Emirdağ Lahikası 2. Kitap 73. Mektup

    Risale-i Nur Tercümeleri sitesinden
    14.20, 13 Kasım 2023 tarihinde Ferhat (mesaj | katkılar) tarafından oluşturulmuş 17196 numaralı sürüm ("﷽ اَلرَّح۟مٰنُ ۝ عَلَّمَ ال۟قُر۟اٰنَ ۝ خَلَقَ ال۟اِن۟سَانَ ۝ عَلَّمَهُ ال۟بَيَانَ فَنَح۟مَدُهُ مصلّيا على نبيه محمّد الّذى ارسله رحمة للعالمين و جعل معجزته الكبرى - الجامعة برموزها و اشاراتها لحقائق الكائنات - باقية على مر الدهور الى يوم الدين و عل..." içeriğiyle yeni sayfa oluşturdu)
    (fark) ← Önceki sürüm | Güncel sürüm (fark) | Sonraki sürüm → (fark)

    اَلرَّح۟مٰنُ ۝ عَلَّمَ ال۟قُر۟اٰنَ ۝ خَلَقَ ال۟اِن۟سَانَ ۝ عَلَّمَهُ ال۟بَيَانَ

    فَنَح۟مَدُهُ مصلّيا على نبيه محمّد الّذى ارسله رحمة للعالمين و جعل معجزته الكبرى - الجامعة برموزها و اشاراتها لحقائق الكائنات - باقية على مر الدهور الى يوم الدين و على اٰله عامة و اصحابه كافة.

    أما بعد فاعلم اولًا: أن مقصدنا من هٰذه الاشارات تفسيرُ جملةٍ من رموز نظ۟مِ القراٰن. لأن الإعجازَ يتجلى من نظمه. وما الإعجاز الزاهر إلّا نقشُ النظم.

    و ثانيًا: أن المقاصد الأساسية من القراٰن و عناصره الأصلية اربعةٌ: التوحيد و النبوة و الحشر و العدالة. لأنه لمّا كان بنو اٰدم كرَكبٍ و قافلةٍ متسلسلةٍ راحلةٍ من أودية الماضى و بلاده، سافرةٍ فى صحراء الوجود و الحياة، ذاهبةٍ إلى شواهق الاستقبال، متوجهة الى جنّاته فتهتزّ بهم المناسباتُ و تتوجه اليهم الكائناتُ. كأنه ارسلَت۟ حكومةُ الخلقة فَنَّ الحكمة مستنطقًا و سائلًا منهم بـ «يا بنى اٰدم! من أين؟ الى أين؟ ما تصنعون؟ مَن۟ سلطانكم؟ مَن۟ خطيبكم؟» فبينما المحاورة اذ قام من بين بنى اٰدم - كأمثاله الأماثل من الرسل اولى العزائم - سيّدُ نوعِ البشر محمّد الهاشمى صلّى اللّه تعالى عليه و سلّم و قال بلسان القراٰن: « أيها الحكمة! نحن معاشرَ الموجودات نجىء بارزين من ظلمات العدم بقدرةِ سلطان الأزل إلى ضياءِ الوجود، و نحن معاشر بنى اٰدم بُعِث۟نا بصفة المأمورية ممتازين من بين إخواننا الموجودات بحمل الأمانة، و نحن على جناح السفر من طريق الحشر الى السعادة الأبدية، و نشتغل الاٰن بتدارك تلك السعادة و تنمية الاستعدادات التى هى رأسُ مالنا، و أنا سيّدُهم و خطيبهم. فها دونكم منشورى! و هو كلامُ ذلك السلطان الأزلى تتلألأ عليه سكّةُ الإعجاز» - و المجيبُ عن هٰذه الأسئلة الجوابَ الصوابَ ليس إلا القراٰنَ ذلك الكتاب.- كان (١) هٰذه الأربعةُ عناصَره الأساسية. فكما تترااٰ هٰذه المقاصدُ الأربعة فى كله كذالك قد تتجلى فى سورةٍ سورةٍ بل قد يُل۟مَح بها فى كلامٍ كلامٍ بل قديُر۟ مَز اليها فى كلمةٍ كلمةٍ لأن كلَّ جزءٍ فجزءٍ كالمراٰةِ لكلٍّ فكلٍّ متصاعدًا كما أن الكلَّ يترااٰ فى جزءٍ فجزءٍ متسلسلًا و لهٰذه النكتة اعنى اشتراك الجزءِ مع الكلِ يُعرَّف القراٰنُ المشخّصُ كالكلّى ذى الجزئيات.

    _______

    (١) جواب لما.

    Tercümesinin Bir Hülâsası

    İnsanı halk edip Kur’an’ı ona talim eden Zat-ı Zülcelal’in Rahman ismiyle tecelli-yi kübrasına, rahmetin tecelliyatı adedince ona hamd ü sena ederek ve Seyyidü’l-beşer Muhammed aleyhissalâtü vesselâmı Rahmeten li’l-âlemîn gönderdiği o Resul-i Ekrem’ine risaletin semereleri adedince ona, âl ü ashabına salât ü selâm ve hadsiz şükrediyoruz ki: Onun mu’cize-i kübrası ve hakaik-i kâinatın remizleri ve işaretleri ile tamamıyla cem’edilen Kur’an-ı Azîmüşşan asırların geçmesi ile daim, bâki ve nev-i beşere mürşid, tâ kıyamete kadar beka vermiş ve o Resul-i Ekrem’i onlara Üstad-ı A’zam eylemiş.

    Emma ba’dü biliniz ki:

    Evvela: Bu yazacağımız işarat ve nüktelerdeki maksadımız Kur’an’ın nazmındaki bir kısım remizlerinin tefsiridir. Çünkü yedi nevi i’cazın en incesi fakat kuvvetli ve lafzî fakat hakikatli i’caz, Kur’an’ın nazmından tecelli ediyor. Evet, parlak i’caz elbette nazmın nakşından çıkıyor.

    Sâniyen: Kur’an’da esas maksatları ve anâsır-ı asliyesi dört hakikattir: Tevhid, nübüvvet, haşir ve adalettir.

    Çünkü vaktâ kâinat sahrasında benî-Âdem bir acib ve büyük bir kafile ve sair taifeler beraber birbiri arkasında asırlar üstünde geçmiş zamanın derelerinden, şehir ve meşherlerinden sefer edip vücud ve hayat sahrasında yürüyüşüyle istikbalin yüksek dağlarına azîmetle oradaki bağlarına gözleri müteveccih olmak cihetiyle hilafet-i zemine mazhariyet noktasında ve sair zîhayata tasarrufatı cihetinde rûy-i zeminde ekser eşyanın nev-i beşerle münasebatı iktizasıyla heyecana gelmesinden kâinat dahi onlara yüzlerini çevirip nev-i beşerle ciddi alâkadar oluyor. Benî-Âdem bir tek taife iken yüz binler taifelere karışmasında kâinat, zemin gibi onlara netice-i hilkat-i âlem noktasında bakıyor. Güya hilkat-i kâinat hükûmeti; o hükûmetin zabıta memuru hükmünde fenn-i hikmeti, bir müstantık ve sorgucu olarak o misafir kafileye gönderip ondan sual edip soruyor ki:

    “Ey benî-Âdem! Nereden geliyorsunuz ve nereye gideceksiniz ve ne yapacaksınız? Ve her şeye karışıyor ve bazen karıştırıyorsunuz. Sultanınız ve hatibiniz ve reisiniz ve ileri geleniniz kimdir? Tâ bana cevap versin.”

    O muhavereler içinde birden kafile-i benî-Âdem’den Muhammedü’l-Hâşimî sallallahu aleyhi ve sellem, emsalleri olan ulü’l-azm peygamberler gibi fenn-i hikmete karşı kalktı ve Kur’an’ın lisanıyla dedi ki:

    “Ey müstantık hikmet! Biz mevcudat kafilesi, adem karanlıklarından Sultan-ı Ezelî’nin kudretiyle çıktık, ziya-yı vücuda girdik, varlık nurunu bulduk. Her bir taifemiz bir vazifeye girdik. Ve biz benî-Âdem taifesi ise bir emanet-i kübra rütbesi ve hilafet-i zemin vazifesiyle sair mevcudat kardeşlerimizin içinde imtiyazlı ve memuriyet sıfatı ile bu meşher-i kâinata gönderilmişiz. Her vakitte yola çıkmaya müheyya bir vaziyetteyiz ve haşir yolu ile saadet-i ebediyenin kazanmasının tedariki ile meşgulüz. Ve bizim re’sü’l-malımız olan istidatlarımızın çekirdeklerini sümbüllendirmeye, iman ve Kur’an’la inkişaf ettirmekle iştigal ediyoruz. İşte o kafilenin reisi ve hatibi benim. İşte elimdeki bu fermanı; manevî ve maddî hava, bir tek lisan gibi bütün kâinata o fermanın her kelimesini bir anda milyarlar yapıp işittiriyor. İşte o menşur u ferman, ezel ve ebed Sultanı’nın kelâmıdır. Ve emirleri ve konuşmaları olduğuna delil-i kat’î, üstünde parlayan sikke-i şahanesi ve turra-i sermediyesine bak, gör; git, söyle.”

    Evet, en müşkül en umumî ve bütün mevcudata sorulan bu üç dört gayet acib suale tam doğru ve mükemmel cevap veren, yalnız ve yalnız Kur’an-ı Mu’cizü’l-Beyan’dır ki başında

    ذٰلِكَ ال۟كِتَابُ لَا رَي۟بَ فٖيهِ

    fermanıyla ilan edilmiş.

    Madem baştan buraya kadar bir hakikati anladın. Elbette bu hakikatten anlaşılıyor ki Kur’an’ın anâsır-ı esasiyesi o dört hakikattir. Yani tevhid, nübüvvet, haşir ve adalettir.

    İşte bu dört hakikat nasıl ki mecmu-u Kur’an’da dört rükündür. Öyle de o dört makasıd çok surelerin her birisinde bulunuyorlar. Her bir sure bir küçük Kur’an olur. Belki çok cümlelerin içinde de o dört maksada telmihen işaretler var. Belki bazen bir tek kelimede o dört esasa remizler var. Çünkü Kur’an’ın eczaları ve kelime ve âyetleri, mecmuuna karşı birer âyine hükmüne geçer, birbirinden in’ikas eder. Güya Kur’an müteselsilen âyet ve cümle ve kelimelerine o maksatların nurunu veriyor. Âyinede güneş gibi bazen bir kelime, bir cümle; bir küçük Kur’an’ı gösterir.

    İşte Kur’an’a mahsus bu nükte yani cüz, küll gibi aynı maksadı göstermesi maksadıyla Kur’an müşahhas bir fert olduğu halde, çok efradı bulunan bir küllî gibi ilm-i mantıkça tarif edilir. Demek Kur’an’da, bin Kur’anlar var ki şahs-ı küllî olmuş. Hem öyle de lâzım gelir. Çünkü hadsiz ve gayet muhtelif taifelere ders olduğu için aynı derste hadsiz o taifeler adedince dersler bulunmak lâzım gelir.

    Sual: Eğer denilse: Bu dört maksad-ı asliyeyi bize Bismillah ve Elhamdülillah cümlesinde göster.

    Cevap: Deriz ki: Madem Bismillah, Allah’ın abdlerine bir ders olarak nâzil olmuş, elbette söylemek manasında olan قُل۟ kelimesi Bismillah içinde vardır. İlm-i sarf ile “mukadder” tabir edilir. İşte Bismillah’taki

    قُل۟ takdiri, bütün Kur’an’daki قُل۟ قُل۟ (söyle söyle) lafızlarının esası ve anası, bu Bismillah’taki قُل۟ dür.

    Buna binaen قُل۟ kelimesinde risalete işaret olduğu gibi Bismillah’ta dahi uluhiyete remiz var ve بِس۟مِ deki با nın takdimi, قُل۟ ün Besmele’nin âhirinde mukadder olması hasr ve yalnız manasını ifade

    ettiğinden tevhide işaret ediyor. Yani yalnız onun ismiyle başla ve meded al.

    Ve Rahman isminde adaletin nizamına ve rahmetin cilvelerine işaret var. Çünkü muhtelif, karmakarışık mevcudat; intizamı ile güzelleşmiş. Ve rahmetin cilvelerine mazhar olabilir.

    Ve Rahîm’de haşre işaret var. Çünkü manasında hem affetmek hem rahmet ve şefkat etmek ve bu fâni dünyada o dört mana hakikati ile umumî bir surette görünmediğinden elbette bir diyar-ı âherde o manalar tamamıyla tezahür edebilir. Hem rahmet ve şefkatin hakikati, dirilmemek üzere ölmekle kabil-i tevfik değildir. Demek Rahîm’deki şefkat, parmağını cennete uzatmış gösteriyor.

    Şimdi اَل۟حَم۟دُ لِلّٰهِ رَبِّ ال۟عَالَمٖينَ ۝ مَالِكِ يَو۟مِ الدّٖينِ e bakınız.

    اَل۟حَم۟دُ لِلّٰهِ da uluhiyetin zâhir işaratı var. Çünkü bütün hamd Allah’a mahsustur. Uluhiyeti gösterdiği gibi tevhidi de gösteriyor. Evet لِلّٰهِ deki ل ilm-i sarfça bir manası ihtisas ve istihkaktır. اَل۟حَم۟دُ deki اَل۟ bir manası istiğraktır. Demek bütün hamdler Allah’a mahsustur. Demek tevhidi, kat’î ifade ediyor.

    رَبِّ ال۟عَالَمٖينَ lafzında hem adalete hem nübüvvete işaret var. Çünkü on sekiz bin âlemin zerreden ve zerrelerden, sineklerden tut tâ bin defa zeminden büyük seyyareler ve yıldızlara kadar gayet mükemmel bir muvazene, bir intizam, bir mükemmel terbiye, gayet mükemmel bir adalet-i kübrayı gösteriyor.

    Nübüvvete işareti ise: Madem nev-i beşerin fıtrî kuvvelerine sair hayvanat gibi had konulmamış, ondan tecavüzat çıkmış. Hem insan maddî olduğu gibi maneviyat cihetinde de bütün kâinatla alâkadar olmasından, hilkat-i kâinattaki hikmet-i âliye-i beşeriyeti, nizam ve intizam altında olan çekirdek hükmünde olan istidadatı inkişaf ettirmekle emanet-i kübra vazifesini yapmak cihetiyle nübüvvet zarurîdir ki

    رَبِّ ال۟عَالَمٖينَ deki عَالَمٖينَ içindeki yüksek makamını bulabilsin ve halife-i zemin olup melâikeye rüçhaniyetini gösterebilsin.

    Ve مَالِكِ يَو۟مِ الدّٖينِ cümlesi ise haşri tasrih ediyor. Çünkü

    يَو۟مِ الدّٖينِ yani din günü ve ceza günü ve maneviyat günü demek. Nasıl dünya, maddiyat ve maddî harekâtın ve amellerinin günüdür. Elbette o harekâtın neticelerini ve o hizmetlerinin ücretlerini ve o maneviyatın semeratlarını belki o fâniyat ve zâilatın bâki ve daimî eserlerini ve âlem-i misal sinemasıyla ve fotoğrafıyla alınan umum o fâniyat ve zâillerin sahife-i amellerini gösterecek ve neşredecek bir gün gelecektir diye ifade ediyor.

    Bismillah, Elhamdülillah cümleleri gibi Kur’an’da ekseri yerlerinde böyle dört unsur-u esasiye, içinde görünebilir. Mesela

    اِنَّۤا اَع۟طَي۟نَاكَ ال۟كَو۟ثَرَ bir sadef gibi bu dört cevahir içindedir. Dikkat etsen görürsün. “Biz sana verdik Kevser’i.” Yani Zat-ı Zülcelal seni nübüvvetle ve maddî manevî temin-i adaletle müşerref ettiği gibi cennette Kevser’i ihsan ediyor.

    Ey sâil! Pek uzun hakikati kısa kesip bu üç misali minval ve mekik yap, üstünde o münasebat ve işaratı dokumaya başla. Biz de şimdi Bismillah’tan başlıyoruz. İzahı, tafsili Risale-i Nur ve Birinci Söz ve Besmele Lem’ası’na ve sair Risale-i Nur’daki Bismillah’ın hakikatlerine dair hüccetlerine havale edip yalnız nazım itibarıyla küçük bir îma ederiz. Şöyle ki:

    Bismillah güneş gibidir. Başkalarını tenvir ettiği gibi kendini de gösteriyor. Her nefes ve her dakika ruhlar, ona hava ve su gibi muhtaç olduğundan onun hakikatini herkesin ruhu hisseder. Kalp ve hayal bilmese de ehemmiyeti yok. Onun için beyan ve tariften müstağnidir.

    Harfler ve cüzlerinden evvela ( بَا) nın fenn-i sarfça bir manası istianedir. Bir mana-yı örfîsi teberrük manası olmasından bu ( بَا ) nın merci-i müteallikı kendi manasından çıkan اَس۟تَعٖينُ ve اَتَيَمَّنُ fiillerine bağlanıyor. Veyahut Bismillah’taki perdesinde قُل۟ (söyle) den çıkan اِق۟رَا۟ (oku) fiiline bakar. Yani “Yâ Rabbî, ben senin isminin yardımıyla ve onun bereketiyle okuyacağım. Her şey senin kudretinle ve icadınla ve tevfikinle olduğu gibi yalnız ve yalnız senin isminle başlıyorum.” Demek Bismillah’tan sonra اَق۟رَأُ okumak lafzı, âhirinde mukadder olmasından hem ihlas hem tevhidi ifade eder.

    Amma اِس۟م kelimesi ise: Biliniz ki Zat-ı Vâcibü’l-vücud’un bin bir esmasından bir kısmına “Esma-i Zatiye” denilir ki her cihetle Zat-ı Akdes’i gösterir. Onun adı ve onun unvanıdır. “Allah, Ehad, Samed, Vâcibü’l-vücud” gibi çok esma var. Bir kısmına da “Esma-i Fiiliye” tabir edilir ki çok nevileri var. Mesela “Gaffar, Rezzak, Muhyî, Mümît, Mün’im, Muhsin...”

    * * *