makamda işaret edilen, Kur’an’ın mezkûr meziyetleri ve hâsiyetleri içindir ki haşmetli hâkimiyet-i nuraniyesi ve azametli saltanat-ı kudsiyesi, asırların yüzlerini ışıklandırarak zemin yüzünü dahi bin üç yüz sene tenvir ederek kemal-i ihtiramla devam etmesi hem o hâsiyetleri içindir ki Kur’an’ın her bir harfi, hiç olmazsa on sevabı ve on hasenesi olması ve on meyve-i bâki vermesi, hattâ bir kısım âyâtın ve surelerin her bir harfi, yüz ve bin ve daha ziyade meyve vermesi ve mübarek vakitlerde her harfin nuru ve sevabı ve kıymeti ondan yüzlere çıkması gibi kudsî imtiyazları kazanmış diye dünya seyyahı anladı ve kalbine dedi:

    İşte böyle her cihetle mu’cizatlı bu Kur’an; surelerinin icmaıyla ve âyâtının ittifakıyla ve esrar ve envarının tevafukuyla ve semerat ve âsârının tetabukuyla bir tek Vâcibü’l-vücud’un vücuduna ve vahdetine ve sıfât ve esmasına deliller ile ispat suretinde öyle şehadet etmiş ki bütün ehl-i imanın hadsiz şehadetleri, onun şehadetinden tereşşuh etmişler.

    İşte bu yolcunun Kur’an’dan aldığı ders-i tevhid ve imana kısa bir işaret olarak Birinci Makam’ın on yedinci mertebesinde böyle لَٓا اِلٰهَ اِلَّا اللّٰهُ ال۟وَاجِبُ ال۟وُجُودِ ال۟وَاحِدُ ال۟اَحَدُ الَّذٖى دَلَّ عَلٰى وُجُوبِ وُجُودِهٖ فٖى وَح۟دَتِهِ ال۟قُر۟اٰنُ ال۟مُع۟جِزُ ال۟بَيَانِ اَل۟مَق۟بُولُ ال۟مَر۟غُوبُ لِاَج۟نَاسِ ال۟مَلَكِ وَ ال۟اِن۟سِ وَ ال۟جَانِّ اَل۟مَق۟رُوءُ كُلُّ اٰيَاتِهٖ فٖى كُلِّ دَقٖيقَةٍ بِكَمَالِ ال۟اِح۟تِرَامِ بِاَل۟سِنَةِ مِأٰتِ مِل۟يُونٍ مِن۟ نَو۟عِ ال۟اِن۟سَانِ اَلدَّائِمُ سَل۟طَنَتُهُ ال۟قُد۟سِيَّةُ عَلٰى اَق۟طَارِ ال۟اَر۟ضِ وَ ال۟اَك۟وَانِ وَ عَلٰى وُجُوهِ ال۟اَع۟صَارِ وَ الزَّمَانِ وَ ال۟جَارٖى حَاكِمِيَّتُهُ ال۟مَع۟نَوِيَّةُ النُّورَانِيَّةُ عَلٰى نِص۟فِ ال۟اَر۟ضِ وَ خُم۟سِ ال۟بَشَرِ فٖى اَر۟بَعَةَ عَشَرَ عَص۟رًا بِكَمَالِ ال۟اِح۟تِشَامِ . وَ كَذَا : شَهِدَ وَ بَر۟هَنَ بِاِج۟مَاعِ سُوَرِهِ ال۟قُد۟سِيَّةِ السَّمَاوِيَّةِ وَ بِاِتِّفَاقِ اٰيَاتِهِ النُّورَانِيَّةِ ال۟اِلٰهِيَّةِ وَ بِتَوَافُقِ اَس۟رَارِهٖ وَ اَن۟وَارِهٖ وَ بِتَطَابُقِ حَقَائِقِهٖ وَ ثَمَرَاتِهٖ وَ اٰثَارِهٖ بِال۟مُشَاهَدَةِ وَ ال۟عِيَانِ denilmiştir.

    Sonra bir fakir insana değil fâni ve muvakkat bir tarlayı, bir haneyi, belki koca kâinatı ve dünya kadar bir mülk-ü bâkiyi kazandıran ve bir fâni adama ebedî bir hayatın levazımatını bulduran ve ecelin darağacını bekleyen bir bîçareyi idam-ı ebedîden kurtaran ve saadet-i sermediyenin hazinesini açan en kıymettar sermaye-i insaniyenin iman olduğunu bilen mezkûr misafir ve hayat yolcusu, kendi nefsine dedi ki:

    “Haydi, ileri! İmanın hadsiz mertebelerinden bir mertebe daha kazanmak için kâinatın heyet-i mecmuasına müracaat edip o da ne diyor, dinlemeliyiz; erkânından ve eczasından aldığımız dersleri tekmil ve tenvir etmeliyiz.” diye Kur’an’dan aldığı geniş ve ihatalı bir dürbün ile baktı, gördü:

    Bu kâinat, o kadar manidar ve muntazamdır ki mücessem bir kitab-ı Sübhanî ve cismanî bir Kur’an-ı Rabbanî ve müzeyyen bir saray-ı Samedanî ve muntazam bir şehr-i Rahmanî suretinde görünüyor. O kitabın bütün sureleri, âyetleri ve kelimatları, hattâ harfleri ve babları ve fasılları ve sayfaları ve satırları, umumunun her vakit manidarane mahv ve ispatları ve hakîmane tağyir ve tahvilleri; icma ile bir Alîm-i külli şey’in ve bir Kadîr-i külli şey’in ve bir musannifin, her şeyde her şeyi gören ve her şeyin her şeyi ile münasebetini bilen, riayet eden bir Nakkaş-ı Zülcelal’in ve bir Kâtib-i Zülkemal’in vücudunu ve mevcudiyetini bilbedahe ifade ettikleri gibi bütün erkân ve envaıyla ve ecza ve cüz’iyatıyla ve sekeneleri ve müştemilatıyla ve vâridat ve masarifatıyla ve onlarda maslahatkârane tebdilleriyle ve hikmet-perverane tecdidleriyle, bi’l-ittifak hadsiz bir kudret ve nihayetsiz bir hikmetle iş gören âlî bir ustanın ve misilsiz bir Sâni’in mevcudiyetini ve vahdetini bildiriyorlar. Ve kâinatın azametine münasip iki büyük ve geniş hakikatin şehadetleri, kâinatın bu büyük şehadetini ispat ediyorlar.

    Birinci Hakikat: Usûlü’d-din ve ilm-i kelâmın dâhî ulemasının ve hükema-i İslâmiyenin gördükleri ve hadsiz bürhanlarla ispat ettikleri “hudûs” ve “imkân” hakikatleridir. Onlar demişler ki:

    “Madem âlemde ve her şeyde tagayyür ve tebeddül var; elbette fânidir, hâdistir, kadîm olamaz. Madem hâdistir, elbette onu ihdas eden bir Sâni’ var. Ve madem her şeyin zatında vücudu ve ademi, bir sebep bulunmazsa müsavidir; elbette vâcib ve ezelî olamaz. Ve madem muhal ve bâtıl olan devir ve teselsül ile birbirini icad etmek mümkün olmadığı kat’î bürhanlarla ispat edilmiş. Elbette öyle bir Vâcibü’l-vücud’un mevcudiyeti lâzımdır ki naziri mümteni, misli muhal ve bütün maadası mümkün ve mâsivası mahluku olacak.”

    Evet, hudûs hakikati kâinatı istila etmiş. Çoğunu göz görüyor, diğer kısmını akıl görüyor. Çünkü gözümüzün önünde her sene güz mevsiminde öyle bir âlem vefat eder ki her birisinin hadsiz efradı bulunan ve her biri zîhayat bir kâinat hükmünde olan yüz bin nevi nebatat ve küçücük hayvanat, o âlem ile beraber vefat ederler. Fakat o kadar intizam ile bir vefattır ki haşir ve neşirlerine medar olan ve rahmet ve hikmetin mu’cizeleri, kudret ve ilmin hârikaları bulunan çekirdekleri ve tohumları ve yumurtacıkları baharda yerlerinde bırakıp defter-i a’mallerini ve gördükleri vazifelerin programlarını onların ellerine vererek Hafîz-i Zülcelal’in himayesi altında, hikmetine emanet eder; sonra vefat ederler.

    Ve bahar mevsiminde, haşr-i a’zamın yüz bin misali ve numune ve delilleri hükmünde olarak o vefat eden ağaçlar ve kökler ve bir kısım hayvancıklar, aynen ihya ve diriliyorlar. Ve bir kısmının dahi kendi yerlerinde emsalleri ve aynen onlara benzeyenleri icad ve ihya olunuyor. Ve geçen baharın mevcudatı, işledikleri amellerin ve vazifelerin sahifelerini ilanat gibi neşredip وَاِذَا الصُّحُفُ نُشِرَت۟ âyetinin bir misalini gösteriyorlar.

    Hem heyet-i mecmua cihetinde, her güzde ve her baharda büyük bir âlem vefat eder ve taze bir âlem vücuda gelir. Ve o vefat ve hudûs, o kadar muntazam cereyan ediyor ve o vefat ve hudûsta, gayet intizam ve mizanla o kadar nevilerin vefiyatları ve hudûsları oluyor ki güya dünya öyle bir misafirhanedir ki zîhayat kâinatlar ona misafir olurlar ve seyyah âlemler ve seyyar dünyalar ona gelirler, vazifelerini görürler, giderler.

    İşte, bu dünyada böyle hayattar dünyaları ve vazifedar kâinatları kemal-i ilim ve hikmet ve mizanla ve muvazene ve intizam ve nizamla ihdas ve icad edip Rabbanî maksatlarda ve İlahî gayelerde ve Rahmanî hizmetlerde kadîrane istimal ve rahîmane istihdam eden bir Zat-ı Zülcelal’in vücub-u vücudu ve hadsiz kudreti ve nihayetsiz hikmeti, bilbedahe güneş gibi akıllara görünüyor. “Hudûs” mesailini Risale-i Nur’a ve muhakkikîn-i kelâmiyenin kitaplarına havale ile o bahsi kapıyoruz.

    Amma imkân ciheti ise o da kâinatı istila ve ihata etmiş. Çünkü görüyoruz ki her şey, küllî ve cüz’î bulunsun, büyük ve küçük olsun arştan ferşe, zerrattan seyyarata kadar her mevcud; mahsus bir zat ve muayyen bir suret ve mümtaz bir şahsiyet ve has sıfatlar ve hikmetli keyfiyetler ve maslahatlı cihazlar ile dünyaya gönderiliyor. Halbuki o mahsus zata ve o mahiyete, hadsiz imkânat içinde o hususiyeti vermek... Hem suretler adedince imkânlar ve ihtimaller içinde o nakışlı ve farikalı ve münasip o muayyen sureti giydirmek... Hem hemcinsinden olan eşhasın miktarınca imkânlar içinde çalkanan o mevcuda, o lâyık şahsiyeti imtiyazla tahsis etmek... Hem sıfatların nevileri ve mertebeleri sayısınca imkânlar ve ihtimaller içinde şekilsiz ve mütereddid bulunan o masnua, o has ve muvafık, maslahatlı sıfatları yerleştirmek… Hem hadsiz yollar ve tarzlarda bulunması mümkün olması noktasında hadsiz imkânat ve ihtimalat içinde mütehayyir, sergerdan, hedefsiz o mahluka, o hikmetli keyfiyetleri ve inayetli cihazları takmak ve teçhiz etmek…

    Elbette küllî ve cüz’î bütün mümkinat adedince ve her mümkünün mezkûr mahiyet ve hüviyet, heyet ve suret, sıfat ve vaziyetinin imkânatı adedince tahsis edici, tercih edici, tayin edici, ihdas edici bir Vâcibü’l-vücud’un vücub-u vücuduna ve hadsiz kudretine ve nihayetsiz hikmetine ve hiçbir şey ve hiçbir şe’n ondan gizlenmediğine ve hiçbir şey ona ağır gelmediğine ve en büyük bir şey en küçük bir şey gibi ona kolay geldiğine ve bir baharı bir ağaç kadar ve bir ağacı bir çekirdek kadar suhuletle icad edebildiğine işaretler ve delâletler ve şehadetler, imkân hakikatinden çıkıp kâinatın bu büyük şehadetinin bir kanadını teşkil ederler.

    Kâinatın şehadetini, her iki kanadı ve iki hakikatiyle Risale-i Nur eczaları ve bilhassa Yirmi İkinci ve Otuz İkinci Sözler ve Yirminci ve Otuz Üçüncü Mektuplar tamamıyla ispat ve izah ettiklerinden onlara havale ederek bu pek uzun kıssayı kısa kestik.

    Kâinatın heyet-i mecmuasından gelen büyük ve küllî şehadetin ikinci kanadını ispat eden:

    İkinci Hakikat: Bu mütemadiyen çalkanan inkılablar ve tahavvülatlar içinde vücudunu ve hizmetini ve zîhayat ise hayatını muhafazaya ve vazifesini yerine getirmeye çalışan mahlukatta, kuvvetlerinin bütün bütün haricinde bir teavün hakikati görünüyor.

    Mesela, unsurları zîhayatın imdadına, hususan bulutları nebatatın mededine ve nebatatı dahi hayvanatın yardımına ve hayvanat ise insanların muavenetine ve memelerin kevser gibi sütleri, yavruların beslenmelerine ve zîhayatların iktidarları haricindeki pek çok hâcetleri ve erzakları, umulmadık yerlerden onların ellerine verilmesi, hattâ zerrat-ı taamiye dahi hüceyrat-ı bedeniyenin tamirine koşmaları gibi teshir-i Rabbanî ile ve istihdam-ı Rahmanî ile hakikat-i teavünün pek çok misalleri doğrudan doğruya, bütün kâinatı bir saray gibi idare eden bir Rabbü’l-âlemîn’in umumî ve rahîmane rububiyetini gösteriyorlar.

    Evet, camid ve şuursuz ve şefkatsiz olan ve birbirine şefkatkârane, şuurdarane vaziyet gösteren muavenetçiler, elbette gayet Rahîm ve Hakîm bir Rabb-i Zülcelal’in kuvvetiyle, rahmetiyle, emriyle yardıma koşturuluyorlar.

    İşte kâinatta cari olan teavün-ü umumî, seyyarattan tâ zîhayatın aza ve cihazat ve zerrat-ı bedeniyesine kadar kemal-i intizamla cereyan eden muvazene-i âmme ve muhafaza-i şâmile ve semavatın yaldızlı yüzünden ve zeminin ziynetli yüzünden tâ çiçeklerin süslü yüzlerine kadar kalem gezdiren tezyin ve Kehkeşan’dan ve manzume-i şemsiyeden tâ mısır ve nar gibi meyvelere kadar hükmeden tanzim ve güneş ve kamerden ve unsurlardan ve bulutlardan tâ bal arılarına kadar memuriyet veren tavzif gibi pek büyük hakikatlerin büyüklükleri nisbetindeki şehadetleri, kâinatın şehadetinin ikinci kanadını ispat ve teşkil ederler. Madem Risale-i Nur bu büyük şehadeti ispat ve izah etmiş, biz burada bu kısacık işaretle iktifa ederiz.

    İşte dünya seyyahının kâinattan aldığı ders-i imanîye kısa bir işaret olarak Birinci Makam’ın on sekizinci mertebesinde böyle لَٓا اِلٰهَ اِلَّا اللّٰهُ ال۟وَاجِبُ ال۟وُجُودِ ال۟مُم۟تَنِعُ نَظٖيرُهُ اَل۟مُم۟كِنُ كُلُّ مَاسِوَاهُ ال۟وَاحِدُ ال۟اَحَدُ الَّذٖى دَلَّ عَلٰى وُجُوبِ وُجُودِهٖ فٖى وَح۟دَتِهٖ هٰذِهِ ال۟كَائِنَاتُ ال۟كِتَابُ ال۟كَبٖيرُ ال۟مُجَسَّمُ وَ ال۟قُر۟اٰنُ ال۟جِس۟مَانِىُّ ال۟مُعَظَّمُ وَ ال۟قَص۟رُ ال۟مُزَيَّنُ ال۟مُنَظَّمُ وَ ال۟بَلَدُ ال۟مُح۟تَشَمُ ال۟مُن۟تَظَمُ بِاِج۟مَاعِ سُوَرِهٖ وَ اٰيَاتِهٖ وَ كَلِمَاتِهٖ وَ حُرُوفِهٖ وَ اَب۟وَابِهٖ وَ فُصُولِهٖ وَ صُحُفِهٖ وَ سُطُورِهٖ وَ اِتِّفَاقِ اَر۟كَانِهٖ وَ اَن۟وَاعِهٖ وَ اَج۟زَائِهٖ وَ جُز۟ئِيَّاتِهٖ وَ سَكَنَتِهٖ وَ مُش۟تَمِلَاتِهٖ وَ وَارِدَاتِهٖ وَ مَصَارِفِهٖ بِشَهَادَةِ عَظَمَةِ اِحَاطَةِ حَقٖيقَةِ ال۟حُدُوثِ وَ التَّغَيُّرِ وَ ال۟اِم۟كَانِ بِاِج۟مَاعِ جَمٖيعِ عُلَمَاءِ عِل۟مِ ال۟كَلَامِ وَ بِشَهَادَةِ حَقٖيقَةِ تَب۟دٖيلِ صُورَتِهٖ وَ مُش۟تَمِلَاتِهٖ بِال۟حِك۟مَةِ وَ ال۟اِن۟تِظَامِ وَ تَج۟دٖيدِ حُرُوفِهٖ وَ كَلِمَاتِهٖ بِالنِّظَامِ وَ ال۟مٖيزَانِ وَ بِشَهَادَةِ عَظَمَةِ اِحَاطَةِ حَقٖيقَةِ التَّعَاوُنِ وَ التَّجَاوُبِ وَ التَّسَانُدِ وَ التَّدَاخُلِ وَ ال۟مُوَازَنَةِ وَ ال۟مُحَافَظَةِ فٖى مَو۟جُودَاتِهٖ بِال۟مُشَاهَدَةِ وَ ال۟عِيَانِ denilmiştir.

    Sonra, dünyaya gelen ve dünyanın yaratanını arayan ve on sekiz adet mertebelerden çıkan ve arş-ı hakikate yetişen bir mi’rac-ı imanî ile gaibane marifetten hazırane ve muhatabane bir makama terakki eden meraklı ve müştak yolcu adam, kendi ruhuna dedi ki:

    Fatiha-i Şerife’de başından tâ اِيَّاكَ kelimesine kadar gaibane medh ü sena ile bir huzur gelip اِيَّاكَ hitabına çıkılması gibi biz dahi doğrudan doğruya gaibane aramayı bırakıp aradığımızı aradığımızdan sormalıyız; her şeyi gösteren güneşi, güneşten sormak gerektir. Evet her şeyi gösteren, kendini her şeyden ziyade gösterir. Öyle ise şemsin şuâatı ile onu görmek ve tanımak gibi Hâlık’ımızın esma-i hüsnasıyla ve sıfât-ı kudsiyesiyle onu kabiliyetimizin nisbetinde tanımaya çalışabiliriz.

    Bu maksadın hadsiz yollarından iki yolu ve o iki yolun hadsiz mertebelerinden iki mertebeyi ve o iki mertebenin pek çok hakikatlerinden ve pek çok uzun tafsilatından yalnız iki hakikati icmal ve ihtisar ile bu risalede beyan edeceğiz.

    Birinci Hakikat: Bilmüşahede gözümüzle görünen ve muhit ve daimî ve muntazam ve dehşetli ve semavî ve arzî olan bütün mevcudatı çeviren ve tebdil ve tecdid eden ve kâinatı kaplayan faaliyet-i müstevliye hakikati görünmesi ve o her cihetle hikmet-medar faaliyet hakikatinin içinde tezahür-ü rububiyet hakikatinin bilbedahe hissedilmesi ve o her cihetle rahmet-feşan tezahür-ü rububiyet hakikatinin içinde, tebarüz-ü uluhiyet hakikati bizzarure bilinmiş olmasıdır.

    İşte bu hâkimane ve hakîmane faaliyet-i daimeden ve perdesinin arkasında bir Fâil-i Kadîr ve Alîm’in ef’ali, görünür gibi hissedilir.

    Ve bu mürebbiyane ve müdebbirane ef’al-i Rabbaniyeden ve perdesinin arkasından, her şeyde cilveleri bulunan esma-i İlahiye, hissedilir derecesinde bedahetle bilinir.

    Ve bu celaldarane ve cemal-perverane cilvelenen esma-i hüsnadan ve perdesinin arkasında sıfât-ı seb’a-i kudsiyenin ilmelyakîn, belki aynelyakîn, belki hakkalyakîn derecesinde vücudları ve tahakkukları anlaşılır.

    Ve bu yedi kudsî sıfâtın dahi bütün masnuatın şehadetiyle hem hayattarane hem kadîrane hem alîmane hem semîane hem basîrane hem mürîdane hem mütekellimane nihayetsiz bir surette tecellileri ile bilbedahe ve bizzarure ve biilmelyakîn bir Mevsuf-u Vâcibü’l-vücud’un ve bir Müsemma-i Vâhid-i Ehad’in ve bir Fâil-i Ferd-i Samed’in mevcudiyeti, güneşten daha zâhir, daha parlak bir tarzda kalpteki iman gözüne görünür gibi kat’î bilinir.

    Çünkü güzel ve manidar bir kitap ve muntazam bir hane, bedahetle yazmak ve yapmak fiillerini ve güzel yazmak ve intizamlı yapmak fiilleri dahi bedahetle yazıcı ve dülger namlarını, yazıcı ve dülger unvanları ise bedahetle kitabet ve dülgerlik sanatlarını ve sıfatlarını ve bu sanat ve sıfatlar bedahetle herhalde bir zatı istilzam eder ki mevsuf ve sâni’ ve müsemma ve fâil olsun. Fâilsiz bir fiil ve müsemmasız bir isim mümkün olmadığı gibi; mevsufsuz bir sıfat, sanatkârsız bir sanat dahi mümkün değildir.

    İşte bu hakikat ve kaideye binaen, bu kâinat bütün mevcudatıyla beraber kaderin kalemiyle yazılmış, kudretin çekiciyle yapılmış manidar hadsiz kitaplar, mektuplar, nihayetsiz binalar ve saraylar hükmünde –her biri binler vecihle ve beraber hadsiz vücuh ile– Rabbanî ve Rahmanî nihayetsiz fiilleri ve o fiillerin menşeleri olan bin bir esma-i İlahiyenin hadsiz cilveleriyle ve o güzel isimlerin menbaı olan yedi sıfât-ı Sübhaniyenin nihayetsiz tecellileriyle, o yedi muhit ve kudsî sıfatların madeni ve mevsufu olan ezelî ve ebedî bir Zat-ı Zülcelal’in vücub-u vücuduna ve vahdetine hadsiz işaretler ve nihayetsiz şehadetler ettikleri gibi; bütün o mevcudatta bulunan bütün hüsünler, cemaller, kıymetler, kemaller dahi ef’al-i Rabbaniyenin ve esma-i İlahiyenin ve sıfât-ı Samedaniyenin ve şuunat-ı Sübhaniyenin kendilerine lâyık ve muvafık kudsî cemallerine ve kemallerine ve hepsi birden Zat-ı Akdes’in kudsî cemaline ve kemaline bedahetle şehadet ederler.

    İşte faaliyet hakikati içinde tezahür eden rububiyet hakikati; ilim ve hikmetle halk ve icad ve sun’ ve ibda, nizam ve mizan ile takdir ve tasvir ve tedbir ve tedvir, kasd ve irade ile tahvil ve tebdil ve tenzil ve tekmil, şefkat ve rahmetle it’am ve in’am ve ikram ve ihsan gibi şuunatıyla ve tasarrufatıyla kendini gösterir ve tanıttırır.

    Ve tezahür-ü rububiyet hakikati içinde bedahetle hissedilen ve bulunan uluhiyetin tebarüz hakikati dahi esma-i hüsnanın rahîmane ve kerîmane cilveleriyle ve yedi sıfât-ı sübutiye olan Hayat, İlim, Kudret, İrade, Sem’, Basar ve Kelâm sıfatlarının celalli ve cemalli tecellileriyle kendini tanıttırır, bildirir.

    Evet nasıl ki kelâm sıfatı, vahiyler ve ilhamlar ile Zat-ı Akdes’i tanıttırır, öyle de kudret sıfatı dahi mücessem kelimeleri hükmünde olan sanatlı eserleriyle o Zat-ı Akdes’i bildirir ve kâinatı baştan başa bir Furkan-ı cismanî mahiyetinde gösterip bir Kadîr-i Zülcelal’i tavsif ve tarif eder.

    Ve ilim sıfatı dahi hikmetli, intizamlı, mizanlı olan bütün masnuat miktarınca ve ilim ile idare ve tedbir ve tezyin ve temyiz edilen bütün mahlukat adedince, mevsufları olan bir tek Zat-ı Akdes’i bildirir.

    Ve hayat sıfatı ise kudreti bildiren bütün eserler ve ilmin vücudunu bildiren bütün intizamlı ve hikmetli ve mizanlı ve ziynetli suretler, haller ve sair sıfatları bildiren bütün deliller, sıfat-ı hayatın delilleriyle beraber, hayat sıfatının tahakkukuna delâlet ettikleri gibi; hayat dahi bütün o delilleriyle, âyineleri olan bütün zîhayatları şahit göstererek Zat-ı Hayy-ı Kayyum’u bildirir.

    Ve kâinatı, serbeser her vakit taze taze ve ayrı ayrı cilveleri ve nakışları göstermek için daima değişen ve tazelenen ve hadsiz âyinelerden terekküp eden bir âyine-i ekber suretine çevirir. Ve bu kıyasla görmek ve işitmek, ihtiyar etmek ve konuşmak sıfatları dahi her biri birer kâinat kadar Zat-ı Akdes’i bildirir, tanıttırır.

    Hem o sıfatlar, Zat-ı Zülcelal’in vücuduna delâlet ettikleri gibi hayatın vücuduna ve tahakkukuna ve o zatın hayattar ve diri olduğuna dahi bedahetle delâlet ederler. Çünkü bilmek hayatın alâmeti, işitmek dirilik emaresi, görmek dirilere mahsus, irade hayat ile olabilir, ihtiyarî iktidar zîhayatlarda bulunur, tekellüm ise bilen dirilerin işidir.

    İşte bu noktalardan anlaşılır ki hayat sıfatının yedi defa kâinat kadar delilleri ve kendi vücudunu ve mevsufun vücudunu bildiren bürhanları vardır ki bütün sıfatların esası ve menbaı ve ism-i a’zamın masdarı ve medarı olmuştur. Risale-i Nur, bu birinci hakikati kuvvetli bürhanlar ile ispat ve bir derece izah ettiğinden, bu denizden bu mezkûr katre ile şimdilik iktifa ediyoruz.

    İkinci Hakikat: Sıfat-ı kelâmdan gelen tekellüm-ü İlahîdir.

    لَو۟ كَانَ ال۟بَح۟رُ مِدَادًا لِكَلِمَاتِ رَبّٖى âyetinin sırrıyla: Kelâm-ı İlahî, nihayetsizdir. Bir zatın vücudunu bildiren en zâhir alâmet, konuşmasıdır. Demek bu hakikat, nihayetsiz bir surette Mütekellim-i Ezelî’nin mevcudiyetine ve vahdetine şehadet eder.

    Bu hakikatin iki kuvvetli şehadeti, bu risalenin on dördüncü ve on beşinci mertebelerinde beyan edilen vahiyler ve ilhamlar cihetiyle ve geniş bir şehadeti dahi onuncu mertebesinde işaret edilen kütüb-ü mukaddese-i semaviye cihetiyle ve çok parlak ve câmi’ bir diğer şehadeti dahi on yedinci mertebesinde Kur’an-ı Mu’cizü’l-Beyan cihetiyle geldiğinden, bu hakikatin beyan ve şehadetini o mertebelere havale edip o hakikati mu’cizane ilan eden ve şehadetini sair hakikatlerin şehadetleriyle beraber ifade eden شَهِدَ اللّٰهُ اَنَّهُ لَٓا اِلٰهَ اِلَّا هُوَ وَال۟مَلٰٓئِكَةُ وَ اُولُوا ال۟عِل۟مِ قَٓائِمًا بِال۟قِس۟طِ لَٓا اِلٰهَ اِلَّا هُوَ ال۟عَزٖيزُ ال۟حَكٖيمُ âyet-i muazzamanın envarı ve esrarı, bizim bu yolcuya kâfi ve vâfi gelmiş ki daha ileri gidememiş.

    İşte bu yolcunun bu makam-ı kudsîden aldığı dersin kısa bir mealine bir işaret olarak Birinci Makam’ın on dokuzuncu mertebesinde لَٓا اِلٰهَ اِلَّا اللّٰهُ ال۟وَاجِبُ ال۟وُجُودِ ال۟وَاحِدُ ال۟اَحَدُ لَهُ ال۟اَس۟مَاءُ ال۟حُس۟نٰى وَ لَهُ الصِّفَاتُ ال۟عُل۟يَا وَ لَهُ ال۟مَثَلُ ال۟اَع۟لٰى اَلَّذٖى دَلَّ عَلٰى وُجُوبِ وُجُودِهٖ فٖى وَح۟دَتِهٖ اَلذَّاتُ ال۟وَاجِبُ ال۟وُجُودِ بِاِج۟مَاعِ جَمٖيعِ صِفَاتِهِ ال۟قُد۟سِيَّةِ ال۟مُحٖيطَةِ وَ جَمٖيعِ اَس۟مَائِهِ ال۟حُس۟نٰى اَل۟مُتَجَلِّيَّةِ بِاِتِّفَاقِ جَمٖيعِ شُؤُنَاتِهٖ وَ اَف۟عَالِهِ ال۟مُتَصَرِّفَةِ بِشَهَادَةِ عَظَمَةِ حَقٖيقَةِ تَبَارُزِ ال۟اُلُوهِيَّةِ فٖى تَظَاهُرِ الرُّبُوبِيَّةِ فٖى دَوَامِ ال۟فَعَّالِيَّةِ ال۟مُس۟تَو۟لِيَةِ بِفِع۟لِ ال۟اٖيجَادِ وَ ال۟خَل۟قِ وَ الصُّن۟عِ وَ ال۟اِب۟دَاعِ بِاِرَادَةٍ وَ قُد۟رَةٍ وَ بِفِع۟لِ التَّق۟دٖيرِ وَ التَّص۟وٖيرِ وَ التَّد۟بٖيرِ وَ التَّد۟وٖيرِ بِاِخ۟تِيَارٍ وَ حِك۟مَةٍ وَ بِفِع۟لِ التَّص۟رٖيفِ وَ التَّن۟ظٖيمِ وَ ال۟مُحَافَظَةِ وَ ال۟اِدَارَةِ وَ ال۟اِعَاشَةِ بِقَص۟دٍ وَ رَح۟مَةٍ وَ بِكَمَالِ ال۟اِن۟تِظَامِ وَ ال۟مُوَازَنَةِ وَ بِشَهَادَةِ عَظَمَةِ اِحَاطَةِ حَقٖيقَةِ اَس۟رَارِ - شَهِدَ اللّٰهُ اَنَّهُ لَٓا اِلٰهَ اِلَّا هُوَ وَ ال۟مَلٰٓئِكَةُ وَ اُولُوا ال۟عِل۟مِ قَٓائِمًا بِال۟قِس۟طِ لَٓا اِلٰهَ اِلَّا هُوَ ال۟عَزٖيزُ ال۟حَكٖيمُ denilmiştir.


    İHTAR

    Geçen İkinci Makam’ın Birinci Bab’ındaki on dokuz adet mertebelerin şehadet eden hakikatlerinin her birisi, tahakkuklarıyla ve vücudlarıyla vücub-u vücuda delâlet ettikleri gibi; ihataları ile dahi vahdete ve ehadiyete delâlet ederler. Fakat başta sarîhan vücudu ispat ettikleri cihetle, vücub-u vücudun delilleri sayılmış.

    İkinci Makam’ın İkinci Bab’ı ise başta ve sarahatle vahdeti ve içinde vücudu ispat ettiği haysiyetiyle, tevhid bürhanları denilir. Yoksa her ikisi, her ikisini ispat eder. Farklarına işaret için Birinci Bab’da بِشَهَادَةِ عَظَمَةِ اِحَاطَةِ حَقٖيقَةِ

    İkinci Bab’da vahdet görünür gibi zuhuruna işareten بِمُشَاهَدَةِ عَظَمَةِ اِحَاطَةِ حَقٖيقَةِ fıkraları tekrar ediliyor.

    Gelecek İkinci Bab’ın mertebelerini Birinci Bab gibi izah etmeye niyet etmiştim. Fakat bazı hallerin mümanaatıyla ihtisara ve icmale mecburum. Hakkıyla beyan etmeyi Risale-i Nur’a havale ediyoruz.

    İKİNCİ BAB

    Berahin-i Tevhidiyeye Dairdir

    Dünyaya iman için gönderilen ve bütün kâinatta fikren seyahat eden ve her şeyden Hâlık’ını soran ve her yerde Rabb’ini arayan ve hakkalyakîn derecesinde İlah’ını vücub-u vücud noktasında bulan dünya misafiri, kendi aklına dedi ki: Gel, Vâcibü’l-vücud Hâlık’ımızın vahdet bürhanlarını temaşa için yine beraber bir seyahate gideceğiz.

    Beraber gittiler. Birinci menzilde gördüler ki kâinatı istila eden dört hakikat-i kudsiye, vahdeti bedahet derecesinde istilzam edip isterler.

    BİRİNCİ HAKİKAT: “Uluhiyet-i mutlaka”dır.

    Evet, nev-i beşerin her taifesi birer nevi ibadet ile fıtrî gibi meşgul olması ve sair zîhayatın belki cemadatın dahi fıtrî hizmetleri, birer nevi ibadet hükmünde bulunması ve kâinatta maddî ve manevî bütün nimetlerin ve ihsanların her biri, bir mabudiyet tarafından, hamd ve ibadeti yaptıran perestişe ve şükre birer vesile olmaları ve vahiy ve ilhamlar gibi bütün tereşşuhat-ı gaybiye ve tezahürat-ı maneviyenin bir tek İlah’ın mabudiyetini ilan etmeleri; elbette ve bedahetle bir uluhiyet-i mutlakanın tahakkukunu ve hüküm-ferma olduğunu ispat ederler.

    Madem böyle bir uluhiyet hakikati var, elbette iştiraki kabul edemez. Çünkü uluhiyete yani mabudiyete karşı şükür ve ibadetle mukabele edenler, kâinat ağacının en nihayetlerinde bulunan zîşuur meyveleridir. Ve başkaların o zîşuurları memnun ve minnettar edip yüzlerini kendilerine çevirmesi ve görünmediğinden çabuk unutturulabilen hakiki mabudlarını onlara unutturması, uluhiyetin mahiyetine ve kudsî maksatlarına öyle bir zıddiyettir ki hiçbir cihetle müsaade etmez.

    Kur’an’ın çok tekrar ile ve şiddetle şirki red ve müşrikleri cehennem ile tehdit etmesi, bu cihettendir.

    İKİNCİ HAKİKAT: “Rububiyet-i mutlaka”dır.

    Evet, bütün kâinatta hususan zîhayatlarda ve bilhassa terbiye ve iaşelerinde her tarafta aynı tarzda ve umulmadık bir surette beraber ve birbiri içinde hakîmane, rahîmane bir dest-i gaybî tarafından olan bir tasarruf-u âmm elbette bir rububiyet-i mutlakanın tereşşuhudur ve ziyasıdır ve tahakkukuna bir bürhan-ı kat’îdir.

    Madem bir rububiyet-i mutlaka vardır, elbette şirk ve iştiraki kabul etmez. Çünkü o rububiyetin kendi cemalini izhar ve kemalâtını ilan ve kıymetli sanatlarını teşhir ve gizli hünerlerini göstermek gibi en mühim maksat ve gayeleri cüz’iyatta ve zîhayatta temerküz ve içtima ettiğinden, en cüz’î bir şeye ve en küçük bir zîhayata kendi başıyla müdahale eden bir şirk, o gayeleri bozar ve o maksatları harap eder. Ve zîşuurun yüzlerini o gayelerden ve o gayeleri irade edenden çevirip esbaba saldığından ve bu vaziyet rububiyetin mahiyetine bütün bütün muhalif ve adâvet olduğundan, elbette böyle bir rububiyet-i mutlaka, hiçbir cihetle şirke müsaade etmez.

    Kur’an’ın kesretli takdisatı ve tesbihatı ve âyâtı ve kelimatı, belki hurufatı ve hey’atıyla mütemadiyen tevhide irşadatı bu büyük sırdan ileri gelmiştir.

    ÜÇÜNCÜ HAKİKAT: “Kemalât”tır.

    Evet, bu kâinatın bütün ulvi hikmetleri, hârika güzellikleri, âdilane kanunları, hakîmane gayeleri, hakikat-i kemalâtın vücuduna bedahetle delâlet ve bilhassa bu kâinatı hiçten icad edip her cihetle mu’cizatlı ve cemalli bir surette idare eden Hâlık’ın kemalâtına ve o Hâlık’ın âyine-i zîşuuru olan insanın kemalâtına şehadeti pek zâhirdir.

    Madem kemalât hakikati vardır. Ve madem kâinatı kemalât içinde icad eden Hâlık’ın kemalâtı muhakkaktır. Ve madem kâinatın en mühim meyvesi ve arzın halifesi ve Hâlık’ın en ehemmiyetli masnuu ve sevgilisi olan insanın kemalâtı haktır ve hakikatlidir.

    Elbette bu gözümüz ile gördüğümüz kemalli ve hikmetli kâinatı; fena ve zevalde yuvarlanan ve neticesiz olarak tesadüfün oyuncağı, tabiatın mel’abegâhı, zîhayatın zalimane mezbahası, zîşuurun dehşetli hüzüngâhı suretine çeviren ve âsârı ile kemalâtı görünen insanı, en bîçare ve en perişan ve en aşağı bir hayvan derekesine indiren ve Hâlık’ın âyine-i kemalâtı olan bütün mevcudatın şehadetiyle nihayetsiz kemalât-ı kudsiyesi bulunan o Hâlık’ın kemalâtını setredip perde çekerek netice-i faaliyetini ve hallakıyetini iptal eden şirk, elbette olamaz ve hakikatsizdir.

    Şirkin bu kemalât-ı İlahiyeye ve insaniye ve kevniyeye karşı zıddiyeti ve o kemalâtları bozduğu İkinci Şuâ Risalesi’nin üç meyve-i tevhide dair Birinci Makam’ında kuvvetli ve kat’î deliller ile ispat ve izah edildiğinden ona havale edip burada kısa kesiyoruz.

    DÖRDÜNCÜ HAKİKAT: “Hâkimiyet”tir.

    Evet, bu kâinata geniş bir dikkat ile bakan; kâinatı gayet haşmetli ve gayet faaliyetli bir memleket, belki idaresi gayet hikmetli ve hâkimiyeti gayet kuvvetli bir şehir hükmünde görür, her şeyi ve her nev’i birer vazife ile musahharane meşgul bulur. وَ لِلّٰهِ جُنُودُ السَّمٰوَاتِ وَال۟اَر۟ضِ âyetinin askerlik manasını ihsas eden temsiline göre: Zerrat ordusundan ve nebatat fırkalarından ve hayvanat taburlarından tâ yıldızlar ordusuna kadar olan cünud-u Rabbaniyeden, o küçücük memurlarda ve bu pek büyük askerlerde hâkimane tekvinî emirlerin, âmirane hükümlerin, şahane kanunların cereyanları, bedahetle bir hâkimiyet-i mutlakanın ve bir âmiriyet-i külliyenin vücuduna delâlet ederler.

    Madem bir hâkimiyet-i mutlaka hakikati vardır, elbette şirkin hakikati olamaz. Çünkü لَو۟ كَانَ فٖيهِمَٓا اٰلِهَةٌ اِلَّا اللّٰهُ لَفَسَدَتَا âyetinin hakikat-i kātıasıyla, müteaddid eller müstebidane bir işe karışsalar karıştırırlar. Bir memlekette iki padişah, hattâ bir nahiyede iki müdür bulunsa intizam bozulur ve idare herc ü merc olur. Halbuki sinek kanadından tâ semavat kandillerine kadar ve hüceyrat-ı bedeniyeden tâ seyyaratın burçlarına kadar öyle bir intizam var ki zerre kadar şirkin müdahalesi olamaz.

    Hem hâkimiyet bir makam-ı izzettir; rakip kabul etmek, o hâkimiyetin izzetini kırar. Evet, aczi için çok yardımcılara muhtaç olan insanın, cüz’î ve zâhirî ve muvakkat bir hâkimiyeti için kardeşini ve evladını zalimane öldürmesi gösteriyor ki hâkimiyet rakip kabul etmez. Böyle bir âciz, böyle cüz’î bir hâkimiyet için böyle yaparsa; elbette bütün kâinatın mâliki olan bir Kadîr-i Mutlak’ın hakiki ve küllî rububiyetine ve uluhiyetine medar olan kendi hâkimiyet-i kudsiyesine başkasını teşrik etmesi ve şerike müsaade etmesi hiçbir cihetle mümkün olamaz.

    Bu hakikat, İkinci Şuâ’nın İkinci Makam’ında ve Risale-i Nur’un birçok yerlerinde kuvvetli deliller ile ispat edildiğinden onlara havale ediyoruz.

    İşte yolcumuz bu dört hakikati müşahede etmekle, vahdaniyet-i İlahiyeyi şuhud derecesinde bildi, imanı parladı. Bütün kuvvetiyle

    لَٓا اِلٰهَ اِلَّا اللّٰهُ وَح۟دَهُ لَا شَرٖيكَ لَهُ dedi. Ve bu menzilden aldığı derse bir kısa işaret olarak Birinci Makam’ın ikinci babında لَٓا اِلٰهَ اِلَّا اللّٰهُ ال۟وَاحِدُ ال۟اَحَدُ الَّذٖى دَلَّ عَلٰى وَح۟دَانِيَّتِهٖ وَ وُجُوبِ وُجُودِهٖ مُشَاهَدَةُ عَظَمَةِ حَقٖيقَةِ تَبَارُزِ ال۟اُلُوهِيَّةِ ال۟مُط۟لَقَةِ وَ كَذَا مُشَاهَدَةُ عَظَمَةِ اِحَاطَةِ حَقٖيقَةِ تَظَاهُرِ الرُّبُوبِيَّةِ ال۟مُط۟لَقَةِ ال۟مُق۟تَضِيَّةِ لِل۟وَح۟دَةِ وَ كَذَا مُشَاهَدَةُ عَظَمَةِ اِحَاطَةِ حَقٖيقَةِ ال۟كَمَالَاتِ النَّاشِئَةِ مِنَ ال۟وَح۟دَةِ وَ كَذَا مُشَاهَدَةُ عَظَمَةِ اِحَاطَةِ حَقٖيقَةِ ال۟حَاكِمِيَّةِ ال۟مُط۟لَقَةِ ال۟مَانِعَةِ وَ ال۟مُنَافِيَةِ لِلشِّر۟كَةِ denilmiştir.

    Sonra o sükûnetsiz misafir kendi kalbine dedi: Ehl-i imanın, hususan ehl-i tarîkatın her vakit tekrarla لَٓا اِلٰهَ اِلَّاهُوَ demeleri, tevhidi yâd ve ilan etmeleri gösterir ki tevhidin pek çok mertebeleri bulunuyor. Hem tevhid, en ehemmiyetli ve en halâvetli ve en yüksek bir vazife-i kudsiye ve bir farîza-i fıtriye ve bir ibadet-i imaniyedir. Öyle ise gel bir mertebeyi daha bulmak için bu ibrethanenin diğer bir menzilinin kapısını daha açmalıyız.

    Çünkü aradığımız hakiki tevhid, yalnız tasavvurdan ibaret bir marifet değildir. Belki ilm-i mantıkta tasavvura mukabil ve marifet-i tasavvuriyeden çok kıymettar ve bürhanın neticesi olan ve ilim denilen tasdiktir.

    Ve tevhid-i hakiki öyle bir hüküm ve tasdik ve iz’an ve kabuldür ki her bir şeyle Rabb’ini bulabilir ve her şeyde Hâlık’ına giden bir yolu görür ve hiçbir şey huzuruna mani olmaz. Yoksa Rabb’ini bulmak için her vakit kâinat perdesini yırtmak, açmak lâzım gelir. “Öyle ise haydi ileri!” diyerek, kibriya ve azamet kapısını çaldı. Ef’al ve âsâr menziline ve icad ve ibda âlemine girdi, gördü ki: Kâinatı istila etmiş beş hakikat-i muhita hükmediyorlar, bedahetle tevhidi ispat ederler.

    BİRİNCİSİ

    Kibriya ve azamet hakikatidir. Bu hakikat, İkinci Şuâ’nın İkinci Makam’ında ve Risale-i Nur’un müteaddid yerlerinde bürhanlarla izah edildiğinden burada bu kadar deriz ki:

    Binlerle sene birbirlerinden uzak bir mesafede bulunan yıldızları, aynı anda aynı tarzda icad edip tasarruf eden ve zeminin şark ve garp ve cenup ve şimalinde bulunan aynı çiçeğin hadsiz efradını, bir zamanda ve bir surette halk edip tasvir eden...

    Hem هُوَ الَّذٖى خَلَقَ السَّمٰوَاتِ وَال۟اَر۟ضَ فٖى سِتَّةِ اَيَّامٍ yani gökleri ve zemini altı günde yaratmak gibi geçmiş ve gaybî ve çok acib bir hâdiseyi, hazır ve göz önünde bir hâdise ile ispat etmek ve onun gibi acib bir tanzir olarak zeminin yüzünde bahar mevsiminde haşr-i a’zamın yüz binden ziyade misallerini gösterir gibi iki yüz binden ziyade nebatat taifelerini ve hayvanat kabilelerini beş altı haftada inşa edip kemal-i intizam ve mizan ile iltibassız, noksansız, yanlışsız, beraber, birbiri içinde idare, terbiye, iaşe, temyiz ve tezyin eden...

    Hem يُولِجُ الَّي۟لَ فِى النَّهَارِ وَ يُولِجُ النَّهَارَ فِى الَّي۟لِ âyetinin sarahatiyle zemini döndürüp gece gündüz sahifelerini yapan ve çeviren ve yevmiye hâdisatıyla yazan değiştiren aynı zat, aynı anda, en gizli, en cüz’î olan kalplerin hatıratlarını dahi bilir ve iradesiyle idare eder.

    Ve mezkûr fiillerin her biri bir tek fiil olduğundan, zarurî olarak, onların fâili dahi bir tek, vâhid ve kādir olan fâil-i zülcelallerinin, bedahetle öyle bir kibriya ve azameti var ki: Hiçbir yerde, hiçbir şeyde, hiçbir cihetle, hiçbir şirkin hiçbir imkânını, hiçbir ihtimalini bırakmıyor, köküyle kesiyor.

    Madem böyle bir kibriya ve azamet-i kudret var ve madem o kibriya nihayet kemaldedir ve ihata ediyor. Elbette o kudrete acz veya ihtiyaç ve o kibriyaya kusur ve o kemale noksaniyet ve o ihataya kayıt ve o nihayetsizliğe nihayet veren bir şirke meydan vermesi ve müsaade etmesi, hiçbir vecihle mümkün değildir. Fıtratını bozmayan hiçbir akıl kabul etmez.

    İşte şirk, kibriyaya dokunması ve celalin izzetine dokundurması ve azametine ilişmesi cihetiyle öyle bir cinayettir ki hiç kabil-i af olmadığını, Kur’an-ı Mu’cizü’l-Beyan azîm tehdit ile اِنَّ اللّٰهَ لَا يَغ۟فِرُ اَن۟ يُش۟رَكَ بِهٖ وَيَغ۟فِرُ مَا دُونَ ذٰلِكَ ferman ediyor.

    İKİNCİ HAKİKAT

    Kâinatta tasarrufları görünen ef’al-i Rabbaniyenin ıtlak ve ihata ve nihayetsiz bir surette zuhurlarıdır. Ve o fiilleri takyid ve tahdid eden, yalnız hikmet ve iradedir ve mazharların kabiliyetleridir. Ve serseri tesadüf ve şuursuz tabiat ve kör kuvvet ve camid esbab ve kayıtsız ve her yere dağılan ve karıştıran unsurlar, o gayet mizanlı ve hikmetli ve basîrane ve hayattarane ve muntazam ve muhkem olan fiillere karışamazlar, belki Fâil-i Zülcelal’in emriyle ve iradesiyle ve kuvvetiyle zâhirî bir perde-i kudret olarak istimal olunuyorlar.

    Hadsiz misallerinden üç misali, Sure-i Nahl’in bir sahifesinde birbirine muttasıl üç âyetin işaret ettikleri üç fiilin hadsiz nüktelerinden üç nüktesini beyan ederiz.

    Birincisi: وَ اَو۟حٰى رَبُّكَ اِلَى النَّح۟لِ اَنِ اتَّخِذٖى مِنَ ال۟جِبَالِ بُيُوتًا ... اِلٰى اٰخِره

    Evet, bal arısı fıtratça ve vazifece öyle bir mu’cize-i kudrettir ki koca Sure-i Nahl, onun ismiyle tesmiye edilmiş. Çünkü o küçücük bal makinesinin zerrecik başında, onun ehemmiyetli vazifesinin mükemmel programını yazmak ve küçücük karnında taamların en tatlısını koymak ve pişirmek ve süngücüğünde zîhayat azaları tahrip etmek ve öldürmek hâsiyetinde bulunan zehiri o uzuvcuğuna ve cismine zarar vermeden yerleştirmek; nihayet dikkat ve ilim ile ve gayet hikmet ve irade ile ve tam bir intizam ve muvazene ile olduğundan şuursuz, intizamsız, mizansız olan tabiat ve tesadüf gibi şeyler elbette müdahale edemezler ve karışamazlar.

    İşte bu üç cihetle mu’cizeli bu sanat-ı İlahiyenin ve bu fiil-i Rabbanînin, bütün zemin yüzünde hadsiz arılarda, aynı hikmetle, aynı dikkatle, aynı mizanda, aynı anda, aynı tarzda zuhuru ve ihatası, bedahetle vahdeti ispat eder.

    İkinci âyet: وَ اِنَّ لَكُم۟ فِى ال۟اَن۟عَامِ لَعِب۟رَةً نُس۟قٖيكُم۟ مِمَّا فٖى بُطُونِهٖ مِن۟ بَي۟نِ فَر۟ثٍوَ دَمٍ لَبَنًا خَالِصًا سَٓائِغًا لِلشَّارِبٖينَ âyeti, ibret-feşan bir fermandır. Evet, başta inek ve deve ve keçi ve koyun olarak süt fabrikaları olan validelerin memelerinde, kan ve fışkı içinde bulaştırmadan ve bulandırmadan ve onlara bütün bütün muhalif olarak hâlis, temiz, safi, mugaddi, hoş, beyaz bir sütü koymak; ve yavrularına karşı o sütten daha ziyade hoş, şirin, tatlı, kıymetli ve fedakârane bir şefkati kalplerine bırakmak; elbette o derece bir rahmet, bir hikmet, bir ilim, bir kudret ve bir ihtiyar ve dikkat ister ki fırtınalı tesadüflerin ve karıştırıcı unsurların ve kör kuvvetlerin hiçbir cihetle işleri olamaz.

    İşte böyle gayet mu’cizeli ve hikmetli bu sanat-ı Rabbaniyenin ve bu fiil-i İlahînin, umum rûy-i zeminde, yüz binlerle nevilerin, hadsiz validelerinin kalplerinde ve memelerinde aynı anda, aynı tarzda, aynı hikmet ve aynı dikkat ile tecellisi ve tasarrufu ve yapması ve ihatası, bedahetle vahdeti ispat eder.

    Üçüncü âyet: وَمِن۟ ثَمَرَاتِ النَّخٖيلِ وَال۟اَع۟نَابِ تَتَّخِذُونَ مِن۟هُ سَكَرًا وَرِز۟قًا حَسَنًااِنَّ فٖى ذٰلِكَ لَاٰيَةً لِقَو۟مٍ يَع۟قِلُونَ

    Bu âyet, nazar-ı dikkati hurma ve üzüme celbedip der ki: “Aklı bulunanlara, bu iki meyvede tevhid için büyük bir âyet, bir delil ve bir hüccet vardır.” Evet, bu iki meyve hem gıda ve kut hem fakihe ve yemiş hem çok lezzetli taamların menşeleri olmakla beraber, susuz bir kumda ve kuru bir toprakta duran bu ağaçlar, o derece bir mu’cize-i kudret ve bir hârika-i hikmettir ve öyle bir helvalı şeker fabrikası ve ballı bir şurup makinesi ve o kadar hassas bir mizan ve mükemmel bir intizam ve hikmetli ve dikkatli bir sanattırlar ki zerre kadar aklı bulunan bir adam “Bunları böyle yapan, elbette bu kâinatı yaratan zat olabilir.” demeye mecburdur.

    Çünkü mesela, bu gözümüz önünde bir parmak kadar asmanın üzüm çubuğunda yirmi salkım var ve her salkımda şekerli şurup tulumbacıklarından yüzer tane var. Ve her tanenin yüzüne incecik ve güzel ve latîf ve renkli bir mahfazayı giydirmek ve nazik ve yumuşak kalbinde, kuvve-i hâfızası ve programı ve tarihçe-i hayatı hükmünde olan sert kabuklu, ceviz içli çekirdekleri koymak ve karnında cennet helvası gibi bir tatlıyı ve âb-ı kevser gibi bir balı yapmak ve bütün zemin yüzünde, hadsiz emsalinde aynı dikkat, aynı hikmet, aynı hârika-i sanatı, aynı zamanda, aynı tarzda yaratmak, elbette bedahetle gösterir ki bu işi yapan; bütün kâinatın Hâlık’ıdır ve nihayetsiz bir kudreti ve hadsiz bir hikmeti iktiza eden şu fiil ancak onun fiilidir.

    Evet, bu çok hassas mizana ve çok maharetli sanata ve çok hikmetli intizama, kör ve serseri ve intizamsız ve şuursuz ve hedefsiz ve istilacı ve karıştırıcı olan kuvvetler ve tabiatlar ve sebepler karışamazlar, ellerini uzatamazlar. Yalnız, mef’uliyette ve kabulde ve perdedarlıkta, emr-i Rabbanî ile istihdam olunuyorlar.

    İşte bu üç âyetin işaret ettikleri üç hakikatin tevhide delâlet eden üç nüktesi gibi hadsiz ef’al-i Rabbaniyenin hadsiz cilveleri ve tasarrufları, ittifakla bir tek vâhid-i ehad, bir Zat-ı Zülcelal’in vahdetine şehadet ederler.

    ÜÇÜNCÜ HAKİKAT

    Mevcudatın ve bilhassa nebatat ve hayvanatın, sürat-i mutlaka içinde kesret-i mutlaka ve intizam-ı mutlak ile ve suhulet-i mutlaka içinde gayet hüsn-ü sanat ve maharet ve itkan ve intizam ile ve mebzuliyet-i mutlaka ve ihtilat-ı mutlak içinde gayet kıymettarlık ve tam imtiyaz ile icadlarıdır.

    Evet, gayet çokluk ile gayet çabukluk hem gayet sanatkârane ve mahirane ve dikkat ve intizam ile gayet kolay ve rahatça hem gayet mebzuliyet ve karışıklık içinde gayet kıymetli ve farikalı olarak bulaşmadan ve bulaştırmadan ve bulandırmadan yapmak ancak ve ancak bir tek vâhid zatın öyle bir kudretiyle olabilir ki o kudrete hiçbir şey ağır gelmez. Ve o kudrete nisbeten, yıldızlar zerreler kadar ve en büyük en küçük kadar ve efradı hadsiz bir nevi, bir tek fert kadar ve azametli ve muhit bir küll, has ve az bir cüz kadar ve koca zeminin ihyası ve diriltilmesi, bir ağaç kadar ve dağ gibi bir ağacın inşası, tırnak gibi bir çekirdek kadar kolay ve rahatça ve suhuletli olmak gerektir. Tâ ki gözümüzün önünde yapılan bu işleri yapabilsin.

    İşte bu mertebe-i tevhidin ve bu üçüncü hakikatin ve kelime-i tevhidin bu ehemmiyetli sırrını, yani en büyük bir küll, en küçük bir cüz’î gibi olması ve en çok ve en az farkı bulunmaması hem bu hayretli hikmetini ve bu azametli tılsımını ve tavr-ı aklın haricindeki bu muammasını ve İslâmiyet’in en mühim esasını ve imanın en derin bir medarını ve tevhidin en büyük bir temelini beyan ve hall ve keşif ve ispat etmekle Kur’an’ın tılsımı açılır ve hilkat-i kâinatın en gizli ve bilinmez ve felsefeyi idrakinden âciz bırakan muamması bilinir.

    Hâlık-ı Rahîm’ime yüz bin defa Risaletü’n-Nur’un hurufatı adedince şükür ve hamdolsun ki Risaletü’n-Nur bu acib tılsımı ve bu garib muammayı hall ve keşif ve ispat etmiş. Ve bilhassa Yirminci Mektup’un âhirlerinde وَهُوَ عَلٰى كُلِّ شَى۟ءٍ قَدٖيرٌ bahsinde ve haşre dair Yirmi Dokuzuncu Söz’ün “Fâil muktedirdir.” bahsinde, Yirmi Dokuzuncu Lem’a-i Arabiye’nin “Allahu ekber” mertebelerinden kudret-i İlahiyenin ispatında, kat’î bürhanlarla, iki kere iki dört eder derecesinde ispat edilmiş.

    Onun için izahı onlara havale etmekle beraber, bir fihriste hükmünde bu sırrı açan esasları ve delilleri icmalen beyan ve on üç basamak olarak on üç sırra işaret etmek istedim. Birinci ve ikinci sırları yazdım. Fakat maatteessüf hem maddî hem manevî iki kuvvetli mani, beni şimdilik mütebâkisinden vazgeçirdiler.

    Birinci Sır: Bir şey zatî olsa onun zıddı o zata ârız olamaz. Çünkü içtimaü’z-zıddeyn olur, o da muhaldir. İşte bu sırra binaen, madem kudret-i İlahiye zatiyedir ve Zat-ı Akdes’in lâzım-ı zarurîsidir. Elbette o kudretin zıddı olan acz, o Zat-ı Kadîr’e ârız olması mümkün olmaz.

    Ve madem bir şeyde mertebelerin bulunması, o şeyin içinde zıddının tedahülü iledir. Mesela, ziyanın kavî ve zayıf gibi mertebeleri, zulmetin müdahalesi ile ve hararetin ziyade ve aşağı dereceleri, soğuğun karışması ile ve kuvvetin şiddet ve noksan miktarları, mukavemetin karşılaması ve mümanaatıyladır. Elbette o kudret-i zatiyede mertebeler bulunmaz. Bütün eşyayı, bir tek şey gibi icad eder.

    Ve madem o kudret-i zatiyede mertebeler bulunmaz ve zaaf ve noksan olamaz, elbette hiçbir mani onu karşılayamaz ve hiçbir icad ona ağır gelmez.

    Ve madem hiçbir şey ona ağır gelmez, elbette haşr-i a’zamı bir bahar kadar kolay ve bir baharı bir ağaç kadar suhuletli ve bir ağacı bir çiçek kadar zahmetsiz icad ettiği gibi; bir çiçeği bir ağaç kadar sanatlı, bir ağacı bir bahar kadar mu’cizatlı ve bir baharı bir haşir gibi cem’iyetli ve hârikalı halk eder ve gözümüzün önünde halk ediyor.

    Risale-i Nur’da kat’î ve kuvvetli çok bürhanlar ile ispat edilmiş ki: Eğer vahdet ve tevhid olmazsa bir çiçek, bir ağaç kadar belki daha müşkülatlı ve bir ağaç, bir bahar kadar belki daha suubetli olmakla beraber; kıymet ve sanatça bütün bütün sukut edeceklerdi. Ve şimdi bir dakikada yapılan bir zîhayat, bir senede ancak yapılacaktı, belki de hiç yapılmayacaktı.

    İşte bu mezkûr sırra binaendir ki: Gayet mebzuliyet ve çoklukla beraber gayet kıymettar ve gayet çabuk ve kolaylıkla beraber gayet sanatlı olan bu meyveler, bu çiçekler, bu ağaçlar ve hayvancıklar muntazaman meydana çıkıyorlar ve vazife başına geçiyorlar ve tesbihatlarını yapıp, bitirip, tohumlarını yerlerinde tevkil ederek gidiyorlar.

    İkinci Sır: Nasıl ki nuraniyet ve şeffafiyet ve itaat sırrıyla ve kudret-i zatiyenin bir cilvesiyle bir tek güneş, bir tek âyineye ziyalı akis verdiği gibi; hadsiz âyinelere ve parlak şeylere ve katrelere o kayıtsız kudretinin geniş faaliyetinden ziyalı ve hararetli olan ayn-ı aksini emr-i İlahî ile kolayca verebilir. Az ve çok birdir, farkı yoktur.

    Hem bir tek kelime söylense nihayetsiz hallakıyetin nihayetsiz vüs’atinden, o bir tek kelime bir tek adamın kulağına zahmetsiz girdiği gibi bir milyon kulakların kafalarına da izn-i Rabbanî ile zahmetsiz girer. Binlerle dinleyen ile bir tek dinleyen müsavidir, fark etmez.

    Hem göz gibi bir tek nur veya Cebrail gibi nurani bir tek ruhanî; tecelli-i rahmet içinde olan faaliyet-i Rabbaniyenin kemal-i vüs’atinden bir tek yere suhuletle baktığı ve gittiği ve bir tek yerde suhuletle bulunduğu gibi binler yerlerde de kudret-i İlahiye ile suhuletle bulunur, bakar, girer; az, çok farkı yoktur.

    Aynen öyle de kudret-i zatiye-i ezeliye, en latîf, en has bir nur ve bütün nurların nuru olduğundan ve eşyanın mahiyetleri ve hakikatleri ve melekûtiyet vecihleri şeffaf ve âyine gibi parlak olduğundan ve zerrattan ve nebatattan ve zîhayattan tâ yıldızlara ve güneşlere ve aylara kadar her şey, o kudret-i zatiyenin hükmüne gayet derecede itaatli, inkıyadlı ve o kudret-i ezelînin emirlerine nihayet derecede mutî ve musahhar bulunduğundan, elbette hadsiz eşyayı bir tek şey gibi icad eder ve yanlarında bulunur. Bir iş bir işe mani olmaz. Büyük ve küçük, çok ve az, cüz’î ve küllî birdir. Hiçbiri ona ağır gelmez.

    Hem nasıl ki Onuncu ve Yirmi Dokuzuncu Sözlerde denildiği gibi; intizam ve muvazene ve hükme itaat ve emirleri imtisal sırlarıyla, yüz hane kadar bir büyük sefineyi bir çocuğun parmağıyla oyuncağını çevirdiği gibi döndürür, gezdirir.

    Hem bir âmir, bir “Arş!” emriyle bir tek neferi hücum ettirdiği gibi muntazam ve mutî bir orduyu dahi o tek emriyle hücuma sevk eder.

    Hem pek büyük bir hassas mizanın iki gözünde, iki dağ muvazene vaziyetinde bulunsalar iki kefesinde iki yumurta bulunan diğer mizanın, bir tek ceviz, bir kefesini yukarıya kaldırması, birini aşağı indirmesi gibi; o tek ceviz, bir kanun-u hikmetle öteki büyük mizanın bir gözünü dağ ile beraber dağın başına ve öbür dağı, derelerin dibine indirebilir.

    Aynen öyle de kayıtsız, nihayetsiz, nurani, zatî, sermedî olan kudret-i Rabbaniyede ve beraberinde bütün intizamatın ve nizamların ve muvazenelerin menşei, menbaı, medarı, masdarı olan nihayetsiz bir hikmet ve gayet hassas bir adalet-i İlahiye bulunduğundan ve cüz’î ve küllî ve büyük ve küçük her şey ve bütün eşya, o kudretin hükmüne musahhar ve tasarrufuna münkad olduğundan, elbette zerreleri kolayca tedvir ve tahrik ettiği gibi yıldızları dahi nizam-ı hikmet sırrıyla kolayca döndürür, çevirir.

    Ve baharda, bir emir ile suhuletle bir sineği ihya ettiği gibi; bütün sineklerin taifelerini ve bütün nebatatı ve hayvancıkların ordularını, kudretindeki hikmet ve mizanın sırrıyla, aynı emirle, aynı kolaylıkla diriltip meydan-ı hayata sevk eder.

    Ve bir ağacı baharda çabuk diriltmek ve kemiklerine hayat vermek gibi o hikmetli, adaletli kudret-i mutlaka ile koca arzı ve zemin cenazesini, baharda o ağaç gibi kolayca ihya edip yüz bin çeşit haşirlerin misallerini icad eder.

    Ve bir emr-i tekvinî ile arzı dirilttiği gibi اِن۟ كَانَت۟ اِلَّا صَي۟حَةً وَاحِدَةً فَاِذَاهُم۟ جَمٖيعٌ لَدَي۟نَا مُح۟ضَرُونَ fermanıyla yani “Bütün ins ve cin, bir tek sayha ve emir ile yanımızda meydan-ı haşre hazır olurlar.”

    Hem وَمَٓا اَم۟رُ السَّاعَةِ اِلَّا كَلَم۟حِ ال۟بَصَرِ اَو۟ هُوَ اَق۟رَبُ ferman etmesiyle yani “Kıyamet ve haşrin işi ve yapılması gözünü kapayıp hemen açmak kadardır belki daha yakındır.” der.

    Hem مَا خَل۟قُكُم۟ وَلَا بَع۟ثُكُم۟ اِلَّا كَنَف۟سٍ وَاحِدَةٍ âyetiyle yani “Ey insanlar! Sizin icad ve ihyanız ve haşir ve neşriniz, bir tek nefsin ihyası gibi kolaydır. Kudretime ağır gelmez.” mealinde bulunan şu üç âyetin sırrıyla, aynı emir ile aynı kolaylıkla bütün ins ve cinleri ve hayvanı ve ruhanî ve melekleri haşr-i ekberin meydanına ve mizan-ı a’zamın önüne getirir. Bir iş bir işe mani olmaz.

    Üçüncü ve dördüncüden tâ on üçüncü sırra kadar, arzuma muhalif olarak başka vakte ta’lik edildi.

    DÖRDÜNCÜ HAKİKAT

    Mevcudatın vücudları ve zuhurları, beraberlik ve birbiri içinde birlik ve birbirine benzemeklik ve birbirinin misal-i musağğarı ve numune-i ekberi ve bir kısım küll ve küllî ve diğer kısım onun cüzleri ve fertleri ve birbirine sikke-i fıtratta müşabehet ve nakş-ı sanatta münasebet ve birbirine yardım etmek ve birbirinin vazife-i fıtriyesini tekmil etmek gibi çok cihetü’l-vahdet noktalarında; bedahet derecesinde tevhidi ilan ve Sâni’lerinin vâhid olduğunu ispat etmek ve kâinatın rububiyet cihetinde, tecezzi ve inkısam kabul etmez bir küll ve küllî hükmünde bulunduğunu izhar etmektir.

    Evet mesela, her baharda nebatattan ve hayvanattan dört yüz bin nev’in hadsiz efradlarını, beraber ve birbiri içinde, bir anda ve bir tarzda, yanlışsız, hatasız, kemal-i hikmet ve hüsn-ü sanatla icad etmek ve idare ve iaşe etmek...

    Hem kuşların misal-i musağğarları olan sineklerden tâ numune-i ekberleri olan kartallara kadar hadsiz efradlarını yaratmak ve hava âleminde, seyahat ve yaşamalarına yardım eden cihazatı verip gezdirmek ve havayı şenlendirmekle beraber, yüzlerinde mu’cizane birer sikke-i sanat ve cisimlerinde müdebbirane birer hâtem-i hikmet ve mahiyetlerinde mürebbiyane birer turra-i ehadiyet koymak...

    Hem zerrat-ı taamiyeyi hüceyrat-ı bedeniyenin imdadına ve nebatatı hayvanatın imdadına ve hayvanatı insanların yardımına ve umum valideleri iktidarsız yavruların muavenetine hakîmane, rahîmane koşturmak, göndermek…

    Hem daire-i Kehkeşan’dan ve manzume-i şemsiyeden ve anâsır-ı arziyeden tâ göz hadekasının perdelerine ve gül goncasının yapraklarına ve mısır sümbülünün gömleklerine ve kavunun çekirdeklerine kadar mütedâhil daireler gibi cüz’î ve küllî hükmünde aynı intizam ve hüsn-ü sanat ve aynı fiil ve kemal-i hikmetle tasarruf etmek, elbette bedahet derecesinde ispat eder ki:

    Bu işleri yapan hem vâhiddir, birdir, her şeyde sikkesi var.

    Hem de hiçbir mekânda olmadığı gibi her mekânda hazırdır.

    Hem güneş gibi; her şey ondan uzak, o ise her şeye yakındır.

    Hem daire-i Kehkeşan ve manzume-i şemsiye gibi en büyük şeyler ona ağır gelmediği gibi kandaki küreyvat, kalpteki hatırat ondan gizlenmez; tasarrufundan hariç kalmaz.

    Hem her şey ne kadar büyük ve çok olursa olsun, en küçük, en az bir şey gibi ona kolaydır ki sineği kartal sisteminde ve çekirdeği ağacın mahiyetinde ve bir ağacı bir bahçe suretinde ve bir bahçeyi bir bahar sanatında ve bir baharı bir haşir vaziyetinde suhuletle icad eder.

    Ve sanatça çok kıymettar şeyleri, bize çok ucuz verir, ihsan eder. İstediği fiyat ise bir “Bismillah” ve bir “Elhamdülillah”tır. Yani, o çok kıymettar nimetlerin makbul fiyatları, başta “Bismillahirrahmanirrahîm” ve âhirinde “Elhamdülillah” demektir.

    Bu Dördüncü Hakikat dahi Risale-i Nur’da izah ve ispat edildiğinden bu kısacık işaretle iktifa ediyoruz.

    Bizim seyyahın ikinci menzilde gördüğü

    BEŞİNCİ HAKİKAT

    Kâinatın mecmuunda ve erkânında ve eczasında ve her mevcudunda bir intizam-ı ekmelin bulunması ve o memleket-i vâsianın tedvir ve idaresine medar olan ve heyet-i umumiyesine taalluk eden maddeler ve vazifedarlar birer vâhid olması ve o haşmetli şehir ve meşherde tasarruf eden isimler ve fiiller, birbiri içinde ve birer ve bir mahiyet ve vâhid ve her yerde aynı isim ve aynı fiil olmakla beraber, her şeyi veya ekser eşyayı ihataları ve şümulleri ve o ziynetli sarayın tedbirine ve şenlenmesine ve binasına medar olan unsurlar ve neviler, birbiri içinde ve birer ve bir mahiyet-i vâhide ve her yerde aynı unsur ve aynı nevi bulunmakla beraber zeminin yüzünü ve ekserisini intişar ile ihata etmeleri elbette bedahetle ve zaruretle iktiza eder ve delâlet eder ve şehadet eder ve gösterir ki:

    Bu kâinatın sâni’i ve müdebbiri ve bu memleketin sultanı ve mürebbisi ve bu sarayın sahibi ve bânisi birdir, tektir, vâhiddir, ehaddir. Misli ve naziri olamaz ve veziri ve muîni yoktur. Şeriki ve zıddı olamaz, aczi ve kusuru yoktur.

    Evet, intizam tam bir vahdettir, bir tek nazzamı ister. Münakaşaya medar olan şirki kaldırmaz.

    Madem bu kâinatın heyet-i mecmuasından, arzın yevmî ve senevî deveranından tâ insanın simasına ve başının duygular manzumesine ve kandaki beyaz ve kırmızı küreyvatın deveranına ve cereyanına kadar, küllî olsun cüz’î olsun her bir şeyde hikmetli ve dikkatli bir intizam var. Elbette bir Kadîr-i Mutlak’tan ve bir Hakîm-i Mutlak’tan başka hiçbir şey, kasd ve icad suretiyle elini hiçbir şeye uzatamaz ve karışamazlar. Belki yalnız kabul ederler, mazhar ve münfail olurlar.

    Ve madem tanzim etmek ve bilhassa gayeleri takip etmek ve maslahatları gözeterek bir intizam vermek, yalnız ilim ve hikmetle olur ve irade ve ihtiyar ile yapılır. Elbette ve herhalde, bu hikmet-perverane intizam ve bu gözümüz önündeki maslahatkârane, çeşit çeşit, hadsiz intizamat-ı mahlukat, bedahet derecesinde delâlet ve şehadet eder ki bu mevcudatın hâlıkı ve müdebbiri birdir, fâildir, muhtardır. Her şey onun kudretiyle vücuda gelir, onun iradesiyle birer vaziyet-i mahsusa alır ve onun ihtiyarıyla bir suret-i muntazama giyer.

    Hem madem bu misafirhane-i dünyanın sobalı lambası birdir ve rûznameli kandili birdir ve rahmetli süngeri birdir ve ateşli aşçısı birdir ve hayatlı şurubu birdir ve himayetli tarlası birdir… Bir, bir, bir… Tâ bin bir birler kadar... Elbette bu bir birler bedahetle şehadet eder ki bu misafirhanenin sâni’i ve sahibi birdir. Hem gayet kerîm ve misafirperverdir ki bu yüksek ve büyük memurlarını, zîhayat yolcularına hizmetkâr edip istirahatlerine çalıştırıyor.

    Hem madem dünyanın her tarafında tasarruf eden ve nakışları ve cilveleri görünen “Hakîm, Rahîm, Musavvir, Müdebbir, Muhyî, Mürebbi” gibi isimler ve “hikmet ve rahmet ve inayet” gibi şe’nler ve “tasvir ve tedvir ve terbiye” gibi fiiller birdirler. Her yerde aynı isim, aynı fiil birbiri içinde hem nihayet mertebede hem ihatalıdırlar. Hem birbirinin nakşını öyle tekmil ederler ki güya o isimler ve o fiiller ittihat edip kudret ayn-ı hikmet ve rahmet ve hikmet ayn-ı inayet ve hayat oluyor.

    Mesela, hayat verici ismin bir şeyde tasarrufu göründüğü anda, yaratıcı ve tasvir edici ve rızık verici gibi çok isimlerin aynı anda, her yerde, aynı sistemde tasarrufatları görünüyor. Elbette ve elbette ve bedahetle şehadet eder ki o ihatalı isimlerin müsemması ve her yerde aynı tarzda görünen şümullü fiillerin fâili birdir, tektir, vâhiddir, ehaddir. Âmennâ ve saddaknâ!

    Hem madem masnuatın maddeleri ve mâyeleri olan unsurlar zemini ihata ederler. Ve mahlukattan, vahdeti gösteren çeşit çeşit sikkeleri taşıyan nevilerin her biri bir iken rûy-i zeminde intişar edip istila ederler. Elbette bedahetle ispat eder ki o unsurlar müştemilatıyla ve o neviler efradıyla bir tek zatın malıdır, mülküdür. Ve öyle bir Vâhid-i Kadîr’in masnuları ve hizmetkârlarıdır ki o koca istilacı unsurları, gayet itaatli bir hizmetçi ve o zeminin her tarafına dağılan nevileri gayet intizamlı bir nefer hükmünde istihdam eder.

    Bu hakikat dahi Risaletü’n-Nur’da ispat ve izah edildiğinden burada bu kısa işaretle iktifa ediyoruz. Bizim yolcu, bu beş hakikatten aldığı feyz-i imanî ve zevk-i tevhidî neşesiyle müşahedatını hülâsa ve hissiyatını tercüme ederek kalbine diyor:

    Bak kitab-ı kâinatın safha-i rengînine

    Hâme-i zerrîn-i kudret, gör ne tasvir eylemiş

    Kalmamış bir nokta-i muzlim çeşm-i dil erbabına

    Sanki âyâtın Hudâ, nur ile tahrir eylemiş.

    Hem bil ki:

    Kitab-ı âlemin evrakıdır eb’ad-ı nâmahdud

    Sutûr-u hâdisat-ı dehirdir âsâr-ı nâma’dud

    Yazılmış destgâh-ı levh-i mahfuz-u hakikatte

    Mücessem lafz-ı manidardır, âlemde her mevcud.

    Hem dinle:

    چُو لَٓا اِلٰهَ اِلَّا اللّٰهُ بَرَابَر۟ مٖيزَنَن۟د۟ هَر۟ شَى۟

    دَمَادَم۟ جُويَدَن۟د۟ يَا حَق۟ سَرَاسَر۟ گُويَدَن۟د۟ يَا حَى۟

    نَعَم۟ وَ فٖى كُلِّ شَى۟ءٍ لَهُ اٰيَةٌ تَدُلُّ عَلٰى اَنَّهُ وَاحِدٌ diyerek, kalbiyle beraber nefsi dahi tasdik ederek “Evet, evet” dediler.

    İşte dünya misafiri ve kâinat seyyahının ikinci menzilde müşahede ettiği beş hakikat-i tevhidiyeye kısa bir işaret olarak Birinci Makam’ın ikinci babında ikinci menzile ait böyle denilmiş:

    لَٓا اِلٰهَ اِلَّا اللّٰهُ ال۟وَاحِدُ ال۟اَحَدُ الَّذٖى دَلَّ عَلٰى وَح۟دَتِهٖ فٖى وُجُوبِ وُجُودِهٖ مُشَاهَدَةُ حَقٖيقَةِ ال۟كِب۟رِيَاءِ وَ ال۟عَظَمَةِ فِى ال۟كَمَالِ وَ ال۟اِحَاطَةِ . وَ كَذَا مُشَاهَدَةُ حَقٖيقَةِ ظُهُورِ ال۟اَف۟عَالِ بِال۟اِط۟لَاقِ وَ عَدَمُ النِّهَايَةِ لَا تُقَيِّدُهَا اِلَّا ال۟اِرَادَةُ وَ ال۟حِك۟مَةُ . وَ كَذَا مُشَاهَدَةُ حَقٖيقَةِ اٖيجَادِ ال۟مَو۟جُودَاتِ بِال۟كَث۟رَةِ ال۟مُط۟لَقَةِ فِى السُّر۟عَةِ ال۟مُط۟لَقَةِ وَ خَل۟قُ ال۟مَخ۟لُوقَاتِ بِالسُّهُولَةِ ال۟مُط۟لَقَةِ فِى ال۟اِت۟قَانِ ال۟مُط۟لَقِ وَ اِب۟دَاعُ ال۟مَص۟نُوعَاتِ بِال۟مَب۟ذُولِيَّةِ ال۟مُط۟لَقَةِ فٖى غَايَةِ حُس۟نِ الصَّن۟عَةِ وَ غُلُوِّ ال۟قِي۟مَةِ . وَ كَذَا مُشَاهَدَةُ حَقٖيقَةِ وُجُودِ ال۟مَو۟جُودَاتِ عَلٰى وَج۟هِ ال۟كُلِّ وَ ال۟كُلِّيَّةِ وَ ال۟مَعِيَّةِ وَ ال۟جَامِعِيَّةِ وَ التَّدَاخُلِ وَ ال۟مُنَاسَبَةِ . وَ كَذَا مُشَاهَدَةُ حَقٖيقَةِ ال۟اِن۟تِظَامَاتِ ال۟عَامَّةِ ال۟مُنَافِيَةِ لِلشِّر۟كَةِ . وَ كَذَا مُشَاهَدَةُ وَح۟دَةِ مَدَارَاتِ تَدَابٖيرِ ال۟كَائِنَاتِ الدَّالَّةِ عَلٰى وَح۟دَةِ صَانِعِهَا بِال۟بَدَاهَةِ وَ كَذَا وَح۟دَةُ ال۟اَس۟مَاءِ وَ ال۟اَف۟عَالِ ال۟مُتَصَرِّفَةِ ال۟مُحٖيطَةِ . وَ كَذَا وَح۟دَةُ ال۟عَنَاصِرِ وَ ال۟اَن۟وَاعِ ال۟مُن۟تَشِرَةِ ال۟مُس۟تَو۟لِيَةِ عَلٰى وَج۟هِ ال۟اَر۟ضِ

    Sonra o seyyah-ı âlem asırlarda gezerken müceddid-i elf-i sânî, İmam-ı Rabbanî Ahmed-i Farukî’nin medresesine rast geldi, girdi; onu dinledi. O İmam, ders verirken diyordu:

    “Bütün tarîkatların en mühim neticesi, hakaik-i imaniyenin inkişafıdır.” ve “Bir tek mesele-i imaniyenin vuzuh ile inkişafı, bin keramata ve ezvaka müreccahtır.” Hem diyordu:

    Eski zamanda, büyük zatlar demişler ki: “Mütekellimînden ve ilm-i kelâm ulemasından birisi gelecek, bütün hakaik-i imaniye ve İslâmiyeyi delail-i akliye ile kemal-i vuzuh ile ispat edecek.” Ben istiyorum ki ben o olsam belki (Hâşiye[3]) o adamım, diye iman ve tevhid bütün kemalât-ı insaniyenin esası, mâyesi, nuru, hayatı olduğunu ve تَفَكُّرُ سَاعَةٍ خَي۟رٌ مِن۟ عِبَادَةِ سَنَةٍ düsturu, tefekkürat-ı imaniyeye ait bulunması ve Nakşî tarîkatında hafî zikrin ehemmiyeti ise bu çok kıymettar tefekkürün bir nevi olmasıdır, diye talim ederdi.

    Seyyah tamamıyla işitti. Döndü, nefsine dedi ki: Madem bu kahraman imam böyle diyor ve madem bir zerre kuvvet-i imaniyenin ziyadeleşmesi, bir batman marifet ve kemalâttan daha kıymetlidir ve yüz ezvakın balından daha tatlıdır. Ve madem bin seneden beri iman ve Kur’an aleyhinde teraküm eden Avrupa feylesoflarının itirazları ve şüpheleri yol bulup ehl-i imana hücum ediyor. Ve bir saadet-i ebediyenin ve bir hayat-ı bâkiyenin ve bir cennet-i daimenin anahtarı, medarı, esası olan erkân-ı imaniyeyi sarsmak istiyorlar. Elbette her şeyden evvel imanımızı taklitten tahkike çevirip kuvvetlendirmeliyiz.

    Öyle ise haydi ileri! Gel, bulduğumuz birer dağ kuvvetindeki bu yirmi dokuz mertebe-i imaniyeyi namazın mübarek tesbihatının mübarek adedi olan otuz üç mertebesine iblağ etmek fikriyle, bu ibretgâhın bir üçüncü menzilini daha görmek için Bismillahirrahmanirrahîm’in anahtarı ile zîhayat âlemindeki idare ve iaşe-i rabbaniyenin kapısını çalmalıyız ve açmalıyız, diyerek mahşer-i acayip ve mecma-ı garaib olan bu üçüncü menzilin kapısını istirhamla çaldı, Bismillahilfettah ile açtı. Üçüncü menzil göründü. Girdi, gördü ki dört hakikat-i muazzama ve muhita o menzili ışıklandırıyorlar ve güneş gibi tevhidi gösteriyorlar.

    BİRİNCİ HAKİKAT: “Fettahiyet” hakikatidir.

    Yani Fettah isminin tecellisiyle basit bir maddeden ayrı ayrı, çeşit çeşit, hadsiz, muntazam suretlerin, beraber, her tarafta, bir anda, bir fiil ile açılmasıdır. Evet, nasıl ki umum kâinatın bağistanında ayrı ayrı hadsiz mevcudatı; çiçekler misillü, Fettah ismiyle her birisine münasip bir tarz-ı muntazam ve bir şahsiyet-i mümtaze kudret-i Fâtıra açmış, vermiş. Aynen öyle de fakat daha mu’cizatlı olarak; zemin bahçesinde dört yüz bin enva-ı zîhayata dahi her birisine gayet sanatlı ve hikmetli bir suret-i mevzune ve müzeyyene ve mümtaze vermiş.

    يَخ۟لُقُكُم۟ فٖى بُطُونِ اُمَّهَاتِكُم۟ خَل۟قًا مِن۟ بَع۟دِ خَل۟قٍ فٖى ظُلُمَاتٍ ثَلَاثٍ ذٰلِكُمُ اللّٰهُ رَبُّكُم۟ لَهُ ال۟مُل۟كُ لَٓا اِلٰهَ اِلَّا هُوَ فَاَنّٰى تُص۟رَفُونَ ۝اِ نَّ اللّٰهَ لَا يَخ۟فٰى عَلَي۟هِ شَى۟ءٌ فِى ال۟اَر۟ضِ وَلَا فِى السَّمَٓاءِ ۝ هُوَ الَّذٖى يُصَوِّرُكُم۟ فِى ال۟اَر۟حَامِ كَي۟فَ يَشَٓاءُ لَٓا اِلٰهَ اِلَّا هُوَ ال۟عَزٖيزُ ال۟حَكٖيمُ

    âyetlerin ifadesiyle tevhidin en kuvvetli delili ve kudretin en hayretli mu’cizesi, suretleri açmasıdır. Bu hikmete binaen, feth-i suver hakikati tekrar ile –birkaç suretlerde– Risaletü’n-Nur’da ve bilhassa bu risalenin İkinci Makamı’nın Birinci Bab’ında altıncı ve yedinci mertebelerinde ispat ve beyan edilmesinden onlara havale edip burada bu kadar deriz ki:

    Fenn-i nebatat ve fenn-i hayvanatın şehadetiyle ve tetkikat-ı amîkasıyla, bu feth-i suverde öyle bir ihata ve şümul ve sanat var ki bir tek Vâhid-i Ehad’den ve her şeyde her şeyi görebilecek ve yapabilecek bir Kadîr-i Mutlak’tan başka hiçbir şey bu cem’iyetli ve ihatalı fiile sahip olamaz. Çünkü bu feth-i suver fiili ise her yerde ve her anda bulunan nihayetsiz bir kudretin içinde nihayet derecede bir hikmet, bir dikkat, bir ihata ister. Ve böyle bir kudret ise ancak bütün kâinatı idare eden bir tek zatta bulunabilir.

    Evet mesela, mezkûr âyetlerin ferman ettikleri gibi; üç karanlık içinde bütün validelerin erhamında insanların suretlerini ayrı ayrı, mizanlı, imtiyazlı, ziynetli ve intizamlı olarak hem şaşırmadan, yanlış etmeden, karıştırmadan basit bir maddeden açmak ve yaratmak olan fettahiyet ve umum rûy-i zeminde aynı kudret, aynı hikmet, aynı sanatla umum insanları ve hayvanları ve nebatları ihata eden bu feth-i suver hakikati; vahdaniyetin en kuvvetli bir bürhanıdır. Çünkü ihata etmek bir vahdettir, şirke yer bırakmaz.

    Ve Birinci Bab’da vücub-u vücuda şehadet eden on dokuz hakikat nasıl ki vücudlarıyla Hâlık’ın vücuduna delâlet ederler, öyle de ihatalarıyla da vahdete şehadet ederler.

    Bizim yolcunun üçüncü menzilde gördüğü

    İKİNCİ HAKİKAT: “Rahmaniyet” hakikatidir.

    Yani gözümüzle görüyoruz, birisi var ki bize zemin yüzünü rahmetin binlerle hediyeleri ile doldurmuş, bir ziyafetgâh yapmış ve rahmaniyetin yüz binlerle ayrı ayrı lezzetli taamları içinde dizilmiş bir sofra etmiş ve zemin içini rahîmiyet ve hakîmiyetin binlerle kıymettar ihsanlarını câmi’ bir mahzen yapmış.

    Ve zemini devr-i senevîsinde bir ticaret gemisi hükmünde her sene âlem-i gaybdan levazımat-ı insaniye ve hayatiyenin yüz bin çeşitlerinden en güzellerini içine alarak yüklenmiş bir nevi sefine veya şimendifer gibi ve her baharı ise erzak ve elbisemizi taşıyan bir vagon hükmünde olarak bizlere gönderir. Bizi gayet rahîmane beslettirir. Ve bütün o hediyelerden, o nimetlerden istifade etmemiz için bize de yüzlerle ve binlerle iştihalar, ihtiyaçlar, duygular, hissiyatlar, hisler vermiş.

    Evet, Âyet-i Hasbiye’ye dair olan Dördüncü Şuâ’da izah ve ispat edildiği gibi bize öyle bir mide vermiş ki hadsiz taamlardan lezzet alır.

    Ve öyle bir hayat ihsan etmiş ki duyguları ile –bir sofra-i nimet gibi– koca cismanî âlemde hadsiz nimetlerinden istifade eder.

    Ve öyle bir insaniyet bize lütfetmiş ki akıl ve kalp gibi çok âletleri ile hem maddî hem manevî âlemin nihayetsiz hediyelerinden zevk alır.

    Ve öyle bir İslâmiyet bize bildirmiş ki âlem-i gayb ve âlem-i şehadetin nihayetsiz hazinelerinden nur alır.

    Ve öyle bir iman hidayet etmiş ki dünya ve âhiret âlemlerinin hasra gelmez envarından ve hediyelerinden tenevvür edip müstefid eder.

    Güya rahmet tarafından bu kâinat hadsiz antika ve acib ve kıymetli şeylerle tezyin edilmiş bir saraydır. Ve bütün o saraydaki hadsiz sandıkları ve menzilleri açacak anahtarlar insanın ellerine verilmiş ve bütün onlardan istifade ettirecek olan ihtiyaçlar, hissiyatlar insanın fıtratına verilmiş.

    İşte böyle dünyayı ve âhireti ve her şeyi kaplamış bir rahmet, elbette o rahmet, vâhidiyet içinde bir ehadiyetin cilvesidir.

    Yani nasıl ki güneşin ziyası, mukabilindeki umum eşyayı ihata etmesi ile vâhidiyete bir misal olduğu gibi parlak ve şeffaf her bir şey dahi kabiliyetine göre güneşin hem ziyasını hem hararetini hem ziyasındaki yedi rengini hem aks-i misalini almakla ehadiyete bir misal olduğundan elbette o ihatalı ziyayı gören adam, arzın güneşi vâhiddir, bir tektir diye hükmeder. Ve her parlak şeyde hattâ katrelerde güneşin ışıklı, hararetli aksini müşahede eden o adam, güneşin ehadiyetini, yani bizzat güneşi sıfatlarıyla her şeyin yanındadır ve her şeyin âyine-i kalbindedir diye, bilir.

    Aynen öyle de Rahman-ı Zülcemal’in geniş rahmeti dahi ziya gibi umum eşyayı ihatası, o Rahman’ın vâhidiyetini ve hiçbir cihette şeriki bulunmadığını gösterdiği gibi her şeyde hususan her bir zîhayatta ve bilhassa insanda o cem’iyetli rahmetin perdesi altında o Rahman’ın ekser isimlerinin ışıkları ve bir nevi cilve-i zatiyesi bulunarak her ferde, bütün kâinata baktıracak ve münasebettarlık verecek bir cemiyet-i hayatiye vermesi dahi o Rahman’ın ehadiyetini ve her şeyin yanında hazır ve her şeyin her şeyini yapan o olduğunu ispat eder.

    Evet nasıl ki o Rahman, o rahmetin vâhidiyetiyle ve ihatasıyla, kâinatın mecmuunda ve zeminin yüzünde celalinin haşmetini gösteriyor. Öyle de ehadiyetin cilvesiyle her bir zîhayatta, hususan insanda bütün nimetlerin numunelerini o fertte toplayıp o zîhayatın âlât ve cihazatına geçirip, tanzim ederek mecmu-u kâinatı parçalanmadan o tek ferde, bir cihette aynı hanesi gibi verdirmesiyle dahi cemalinin hususi şefkatini ilan eder ve insanda enva-ı ihsanatının temerküzünü bildirir.

    Hem nasıl ki bir kavunun mesela her bir çekirdeğinde, o kavun temerküz ediyor. Ve o çekirdeği yapan zat elbette odur ki o kavunu yapar, sonra ilminin hususi mizanıyla ve hikmetinin ona mahsus kanunuyla o çekirdeği ondan sağar, toplar, tecessüm ettirir. Ve o tek kavunun tek ve vâhid ustasından başka hiçbir şey, o çekirdeği yapamaz ve yapması muhaldir.

    Aynen öyle de rahmaniyetin tecellisiyle kâinat bir ağaç, bir bostan ve zemin bir meyve, bir kavun ve zîhayat ve insan bir çekirdek hükmünde olduğundan elbette en küçük bir zîhayatın Hâlık’ı ve Rabb’i, bütün zeminin ve kâinatın Hâlık’ı olmak lâzım gelir.

    Elhasıl: Nasıl ki ihatalı olan fettahiyet hakikatiyle bütün mevcudatın muntazam suretlerini basit maddeden yapmak ve açmak, vahdeti bedahetle ispat eder. Öyle de her şeyi ihata eden rahmaniyet hakikati dahi vücuda gelen ve dünya hayatına giren bütün zîhayatları ve bilhassa yeni gelenleri kemal-i intizamla beslemesi ve levazımatını yetiştirmesi ve hiçbirini unutmaması ve aynı rahmet, her yerde, her anda ve her ferde yetişmesiyle bedahetle hem vahdeti hem vahdet içinde ehadiyeti gösterir.

    Risale-i Nur, ism-i Hakîm ve ism-i Rahîm’in mazharı olduğundan Risale-i Nur’un birçok yerlerinde, hakikat-i rahmetin nükteleri ve cilveleri izah ve ispat edildiğinden, burada bu katre ile o bahre işaret edip o pek uzun kıssayı kısa kesiyoruz.

    Seyyahımızın üçüncü menzilde müşahede ettiği

    ÜÇÜNCÜ HAKİKAT: “Müdebbiriyet ve idare” hakikatidir.

    Yani, gayet dehşetli ve süratli ecram-ı semaviyeyi ve gayet istilacı ve karıştırıcı unsurları ve gayet ihtiyaçlı, zafiyetli mahlukat-ı arziyeyi kemal-i intizam ve muvazene ile idare etmek, birbirlerine muavenettar yapmak ve imtizaçkârane idare etmek ve tedbirlerini görmek ve bu koca âlemi bir mükemmel memleket, bir muhteşem şehir, bir müzeyyen saray gibi yapmak hakikatidir.

    İşte bu cebbarane ve rahmanane idarenin büyük dairelerini bırakıp yalnız baharda zemin yüzünde cereyan eden o idarenin bir tek sahife ve safhasını Risaletü’n-Nur, Onuncu Söz gibi mühim risalelerinde izah ve ispat etmesine binaen, kısa bir suretini bir temsil ile göstereceğiz. Şöyle ki:

    Mesela ve faraza, hârika ve cihangir bir zat, dört yüz bin ayrı ayrı milletlerden, taifelerden bir ordu teşkil etse her milletin ve her taifenin neferlerine ait elbiselerini hem silahlarını hem yemeklerini hem talimat hem terhisatlarını hem hidematlarını, birbirinden ayrı ayrı hem çeşit çeşit olarak bütün o muhtelif cihazatı noksansız, kusursuz, yanlışsız, hatasız, vakti vaktine, gecikmeden, karıştırmadan kemal-i intizamla ve gayet mükemmel bir tarzda o mu’cizatlı kumandan verse; elbette o gayet geniş ve karışık ve ince ve muvazeneli ve kesretli ve adaletli idareye, o hârika kumandanın fevkalâde kudretinden başka hiçbir sebep elini uzatamaz. Eğer uzatsa muvazeneyi bozar ve karıştırır.

    Aynen öyle de gözümüzle görüyoruz ki bir dest-i gaybî, her baharda dört yüz bin muhtelif nevilerden mürekkeb bir muhteşem orduyu icad edip idare ediyor. Kıyamete numune olan güz mevsiminde, o dört yüz binden üç yüz bin nebatî ve hayvanî nevilerini vefatlar suretinde ve mevtler namında terhis edip vazifelerinden paydos ediyor. Ve haşir ve neşre numune olan baharda haşr-i a’zamın üç yüz bin misalini birkaç hafta zarfında kemal-i intizamla inşa edip hattâ bir tek ağaçta dört küçük haşirleri, yani kendini ve yapraklarını ve çiçeklerini ve meyvelerini, gitmiş baharın aynı gibi neşirlerini gözümüze gösterdikten sonra, o dört yüz bin envaa bâliğ olan ordu-yu Sübhanînin her nev’e, her taifeye mahsus ve münasip ayrı ayrı rızıklarını ve çeşit çeşit müdafaa silahlarını ve ayrı ayrı libaslarını ve ayrı ayrı talimlerini ve terhislerini ve ayrı ayrı bütün cihazat ve levazımatlarını, kemal-i intizamla, sehivsiz, hatasız, karıştırmadan ve hiçbirini unutmadan, umulmadık yerlerden, vakti vaktine vermekle kemal-i rububiyet ve hâkimiyet ve hikmet içinde vahdaniyetini ve ehadiyetini ve ferdiyetini ve nihayetsiz iktidarını ve hadsiz rahmetini ispat ederek bu tevhid fermanını zemin yüzünde, her bahar sahifesinde, kalem-i kader ile yazar.

    Bizim seyyah, yalnız bir baharda bu fermanın bir tek sahifesini okuduktan sonra, nefsine dedi ki: Böyle her baharda haşr-i ekberden daha garib binlerle haşirleri inşa eden, mükâfat ve mücazat için kudretine nisbeten bir bahardan daha kolay olan haşri yapacağını ve kıyameti getireceğini umum enbiyasına binlerle defa vaad ve ahdeden ve Kur’an’da haşrin vukuuna binlerle işaretle beraber, bin adet âyetlerinde sarahaten hükmedip tehdit ve taahhüd eden bir Kadîr-i Cebbar’ın, bir Kahhar-ı Zülcelal’in o kadar vaadlerini tekzip ve kudretini inkâr hükmünde olan inkâr-ı haşir hatasını irtikâb edenlere cehennem azabı ayn-ı adalettir diye hükmetti, nefsi dahi “Âmennâ” dedi.

    Dünya yolcusunun üçüncü menzilde müşahede ettiği

    DÖRDÜNCÜ HAKİKAT olan Otuz Üçüncü Mertebe: “Rahîmiyet ve rezzakıyet” hakikatidir.

    Yani umum zemin yüzünde ve içinde ve havasında ve denizinde bütün zîhayatın ve bilhassa zîruhun ve bilhassa âciz ve zayıfların ve bilhassa yavruların hem maddî ve midevî hem manevî bütün rızıklarını, şefkatkârane, kuru ve basit bir topraktan ve camid ve kemik gibi kuru odun parçalarından yapılan ve bilhassa en latîfi kan ve fışkı ortasından gelen ve bir dirhem kemik gibi bir tek çekirdekten yapılan binlerle okka taamların, vakti vaktine mukannen bir surette hiçbirini unutmayarak ve şaşırmayarak gözümüz önünde bir dest-i gaybî tarafından verilmesi hakikatidir.

    Evet اِنَّ اللّٰهَ هُوَ الرَّزَّاقُ ذُو ال۟قُوَّةِ ال۟مَتٖينُ âyeti, iaşeyi ve infakı Ce­nab-ı Hakk’a tahsis edip hasrettiği gibi وَمَا مِن۟ دَٓابَّةٍ فِى ال۟اَر۟ضِ اِلَّا عَلَى اللّٰهِ رِز۟قُهَا وَيَع۟لَمُ مُس۟تَقَرَّهَا وَمُس۟تَو۟دَعَهَا كُلٌّ فٖى كِتَابٍ مُبٖينٍ âyeti dahi bütün insanların ve hayvanların rızıklarını taahhüd ve tekeffül-ü Rabbanî altına aldığı hem وَكَاَيِّن۟ مِن۟ دَٓابَّةٍ لَا تَح۟مِلُ رِز۟قَهَا اَللّٰهُ يَر۟زُقُهَا وَاِيَّاكُم۟ وَ هُوَ السَّمٖيعُ ال۟عَلٖيمُ âyeti de rızkı tedarik edemeyen, âciz ve iktidarsız olan zayıf bîçarelerin rızıklarını umulmadık yerden, belki gaybdan belki hiçten –mesela, denizin dibindeki böceklere hiçten ve bütün yavrulara umulmadık yerlerden ve bütün hayvanlara her baharda âdeta sırf gaybdan– infaklarını bilfiil tekeffül ederek bilmüşahede vermekle; esbab-perest insanlara dahi esbab perdesi altında yine o veriyor diye ispat ve ilan ettiği gibi pek çok âyât-ı Kur’aniye ve hadsiz şevahid-i kevniye, bi’l-ittifak her bir zîhayatın bir tek Rezzak-ı Zülcelal’in rahîmiyeti ile beslendiklerini gösteriyorlar.

    Evet, bir nevi rızık isteyen ağaçlar iktidarsız ve ihtiyarsız olduklarından onlar, yerlerinde mütevekkilane dururken rızıkları onlara koşup gelmesi ve âciz yavruların nafakaları hayret-nümun tulumbacıklardan ağızlarına akması ve o yavrulara bir parça iktidar ve azıcık bir ihtiyar gelmesiyle süt kesilmesi, hususan insan yavrularına analarının şefkatleri yardımcı verilmesi, bedahetle ispat eder ki helâl rızık, iktidar ve ihtiyar ile mütenasiben değildir belki tevekkül veren zaaf ve acze nisbeten geliyor.

    Ekseriyetçe sebeb-i hüsran olan hırsı tahrik eden iktidar ve ihtiyar ve zekâvet, bir kısım büyük ediblerde o edibleri bir nevi dilenciliğe kadar sevk ettiği gibi zekâvetsiz, kaba, çok âmî adamların tevekkülvari iktidarsızlıkları dahi onları zenginliğe îsal etmesi ve كَم۟ عَالِمٍ عَالِمٍ اَع۟يَت۟ مَذَاهِبُهُ وَ جَاهِلٍ جَاهِلٍ تَل۟قَاهُ مَر۟زُوقًا darb-ı mesel olması ispat eder ki rızk-ı helâl, iktidar ve ihtiyar kuvvetiyle kazanılmaz, buldurulmaz. Belki çalışmasını ve sa’yini kabul eden bir merhamet tarafından verilir ve ihtiyacına acıyan bir şefkat canibinden ihsan edilir. Fakat rızık ikidir:

    Biri: Yaşamak için hakiki ve fıtrî rızıktır ki taahhüd-ü Rabbanî altındadır. Hattâ o kadar muntazamdır ki bedende yağ vesaire suretinde iddihar olunan fıtrî rızık, hiç olmazsa yirmi günden ziyade bir şey yemeden yaşatır, hayatını idame eder. Demek, yirmi otuz günden evvel ve bedende müddehar olan fıtrî rızkı bitmeden zâhiren açlıktan vefat edenler, rızıksızlıktan değil belki sû-i itiyaddan ve terk-i âdetten neş’et eden bir hastalıktan vefat ederler.

    İkinci kısım rızık: İtiyad, israf ve sû-i istimalat ile tiryaki olup zaruret hükmüne geçen mecazî ve sun’î rızıktır. Bu kısım ise taahhüd-ü Rabbanî altında değil belki ihsana tabidir. Kâh verir kâh vermez.

    Bu ikinci rızıkta, bahtiyar odur ki medar-ı saadet ve lezzet olan iktisat ve kanaatle sa’y-i helâli, bir nevi ibadet ve rızık için bir fiilî dua bilerek müteşekkirane ve minnettarane o ihsanı kabul edip hayatını saadetkârane geçirir.

    Ve bedbaht odur ki medar-ı şakavet ve hasaret ve elem olan israf ve hırs ile sa’y-i helâli bırakarak, her kapıya başvurup tembelkârane ve zalimane ve müştekiyane hayatını geçirir, belki öldürür.

    Nasıl ki mide bir rızık ister, öyle de kalp ve ruh ve akıl ve göz ve kulak ve ağız gibi insanın latîfeleri ve duyguları dahi Rezzak-ı Rahîm’den rızıklarını isterler ve müteşekkirane alırlar. Her birisine ayrı ayrı ve onlara lâyık ve onları memnun ve mütelezziz eden rızıkları, hazine-i rahmetten ihsan edilir. Belki Rezzak-ı Rahîm, onlara daha geniş rızık vermek için göz ve kulak, kalp ve hayal ve akıl gibi o latîfelerin her birisini, hazine-i rahmetinin birer anahtarı hükmünde yaratmış.

    Mesela göz, kâinat yüzündeki hüsün ve cemal gibi kıymettar cevher hazinelerinin bir anahtarı olduğu misillü ötekiler dahi her biri birer âlemin anahtarı olur, iman ile istifade eder. Yine sadedimize dönüyoruz.

    Bu kâinatı yaratan Zat-ı Kadîr-i Hakîm, nasıl ki kâinattan hayatı bir hülâsa-i câmia olarak halk edip umum maksatlarını ve isimlerinin cilvelerini onda temerküz ettiriyor. Öyle de hayat âleminde dahi rızkı bir cem’iyetli merkez-i şuunat yaparak, iştiha ihtiyacını ve zevk-i rızkîyi zîhayatta halk ederek hilkat-i kâinatın en ehemmiyetli bir gayesi ve bir hikmeti olan daimî ve küllî bir teşekkür ve minnettarlık ve perestişlik ile rububiyetine ve sevdirmesine karşı mukabele ettiriyor.

    Mesela, çok geniş olan memleket-i Rabbaniyenin her tarafını, hususan melâike ve ruhanîler ile semavatı ve ervah ile âlem-i gaybı şenlendirdiği gibi; maddî âlemi dahi hususan hava ve arzı, her vakit ve her tarafını zîruhun, hususan kuşların ve kuşçukların vücudlarıyla şenlendirmek ve ruhlandırmak hikmetiyle ihtiyac-ı rızkî ve rızkın zevki, pek kuvvetli bir kamçı olarak hayvanları ve insanları rızık peşinde koşturmakla tahrik ederek tembellikten ve ataletten kurtarıp gezdirmesi, şuunat-ı rububiyetin bir hikmetidir. Eğer bu hikmet gibi mühim hikmetler olmasa idi, ağaçların erzakını onlara koşturduğu gibi hayvanların da mukannen olan tayinatlarını onlara zahmetsiz bir surette fıtrî hâcetlerini koşturacaktı.

    İsm-i Rahîm ve Rezzak’ın cemallerini ve vahdaniyete şehadetlerini tam görmek için zemin yüzünü birden ihata edip müşahede edecek bir göz bulunsa kış âhirinde erzakları bitmek üzere olan hayvanat kafilelerine, imdad-ı gaybî ve ihsan-ı Rahmanî olarak nebatatın ellerine verilen ve ağaçların başlarına konulan ve validelerin sinelerine takılan ve sırf hazine-i gaybiye-i rahmetten gayet leziz ve gayet çok ve gayet mütenevvi taamları ve nimetleri gönderen Rezzak-ı Rahîm’in bu cilve-i şefkatinde ne kadar şirin bir güzellik, ne kadar tatlı bir cemal bulunduğunu görecek ve ondan bilecek ki:

    Bir tek elmayı yapıp bir adama hakiki bir rızık olarak mün’imane veren, yalnız öyle bir zat yapar, verir ki mevsimleri, gece ve gündüzleri çevirir ve küre-i arzı bir sefine-i tüccariye gibi gezdirerek mevsimlerin mahsulatlarını onunla zemindeki muhtaç misafirlerine getirir. Çünkü o elmanın yüzünde bulunan sikke-i fıtrat ve hâtem-i hikmet ve turra-i samediyet ve mühr-ü rahmet, bütün elmalarda ve sair meyvelerde ve bütün nebatat ve hayvanatta bulunduğundan o tek elmanın hakiki mâliki ve sâni’i, elbette ve herhalde o elmanın emsali ve hemcinsi ve kardeşleri olan bütün sekene-i arzın ve onun bahçesi olan koca zeminin ve onun fabrikası olan ağacının ve onun tezgâhı olan mevsiminin ve onun terbiyegâhı olan bahar ve yazın Mâlik-i Zülcelal’i ve Hâlık-ı Zülcemal’i olacak, başka olamaz.

    Demek, her bir meyve öyle bir mühr-ü vahdettir ki onun ağacı olan arzın ve onun bahçesi olan kâinat kitabının kâtibini ve sâni’ini bildirir ve vahdetini gösterir ve meyveler adedince vahdaniyet fermanının mühürlendiğine işaret eder.

    Risaletü’n-Nur ism-i Rahîm ve ism-i Hakîm’in mazharı olduğundan, bu rahîmiyet hakikatinin çok lem’alarını ve çok sırlarını Risaletü’n-Nur çok eczalarında beyan ve ispat ettiğinden ona havale ile bu pek büyük hazineden halimin müsaadesizliği cihetiyle bu kısa işaretle iktifa edildi.

    İşte bizim seyyah diyor ki: Elhamdülillah her yerde aradığım ve her şeyden sorduğum Hâlık’ımın ve Mâlik’imin vücub-u vücuduna ve vahdetine şehadet eden otuz üç hakikati gördüm ve dinledim. Her bir hakikat, güneş gibi parlak, karanlık bırakmaz; dağ gibi kuvvetli ve sarsılmaz. Ve her biri tahakkukuyla vücuduna gayet kat’î şehadet eder ve ihatasıyla vahdetine gayet zâhir delâlet eder. Ve sair erkân-ı imaniyeyi dahi içinde kuvvetli ispat etmekle beraber mecmu hakikatlerin icmaı ve ittifakı, imanımızı taklitten tahkike ve tahkikten ilmelyakîne ve ilmelyakînden aynelyakîne ve aynelyakînden hakkalyakîne iblağ ediyor.

    اَل۟حَم۟دُ لِلّٰهِ هٰذَا مِن۟ فَض۟لِ رَبّٖى

    اَل۟حَم۟دُ لِلّٰهِ الَّذٖى هَدٰينَا لِهٰذَا وَمَا كُنَّا لِنَه۟تَدِىَ لَو۟لَٓا اَن۟ هَدٰينَا اللّٰهُ لَقَد۟ جَٓاءَت۟ رُسُلُ رَبِّنَا بِال۟حَقِّ

    İşte bu pür-merak seyyahın bu üçüncü menzilde müşahede ettiği dört muazzam hakikatlerden aldığı envar-ı imaniyeye gayet kısa bir işaret olarak Birinci Makam’ın ikinci babında üçüncü menzilin hakikatlerine dair şöyle denilmiş:

    لَٓا اِلٰهَ اِلَّا اللّٰهُ ال۟وَاحِدُ ال۟اَحَدُ الَّذٖى دَلَّ عَلٰى وَح۟دَتِهٖ فٖى وُجُوبِ وُجُودِهٖ مُشَاهَدَةُ عَظَمَةِ اِحَاطَةِ حَقٖيقَةِ ال۟فَتَّاحِيَّةِ بِفَت۟حِ الصُّوَرِ لِاَر۟بَعِ مِاَةِ اَل۟فِ نَو۟عٍ مِن۟ ذَوِى ال۟حَيَاةِ ال۟مُكَمَّلَةِ بِلَا قُصُورٍ بِشَهَادَةِ فَنِّ النَّبَاتِ وَ ال۟حَيَوَانِ . وَ كَذَا مُشَاهَدَةُ عَظَمَةِ اِحَاطَةِ حَقٖيقَةِ الرَّح۟مَانِيَّةِ ال۟وَاسِعَةِ ال۟مُن۟تَظَمَةِ بِلَا نُق۟صَانٍ بِال۟مُشَاهَدَةِ وَ ال۟عِيَانِ . وَ كَذَا مُشَاهَدَةُ عَظَمَةِ حَقٖيقَةِ ال۟اِدَارَةِ ال۟مُحٖيطَةِ لِجَمٖيعِ ذَوِى ال۟حَيَاةِ وَ ال۟مُن۟تَظَمَةِ بِلَا خَطَاءٍ وَ لَا نُق۟صَانٍ . وَ كَذَا مُشَاهَدَةُ عَظَمَةِ اِحَاطَةِ حَقٖيقَةِ الرَّحٖيمِيَّةِ وَ ال۟اِعَاشَةِ الشَّامِلَةِ لِكُلِّ ال۟مُر۟تَزِقٖينَ ال۟مُقَنَّنَةِ فٖى كُلِّ وَق۟تِ ال۟حَاجَةِ بِلَا سَه۟وٍ وَ لَا نِس۟يَانٍ ۝ جَلَّ جَلَالُ رَزَّاقِهَا الرَّح۟مٰنِ الرَّحٖيمِ ال۟حَنَّانِ ال۟مَنَّانِ وَ عَمَّ نَوَالُهُ وَ شَمِلَ اِح۟سَانُهُ وَ لَٓا اِلٰهَ اِلَّا هُوَ

    سُب۟حَانَكَ لَا عِل۟مَ لَنَٓا اِلَّا مَا عَلَّم۟تَنَٓا اِنَّكَ اَن۟تَ ال۟عَلٖيمُ ال۟حَكٖيمُ

    يَا رَبِّ بِحَقِّ بِس۟مِ اللّٰهِ الرَّح۟مٰنِ الرَّحٖيمِ يَا اَللّٰهُ يَا رَح۟مٰنُ يَا رَحٖيمُ صَلِّ وَسَلِّم۟ عَلٰى سَيِّدِنَا مُحَمَّدٍ وَعَلٰى اٰلِهٖ وَاَص۟حَابِهٖ اَج۟مَعٖينَ بِعَدَدِ جَمٖيعِ حُرُوفِ رَسَائِلِ النُّورِ ال۟مَض۟رُوبِ تِل۟كَ ال۟حُرُوفُ فٖى عَاشِرَاتِ دَقَائِقِ جَمٖيعِ عُم۟رِنَا فِى الدُّن۟يَا وَال۟اٰخِرَةِ مَعَ ضَر۟بِ مَج۟مُوعِهَا فٖى ذَرَّاتِ وُجُودٖى فٖى مُدَّةِ حَيَاتٖى وَاغ۟فِر۟لٖى وَلِمَن۟ يُعٖينُنٖى فٖى نَش۟رِ رَسَائِلِ النُّورِ وَكِتَابَتِهَا بِصَدَاقَةٍ بِكُلِّ صَلَاةٍ مِن۟هَا وَ لِاٰبَائِنَا وَلِسَادَاتِنَا وَشُيُوخِنَا وَ لِاَخَوَاتِنَا وَاِخ۟وَانِنَا وَلِطَلَبَةِ رِسَالَةِ النُّورِ الصَّادِقٖينَ وَبِال۟خَاصَّةِ لِمَن۟ يَك۟تُبُ وَيَس۟تَن۟سِخُ هٰذِهِ الرِّسَالَةَ بِرَح۟مَتِكَ يَا اَر۟حَمَ الرَّاحِمٖينَ اٰمٖينَ وَ اٰخِرُ دَع۟وٰيهُم۟ اَنِ ال۟حَم۟دُ لِلّٰهِ رَبِّ ال۟عَالَمٖينَ

    İHTAR

    Bu risalenin mahall-i zuhuru olan şu memleket muhitinde Risaletü’n-Nur’un sair risaleleri bulunmadığından ve ihtiyarsız olarak burada telif edildiğinden Âyetü’l-Kübra gibi risalelerde, zâhirî bir tekrar suretinde başka Sözlerin ve Lem’aların bir kısım mühim meseleleri zikredilmiş ve buralardaki şakirdlere nisbeten her biri birer küçük Risaletü’n-Nur hükmüne geçmek hikmetiyle böyle yazdırılmış.

    Bu müsveddenin birinci tebyizi bir mübarek zat tarafından oldu. O zatın tevafuktan haberi yokken yazdığı nüshada, kayda lâyık şöyle latîf ve manidar bir tevafuk gördük ki: O nüshanın satırları başında “Elif”ler altı yüz altmış altı olarak yazılmıştır.

    Bu hal ise Hazret-i İmam-ı Ali radıyallahu anh tarafından bu hususi risaleye verilen Âyetü’l-Kübra namının cifrî ve ebcedî makamı olan altı yüz altmış altı adedine tam tamına muvafakatı ve mutabakatı ile bu risalenin bu nama liyakatini gösterir. Hem âyât-ı Kur’aniyenin adedi olan altı bin altı yüz altmış altının dört mertebesinden üç mertebesine tevafuku dahi bu risalenin, âyâtın bir lem’ası olduğuna bir işarettir diye telakki ettik.

    Said Nursî

    Bugünlerde, manevî bir muhaverede bir sual ve cevabı dinledim. Size bir hülâsasını beyan edeyim:

    Biri dedi: Risale-i Nur’un iman ve tevhid için büyük tahşidatları ve küllî teçhizatları gittikçe çoğalıyor. Ve en muannid bir dinsizi susturmak için yüzde birisi kâfi iken neden bu derece hararetle daha yeni tahşidat yapıyor?

    Ona cevaben dediler: “Risale-i Nur, yalnız bir cüz’î tahribatı ve bir küçük haneyi tamir etmiyor. Belki küllî bir tahribatı ve İslâmiyet’i içine alan ve dağlar büyüklüğünde taşları bulunan bir muhit kaleyi tamir ediyor. Ve yalnız hususi bir kalbi ve has bir vicdanı ıslaha çalışmıyor, belki bin seneden beri tedarik ve teraküm edilen müfsid âletler ile dehşetli rahnelenen kalb-i umumîyi ve efkâr-ı âmmeyi ve umumun ve bâhusus avam-ı mü’minînin istinadgâhları olan İslâmî esasların ve cereyanların ve şeairlerin kırılması ile bozulmaya yüz tutan vicdan-ı umumîyi, Kur’an’ın i’cazıyla ve geniş yaralarını Kur’an’ın ve imanın ilaçları ile tedavi etmeye çalışıyor. Elbette böyle küllî ve dehşetli tahribata ve rahnelere ve yaralara, hakkalyakîn derecesinde, dağlar kuvvetinde hüccetler, cihazlar ve bin tiryak hâsiyetinde mücerreb ilaçlar ve hadsiz edviyeler bulunmak gerektir ki bu zamanda Kur’an-ı Mu’cizü’l-Beyan’ın i’caz-ı manevîsinden çıkan Risale-i Nur o vazifeyi görmekle beraber, imanın hadsiz mertebelerinde terakkiyat ve inkişafata medardır.” diye uzun bir mükâleme cereyan etti. Ben de tamamen işittim, hadsiz şükrettim. Kısa kesiyorum.

    Said Nursî

    1. *Evet, İmâm-ı Ali'nin (R.A.) Âyetü'l-Kübrâ hakkında verdiği haberi, tam tamına Denizli hâdisesi tasdik etti. Çünkü, bu risalenin gizli tab'ı hapsimize bir vesile oldu. Ve onun kudsî ve çok kuvvetli hakikatinin galebesi, berâet ve necâtımıza ehemmiyetli bir sebeb oldu. Ve İmâm-ı Ali'nin (R.A.) kerâmet-i gaybiyesini gözlere gösterdi ve hakkımızdaki وَبِالْآيَةِ الْكُبْرَى اَمِنِّى مِنَ الْفَجَتْ duâsının kabûlünü isbât etti.
    2. Θα ήθελα να εξηγήσω κάποιο μέρος των Τριάντα Τριών Επιπέδων περί της θείας Ενάδας του Αλλάχ (Tevhid) που αναφέρονται στην Πρώτη Εξέχουσα Θέση. Αλλά δυστυχώς, λόγο της ακατάλληλης μου κατάστασης και διάθεσης, αναγκάστηκα να αρκεστώ με τις αρκετά σύντομες αποδείξεις και την μετάφραση του νοήματος τους. Οι εν λόγω αποδείξεις των Τριάντα Τριών Επιπέδων έχουν εξηγηθεί σε τριάντα ίσως και εκατό δοκίμια του Ρισαλέ-ι Νουρ, εξηγώντας κάποια σημεία αυτών των αποδείξεων σε κάθε δοκίμιο με διαφορετικούς τρόπους. Για αυτό το λόγο τα παραπέμπουμε σε αυτά.
    3. Hâşiye: Zaman ispat etti ki o adam, adam değil, Risale-i Nur’dur. Belki ehl-i keşif, Risale-i Nur’u ehemmiyetsiz olan tercümanı ve nâşiri suretinde –keşiflerinde– müşahede etmişler “bir adam” demişler.