Giriş

    Risale-i Nur Tercümeleri sitesinden
    09.54, 3 Mayıs 2024 tarihinde Said (mesaj | katkılar) tarafından oluşturulmuş 100500 numaralı sürüm (Bu sürüm çeviri için işaretlendi)
    (fark) ← Önceki sürüm | Güncel sürüm (fark) | Sonraki sürüm → (fark)
    Diğer diller:

    Evvela şunu itiraf edelim ki bu Tarihçe-i Hayat, büyük Üstadın hayatını tam manasıyla ifade etmekten çok uzaktır. Pek çok noktalar kısa kesilmiştir.

    Hem onun şahsiyetine ait hususları aydınlatacak ve açacak mahiyetteki vak’a ve hâdiselerden birçoğu zikredilmemiştir. Serdedilen fikir ve kanaatleri teyid eden vak’a ve hâdiseler pek çoktur. Bahsetmeyişimizin yegâne sebebi, kendisinin razı olmamasıdır.

    Evvelden beri hem sohbetlerinde hem mektuplarında bu zamanın cemaat zamanı olup şahsî kemalât ve meziyetlerin hizmet-i imaniyede şahs-ı manevî kadar tesiri olmadığını zikretmesi; hem fâni şahsından ziyade, Kur’an-ı Hakîm’den nebean eden Risale-i Nur’a nazar edilmesini, bütün kıymet ve faziletin Risale-i Nur’da tecelli eden hakikat-i Kur’aniyeye ait olduğunu defalarca ihtar etmesi ve kendisine ait böyle bir tarihçe-i hayat hazırlandığını duyduğu zaman: “Tafsilata lüzum yok. Yalnız Risale-i Nur hizmetine dair bahisler yazılsın.” diye haber göndermesi gibi sebeplere binaen, şahsına ait bahisler gayet kısa kesilmiştir.

    Üstadın hayatına temas eden ve daha ziyade hizmet-i Nuriyeye ait mektuplar, müdafaalar, muhtelif zamanlara ait o zamandaki ahvalini bir derece ifade eden makale ve hatıralarını olduğu gibi koyduk. Bu suretle bu eser, istikbaldeki münevver Nur talebeleri için hakiki bir me’haz teşkil etmektedir. Muhterem edib ve muharrirler, bundan istifade ile inşâallah daha mükemmel, daha hakikatli ve faydalı tarihçe-i hayatlar hazırlayacaklardır.

    Şurasını da hatırlatmak isteriz ki bu eser, muhtelif meslek ve meşreplere mensup bulunan muharrirlerin indî mütalaalarına ve ediblerin yersiz mübalağalara kaçan kalemlerine havale edilerek safiyeti bozulmamıştır.

    Hem yine itiraf edelim ki Risale-i Nur’un parlak ve nurlu vasfına ve Said Nursî’nin baştan başa iffet-i mücesseme ve şecaat-i hârika teşkil eden hayat ve ahlâkına lâyık izah, ifade ve üslup ile meydana çıkamadık. Bu zatın îfa ettiği binler küllî hizmetten bir tek hizmet, yaşadığı müteaddid zamanlardan tek bir zamanda gösterdiği kahramanlık ve hârika şecaati, telif ettiği âsârından bir tek eseri dahi onun için muazzam bir tarihçe-i hayat hazırlanmasına sebep olabilirken; binler ayrı ayrı seciye, ahlâk-ı âliye, hizmet-i Kur’aniye, şehamet-i imaniye ile dolu ve yüz otuz kadar eserleriyle değil bir kasaba, bir vilayet, bir memlekette belki milletler, devletler muvacehesinde âlem-i İslâm ve insaniyete şâmil ve müessir hizmet-i külliye ile mücehhez tarihçesi, elbette bu esere sığışmaz ve sığışamadı.

    Hem Üstadın mesleğini, meşrebini ve hususi ahvalini, pek çok seciye ve hasletleri şahsında ve hizmetinde toplayan şahsiyetini tarif edemedik. Onun yaşadığı müteaddid hayat safhalarını yakından gören ve içinde bulunan talebe ve hizmetkârlarını birer birer dinlemek ve görüşmek lâzımdır ki tarihçe-i hayatı bir derece mufassal hazırlanabilsin.

    * * *

    Bu eserin mütalaasıyla görülecek ki bugün, yalnız Anadolu ve âlem-i İslâm için değil, bütün insaniyet için kayda değer büyük bir hakikat meydana çıkmıştır. Bu hakikat, umumun iştirakiyle külliyet kesbederek, Risale-i Nur hizmet-i imaniyesi ve Bediüzzaman ve Nur talebeleri diye adlandırılmaktadır. Bu hakikatin ve bu cereyanın neden ibaret bulunduğu, menşei, gaye ve ideali ne olduğu, halk tabakalarındaki tesiri, fert ve cemiyetin hayat-ı maddiye ve maneviyesine, istikbaldeki milletçe emniyet ve saadetimizin teminine ait tesiri, bu Tarihçe-i Hayat’la tebarüz etmektedir.

    Netice itibarıyla, zehirlemekten zevk alan akrep misillü ve anarşist ruhlu olmayan her bir fert, bu davanın karşısında ancak sevinç duyar.

    Belki bize şöyle bir sual sorulabilir: “Acaba bu Tarihçe-i Hayat’la Said Nursî beşerin efkârına insan üstü bir varlık olarak gösterilmek mi isteniyor?”

    Hayır!..

    Dünyanın ve hayatın mahiyetini bilen insanlar için muvakkat âlâyişin, şan ve şöhretin hiçbir kıymeti yoktur. Hakikati müdrik bir insan, fânilerin sahte iltifatlarına kıymet vermez ve arkasına dönüp bakmaz. İşte Said Nursî bu noktadan da manevî büyük bir kahramandır. Hayatı, insanı hayrette bırakan çeşitli kahramanlıklarla dolu olmakla beraber Hak’ta, Hak yolunda fâni olup şahsından feragat etmede de mümtaz bir fedakâr olarak nazara çarpmaktadır. İlahî bir inayete mazhariyetle, dağ gibi engelleri aşıp; bu asrın yüzlerce menfî cereyanları karşısında kudsî davasını çekinmeyerek ilan edip selâmete çıkarması, kendisinin fâni şahsiyetinden tamamıyla feragat ettiğini, Hak yolunda fedai olduğunu göstermektedir.

    Evet Said Nursî, şahsî dehasıyla insanlık âleminde yeni bir çığır açmamıştır. Bu zat, bütün istidadını ve benliğini ezelî bir hakikate feda ederek bütün zamanlarda hükümran olan bir hakikati dava edinmiştir. Şahsında ve hizmetinde görünen bütün yüksek vasıf ve kemalât ancak kudsî davasından aksetmektedir. Nasıl ki binler âyine ortasında bulunan bir lamba, nurani ışığa mâlik olduğu için karşısındaki âyineler adedince külliyet kesbeder ve o kadar kıymet alır. Zira her bir âyinede bir lamba, ışığıyla beraber mevcuddur.

    Aynen öyle de Bediüzzaman, şu kâinatın ve umum zamanların manevî güneşi olan Kur’an-ı Hakîm’e ve din-i mübin-i İslâm’ın mübelliği Hazret-i Muhammed aleyhissalâtü vesselâma müteveccih olmuştur. Ve onların ziyasına ma’kes Risale-i Nur’un zuhuruna, inkişafına vesile olduğu için eserinden ışık alan, davasından feyiz ve kuvvet alan yüz binler hattâ milyonlarca insanın âyine-misal akıl, kalp ve ruhlarında manen yaşamakta ve örnek bir insan, büyük bir mütefekkir olarak kabul ve yâd edilmektedir. İşte onu manen yaşatan bu gibi kıymetlerdir.

    Dalalet cereyanlarının karşısında ehl-i iman fedakârlarından büyük bir şahs-ı manevî meydana çıkararak, muhkem bir sedd-i Kur’anî ve imanî tesis edip mü’minlerin nokta-i istinadı olmasıdır. İnandığı kudsî davaya gösterdiği azim ve sebatla, mü’minlerin kalplerini ihtizaza vererek ruhlarda İslâmî aşk ve heyecanı uyandırmasıdır. Fânilere perestiş eden bîçare insanlara, bâki ve lâyemut bir hakikati gösterip nazarları oraya çevirmeye çalışmasıdır. Vazifesinin böyle ulviyeti ile beraber –fakat beşeriyet itibarıyla– ubudiyet vazifesiyle de kendini herkesten ziyade kusurlu, noksan ve âciz gören ve öyle bilen, dergâh-ı rahmette acz ve fakr ile niyaz eden ve insanlığa rahmeti, saadeti talep eden bir abd-i azizdir, bir fakir-i müstağnidir.

    Evet o “Bir kimsenin imanını kurtarırsam o zaman bana cehennem dahi gül gülistan olur.” demektedir. Nefsindeki enaniyet ve gurur putunu kırmakla kalmamış; âlemdeki tabiat-perestlerin putlarını dahi târumar etmek gibi bir vazife gördüğü dost ve düşman, herkesin malûmu olmuştur.

    İşte Bediüzzaman hakkında takdir ve tebriği ifade eden bütün yazılar bu mana içindir.

    Bazı gazetelerin zaman zaman yaptıkları neşriyattan anlaşılıyor ki: Din ve İslâmiyet düşmanları, ekseriya perde ardından bahaneler icad ederek dine saldırmaktadırlar. Doğrudan doğruya dinin ve İslâmiyet’in aleyhinde bulunmuyorlar; dine hizmet eden, bu uğurda türlü fedakârlıklara katlananları nazar-ı âmmede kötülemek, halkın sevgisini çürütmek için hücuma geçiyorlar tâ ki dine hizmet edenleri âtıl vaziyete getirip dinî inkişafa mani olsunlar. İmansızlığın, ahlâksızlığın revaç bulmasını temin etsinler. Demokrasi devrinde ve din hürriyetine müsaade edildiği bu zamanda böyle olursa “Din zehirdir!” diye millet kürsüsünden ilanat yapıldığı bir devirde dindarlara, hususan İslâmî gelişme ve inkişafa hizmet edenlere nasıl davranıldığı kolayca anlaşılır.

    Devr-i sâbıkta, Üstad ve Nur talebelerini mahkemeye sevk edenler arasında öyleleri çıkmış ki kanun perdesi altında menfî ideolojilerine, şahsî kin ve ihtiraslarına göre hareket etmişler. Vazifelerinin icabını yapmaları lâzım gelirken sanki vatan ve millet hainlerini yakalamış gibi çeşitli hakaret ve iftiralarla Bediüzzaman ve talebelerine hücum etmişler; mahkeme beraet vermişken kanunu tatbik etmekle mükellef bazıları, Said Nursî için yakında idam edileceği şâyiasını etrafa yaymaktan sıkılmamışlardır.

    Biz, bu yazılarla onlar aleyhinde konuşmak değil, bir hakikati beyan etmek istiyoruz. Belki onlardan birçoğu, bu hareketinde mazurdur, mecburen yapmıştır. Her ne olursa olsun bu muameleler ispat ediyor ki Bediüzzaman’ın muhakeme olunduğu, mahkemeye sevk edildiği tarihlerde gizli dinsizler, ifsad komiteleri faaliyette idiler. Mahkeme eliyle mahkûm edemedikleri ve davasına mani olamadıkları Said Nursî’ye, insafsızca iftiralarda, yalan propagandalarda bulunacaktılar ve bulundular. Bu elîm vaziyeti gören her insaf sahibi, onun müstakim bir din adamı, hakikat adamı olduğunu söylemekten çekinmemiştir.

    Binaenaleyh Bediüzzaman ve Risale-i Nur hakkında tekrarla ve ısrarla devam edegelen takdirkâr yazı ve takrizlerin neşredilmesinin bir mühim âmili de bu olsa gerektir ve tenkit edilmemelidir. Nazar-ı dikkatle bu zatı ve eserlerini temaşa edenler, kemal-i takdirle tebrik ve senadan kendilerini alamamışlardır.

    Bilhassa mahkûm ettirilmek için sevk edildiği mahkemeler ve ehl-i vukuflar, eserlerini ve hayatını tetkikten sonra, eserlerinde görünen kemalât ve güzelliği tasdik etmişlerdir. Şu halde milletin en zeki ve ferasetli tabakasının, ehl-i akıl ve kalbin yarım asırdan beri devam edegelen ve gittikçe umumiyet kesbeden Said Nursî ve Risale-i Nur hakkındaki kanaat ve ifadeleri, gerçekten büyük bir hakikatin tezahürü olarak kabul edilmek icab eder.

    * * *

    Sual: Madem Allah Alîm’dir. Onun bilmesi ve iltifatı kâfidir. Ehl-i kemal büyük zatlar, daima kendilerini setretmişler. Hem bâki bir âlemde hakikatler bütün çıplaklığıyla ortaya döküleceğine göre ne için Risale-i Nur’un meziyetleri, İlahî inayet ve ikramlar çoklukla zikredilmiş. Said Nursî’nin hizmet-i Kur’aniyesi esnasında mazhar olduğu hârika muvaffakiyet ve kemalât beyan edilmiş ve bunlar ne için neşredilmiş? Hattâ ilmî eserlerinin birçoğunun arkasında bu nevi takrizler konulmuş?

    Cevap: Bu hususta mukni cevaplar bazı mektuplarda vardır. Bir hülâsası şudur: Bediüzzaman’ın Risale-i Nur’un neşriyle hizmeti, doğrudan doğruya Kur’an hesabınadır. İman hakikatlerinin neşri, Müslümanların imanlarının takviyesi, kuvvetlenmesi, dolayısıyla İslâm dininin teali etmesi, din düşmanlarının müfsid hücumlarının def’edilmesi ve İslâm dininin insanlar arasında maddî ve manevî kemalâtın zübde ve hülâsası olduğunu âleme ilan etmek ve herkese kanaat-i kat’iye vermek için zikredilmiştir.

    Yukarıda bahsedildiği gibi aleyhte olanlar öyle insafsızca hücumlarda bulunmuşlardır ki Said Nursî; hadsiz muarızlara, çok kuvvetli ve kesretli düşmanlara karşı az, fakir ve zayıf olan Risale-i Nur talebelerine kuvve-i maneviye, gaybî imdat, teşci, sebat ve metanet vermek için Risale-i Nur hakkındaki ikram-ı İlahî ve hizmetin makbuliyetine ait inayet-i Rabbaniyeyi zikretmiş; insafsız hücum ve asılsız iftiralara karşı mecburiyetle müdafaaya geçilmiştir.

    Hem Tarihçe-i Hayat’a geçen bir mektubunda, Bediüzzaman:

    “Ben itiraf ediyorum ki böyle makbul bir eserin mazharı olmaya hiçbir vecihle liyakatim yoktur. Fakat çok ehemmiyetsiz bir çekirdekten koca dağ gibi bir ağacı halk etmek kudret-i İlahiyenin şe’nindendir ve âdetidir ve azametine delildir. Ben kasemle temin ederim ki Risale-i Nur’u senadan maksadım, Kur’an’ın hakikatlerini ve imanın rükünlerini teyid ve ispat ve neşirdir. Hâlık-ı Rahîm’ime yüz binler şükür olsun ki beni kendime beğendirmemiş, nefsimin ayıplarını ve kusurlarını bana göstermiş ve o nefs-i emmareyi başkalara beğendirmek arzusu kalmamış. Kabir kapısında bekleyen bir adamın arkasındaki fâni dünyaya riyakârane bakması, acınacak bir hamakattir ve dehşet verici bir hasarettir… İşte bu halet-i ruhiye ile yalnız hakaik-i imaniyenin tercümanı olan Risale-i Nur’un, Kur’an’ın malı olarak meziyetlerini izhar ediyorum… Sözlerdeki hakaik ve kemalât benim değil, Kur’an’ındır ve Kur’an’dan tereşşuh etmiştir… Madem ben fâniyim, gideceğim; elbette bâki olacak bir şey ve bir eser benimle bağlanmamak gerektir ve bağlanmamalı… Evet, lezzetli üzüm salkımlarının hâsiyetleri, kuru çubuğunda aranılmaz. İşte ben de öyle kuru çubuk hükmündeyim.”

    Evet Said Nursî, Risale-i Nur’la dinsizliğe ve İslâmiyet aleyhindeki cereyanlara karşı giriştiği Kur’an ve iman hizmetinde çok yardımcılara, hükûmet ve milletçe teşvik ve müzaherete muhtaç iken bilakis çeşitli iftira, tezvir ve ithamlarla hapse sürülmek, eserlerini imha etmek, halkı kendinden soğutmak için aleyhinde türlü isnadlar yapılmıştır. Elbette hak bildiği mesleğini; Kur’an’ın şerefine ve Hazret-i Peygamber’in nübüvvetinin tealisine ait hizmetini aleyhteki iftiralardan müberra kılmak için hakikati söyleyecek, müdafaada bulunacak. Faraza bazılar tarafından şahsî bir noksanlık telakki edilse bile, umumun istifade ve saadeti için şahsî zararına da razı olacaktır. Onun için Risale-i Nur hakkında beyan edilen ve neşredilen senalara, bu gibi noktalardan bakmak lâzımdır; yoksa hizmete zarar olur.

    Dar düşünce ile hareket etmek zamanında değiliz. İmansızlar kendi muzır mesleklerini, menfî ideolojilerini, sahte kahramanları hattâ İslâm düşmanlarını –onlar aslâ lâyık olmadığı halde– çeşitli medh ü sena ile insanlığın nazarına göstermeye, alkış toplamaya çalışıyorlar. Uzağa gitmeye lüzum yok; dünyayı saran dehşetli dinsizlik cereyanını idare edenler büyük kahramanlar olarak ilan edilirken, neden Müslümanlar hak dinlerini medh ü sena etmesinler? Onun kemalâtını, ulviyetini neşretmesinler; Kur’an’a âyine olan ve bu zamanın dinsizlik cereyanlarına meydan okuyup dine en büyük hizmeti îfa eden bir eser külliyatı ve onun muhterem, mütevazi ve hadsiz zulümlere maruz kalmış müellifi, medhedilmesin? Halbuki yazılan yazılar, mücerred mevzular olarak değil, ekseriyetle müdafaa kabîlinden, aleyhteki iftiralara cevap olarak neşredilmiş hakikatlerdir.

    * * *

    Üstadın hayatı, küllî hizmeti noktasından topluca iki büyük safha arz etmektedir:

    Birincisi: Doğuşundan itibaren tahsil hayatı, Van’daki ikameti, İstanbul’a gelişi, siyasî hayatı, seyahatleri, Harb-i Umumî’ye iştiraki, Rusya’daki esareti, İstanbul’da Dârülhikmeti’l-İslâmiye azalığında bulunuşu, Kuva-yı Milliye’de İstanbul’daki hizmeti, Ankara’ya gelerek ilk Meclis-i Mebusandaki faaliyetleri ve kısa bir müddet sonra Van’a çekilip inzivayı ihtiyar etmesi gibi her biri ayrı bir hayat sahnesi olan Üstadın hayatının bu birinci safhası; iman ve Kur’an hizmeti itibarıyla ikinci safha hayatının mukaddimesi hükmündedir. İkinci büyük hizmetine hazırlıktır. Ömrünün ellinci senesine kadardır.

    İkincisi: Van’da inzivada iken garba nefyedilip Isparta’nın Barla nahiyesinde ikamete memur edildiği zamandan başlar ki “Risale-i Nur’un zuhuru ve intişarıdır.” A’zamî ihlas, a’zamî fedakârlık, a’zamî sadakat, metanet ve dikkat ve iktisat içinde Risale-i Nur’la giriştiği hizmet-i imaniye ve manevî cihad-ı diniyedir.

    Hayatının bu ikinci safhası: Harb-i Umumî neticesinde Osmanlı Hilafeti’nin inkıraz bulmasıyla insanlık âleminde medeniyet-i beşeriyeyi mahveden ve semavî dinlerle mücadeleyi esas ittihaz edinen komünizm rejiminin insaniyetin yarısını istila ederek dünyayı dehşete saldığı ve memleketimizi tehdide yeltendiği ve manevî tahribatının tehlikesine maruz kaldığımız bir devreye rastlar. Bu devre, bin senedir Kur’an’a bayraktarlık yapmış, İslâmiyet’e asırlarca hizmet etmiş kahraman bir millet için dikkatle incelenmesi lâzım gelen bir devredir.

    Üstad, Risale-i Nur’u telif ederken Kur’an’ın i’cazî lem’aları olan bu eserlerin her taife-i insaniyede inkişaf edeceğini, dinsizliğin memleketimizi istilasına mani olacağını, memleket ve millet için bir sedd-i Kur’anî vazifesini göreceğini, Risale-i Nur hizmetinin umumiyet kesbedip Türk milletinin yine İslâmiyet’in kahraman bir ordusu ve fedakârı olacağını, Risale-i Nur’un neşri ve ileride resmen intişarı milletçe benimsenmesi ve Maarif Dairesinin hakikat-i Kur’aniyeye yapışması neticesi maddeten ve manen milletin terakki edeceğini, İslâmiyet’in büyük kuvvet bulacağını zikretmiştir.

    Risale-i Nur bir alemdir, unvandır. Bu zamanda zuhur eden Kur’anî hakikatler manzumesidir. Necip milletimizin insaniyet-i kübra olan İslâmiyet’e sarılması, yepyeni bir ruh ve taze bir iman aşkı ve heyecanı içinde uyanmasının ifadesidir. İçinde bulunduğumuz asrın değiştirdiği hayat şartları ve yeni bir dünya nizamı ve görüşü karşısında imanın tahkim ve takviyesi ile feveran eden hamiyet-i İslâmiyenin manasıdır. Mütenebbih, kalpleri iman ve muhabbet-i Nebevî ile coşkun ve cihan-değer şeref-i intisabıyla serefraz fedakârların yetişmesi ve bu milletin mazisine mütenasip kahramanlığı, yüksek iman ve ahlâkı izhar etmesi işaretidir.

    Bediüzzaman, Risale-i Nur’u hiçbir makam ve meşrebin tesiri altında kalmadan, maddî manevî hiçbir menfaat ve hissiyat karışmadan, doğrudan doğruya Kur’an-ı Hakîm’in umumun istifade edebileceği ve umuma hitap eden hakikatlerini tefsir etmiş, bu hakikatlerin tercümanlığını yapmıştır. Telif ettiği âsârından herkes istifade edebilmektedir. Bir taifeye, bir sınıf halka mahsus değildir. Bu Tarihçe-i Hayat, okuyucuların nazarını –bu zamanda– Kur’an’ın hikmet nurları olan Risale-i Nur’a çevirip ondan istifadeyi gösterecektir. Said Nursî ise Kur’an’ın hizmetinde fedakârane çalışmış, sünnet-i Peygamberîye ittiba etmiş, numune-i imtisal bir zat olarak görünmektedir.

    Tarihçe-i Hayat’ta geçen bazı mektuplardan anlaşılacağı üzere:

    Said Nursî, bir zamanlar felsefe mesleğinde çok ileri gitmiş, sonra Kur’an-ı Hakîm’in irşadıyla hak ve hakikate erişmiş ve bu zamanda fen ve felsefe ile iştigal edip şek ve şüphelere maruz kalanları, aklî delillerle şüphelerden kurtaracak eserler telif etmiştir.

    Risale-i Nur’un yolu, mesleği; bu zamandaki hayat şartlarına, insanların ahval-i ruhiyelerine göre en selâmetli, en kısa ve umumî bir cadde-i Kur’an’dır. Serâpa ilim ve tefekkür üzerine gitmektedir. İçtimaî hayatta çeşitli hizmetler gören fertlerin istifadesi büyüktür.

    Risale-i Nur’u okuyan ve ondan ders alarak tefekkür-ü imaniyeyi kazananlar, dünyevî vazife ve mesleklerini, âhiret hayatına ve ebedî saadete vesile yaparak büyük bahtiyarlığa erişecektir. İslâm dinindeki bu büyük hakikati derk eden münevverler; elbette hak dininin hizmetini büyük bir saadetle deruhte edecekler, hakikati arayan fakat bulamayan insanlığa da neşre çalışacaklar.

    Evet talebe, profesör, mebus, kim olursa olsun, mes’uliyet dairesi olanlar, muhitini tenvir ile mükelleftir. Bir vilayet hattâ bir memleketin saadet ve selâmeti, tenvir ve irşadı ile mükellef olanlar, elbette çok daha ziyade müteyakkız davranmak mecburiyetindedirler.

    Said Nursî, Risale-i Nur’la bu millete en büyük hizmeti, iyiliği yapmıştır. Mukabilinde, şahsı için bir teşekkür dahi istemiyor. Gerçi şahsına tevcih edilen yüksek medih ve tavsifatı hâvi mektuplar var. Bunları, okuyucuların Nurlardan istifadelerine bir alâmet olduğu cihetle, Risale-i Nur hesabına kabul etmiş. Hakikatte, Said Nursî’nin bu milletten, gençlikten istediği; imanla, dünyevî ve uhrevî saadeti kazanmalarıdır. Bunun için Kur’an’ın bu zamana ait dersi olan Risale-i Nur’u esas tutup her yerde, her dairede neşrini, iman hakikatlerinin öğrenilmesini istemektedir. Kendisi defalarca, bu millet ve memleket aleyhindeki cereyanlara karşı yegâne çarenin Risale-i Nur olduğunu ihtar etmekte ve müjdelemektedir.

    Üstadın rıza-yı İlahîye matuf hizmet, hareket ve faaliyetlerini başka maksat ve gayelere yorumlamak isteyenler ancak basîretsizliklerini ilan ediyorlar.

    İnsanın yüksek mahiyet ve ruhunun istediği hakiki saadet ancak Kur’an’ın gösterdiği yolda ve rıza-yı İlahînin parıldadığı ufuktadır. Bediüzzaman, Risale-i Nur’la insanlığa bu yolu ve bu ufku göstermekte, sırat-ı müstakim ashabının nurlu kafilesine iltihak etmenin insan için elzem olduğunu duyurmakta ve ispat etmektedir.

    İşte biz, âcizane hazırladığımız bu eserle bu hakikate bir nebze hizmet etmek istedik. İstikbalin münevver bahtiyarlarına bir me’haz olarak bu eseri neşrediyoruz. Daha derin ve geniş bir tarihçe hazırlanması dileğimizdir.

    وَ مِنَ اللّٰهِ التَّو۟فٖيقُ

    Hazırlayanlar


    Önsöz ⇐ | Tarihçe-i Hayat | ⇒ İlk Hayatı