83.327
düzenleme
Değişiklik özeti yok |
Değişiklik özeti yok |
||
272. satır: | 272. satır: | ||
'''Bab-ı hikmet ve adalet olup ism-i Hakîm ve Âdil’in cilvesidir.''' | '''Bab-ı hikmet ve adalet olup ism-i Hakîm ve Âdil’in cilvesidir.''' | ||
'''Hiç mümkün müdür ki:''' (Hâşiye) | '''Hiç mümkün müdür ki:''' (Hâşiye<ref>'''Hâşiye:''' Evet, '''“Hiç mümkün müdür ki”''' şu cümle çok tekrar ediliyor. Çünkü mühim bir sırrı ifade eder. Şöyle ki: Ekser küfür ve dalalet, istib’addan ileri gelir. Yani akıldan uzak ve muhal görür, inkâr eder. İşte Haşir Söz’ünde kat’iyen gösterilmiştir ki hakiki istib’ad, hakiki muhaliyet ve akıldan uzaklık ve hakiki suubet, hattâ imtina derecesinde müşkülat, küfür yolundadır ve dalaletin mesleğindedir. Ve hakiki imkân ve hakiki makuliyet, hattâ vücub derecesinde suhulet, iman yolundadır ve İslâmiyet caddesindedir. | ||
'''Elhasıl''', ehl-i felsefe istib’ad ile inkâra gider. Onuncu Söz, istib’ad hangi tarafta olduğunu o tabir ile gösterir. Onların ağızlarına bir şamar vurur.</ref>) Zerrelerden güneşlere kadar cereyan eden hikmet ve intizam, adalet ve mizanla rububiyetin saltanatını gösteren Zat-ı Zülcelal, rububiyetin cenah-ı himayesine iltica eden ve hikmet ve adalete, iman ve ubudiyetle tevfik-i hareket eden mü’minleri taltif etmesin ve o hikmet ve adalete küfür ve tuğyan ile isyan eden edepsizleri te’dib etmesin? Halbuki bu muvakkat dünyada o hikmet, o adalete lâyık binden biri, insanda icra edilmiyor, tehir ediliyor. Ehl-i dalaletin çoğu ceza almadan; ehl-i hidayetin de çoğu mükâfat görmeden buradan göçüp gidiyorlar. '''Demek bir mahkeme-i kübraya, bir saadet-i uzmaya bırakılıyor.''' | |||
Evet, görünüyor ki şu âlemde tasarruf eden zat, nihayetsiz bir hikmetle iş görüyor. Ona bürhan mı istersin? Her şeyde maslahat ve faydalara riayet etmesidir. Görmüyor musun ki insanda bütün aza, kemikler ve damarlarda, hattâ bedenin hüceyratında, her yerinde, her cüzünde faydalar ve hikmetlerin gözetilmesi, hattâ bazı azası, bir ağacın ne kadar meyveleri varsa o derece o uzva hikmetler ve faydalar takması gösteriyor ki nihayetsiz bir hikmet eliyle iş görülüyor. | Evet, görünüyor ki şu âlemde tasarruf eden zat, nihayetsiz bir hikmetle iş görüyor. Ona bürhan mı istersin? Her şeyde maslahat ve faydalara riayet etmesidir. Görmüyor musun ki insanda bütün aza, kemikler ve damarlarda, hattâ bedenin hüceyratında, her yerinde, her cüzünde faydalar ve hikmetlerin gözetilmesi, hattâ bazı azası, bir ağacın ne kadar meyveleri varsa o derece o uzva hikmetler ve faydalar takması gösteriyor ki nihayetsiz bir hikmet eliyle iş görülüyor. | ||
305. satır: | 307. satır: | ||
Demek, ebedî bir cenneti hem içinde ebedî muhtaçları ister. Çünkü nihayetsiz cûd u seha, nihayetsiz ihsan etmek ister, nimetlendirmek ister. Nihayetsiz ihsan ve nimetlendirmek ise nihayetsiz minnettarlık, nimetlenmek ister. Bu ise ihsana mazhar olan şahsın devam-ı vücudunu ister. Tâ daimî tena’umla o daimî in’ama karşı şükür ve minnettarlığını göstersin. Yoksa zeval ile acılaşan cüz’î bir telezzüz, kısacık bir zamanda öyle bir cûd u sehanın muktezasıyla kabil-i tevfik değildir. | Demek, ebedî bir cenneti hem içinde ebedî muhtaçları ister. Çünkü nihayetsiz cûd u seha, nihayetsiz ihsan etmek ister, nimetlendirmek ister. Nihayetsiz ihsan ve nimetlendirmek ise nihayetsiz minnettarlık, nimetlenmek ister. Bu ise ihsana mazhar olan şahsın devam-ı vücudunu ister. Tâ daimî tena’umla o daimî in’ama karşı şükür ve minnettarlığını göstersin. Yoksa zeval ile acılaşan cüz’î bir telezzüz, kısacık bir zamanda öyle bir cûd u sehanın muktezasıyla kabil-i tevfik değildir. | ||
Hem dahi meşher-i sanat-ı İlahiye olan aktar-ı âlem sergilerine bak. Yeryüzündeki nebatat ve hayvanatın ellerinde olan ilanat-ı Rabbaniyeye dikkat et (Hâşiye-1), | Hem dahi meşher-i sanat-ı İlahiye olan aktar-ı âlem sergilerine bak. Yeryüzündeki nebatat ve hayvanatın ellerinde olan ilanat-ı Rabbaniyeye dikkat et (Hâşiye-1<ref>'''Hâşiye-1:''' Evet, kemik gibi bir kuru ağacın ucundaki tel gibi incecik bir sapta gayet münakkaş, müzeyyen bir çiçek ve gayet musanna ve murassa bir meyve, elbette gayet sanat-perver, mu’cizekâr ve hikmettar bir Sâni’in mehasin-i sanatını zîşuura okutturan bir ilannamedir. İşte nebatata hayvanatı dahi kıyas et.</ref>), mehasin-i rububiyetin dellâlları olan enbiya ve evliyaya kulak ver. Nasıl müttefikan Sâni’-i Zülcelal’in kusursuz kemalâtını, hârika sanatlarının teşhiriyle gösteriyorlar, beyan ediyorlar, enzar-ı dikkati celbediyorlar. | ||
Demek, bu âlemin Sâni’inin pek mühim ve hayret verici ve gizli kemalâtı vardır. Bu hârika sanatlarla onları göstermek ister. Çünkü gizli, kusursuz kemalât ise takdir edici, istihsan edici, mâşâallah diyerek müşahede edicilerin başlarında teşhir ister. '''Daimî kemalât ise daimî tezahür ister. O ise takdir ve istihsan edicilerin devam-ı vücudunu ister. Bekası olmayan istihsan edicinin nazarında, kemalâtın kıymeti sukut eder''' (Hâşiye-2 | Demek, bu âlemin Sâni’inin pek mühim ve hayret verici ve gizli kemalâtı vardır. Bu hârika sanatlarla onları göstermek ister. Çünkü gizli, kusursuz kemalât ise takdir edici, istihsan edici, mâşâallah diyerek müşahede edicilerin başlarında teşhir ister. '''Daimî kemalât ise daimî tezahür ister. O ise takdir ve istihsan edicilerin devam-ı vücudunu ister. Bekası olmayan istihsan edicinin nazarında, kemalâtın kıymeti sukut eder''' (Hâşiye-2<ref>'''Hâşiye-2:''' Evet, durub-u emsaldendir ki: Bir dünya güzeli, bir zaman kendine meftun olmuş âdi bir adamı huzurundan tard eder. O adam kendine teselli vermek için “Tuh, ne kadar çirkindir!” der. O güzelin güzelliğini nefyeder. | ||
Hem dahi kâinatın yüzünde serilmiş olan gayetle güzel ve sanatlı ve parlak ve süslü şu mevcudat; ışık güneşi bildirdiği gibi misilsiz manevî bir cemalin mehasinini bildirir ve nazirsiz, hafî bir hüsnün letaifini iş’ar ediyor (Hâşiye). | Hem bir vakit bir ayı, gayet tatlı bir üzüm asması altına girer. Üzümleri yemek ister. Koparmaya eli yetişmez. Asmaya da çıkamaz. Kendi kendine teselli vermek için kendi lisanıyla “Ekşidir.” der, gümler gider.</ref>). | ||
Hem dahi kâinatın yüzünde serilmiş olan gayetle güzel ve sanatlı ve parlak ve süslü şu mevcudat; ışık güneşi bildirdiği gibi misilsiz manevî bir cemalin mehasinini bildirir ve nazirsiz, hafî bir hüsnün letaifini iş’ar ediyor (Hâşiye<ref>'''Hâşiye:''' Âyine-misal mevcudatın birbiri arkasında zeval ve fenalarıyla beraber, arkalarından gelenlerin üstünde ve yüzlerinde aynı hüsün ve cemalin cilvesinin bulunması gösterir ki cemal onların değil; belki o cemaller, bir hüsn-ü münezzeh ve bir cemal-i mukaddesin âyâtı ve emaratıdır.</ref>). O münezzeh hüsün, o mukaddes cemalin cilvesinden, esmalarda, belki her isimde çok gizli defineler bulunduğunu işaret eder. | |||
İşte şu derece âlî, nazirsiz, gizli bir cemal ise kendi mehasinini bir mir’atta görmek ve hüsnünün derecatını ve cemalinin mikyaslarını zîşuur ve müştak bir âyinede müşahede etmek istediği gibi başkalarının nazarıyla yine sevgili cemaline bakmak için görünmek de ister. | İşte şu derece âlî, nazirsiz, gizli bir cemal ise kendi mehasinini bir mir’atta görmek ve hüsnünün derecatını ve cemalinin mikyaslarını zîşuur ve müştak bir âyinede müşahede etmek istediği gibi başkalarının nazarıyla yine sevgili cemaline bakmak için görünmek de ister. | ||
330. satır: | 334. satır: | ||
'''İsm-i Mücîb ve Rahîm’in cilvesidir.''' | '''İsm-i Mücîb ve Rahîm’in cilvesidir.''' | ||
'''Hiç mümkün müdür ki:''' En edna bir hâceti, en edna bir mahlukundan görüp kemal-i şefkatle ummadığı yerden is’af eden ve en gizli bir sesi, en gizli bir mahlukundan işitip imdat eden, lisan-ı hal ve kāl ile istenilen her şeye icabet eden nihayetsiz bir şefkat ve bir merhamet sahibi bir Rab; en büyük bir abdinden (Hâşiye), | '''Hiç mümkün müdür ki:''' En edna bir hâceti, en edna bir mahlukundan görüp kemal-i şefkatle ummadığı yerden is’af eden ve en gizli bir sesi, en gizli bir mahlukundan işitip imdat eden, lisan-ı hal ve kāl ile istenilen her şeye icabet eden nihayetsiz bir şefkat ve bir merhamet sahibi bir Rab; en büyük bir abdinden (Hâşiye<ref>'''Hâşiye:''' Evet, bin üç yüz elli sene saltanat süren ve saltanatı devam eden ve ekser zamanda üç yüz elli milyondan ziyade raiyeti bulunan ve her gün bütün raiyeti onunla tecdid-i biat eden ve onun kemalâtına şehadet eden ve kemal-i itaatle evamirine inkıyad eden ve Arzın nısfı ve nev-i beşerin humsu, o zatın sıbgı ile sıbgalansa yani manevî rengiyle renklense ve o zat onların mahbub-u kulûbü ve mürebbi-i ervahı olsa; elbette o zat, şu kâinatta tasarruf eden Rabb’in en büyük abdidir. | ||
Hem ekser enva-ı kâinat o zatın birer meyve-i mu’cizesini taşımak suretiyle onun vazifesini ve memuriyetini alkışlasa elbette o zat, şu kâinat Hâlık’ının en sevgili mahlukudur. | |||
Hem bütün insaniyet, bütün istidadıyla istediği beka gibi bir hâceti ki; o hâcet ise insanı esfel-i safilînden a’lâ-yı illiyyîne çıkarıyor. Elbette o hâcet, en büyük bir hâcettir ve en büyük bir abd, umumun namına onu Kādıyü’l-Hâcat’tan isteyecek.</ref>), en sevgili bir mahlukundan en büyük hâcetini görüp bitirmesin, is’af etmesin; en yüksek duayı işitip kabul etmesin? | |||
Evet mesela, hayvanatın zayıflarının ve yavrularının rızık ve terbiyeleri hususunda görünen lütuf ve suhuleti gösteriyor ki şu kâinatın mâliki, nihayetsiz bir rahmetle rububiyet eder. Rububiyetinde bu derece rahîmane bir şefkat, hiç kabil midir ki mahlukatın en efdalinin en güzel duasını kabul etmesin? Bu hakikati '''On Dokuzuncu Söz’'''de izah ettiğim vechile, şurada dahi mükerreren şöyle beyan edelim: | Evet mesela, hayvanatın zayıflarının ve yavrularının rızık ve terbiyeleri hususunda görünen lütuf ve suhuleti gösteriyor ki şu kâinatın mâliki, nihayetsiz bir rahmetle rububiyet eder. Rububiyetinde bu derece rahîmane bir şefkat, hiç kabil midir ki mahlukatın en efdalinin en güzel duasını kabul etmesin? Bu hakikati '''On Dokuzuncu Söz’'''de izah ettiğim vechile, şurada dahi mükerreren şöyle beyan edelim: | ||
338. satır: | 346. satır: | ||
'''İşte bak!''' O zat öyle bir salât-ı kübrada, bir ibadet-i ulyâda saadet-i ebediye için dua ediyor ki güya bu cezire, belki bütün arz onun azametli namazıyla namaz kılar, niyaz eder. Çünkü ubudiyeti ise ona ittiba eden ümmetin ubudiyetini tazammun ettiği gibi muvafakat sırrıyla bütün enbiyanın sırr-ı ubudiyetini tazammun eder. | '''İşte bak!''' O zat öyle bir salât-ı kübrada, bir ibadet-i ulyâda saadet-i ebediye için dua ediyor ki güya bu cezire, belki bütün arz onun azametli namazıyla namaz kılar, niyaz eder. Çünkü ubudiyeti ise ona ittiba eden ümmetin ubudiyetini tazammun ettiği gibi muvafakat sırrıyla bütün enbiyanın sırr-ı ubudiyetini tazammun eder. | ||
Hem o salât-ı kübrayı öyle bir cemaat-i uzmada kılar, niyaz ediyor ki güya benî-Âdem’in Hazret-i Âdem’den asrımıza kadar, belki kıyamete kadar bütün nurani ve kâmil insanlar ona tebaiyetle iktida edip duasına âmin derler. (Hâşiye) | Hem o salât-ı kübrayı öyle bir cemaat-i uzmada kılar, niyaz ediyor ki güya benî-Âdem’in Hazret-i Âdem’den asrımıza kadar, belki kıyamete kadar bütün nurani ve kâmil insanlar ona tebaiyetle iktida edip duasına âmin derler. (Hâşiye<ref>'''Hâşiye:''' Evet, münâcat-ı Ahmediye (asm) zamanından şimdiye kadar bütün ümmetin bütün salâtları ve salavatları onun duasına bir âmin-i daimî ve bir iştirak-i umumîdir. Hattâ ona getirilen her bir salavat dahi onun duasına birer âmindir ve ümmetinin her bir ferdi, her bir namazın içinde ona salât ü selâm getirmek ve kametten sonra Şafiîlerin ona dua etmesi, onun saadet-i ebediye hususundaki duasına gayet kuvvetli ve umumî bir âmindir. | ||
İşte bütün beşerin fıtrat-ı insaniyet lisan-ı haliyle bütün kuvvetiyle istediği beka ve saadet-i ebediyeyi, o nev-i beşer namına Zat-ı Ahmediye (asm) istiyor ve beşerin nurani kısmı, onun arkasında âmin diyorlar. Acaba hiç mümkün müdür ki şu dua kabule karin olmasın?</ref>) | |||
'''Bak''' hem öyle beka gibi bir hâcet-i âmme için dua ediyor ki değil ehl-i arz, belki ehl-i semavat, belki bütün mevcudat niyazına iştirak edip lisan-ı hal ile “Oh, evet yâ Rabbenâ! Ver, duasını kabul et. Biz de istiyoruz.” diyorlar. Hem bak! Öyle hazînane, öyle mahbubane, öyle müştakane, öyle tazarrukârane saadet-i bâkiye istiyor ki bütün kâinatı ağlattırıp duasına iştirak ettiriyor. | '''Bak''' hem öyle beka gibi bir hâcet-i âmme için dua ediyor ki değil ehl-i arz, belki ehl-i semavat, belki bütün mevcudat niyazına iştirak edip lisan-ı hal ile “Oh, evet yâ Rabbenâ! Ver, duasını kabul et. Biz de istiyoruz.” diyorlar. Hem bak! Öyle hazînane, öyle mahbubane, öyle müştakane, öyle tazarrukârane saadet-i bâkiye istiyor ki bütün kâinatı ağlattırıp duasına iştirak ettiriyor. | ||
344. satır: | 354. satır: | ||
'''Bak,''' hem öyle bir maksat, öyle bir gaye için saadet isteyip dua ediyor ki insanı ve bütün mahlukatı esfel-i safilîn olan fena-yı mutlaka sukuttan, kıymetsizlikten, faydasızlıktan, abesiyetten a’lâ-yı illiyyîn olan kıymete, bekaya, ulvi vazifeye, mektubat-ı Samedaniye olması derecesine çıkarıyor. | '''Bak,''' hem öyle bir maksat, öyle bir gaye için saadet isteyip dua ediyor ki insanı ve bütün mahlukatı esfel-i safilîn olan fena-yı mutlaka sukuttan, kıymetsizlikten, faydasızlıktan, abesiyetten a’lâ-yı illiyyîn olan kıymete, bekaya, ulvi vazifeye, mektubat-ı Samedaniye olması derecesine çıkarıyor. | ||
'''Bak,''' hem öyle yüksek bir fîzar-ı istimdadkârane ile istiyor ve öyle tatlı bir niyaz-ı istirhamkârane ile yalvarıyor ki güya bütün mevcudata, semavata, arşa işittirip vecde getirip duasına “Âmin Allahümme âmin!” dedirtiyor. (Hâşiye) | '''Bak,''' hem öyle yüksek bir fîzar-ı istimdadkârane ile istiyor ve öyle tatlı bir niyaz-ı istirhamkârane ile yalvarıyor ki güya bütün mevcudata, semavata, arşa işittirip vecde getirip duasına “Âmin Allahümme âmin!” dedirtiyor. (Hâşiye<ref>'''Hâşiye:''' Evet, şu âlemin mutasarrıfı, bütün tasarrufatı bilmüşahede şuurane, alîmane, hakîmane olduğu halde; hiçbir cihetle mümkün değildir ki o mutasarrıf, kendi masnuatı içinde en mümtaz bir ferdin harekâtına şuuru ve ıttılaı bulunmasın. | ||
Hem hiçbir cihetle mümkün değildir ki o Mutasarrıf-ı Alîm, o ferd-i mümtazın harekâtına ve daavatına (dualarına) ıttılaı bulunduğu halde ona karşı lâkayt kalsın, ehemmiyet vermesin. | |||
Hem hiçbir cihetle mümkün değildir ki o Mutasarrıf-ı Kadîr-i Rahîm; onun dualarına lâkayt kalmadığı halde, o duaları kabul etmesin. | |||
Evet, Zat-ı Ahmediye’nin (asm) nuruyla âlemin şekli değişti. İnsan ve bütün kâinatın mahiyet-i hakikiyeleri o nur, o ziya ile inkişaf etti ve göründü ki şu kâinatın mevcudatı; esma-i İlahiyeyi okutan birer mektubat-ı Samedaniye, birer muvazzaf memur ve bekaya mazhar kıymettar ve manidar birer mevcuddurlar. Eğer o nur olmasa idi, mevcudat fena-yı mutlaka mahkûm ve kıymetsiz, manasız, faydasız, abes, karmakarışık, tesadüf oyuncağı bir zulmet-i evham içinde kalırdı. | |||
'''İşte şu sırdandır ki: İnsanlar Zat-ı Ahmediye’nin (asm) duasına âmin dedikleri gibi arş ve ferş ve serâdan süreyyaya kadar bütün mevcudat onun nuruyla iftihar edip, alâkadarlık gösteriyorlar. Zaten ubudiyet-i Ahmediyenin (asm) ruhu, duadır. Belki kâinatın harekâtı ve hidematı, bir nevi duadır. Mesela, bir çekirdeğin hareketi, Hâlık’ından bir ağaç olmasına bir nevi duadır.'''</ref>) | |||
'''Bak,''' hem öyle Semî’ ve Kerîm bir Kadîr’den, öyle Basîr ve Rahîm bir Alîm’den saadet ve bekayı istiyor ki bilmüşahede en gizli bir zîhayatın en gizli bir arzusunu, en hafî bir niyazını görür, işitir, kabul eder, merhamet eder. Lisan-ı hal ile de olsa icabet eder. Öyle suret-i hakîmane, basîrane, rahîmanede verir ve icabet eder ki şüphe bırakmaz o terbiye ve tedbir öyle Semî’ ve Basîr’e mahsus, öyle bir Kerîm ve Rahîm’e hastır. | '''Bak,''' hem öyle Semî’ ve Kerîm bir Kadîr’den, öyle Basîr ve Rahîm bir Alîm’den saadet ve bekayı istiyor ki bilmüşahede en gizli bir zîhayatın en gizli bir arzusunu, en hafî bir niyazını görür, işitir, kabul eder, merhamet eder. Lisan-ı hal ile de olsa icabet eder. Öyle suret-i hakîmane, basîrane, rahîmanede verir ve icabet eder ki şüphe bırakmaz o terbiye ve tedbir öyle Semî’ ve Basîr’e mahsus, öyle bir Kerîm ve Rahîm’e hastır. | ||
350. satır: | 368. satır: | ||
Acaba bütün benî-Âdem’i arkasına alıp şu arz üstünde durup, arş-ı a’zama müteveccihen el kaldırıp, nev-i beşerin hülâsa-i ubudiyetini câmi’ hakikat-i ubudiyet-i Ahmediye (asm) içinde dua eden şu şeref-i nev-i insan ve ferîd-i kevn ü zaman olan Fahr-i kâinat (asm) ne istiyor, dinleyelim. '''Bak,''' kendine ve ümmetine saadet-i ebediye istiyor, beka istiyor, cennet istiyor. Hem mevcudat âyinelerinde cemallerini gösteren bütün esma-i kudsiye-i İlahiye ile beraber istiyor. O esmadan şefaat talep ediyor, görüyorsun. | Acaba bütün benî-Âdem’i arkasına alıp şu arz üstünde durup, arş-ı a’zama müteveccihen el kaldırıp, nev-i beşerin hülâsa-i ubudiyetini câmi’ hakikat-i ubudiyet-i Ahmediye (asm) içinde dua eden şu şeref-i nev-i insan ve ferîd-i kevn ü zaman olan Fahr-i kâinat (asm) ne istiyor, dinleyelim. '''Bak,''' kendine ve ümmetine saadet-i ebediye istiyor, beka istiyor, cennet istiyor. Hem mevcudat âyinelerinde cemallerini gösteren bütün esma-i kudsiye-i İlahiye ile beraber istiyor. O esmadan şefaat talep ediyor, görüyorsun. | ||
'''Eğer âhiretin hesapsız esbab-ı mûcibesi, delail-i vücudu olmasa idi; yalnız şu zatın tek duası, baharımızın icadı kadar Hâlık-ı Rahîm’in kudretine hafif gelen şu cennetin binasına sebebiyet verecekti.''' (Hâşiye-1) | '''Eğer âhiretin hesapsız esbab-ı mûcibesi, delail-i vücudu olmasa idi; yalnız şu zatın tek duası, baharımızın icadı kadar Hâlık-ı Rahîm’in kudretine hafif gelen şu cennetin binasına sebebiyet verecekti.''' (Hâşiye-1<ref>'''Hâşiye-1:''' Evet, âhirete nisbeten gayet dar bir sahife hükmünde olan rûy-i zeminde hadd ü hesaba gelmeyen hârika sanat numunelerini ve haşir ve kıyametin misallerini göstermek ve üç yüz bin kitap hükmünde olan muntazam enva-ı masnuatı, o tek sahifede kemal-i intizam ile yazıp dercetmek; elbette geniş olan âlem-i âhirette latîf ve muntazam cennetin binasından ve icadından daha müşküldür. | ||
Evet, cennet bahardan ne kadar yüksek ise o derece bahar bahçelerinin hilkati, o cennetten daha müşküldür ve hayret-fezadır, denilebilir.</ref>) Evet, baharımızda yeryüzünü bir mahşer eden, yüz bin haşir numunelerini icad eden Kadîr-i Mutlak’a, cennetin icadı nasıl ağır olabilir? | |||
Demek nasıl ki onun risaleti, şu dâr-ı imtihanın açılmasına sebebiyet verdi, لَوْلَاكَ لَوْلَاكَ لَمَا خَلَقْتُ الْاَفْلَاكَ sırrına mazhar oldu. Onun gibi ubudiyeti dahi öteki dâr-ı saadetin açılmasına sebebiyet verdi. | Demek nasıl ki onun risaleti, şu dâr-ı imtihanın açılmasına sebebiyet verdi, لَوْلَاكَ لَوْلَاكَ لَمَا خَلَقْتُ الْاَفْلَاكَ sırrına mazhar oldu. Onun gibi ubudiyeti dahi öteki dâr-ı saadetin açılmasına sebebiyet verdi. | ||
'''Acaba hiç mümkün müdür ki''' bütün akılları hayrette bırakan şu intizam-ı âlem ve geniş rahmet içinde kusursuz hüsn-ü sanat, misilsiz cemal-i rububiyet; o duaya icabet etmemekle böyle bir çirkinliği, böyle bir merhametsizliği, böyle bir intizamsızlığı kabul etsin? Yani en cüz’î, en ehemmiyetsiz arzuları, sesleri ehemmiyetle işitip îfa etsin, yerine getirsin; en ehemmiyetli, lüzumlu arzuları ehemmiyetsiz görüp işitmesin, anlamasın, yapmasın? Hâşâ ve kellâ, yüz bin defa hâşâ! Böyle bir cemal, böyle bir çirkinliği kabul edip çirkin olamaz (Hâşiye-2). | '''Acaba hiç mümkün müdür ki''' bütün akılları hayrette bırakan şu intizam-ı âlem ve geniş rahmet içinde kusursuz hüsn-ü sanat, misilsiz cemal-i rububiyet; o duaya icabet etmemekle böyle bir çirkinliği, böyle bir merhametsizliği, böyle bir intizamsızlığı kabul etsin? Yani en cüz’î, en ehemmiyetsiz arzuları, sesleri ehemmiyetle işitip îfa etsin, yerine getirsin; en ehemmiyetli, lüzumlu arzuları ehemmiyetsiz görüp işitmesin, anlamasın, yapmasın? Hâşâ ve kellâ, yüz bin defa hâşâ! Böyle bir cemal, böyle bir çirkinliği kabul edip çirkin olamaz (Hâşiye-2<ref>'''Hâşiye-2:''' Evet, inkılab-ı hakaik ittifaken muhaldir. Ve inkılab-ı hakaik içinde muhal-ender muhal, bir zıt kendi zıddına inkılabıdır. Ve bu inkılab-ı ezdad içinde bi’l-bedahe bin derece muhal şudur ki zıt, kendi mahiyetinde kalmakla beraber, kendi zıddının aynı olsun. Mesela, nihayetsiz bir cemal; hakiki cemal iken, hakiki çirkinlik olsun. İşte şu misalimizde meşhud ve kat’iyyü’l-vücud olan bir cemal-i rububiyet, cemal-i rububiyet mahiyetinde daim iken, ayn-ı çirkinlik olsun. İşte dünyada muhal ve bâtıl misallerin en acibidir.</ref>). | ||
'''Demek, Resul-i Ekrem aleyhissalâtü vesselâm, risaletiyle dünyanın kapısını açtığı gibi ubudiyetiyle de âhiretin kapısını açar.''' | '''Demek, Resul-i Ekrem aleyhissalâtü vesselâm, risaletiyle dünyanın kapısını açtığı gibi ubudiyetiyle de âhiretin kapısını açar.''' | ||
385. satır: | 405. satır: | ||
'''İkinci Esas:''' Hem anlarsın ki şu hanın içinde oturanlar misafirlerdir. Onların Rabb-i Kerîm’i, onları Dârü’s-selâm’a davet eder. | '''İkinci Esas:''' Hem anlarsın ki şu hanın içinde oturanlar misafirlerdir. Onların Rabb-i Kerîm’i, onları Dârü’s-selâm’a davet eder. | ||
'''Üçüncü Esas:''' Hem anlarsın ki şu dünyadaki tezyinat, yalnız telezzüz veya tenezzüh için değil. Çünkü bir zaman lezzet verse, firakıyla birçok zaman elem verir. Sana tattırır, iştihanı açar fakat doyurmaz. Çünkü ya onun ömrü kısa, ya senin ömrün kısadır. Doymaya kâfi değil. Demek kıymeti yüksek, müddeti kısa olan şu tezyinat; ibret içindir (Hâşiye), | '''Üçüncü Esas:''' Hem anlarsın ki şu dünyadaki tezyinat, yalnız telezzüz veya tenezzüh için değil. Çünkü bir zaman lezzet verse, firakıyla birçok zaman elem verir. Sana tattırır, iştihanı açar fakat doyurmaz. Çünkü ya onun ömrü kısa, ya senin ömrün kısadır. Doymaya kâfi değil. Demek kıymeti yüksek, müddeti kısa olan şu tezyinat; ibret içindir (Hâşiye<ref>'''Hâşiye:''' Evet, madem her şeyin kıymeti ve dekaik-ı sanatı gayet yüksek ve güzel olduğu halde müddeti kısa, ömrü azdır. Demek, o şeyler numunelerdir, başka şeylerin suretleri hükmündedirler. Ve madem müşterilerin nazarlarını, asıllarına çeviriyorlar gibi bir vaziyet vardır. Öyle ise elbette şu dünyadaki o çeşit tezyinat, bir Rahman-ı Rahîm’in rahmetiyle, sevdiği ibadına hazırladığı niam-ı cennetin numuneleridir, denilebilir ve denilir ve öyledir.</ref>), şükür içindir, usûl-ü daimîsine teşvik içindir. Başka gayet ulvi gayeler içindir. | ||
'''Dördüncü Esas:''' Hem anlarsın ki şu dünyadaki müzeyyenat ise (Hâşiye<ref>'''Hâşiye:''' Evet, her şeyin vücudunun müteaddid gayeleri ve hayatının müteaddid neticeleri vardır. Ehl-i dalaletin tevehhüm ettikleri gibi dünyaya, nefislerine bakan gayelere münhasır değildir. Tâ abesiyet ve hikmetsizlik içine girebilsin. Belki her şeyin gayat-ı vücudu ve netaic-i hayatı üç kısımdır: | |||
'''Birincisi ve en ulvîsi,''' Sâni’ine bakar ki o şeye taktığı hârika-i sanat murassaatını, Şahid-i Ezelî’nin nazarına resmigeçit tarzında arz etmektir ki o nazara bir ân-ı seyyale yaşamak kâfi gelir. Belki vücuda gelmeden bi’l-kuvve niyet hükmünde olan istidadı yine kâfidir. İşte seriü’z-zeval latîf masnuat ve vücuda gelmeyen, yani sümbül vermeyen birer hârika-i sanat olan çekirdekler, tohumlar şu gayeyi bitamamiha verir. Faydasızlık ve abesiyet onlara gelmez. Demek, her şey hayatıyla, vücuduyla Sâni’inin mu’cizat-ı kudretini ve âsâr-ı sanatını teşhir edip Sultan-ı Zülcelal’in nazarına arz etmek, birinci gayesidir. | |||
'''İkinci kısım''' gaye-i vücud ve netice-i hayat, zîşuura bakar. Yani her şey, Sâni’-i Zülcelal’in birer mektub-u hakaik-nüma, birer kaside-i letafet-nüma, birer kelime-i hikmet-eda hükmündedir ki melâike ve cin ve hayvanın ve insanın enzarına arz eder, mütalaaya davet eder. Demek, ona bakan her zîşuura, ibret-nüma bir mütalaagâhtır. | |||
'''Üçüncü kısım''' gaye-i vücud ve netice-i hayat, o şeyin nefsine bakar ki telezzüz ve tenezzüh ve beka ve rahatla yaşamak gibi cüz’î neticelerdir. Mesela, azîm bir sefine-i sultaniyede bir hizmetkârın dümencilik ettiğinin gayesi; sefine itibarıyla yüzde birisi kendisine, ücret-i cüz’iyesine ait, doksan dokuzu sultana ait olduğu gibi; her şeyin nefsine ve dünyaya ait gayesi bir ise Sâni’ine ait doksan dokuzdur. | |||
İşte bu taaddüd-ü gayattandır ki birbirine zıt ve münafî görünen hikmet ve iktisat, cûd ve seha ve bilhassa nihayetsiz seha ile sırr-ı tevfiki şudur ki: | |||
Birer gaye nokta-i nazarında cûd ve seha hükmeder, ism-i Cevvad tecelli eder. Meyveler, hubublar, o tek gaye nokta-i nazarında bigayr-ı hisabdır, nihayetsiz cûdu gösteriyor. Fakat umum gayeler nokta-i nazarında, hikmet hükmeder, ism-i Hakîm tecelli eder. Bir ağacın ne kadar meyveleri var, belki her meyvenin o kadar gayeleri vardır ki beyan ettiğimiz üç kısma tefrik edilir. | |||
Şu umum gayeler, nihayetsiz bir hikmeti ve iktisadı gösteriyor. Zıt gibi görünen nihayetsiz hikmet, nihayetsiz cûd ile seha ile içtima ediyor. Mesela, asker ordusunun bir gayesi, temin-i asayiştir. Bu gayeye göre ne kadar asker istersen var ve hem pek fazladır. Fakat hıfz-ı hudut ve mücahede-i a’da gibi sair vazifeler için bu mevcud ancak kâfi gelir, kemal-i hikmetle muvazenededir. İşte hükûmetin hikmeti, haşmet ile içtima ediyor. O halde, o askerlikte fazlalık yoktur, denilebilir.</ref>) cennette ehl-i iman için rahmet-i Rahman’la iddihar olunan nimetlerin numuneleri, suretleri hükmündedir. | |||
'''Beşinci Esas:''' Hem anlarsın ki şu fâni masnuat fena için değil, bir parça görünüp mahvolmak için yaratılmamışlar. Belki vücudda kısa bir zaman toplanıp, matlub bir vaziyet alıp tâ suretleri alınsın, timsalleri tutulsun, manaları bilinsin, neticeleri zapt edilsin. Mesela, ehl-i ebed için daimî manzaralar nescedilsin. Hem âlem-i bekada başka gayelere medar olsun. | '''Beşinci Esas:''' Hem anlarsın ki şu fâni masnuat fena için değil, bir parça görünüp mahvolmak için yaratılmamışlar. Belki vücudda kısa bir zaman toplanıp, matlub bir vaziyet alıp tâ suretleri alınsın, timsalleri tutulsun, manaları bilinsin, neticeleri zapt edilsin. Mesela, ehl-i ebed için daimî manzaralar nescedilsin. Hem âlem-i bekada başka gayelere medar olsun. | ||
399. satır: | 431. satır: | ||
'''Altıncı Esas:''' Hem anlarsın ki insan, ipi boğazına sarılıp istediği yerde otlamak için başıboş bırakılmamıştır. Belki bütün amellerinin suretleri alınıp yazılır ve bütün fiillerinin neticeleri muhasebe için zapt edilir. | '''Altıncı Esas:''' Hem anlarsın ki insan, ipi boğazına sarılıp istediği yerde otlamak için başıboş bırakılmamıştır. Belki bütün amellerinin suretleri alınıp yazılır ve bütün fiillerinin neticeleri muhasebe için zapt edilir. | ||
'''Yedinci Esas:''' Hem anlarsın ki güz mevsiminde yaz, bahar âleminin güzel mahlukatının tahribatı, idam değil. Belki vazifelerinin tamamıyla terhisatıdır (Hâşiye). | '''Yedinci Esas:''' Hem anlarsın ki güz mevsiminde yaz, bahar âleminin güzel mahlukatının tahribatı, idam değil. Belki vazifelerinin tamamıyla terhisatıdır (Hâşiye<ref>'''Hâşiye:''' Evet, rahmetin erzak hazinelerinden olan bir şecerenin uçlarında ve dallarının başlarındaki meyveler, çiçekler, yapraklar ihtiyar olup vazifelerinin hitama ermesiyle gitmelidirler. Tâ arkalarından akıp gelenlere kapı kapanmasın. Yoksa rahmetin vüs’atine ve sair ihvanlarının hizmetine set çekilir. Hem kendileri, gençlik zevaliyle hem zelil hem perişan olurlar. | ||
İşte bahar dahi mahşer-nüma bir meyvedar ağaçtır. Her asırdaki insan âlemi, ibret-nüma bir şeceredir. Arz dahi mahşer-i acayip bir şecere-i kudrettir. Hattâ dünya dahi meyveleri âhiret pazarına gönderilen bir şecere-i hayret-nümadır.</ref>). Hem yeni baharda gelecek mahlukata yer boşaltmak için tefrîgattır ve yeni vazifedarlar gelip konacak ve vazifedar mevcudatın gelmesine yer hazırlamaktır ve ihzarattır. Hem zîşuura vazifesini unutturan gafletten ve şükrünü unutturan sarhoşluktan ikazat-ı Sübhaniyedir. | |||
'''Sekizinci Esas:''' Hem anlarsın ki şu fâni âlemin sermedî Sâni’i için başka ve bâki bir âlemi var ki ibadını oraya sevk ve ona teşvik eder. | '''Sekizinci Esas:''' Hem anlarsın ki şu fâni âlemin sermedî Sâni’i için başka ve bâki bir âlemi var ki ibadını oraya sevk ve ona teşvik eder. | ||
412. satır: | 446. satır: | ||
'''Evet, şu kâinatı idare eden zat, her şeyi nizam ve mizan içinde muhafaza ediyor. Nizam ve mizan ise ilim ile hikmet ve irade ile kudretin tezahürüdür.''' Çünkü görüyoruz her masnû vücudunda, gayet muntazam ve mevzun yaratılıyor. Hem hayatı müddetince değiştirdiği suretler dahi birer intizamlı olduğu halde, heyet-i mecmuası da bir intizam tahtındadır. | '''Evet, şu kâinatı idare eden zat, her şeyi nizam ve mizan içinde muhafaza ediyor. Nizam ve mizan ise ilim ile hikmet ve irade ile kudretin tezahürüdür.''' Çünkü görüyoruz her masnû vücudunda, gayet muntazam ve mevzun yaratılıyor. Hem hayatı müddetince değiştirdiği suretler dahi birer intizamlı olduğu halde, heyet-i mecmuası da bir intizam tahtındadır. | ||
Zira görüyoruz ki vazifesinin bitmesiyle ömrüne nihayet verilen ve şu âlem-i şehadetten göçüp giden her şeyin Hafîz-i Zülcelal, birçok suretlerini elvah-ı mahfuza hükmünde olan (Hâşiye) | Zira görüyoruz ki vazifesinin bitmesiyle ömrüne nihayet verilen ve şu âlem-i şehadetten göçüp giden her şeyin Hafîz-i Zülcelal, birçok suretlerini elvah-ı mahfuza hükmünde olan (Hâşiye<ref>'''Hâşiye:''' Yedinci Suret’in hâşiyesine bak.</ref>) hâfızalarda ve bir türlü misalî âyinelerde hıfzedip, ekser tarihçe-i hayatını çekirdeğinde, neticesinde nakşedip yazıyor. Zâhir ve bâtın âyinelerde ibka ediyor. Mesela, beşerin hâfızası, ağacın meyvesi, meyvenin çekirdeği, çiçeğin tohumu, kanun-u hafîziyetin azamet-i ihatasını gösteriyor. | ||
Görmüyor musun ki koca baharın hep çiçekli, meyveli bütün mevcudatı ve bunların kendilerine göre bütün sahaif-i a’mali ve teşkilatının kanunları ve suretlerinin timsalleri; mahdud bir miktar tohumcuklar içlerinde yazarak muhafaza ediliyor. İkinci bir baharda, onlara göre bir muhasebe içinde sahife-i amellerini neşredip kemal-i intizam ve hikmet ile koca diğer bir bahar âlemini meydana getirmekle hafîziyetin ne derece kuvvetli ihata ile cereyan ettiğini gösteriyor. | Görmüyor musun ki koca baharın hep çiçekli, meyveli bütün mevcudatı ve bunların kendilerine göre bütün sahaif-i a’mali ve teşkilatının kanunları ve suretlerinin timsalleri; mahdud bir miktar tohumcuklar içlerinde yazarak muhafaza ediliyor. İkinci bir baharda, onlara göre bir muhasebe içinde sahife-i amellerini neşredip kemal-i intizam ve hikmet ile koca diğer bir bahar âlemini meydana getirmekle hafîziyetin ne derece kuvvetli ihata ile cereyan ettiğini gösteriyor. | ||
424. satır: | 458. satır: | ||
Acaba hiç kabil midir ki insan, hilafet ve emanetle mükerrem olsun, rububiyetin külliyat-ı şuununa şahit olarak kesret dairelerinde, vahdaniyet-i İlahiyenin dellâllığını ilan etmekle, ekser mevcudatın tesbihat ve ibadetlerine müdahale edip zabitlik ve müşahitlik derecesine çıksın da sonra kabre gidip rahatla yatsın ve uyandırılmasın? Küçük büyük her amellerinden sual edilmesin? Mahşere gidip mahkeme-i kübrayı görmesin? Hayır ve aslâ! | Acaba hiç kabil midir ki insan, hilafet ve emanetle mükerrem olsun, rububiyetin külliyat-ı şuununa şahit olarak kesret dairelerinde, vahdaniyet-i İlahiyenin dellâllığını ilan etmekle, ekser mevcudatın tesbihat ve ibadetlerine müdahale edip zabitlik ve müşahitlik derecesine çıksın da sonra kabre gidip rahatla yatsın ve uyandırılmasın? Küçük büyük her amellerinden sual edilmesin? Mahşere gidip mahkeme-i kübrayı görmesin? Hayır ve aslâ! | ||
Hem bütün gelecek zamanda olan (Hâşiye) | Hem bütün gelecek zamanda olan (Hâşiye<ref>'''Hâşiye:''' Evet, zaman-ı hazırdan tâ iptida-i hilkat-i âleme kadar olan zaman-ı mazi, umumen vukuattır. Vücuda gelmiş her bir günü, her bir senesi, her bir asrı; birer satırdır, birer sahifedir, birer kitaptır ki kalem-i kader ile tersim edilmiştir. Dest-i kudret, mu’cizat-ı âyâtını onlarda kemal-i hikmet ve intizam ile yazmıştır. | ||
Şu zamandan tâ kıyamete tâ cennete tâ ebede kadar olan zaman-ı istikbal, umumen imkânattır. Yani mazi vukuattır, istikbal imkânattır. İşte o iki zamanın iki silsilesi birbirine karşı mukabele edilse nasıl ki dünkü günü halk eden ve o güne mahsus mevcudatı icad eden zat, yarınki günü mevcudatıyla halk etmeye muktedir olduğu hiçbir vecihle şüphe getirmez. Öyle de şüphe yoktur ki şu meydan-ı garaib olan zaman-ı mazinin mevcudatı ve hârikaları, bir Kadîr-i Zülcelal’in mu’cizatıdır. Kat’î şehadet ederler ki o Kadîr, bütün istikbalin bütün mümkinatın icadına, bütün acayibinin izharına muktedirdir. | |||
Evet, nasıl ki bir elmayı halk edecek, elbette dünyada bütün elmaları halk etmeye ve koca baharı icad etmeye muktedir olmak gerektir. Baharı icad etmeyen, bir elmayı icad edemez. Zira o elma o tezgâhta dokunuyor. Bir elmayı icad eden, bir baharı icad edebilir. Bir elma; bir ağacın, belki bir bahçenin, belki bir kâinatın misal-i musağğarıdır. Hem sanat itibarıyla koca ağacın bütün tarih-i hayatını taşıyan elmanın çekirdeği itibarıyla öyle bir hârika-i sanattır ki onu öylece icad eden, hiçbir şeyden âciz kalmaz. | |||
Öyle de bugünü halk eden, kıyamet gününü halk edebilir ve baharı icad edecek, haşrin icadına muktedir bir zat olabilir. Zaman-ı mazinin bütün âlemlerini zamanın şeridine kemal-i hikmet ve intizam ile takıp gösteren, elbette istikbal şeridine dahi başka kâinatı takıp gösterebilir ve gösterecektir. | |||
Kaç Sözlerde, bilhassa Yirmi İkinci Söz’de gayet kat’î ispat etmişiz ki her şeyi yapamayan hiçbir şeyi yapamaz ve bir tek şeyi halk eden, her şeyi yapabilir. Hem eşyanın icadı bir tek zata verilse bütün eşya bir tek şey gibi kolay olur ve suhulet peyda eder. Eğer müteaddid esbaba verilse ve kesrete isnad edilse bir tek şeyin icadı, bütün eşyanın icadı kadar müşkülatlı olur ve imtina derecesinde suubet peyda eder.</ref>) mümkinata kādir olduğuna, bütün geçmiş zamandaki mu’cizat-ı kudreti olan vukuatı şehadet eden ve kıyamet ve haşre pek benzeyen kış ile baharı her vakit bilmüşahede icad eden bir Kadîr-i Zülcelal’den, insan nasıl ademe gidip kaçabilir, toprağa girip saklanabilir? | |||
Madem bu dünyada ona lâyık muhasebe görülüp hüküm verilmiyor. Elbette bir mahkeme-i kübra, bir saadet-i uzmaya gidecektir. | Madem bu dünyada ona lâyık muhasebe görülüp hüküm verilmiyor. Elbette bir mahkeme-i kübra, bir saadet-i uzmaya gidecektir. | ||
431. satır: | 473. satır: | ||
'''Bab-ı vaad ve vaîddir. İsm-i Cemil ve Celil’in cilvesidir.''' | '''Bab-ı vaad ve vaîddir. İsm-i Cemil ve Celil’in cilvesidir.''' | ||
'''Hiç mümkün müdür ki:''' Alîm-i Mutlak ve Kadîr-i Mutlak olan şu masnuatın Sâni’i, bütün enbiyanın tevatürle haber verdikleri ve bütün sıddıkîn ve evliyanın icma ile şehadet ettikleri mükerrer vaad ve vaîd-i İlahîsini yerine getirmeyip –hâşâ– acz ve cehlini göstersin? Halbuki vaad ve vaîdinde bulunduğu emirler, kudretine hiç ağır gelmez; pek hafif ve pek kolay. Geçmiş baharın hesapsız mevcudatını, gelecek baharda kısmen aynen (Hâşiye-1) | '''Hiç mümkün müdür ki:''' Alîm-i Mutlak ve Kadîr-i Mutlak olan şu masnuatın Sâni’i, bütün enbiyanın tevatürle haber verdikleri ve bütün sıddıkîn ve evliyanın icma ile şehadet ettikleri mükerrer vaad ve vaîd-i İlahîsini yerine getirmeyip –hâşâ– acz ve cehlini göstersin? Halbuki vaad ve vaîdinde bulunduğu emirler, kudretine hiç ağır gelmez; pek hafif ve pek kolay. Geçmiş baharın hesapsız mevcudatını, gelecek baharda kısmen aynen (Hâşiye-1<ref>'''Hâşiye-1:''' Ağaç ve otların kökleri gibi.</ref>) kısmen mislen (Hâşiye-2<ref>'''Hâşiye-2:''' Yapraklar, meyveler gibi.</ref>) iadesi kadar kolaydır. | ||
Îfa-yı vaad ise hem bize hem her şeye hem kendisine hem saltanat-ı rububiyetine pek çok lâzımdır. Hulfü’l-vaad ise hem izzet-i iktidarına zıttır hem ihata-yı ilmiyesine münafîdir. Zira hulfü’l-vaad, ya cehilden ya aczden gelir. | Îfa-yı vaad ise hem bize hem her şeye hem kendisine hem saltanat-ı rububiyetine pek çok lâzımdır. Hulfü’l-vaad ise hem izzet-i iktidarına zıttır hem ihata-yı ilmiyesine münafîdir. Zira hulfü’l-vaad, ya cehilden ya aczden gelir. | ||
474. satır: | 516. satır: | ||
Demek, ona şayeste, daimî, berkarar, zevalsiz, muhteşem bir diyar-ı âher var. Başka bâki bir memleketi vardır. Bizi onun için çalıştırır. Oraya davet eder ve oraya nakledeceğine; zâhirden hakikate geçen ve kurb-u huzuruna müşerref olan bütün ervah-ı neyyire ashabı, bütün kulûb-ü münevvere aktabı, bütün ukûl-ü nuraniye erbabı şehadet ediyorlar. Ve bir mükâfat ve mücazat ihzar ettiğini müttefikan haber veriyorlar. Ve mükerreren pek kuvvetli vaad ve pek şiddetli tehdit eder, naklederler. | Demek, ona şayeste, daimî, berkarar, zevalsiz, muhteşem bir diyar-ı âher var. Başka bâki bir memleketi vardır. Bizi onun için çalıştırır. Oraya davet eder ve oraya nakledeceğine; zâhirden hakikate geçen ve kurb-u huzuruna müşerref olan bütün ervah-ı neyyire ashabı, bütün kulûb-ü münevvere aktabı, bütün ukûl-ü nuraniye erbabı şehadet ediyorlar. Ve bir mükâfat ve mücazat ihzar ettiğini müttefikan haber veriyorlar. Ve mükerreren pek kuvvetli vaad ve pek şiddetli tehdit eder, naklederler. | ||
Hulfü’l-vaad ise hem zillet hem tezellüldür. Hiçbir cihetle celal ve kudsiyetine yanaşamaz. Hulfü’l-vaîd ise ya aftan, ya aczden gelir. Halbuki küfür; cinayet-i mutlakadır, (Hâşiye) | Hulfü’l-vaad ise hem zillet hem tezellüldür. Hiçbir cihetle celal ve kudsiyetine yanaşamaz. Hulfü’l-vaîd ise ya aftan, ya aczden gelir. Halbuki küfür; cinayet-i mutlakadır, (Hâşiye<ref>'''Hâşiye:''' Evet küfür, mevcudatın kıymetini ıskat ve manasızlıkla ittiham ettiğinden, bütün kâinata karşı bir tahkir ve mevcudat âyinelerinde cilve-i esmayı inkâr olduğundan, bütün esma-i İlahiyeye karşı bir tezyif ve mevcudatın vahdaniyete olan şehadetlerini reddettiğinden, bütün mahlukata karşı bir tekzip olduğundan; istidad-ı insanîyi öyle ifsad eder ki salah ve hayrı kabule liyakati kalmaz. Hem bir zulm-ü azîmdir ki umum mahlukatın ve bütün esma-i İlahiyenin hukukuna bir tecavüzdür. | ||
İşte şu hukukun muhafazası ve nefs-i kâfir hayra kabiliyetsizliği, küfrün adem-i affını iktiza eder. اِنَّ الشِّرْكَ لَظُلْمٌ عَظِيمٌ şu manayı ifade eder.</ref>) affa kabil değil. Kadîr-i Mutlak ise aczden münezzeh ve mukaddestir. | |||
Şahitler, muhbirler ise mesleklerinde, meşreplerinde, mezheplerinde muhtelif oldukları halde, kemal-i ittifak ile şu meselenin esasında müttehiddirler. Kesretçe tevatür derecesindedirler, keyfiyetçe icma kuvvetindedirler. Mevkice her biri nev-i beşerin bir yıldızı, bir taifenin gözü, bir milletin azizidirler. Ehemmiyetçe şu meselede hem ehl-i ihtisas hem ehl-i ispattırlar. Halbuki bir fende veya bir sanatta iki ehl-i ihtisas, binler başkalardan müreccahtırlar ve ihbarda iki müsbit, binler nâfîlere tercih edilir. Mesela, ramazan hilâlinin sübutunu ihbar eden iki adam, binler münkirlerin inkârlarını hiçe atarlar. | Şahitler, muhbirler ise mesleklerinde, meşreplerinde, mezheplerinde muhtelif oldukları halde, kemal-i ittifak ile şu meselenin esasında müttehiddirler. Kesretçe tevatür derecesindedirler, keyfiyetçe icma kuvvetindedirler. Mevkice her biri nev-i beşerin bir yıldızı, bir taifenin gözü, bir milletin azizidirler. Ehemmiyetçe şu meselede hem ehl-i ihtisas hem ehl-i ispattırlar. Halbuki bir fende veya bir sanatta iki ehl-i ihtisas, binler başkalardan müreccahtırlar ve ihbarda iki müsbit, binler nâfîlere tercih edilir. Mesela, ramazan hilâlinin sübutunu ihbar eden iki adam, binler münkirlerin inkârlarını hiçe atarlar. |
düzenleme