Sünuhat

    Risale-i Nur Tercümeleri sitesinden
    10.26, 2 Haziran 2024 tarihinde Said (mesaj | katkılar) tarafından oluşturulmuş 117661 numaralı sürüm

    İfade-i Meram

    Bazı âyâtı düşünürken bazı nükteler kalbime hutur ederek nota suretinde kaydettim. Elfazca zengin değilim, israfı da (sevmem), teşrifatçı elfazı (beğenmem), îcazımdan darılma.

    خُذ۟ مِن۟ كُلِّ شَى۟ءٍ اَح۟سَنَهُ kaidesiyle sana hoş gelen şeyleri al, sana hoş görünmeyeni bana bırak, ilişme!..

    Said

    اَلَّذٖينَ اٰمَنُوا وَ عَمِلُوا الصَّالِحَاتِ ([1])

    Kur’an “salihat”ı mutlak, mübhem bırakıyor. Çünkü ahlâk ve faziletler, hüsün ve hayır çoğu nisbîdirler. Neviden nev’e geçtikçe değişir. Sınıftan sınıfa nâzil oldukça ayrılır. Mahalden mahalle tebdil-i mekân ettikçe başkalaşır. Cihet muhtelif olsa muhtelif olur. Fertten cemaate, şahıstan millete çıktıkça mahiyeti değişir.

    Mesela cesaret, sehavet erkekte gayret, hamiyet, muavenete sebeptir. Karıda nüşûze, vekahete, zevc hakkına tecavüze sebep olabilir.

    Mesela zayıfın kavîye karşı izzet-i nefsi, kavîde tekebbür olur. Kavînin zayıfa karşı tevazuu, zayıfta tezellül olur.

    Mesela bir ulü’l-emr, makamındaki ciddiyeti vakar, mahviyeti zillettir. Hanesinde ciddiyeti kibir, mahviyeti tevazudur.

    Mesela tertib-i mukaddimatta tefviz, tembelliktir. Terettüb-ü neticede tevekküldür. Semere-i sa’yine, kısmetine rıza kanaattir. Meyl-i sa’yi kuvvetlendirir. Mevcuda iktifa, dûn-himmetliktir.

    Mesela fert; mütekellim-i vahde olsa müsamahası, fedakârlığı amel-i salihtir. Mütekellim-i maalgayr olsa hıyanet olur.

    Mesela bir şahıs; kendi namına hazm-ı nefis eder, tefahur edemez; millet namına tefahur eder, hazm-ı nefis edemez. Her birinde birer misal gördün, istinbat et.

    Mademki Kur’an bütün tabakata, bütün a’sarda, kâffe-i ahvalde şâmil bir hitab-ı ezelîdir. Hem nisbî hüsün, hayır çoktur. Salihattaki ıtlakı, beliğane bir îcaz-ı mutnebdir. Beyanda sükûtu, geniş bir sözdür.

    وَ اِنَّ ال۟فُجَّارَ لَفٖى جَحٖيمٍ

    Âkıbet, ikaba delildir; hadsen onu gösteriyor. Masiyetin ekseriya dünyada olan âkıbeti, bir emare-i hadsiyedir ki cezası da bir ikab vardır. Çünkü herkes hususi bir tecrübe ile hadsen görüyor ki hiçbir münasebet-i tabiiye olmadığı halde, masiyet bir netice-i seyyieye müncer olur. Bu kadar kesret ve vüs’atle tesadüf olamaz.

    Eğer şu umum muhtelif hususi tecrübeler nazara alınırsa görünür ki nokta-i iştirak yalnız tabiat-ı masiyettir ki cezayı istilzam ediyor. Demek ceza, masiyetin lâzım-ı zatîsidir.

    Mademki dünyada filcümle bu lâzım, sırf tabiat-ı masiyet için terettüp ediyor. Elbette bu dârda terettüp etmeyen, başka dârda terettüp edecektir. Acaba kim vardır ki küçücük bir tecrübe geçirmemiş ve dememiş ki: “Filan adam fenalık etti, belasını buldu.”

    وَ جَعَل۟نَاكُم۟ شُعُوبًا وَ قَبَٓائِلَ لِتَعَارَفُوا

    (اَى۟ لِتَعَارَفُوا فَتَعَاوَنُوا فَتَحَابُّوا. لَا لِتَنَاكَرُوا فَتَعَانَدُوا فَتَعَادُّوا.)

    Bir nefer takımda, bölükte, taburda, fırkada birer rabıtası, birer vazifesi olduğu gibi; herkesin heyet-i içtimaiyede müteselsil revabıt ve vezaifi vardır. Halita şeklinde gayr-ı muayyen olsa tearüf ve teavün olmaz.

    Unsuriyetin intibahı ya müsbettir ki şefkat-i cinsiye ile intiaşe gelir ki tearüfle teavüne sebeptir. Veya menfîdir ki hırs-ı ırkî ile intibaha gelir ki tenakürle teanüdün sebebidir. İslâmiyet bunu reddeder.

    وَمَا مِن۟ دَٓابَّةٍ فِى ال۟اَر۟ضِ اِلَّا عَلَى اللّٰهِ رِز۟قُهَا

    Rızık, hayat kadar kudret nazarında ehemmiyetlidir. Kudret çıkarıyor, kader giydiriyor, inayet besliyor. Kudret-i ezeliye dehşetli bir faaliyetle âlem-i kesifi, âlem-i latîfe kalp ve zerrat-ı kâinatı hayattan hissedar etmek için edna bir sebep ile bir bahane ile kemal-i ehemmiyetle hayatı verdiği gibi; aynı derece ehemmiyetle mebsuten mütenasip, rızkı dahi ihzar ediyor.

    Hayat, muhassal-ı mazbuttur, görünür. Rızık gayr-ı muhassal, tedricî münteşirdir, düşündürür.

    Bir nokta-i nazarda denilebilir: “Açlıktan ölmek yoktur.” Zira şahm vesair surette iddihar olunan gıda bitmeden evvel ölüyor. Demek, terk-i âdetten neş’et eden maraz öldürür. Rızıksızlık değil.

    ([2]) وَ اِنَّ الدَّارَ ال۟اٰخِرَةَ لَهِىَ ال۟حَيَوَانُ

    Küremiz hayvana benziyor. Âsâr-ı hayatı gösteriyor. Acaba yumurta kadar küçülse bir nevi hayvan olmayacak mıdır? Veya bir mikrop, küre kadar büyüse ona benzemeyecek mi? Hayatı varsa ruhu da vardır.

    İnsan-ı ekber olan âlem, tazammun ettiği manzume-i kâinat o derece hassasiyet ve âsâr-ı hayat gösteriyor ki bir cesetteki aza, ecza, zerrat izhar ettikleri tesanüd, tecazüb, teavünden daha ziyade muntazam, muttarid, mükemmel âsârı gösteriyor. Acaba âlem, insan kadar küçülse yıldızları zerrat ve cevahir-i ferde hükmüne geçse o da bir hayvan-ı zîşuur olmayacak mıdır?

    Şu âyet dehşetli bir sırrı telvih eder. Kesretin mebdei vahdettir, müntehası da vahdettir. Bu bir düstur-u fıtrattır.

    Kudret-i ezeliyenin feyz-i tecellisi ve eser-i ibdaı olan kâinattaki kuvvetten umum zerrata, her bir zerreye birer zerre-i cazibe halk ve ihsan ederek ve ondan kâinatın rabıtası olan müttehid, müstakil, muhassal cazibe-i umumiyeyi inşa ve icad etmiştir. Nasıl ki zerratta reşehat-ı kuvvet olan cazibelerin muhassalası bir cazibe-i umumiye vardır. O da kuvvetin ziyasıdır. İzabesinden neş’et eden bir istihale-i latîfesidir.

    Kezalik kâinata serpilmiş katarat ve lemaat-ı hayatın dahi muhassalı bir hayat-ı umumiye var olmak gerektir. Hayat varsa ruh da vardır. Öteki gibi münteha-i ruh, bir mebde-i ruhun cilve-i feyzidir. O mebde-i ruh dahi hayat-ı ezeliyenin tecellisidir ki lisan-ı tasavvufta hayat-ı sâriye tesmiye ederler.

    İşte ehl-i istiğrakın iştibahının sebebi ve şatahatın menşei: Şu zılli, asla iltibas etmeleridir.

    وَ لَا تَقُولُوا لِمَن۟ يُق۟تَلُ فٖى سَبٖيلِ اللّٰهِ اَم۟وَاتٌ بَل۟ اَح۟يَٓاءٌ وَ لٰكِن۟ لَا تَش۟عُرُونَ

    ( اَى۟ وَلٰكِنَّهُم۟ يَش۟عُرُونَ اَنَّهُم۟ اَح۟يَاءٌ مَا مَاتُوا )

    Şehit, kendini hay bilir. ([3]) Feda ettiği hayatı, sekeratı tatmadığından gayr-ı münkatı’ ve bâki görüyor. Yalnız daha nezih olarak buluyor. Başka meyyite nisbeti şuna benzer ki: İki adam rüyada lezaizin envaına câmi’ bir bahçede geziyorlar. Biri rüya olduğunu bilir, ehemmiyet vermez. Diğeri ise yakaza bilir, hakiki mütelezziz olur.

    Âlem-i rüya, âlem-i misalin zılli ve o da âlem-i berzahın zılli olduğundan, desatirleri mütemasildir.

    مَن۟ قَتَلَ نَف۟سًا بِغَي۟رِ نَف۟سٍ اَو۟ فَسَادٍ فِى ال۟اَر۟ضِ فَكَاَنَّمَا قَتَلَ النَّاسَ جَمٖيعًا وَمَن۟ اَح۟يَاهَا فَكَاَنَّمَٓا اَح۟يَا النَّاسَ جَمٖيعًا

    Şu âyet haktır, akla münafî olamaz. Hakikattir; mücazefe, mübalağa içinde bulunamaz. Halbuki zâhir düşündürür.

    Birinci Cümle: Adalet-i mahzanın en büyük düsturunu vaz’ediyor. Der ki: Bir masumun hayatı, kanı hattâ umum beşer için olsa da heder olmaz. İkisi nazar-ı kudrette bir olduğu gibi nazar-ı adalette de birdir. Cüz’iyatın küllîye nisbeti bir olduğu gibi hakkın dahi mizan-ı adalete karşı aynı nisbettir. O nokta-i nazardan, hakkın küçüğü büyüğü olamaz.

    Lâkin adalet-i izafiye, cüzü külle feda eder. Fakat muhtar cüzün, sarîhan veya zımnen ihtiyar ve rıza vermek şartıyla… Eneler nahnüye inkılab edip mezcî cemaat ruhu tevellüd ederek, külle feda olmak için fert zımnen rıza-dâde olabilir. Bazen nur, nâr göründüğü gibi şiddet-i belâgat da mübalağa görünür.

    Şurada nükte-i belâgat üç noktadan terekküp ediyor:

    Birincisi: Beşerin fıtratındaki istidad-ı isyan ve tehevvür, gayr-ı mahdud olduğunu göstermektir. Hayra olduğu gibi şerre dahi insanın kabiliyeti nâmütenahî gibidir. Hodgâmlık ile öyle insan olur ki heves ve ihtirasına mani her şeyi, hattâ elinden gelirse dünyayı harap ve nev-i beşeri mahvetmek ister.

    İkincisi: İstidad-ı fıtrînin hariçte derece-i kuvvetini izharla, mümkünü vaki suretinde göstererek, nefsi zecredip –demek o damar-ı gadir ve isyan çekirdeği güya bi’l-kuvveden bilfiile çıkıp imkânatı vukuata inkılab ederek, müstaid olduğu semeratı verip bir şecere-i zakkum suretinde hayalin nasbü’l-aynına vaz’eder– tâ matlub olan teneffür ve inzicarı, nefsin dibine kadar işletilsin. İrşadî belâgat böyle olur.

    Üçüncüsü: Kaziye-i mutlaka bazen külliye ve kaziye-i vaktiye-i münteşire bazen daime suretinde görünür. Halbuki bir fert, bir zamanda hükme mazhar olsa kaziyenin mantıken sıdkına kâfidir. Ehemmiyetli bir kemiyet olsa örfen dahi doğrudur. Nasıl ki her mahiyette bazı hârikulâde efrad veya o nev’in nihayet derecede tekemmül etmiş bir fert veya her fert için acib şeraite câmi’ hârika bir zaman bulunur ki sair efrad ve ezmine o ferde veya o zamana nisbeten, zerreler kadar küçücük balıklar balina balığına nisbeti gibidir.

    Bu sırra binaen cümle-i ûlâ çendan zâhiren külliye ise fakat daime değildir. Fakat beşere kātilliğin zaman cihetiyle en müthiş ferdini nazara vaz’ediyor.

    Öyle zaman olur ki bir kelime bir orduyu batırır, bir gülle otuz milyonun mahvına sebep olur. Nasıl ki oldu da… Öyle şerait tahtında olur ki küçük bir hareket insanı a’lâ-yı illiyyîne çıkarır. Öyle hal olur ki küçük bir fiil, insanı esfel-i safilîne indirir.

    Böyle kaziye-i mutlakada veya münteşire-i zamaniyede böyle haller, büyük bir nükte için nazara alınır. Böyle acib fertler ve acib zamanlar ve haller mutlak, mübhem bırakılır.

    Mesela insanlarda veli, cumada dakika-i icabe, ramazanda leyle-i kadir, esmaü’l-hüsnada ism-i a’zam, ömürde ecel meçhul kaldıkça sair efrad dahi kıymettar kalır, ehemmiyet verilir. Taayyün ettikçe, sairleri rağbetten düşer.

    Yirmi sene mübhem bir ömür, nihayeti muayyen bin seneye müreccahtır. Zira vehim, ebediyete ihtimal verdiğinden mübhemde nefsi kandırır. Muayyende ise yarısı geçtikten sonra darağacına tedricen takarrub gibidir.

    Tenbih: Bazı âyât ve ehadîs vardır ki mutlakadır, külliye telakki edilmiş. Hem öyleler vardır ki münteşire-i muvakkatedir, daime zannedilmiş. Hem mukayyede var, âmm hesap edilmiş.

    Mesela, demiş bu şey küfürdür. Yani o sıfat imandan neş’et etmemiş, o sıfat kâfiredir. O haysiyet ile o zat küfür etti denilir. Fakat mevsufu ise imandan neş’et ettikleri gibi ve imanın tereşşuhatına da haize olan başka masume evsafa mâlik olduğundan, o zat kâfirdir denilmez. İllâ ki o sıfat küfürden neş’et ettiği yakînen biline. Zira başka sebepten de neş’et edebilir. Sıfatın delâletinde şek var. İmanın vücudunda da yakîn var. Şek ise yakînin hükmünü izale etmez. Tekfire çabuk cüret edenler düşünsünler!..

    İkinci Cümle:

    اَى۟ مَن۟ اَح۟يَاهَا فَكَاَنَّمَا اَح۟يَا النَّاسَ جَمٖيعًا

    İhya, mana-yı zâhirî-yi mecazî itibarıyla hasenenin gayr-ı mahdud tezauf düsturunu gösterir. Mana-yı aslî itibarıyla halk ve icadda şirk ve iştiraki, esasıyla hedm eden bir bürhana remizdir. Zira bu cümle ile beraber مَا خَل۟قُكُم۟ وَلَا بَع۟ثُكُم۟ اِلَّا كَنَف۟سٍ وَاحِدَةٍ tarafeyndeki teşbih, iktidar manasını ifham ettiğini dahi nazara alınsa mantıken aks-i nakîz kaidesiyle istilzam ediyor ki مَن۟ لَا يَق۟تَدِرُ عَلٰى اِح۟يَاءِ النَّاسِ جَمٖيعًا لَا يَق۟تَدِرُ عَلٰى اِح۟يَاءِ نَف۟سٍ وَاحِدَةٍ demek işareten delâlet ediyor.

    Mademki insanın, mümkinatın kudreti, bilbedahe semavatın, küre-i arzın halkına, icadına muktedir değildir. Bir taşın, hiçbir şeyin halkına da muktedir olamaz.

    Demek arzı ve bütün nücum ve şümusu tesbih taneleri gibi kaldıracak, çevirecek kuvvetli bir ele mâlik olmayan kimse kâinatta dava-yı halk ve iddia-yı icad edemez.

    Sun’î tasarrufat-ı beşeriye ise fıtratta cari olan nevamis-i İlahînin sereyanlarını keşif ile tevfik-i hareket edip lehinde istimal etmektir.

    İşte bu derece bürhanda vuzuh, parlaklık Kur’an’ın rumuz-u i’cazındandır. Gelecek âyet bunu ispat edecektir.

    1. Yalnız ıtlakın nüktesini beyan eder.
    2. Hayat-ı hakikiye ancak âlem-i âhiretin hayatıdır. Hem o âlem ayn-ı hayattır. Hiçbir zerresi mevat değildir. Demek, dünyamız da bir hayvandır.
    3. Acib bir vakıa, şu manaya bana kat’î kanaat vermiştir.