Sünuhat
İfade-i Meram
Bazı âyâtı düşünürken bazı nükteler kalbime hutur ederek nota suretinde kaydettim. Elfazca zengin değilim, israfı da (sevmem), teşrifatçı elfazı (beğenmem), îcazımdan darılma.
خُذ۟ مِن۟ كُلِّ شَى۟ءٍ اَح۟سَنَهُ kaidesiyle sana hoş gelen şeyleri al, sana hoş görünmeyeni bana bırak, ilişme!..
Said
اَلَّذٖينَ اٰمَنُوا وَ عَمِلُوا الصَّالِحَاتِ ([1])
Kur’an “salihat”ı mutlak, mübhem bırakıyor. Çünkü ahlâk ve faziletler, hüsün ve hayır çoğu nisbîdirler. Neviden nev’e geçtikçe değişir. Sınıftan sınıfa nâzil oldukça ayrılır. Mahalden mahalle tebdil-i mekân ettikçe başkalaşır. Cihet muhtelif olsa muhtelif olur. Fertten cemaate, şahıstan millete çıktıkça mahiyeti değişir.
Mesela cesaret, sehavet erkekte gayret, hamiyet, muavenete sebeptir. Karıda nüşûze, vekahete, zevc hakkına tecavüze sebep olabilir.
Mesela zayıfın kavîye karşı izzet-i nefsi, kavîde tekebbür olur. Kavînin zayıfa karşı tevazuu, zayıfta tezellül olur.
Mesela bir ulü’l-emr, makamındaki ciddiyeti vakar, mahviyeti zillettir. Hanesinde ciddiyeti kibir, mahviyeti tevazudur.
Mesela tertib-i mukaddimatta tefviz, tembelliktir. Terettüb-ü neticede tevekküldür. Semere-i sa’yine, kısmetine rıza kanaattir. Meyl-i sa’yi kuvvetlendirir. Mevcuda iktifa, dûn-himmetliktir.
Mesela fert; mütekellim-i vahde olsa müsamahası, fedakârlığı amel-i salihtir. Mütekellim-i maalgayr olsa hıyanet olur.
Mesela bir şahıs; kendi namına hazm-ı nefis eder, tefahur edemez; millet namına tefahur eder, hazm-ı nefis edemez. Her birinde birer misal gördün, istinbat et.
Mademki Kur’an bütün tabakata, bütün a’sarda, kâffe-i ahvalde şâmil bir hitab-ı ezelîdir. Hem nisbî hüsün, hayır çoktur. Salihattaki ıtlakı, beliğane bir îcaz-ı mutnebdir. Beyanda sükûtu, geniş bir sözdür.
وَ اِنَّ ال۟فُجَّارَ لَفٖى جَحٖيمٍ
Âkıbet, ikaba delildir; hadsen onu gösteriyor. Masiyetin ekseriya dünyada olan âkıbeti, bir emare-i hadsiyedir ki cezası da bir ikab vardır. Çünkü herkes hususi bir tecrübe ile hadsen görüyor ki hiçbir münasebet-i tabiiye olmadığı halde, masiyet bir netice-i seyyieye müncer olur. Bu kadar kesret ve vüs’atle tesadüf olamaz.
Eğer şu umum muhtelif hususi tecrübeler nazara alınırsa görünür ki nokta-i iştirak yalnız tabiat-ı masiyettir ki cezayı istilzam ediyor. Demek ceza, masiyetin lâzım-ı zatîsidir.
Mademki dünyada filcümle bu lâzım, sırf tabiat-ı masiyet için terettüp ediyor. Elbette bu dârda terettüp etmeyen, başka dârda terettüp edecektir. Acaba kim vardır ki küçücük bir tecrübe geçirmemiş ve dememiş ki: “Filan adam fenalık etti, belasını buldu.”
وَ جَعَل۟نَاكُم۟ شُعُوبًا وَ قَبَٓائِلَ لِتَعَارَفُوا
(اَى۟ لِتَعَارَفُوا فَتَعَاوَنُوا فَتَحَابُّوا. لَا لِتَنَاكَرُوا فَتَعَانَدُوا فَتَعَادُّوا.)
Bir nefer takımda, bölükte, taburda, fırkada birer rabıtası, birer vazifesi olduğu gibi; herkesin heyet-i içtimaiyede müteselsil revabıt ve vezaifi vardır. Halita şeklinde gayr-ı muayyen olsa tearüf ve teavün olmaz.
Unsuriyetin intibahı ya müsbettir ki şefkat-i cinsiye ile intiaşe gelir ki tearüfle teavüne sebeptir. Veya menfîdir ki hırs-ı ırkî ile intibaha gelir ki tenakürle teanüdün sebebidir. İslâmiyet bunu reddeder.
وَمَا مِن۟ دَٓابَّةٍ فِى ال۟اَر۟ضِ اِلَّا عَلَى اللّٰهِ رِز۟قُهَا
Rızık, hayat kadar kudret nazarında ehemmiyetlidir. Kudret çıkarıyor, kader giydiriyor, inayet besliyor. Kudret-i ezeliye dehşetli bir faaliyetle âlem-i kesifi, âlem-i latîfe kalp ve zerrat-ı kâinatı hayattan hissedar etmek için edna bir sebep ile bir bahane ile kemal-i ehemmiyetle hayatı verdiği gibi; aynı derece ehemmiyetle mebsuten mütenasip, rızkı dahi ihzar ediyor.
Hayat, muhassal-ı mazbuttur, görünür. Rızık gayr-ı muhassal, tedricî münteşirdir, düşündürür.
Bir nokta-i nazarda denilebilir: “Açlıktan ölmek yoktur.” Zira şahm vesair surette iddihar olunan gıda bitmeden evvel ölüyor. Demek, terk-i âdetten neş’et eden maraz öldürür. Rızıksızlık değil.
([2]) وَ اِنَّ الدَّارَ ال۟اٰخِرَةَ لَهِىَ ال۟حَيَوَانُ
Küremiz hayvana benziyor. Âsâr-ı hayatı gösteriyor. Acaba yumurta kadar küçülse bir nevi hayvan olmayacak mıdır? Veya bir mikrop, küre kadar büyüse ona benzemeyecek mi? Hayatı varsa ruhu da vardır.
İnsan-ı ekber olan âlem, tazammun ettiği manzume-i kâinat o derece hassasiyet ve âsâr-ı hayat gösteriyor ki bir cesetteki aza, ecza, zerrat izhar ettikleri tesanüd, tecazüb, teavünden daha ziyade muntazam, muttarid, mükemmel âsârı gösteriyor. Acaba âlem, insan kadar küçülse yıldızları zerrat ve cevahir-i ferde hükmüne geçse o da bir hayvan-ı zîşuur olmayacak mıdır?
Şu âyet dehşetli bir sırrı telvih eder. Kesretin mebdei vahdettir, müntehası da vahdettir. Bu bir düstur-u fıtrattır.
Kudret-i ezeliyenin feyz-i tecellisi ve eser-i ibdaı olan kâinattaki kuvvetten umum zerrata, her bir zerreye birer zerre-i cazibe halk ve ihsan ederek ve ondan kâinatın rabıtası olan müttehid, müstakil, muhassal cazibe-i umumiyeyi inşa ve icad etmiştir. Nasıl ki zerratta reşehat-ı kuvvet olan cazibelerin muhassalası bir cazibe-i umumiye vardır. O da kuvvetin ziyasıdır. İzabesinden neş’et eden bir istihale-i latîfesidir.
Kezalik kâinata serpilmiş katarat ve lemaat-ı hayatın dahi muhassalı bir hayat-ı umumiye var olmak gerektir. Hayat varsa ruh da vardır. Öteki gibi münteha-i ruh, bir mebde-i ruhun cilve-i feyzidir. O mebde-i ruh dahi hayat-ı ezeliyenin tecellisidir ki lisan-ı tasavvufta hayat-ı sâriye tesmiye ederler.
İşte ehl-i istiğrakın iştibahının sebebi ve şatahatın menşei: Şu zılli, asla iltibas etmeleridir.
وَ لَا تَقُولُوا لِمَن۟ يُق۟تَلُ فٖى سَبٖيلِ اللّٰهِ اَم۟وَاتٌ بَل۟ اَح۟يَٓاءٌ وَ لٰكِن۟ لَا تَش۟عُرُونَ
( اَى۟ وَلٰكِنَّهُم۟ يَش۟عُرُونَ اَنَّهُم۟ اَح۟يَاءٌ مَا مَاتُوا )
Şehit, kendini hay bilir. ([3]) Feda ettiği hayatı, sekeratı tatmadığından gayr-ı münkatı’ ve bâki görüyor. Yalnız daha nezih olarak buluyor. Başka meyyite nisbeti şuna benzer ki: İki adam rüyada lezaizin envaına câmi’ bir bahçede geziyorlar. Biri rüya olduğunu bilir, ehemmiyet vermez. Diğeri ise yakaza bilir, hakiki mütelezziz olur.
Âlem-i rüya, âlem-i misalin zılli ve o da âlem-i berzahın zılli olduğundan, desatirleri mütemasildir.
مَن۟ قَتَلَ نَف۟سًا بِغَي۟رِ نَف۟سٍ اَو۟ فَسَادٍ فِى ال۟اَر۟ضِ فَكَاَنَّمَا قَتَلَ النَّاسَ جَمٖيعًا وَمَن۟ اَح۟يَاهَا فَكَاَنَّمَٓا اَح۟يَا النَّاسَ جَمٖيعًا
Şu âyet haktır, akla münafî olamaz. Hakikattir; mücazefe, mübalağa içinde bulunamaz. Halbuki zâhir düşündürür.
Birinci Cümle: Adalet-i mahzanın en büyük düsturunu vaz’ediyor. Der ki: Bir masumun hayatı, kanı hattâ umum beşer için olsa da heder olmaz. İkisi nazar-ı kudrette bir olduğu gibi nazar-ı adalette de birdir. Cüz’iyatın küllîye nisbeti bir olduğu gibi hakkın dahi mizan-ı adalete karşı aynı nisbettir. O nokta-i nazardan, hakkın küçüğü büyüğü olamaz.
Lâkin adalet-i izafiye, cüzü külle feda eder. Fakat muhtar cüzün, sarîhan veya zımnen ihtiyar ve rıza vermek şartıyla… Eneler nahnüye inkılab edip mezcî cemaat ruhu tevellüd ederek, külle feda olmak için fert zımnen rıza-dâde olabilir. Bazen nur, nâr göründüğü gibi şiddet-i belâgat da mübalağa görünür.
Şurada nükte-i belâgat üç noktadan terekküp ediyor:
Birincisi: Beşerin fıtratındaki istidad-ı isyan ve tehevvür, gayr-ı mahdud olduğunu göstermektir. Hayra olduğu gibi şerre dahi insanın kabiliyeti nâmütenahî gibidir. Hodgâmlık ile öyle insan olur ki heves ve ihtirasına mani her şeyi, hattâ elinden gelirse dünyayı harap ve nev-i beşeri mahvetmek ister.
İkincisi: İstidad-ı fıtrînin hariçte derece-i kuvvetini izharla, mümkünü vaki suretinde göstererek, nefsi zecredip –demek o damar-ı gadir ve isyan çekirdeği güya bi’l-kuvveden bilfiile çıkıp imkânatı vukuata inkılab ederek, müstaid olduğu semeratı verip bir şecere-i zakkum suretinde hayalin nasbü’l-aynına vaz’eder– tâ matlub olan teneffür ve inzicarı, nefsin dibine kadar işletilsin. İrşadî belâgat böyle olur.
Üçüncüsü: Kaziye-i mutlaka bazen külliye ve kaziye-i vaktiye-i münteşire bazen daime suretinde görünür. Halbuki bir fert, bir zamanda hükme mazhar olsa kaziyenin mantıken sıdkına kâfidir. Ehemmiyetli bir kemiyet olsa örfen dahi doğrudur. Nasıl ki her mahiyette bazı hârikulâde efrad veya o nev’in nihayet derecede tekemmül etmiş bir fert veya her fert için acib şeraite câmi’ hârika bir zaman bulunur ki sair efrad ve ezmine o ferde veya o zamana nisbeten, zerreler kadar küçücük balıklar balina balığına nisbeti gibidir.
Bu sırra binaen cümle-i ûlâ çendan zâhiren külliye ise fakat daime değildir. Fakat beşere kātilliğin zaman cihetiyle en müthiş ferdini nazara vaz’ediyor.
Öyle zaman olur ki bir kelime bir orduyu batırır, bir gülle otuz milyonun mahvına sebep olur. Nasıl ki oldu da… Öyle şerait tahtında olur ki küçük bir hareket insanı a’lâ-yı illiyyîne çıkarır. Öyle hal olur ki küçük bir fiil, insanı esfel-i safilîne indirir.
Böyle kaziye-i mutlakada veya münteşire-i zamaniyede böyle haller, büyük bir nükte için nazara alınır. Böyle acib fertler ve acib zamanlar ve haller mutlak, mübhem bırakılır.
Mesela insanlarda veli, cumada dakika-i icabe, ramazanda leyle-i kadir, esmaü’l-hüsnada ism-i a’zam, ömürde ecel meçhul kaldıkça sair efrad dahi kıymettar kalır, ehemmiyet verilir. Taayyün ettikçe, sairleri rağbetten düşer.
Yirmi sene mübhem bir ömür, nihayeti muayyen bin seneye müreccahtır. Zira vehim, ebediyete ihtimal verdiğinden mübhemde nefsi kandırır. Muayyende ise yarısı geçtikten sonra darağacına tedricen takarrub gibidir.
Tenbih: Bazı âyât ve ehadîs vardır ki mutlakadır, külliye telakki edilmiş. Hem öyleler vardır ki münteşire-i muvakkatedir, daime zannedilmiş. Hem mukayyede var, âmm hesap edilmiş.
Mesela, demiş bu şey küfürdür. Yani o sıfat imandan neş’et etmemiş, o sıfat kâfiredir. O haysiyet ile o zat küfür etti denilir. Fakat mevsufu ise imandan neş’et ettikleri gibi ve imanın tereşşuhatına da haize olan başka masume evsafa mâlik olduğundan, o zat kâfirdir denilmez. İllâ ki o sıfat küfürden neş’et ettiği yakînen biline. Zira başka sebepten de neş’et edebilir. Sıfatın delâletinde şek var. İmanın vücudunda da yakîn var. Şek ise yakînin hükmünü izale etmez. Tekfire çabuk cüret edenler düşünsünler!..
İkinci Cümle:
اَى۟ مَن۟ اَح۟يَاهَا فَكَاَنَّمَا اَح۟يَا النَّاسَ جَمٖيعًا
İhya, mana-yı zâhirî-yi mecazî itibarıyla hasenenin gayr-ı mahdud tezauf düsturunu gösterir. Mana-yı aslî itibarıyla halk ve icadda şirk ve iştiraki, esasıyla hedm eden bir bürhana remizdir. Zira bu cümle ile beraber مَا خَل۟قُكُم۟ وَلَا بَع۟ثُكُم۟ اِلَّا كَنَف۟سٍ وَاحِدَةٍ tarafeyndeki teşbih, iktidar manasını ifham ettiğini dahi nazara alınsa mantıken aks-i nakîz kaidesiyle istilzam ediyor ki مَن۟ لَا يَق۟تَدِرُ عَلٰى اِح۟يَاءِ النَّاسِ جَمٖيعًا لَا يَق۟تَدِرُ عَلٰى اِح۟يَاءِ نَف۟سٍ وَاحِدَةٍ demek işareten delâlet ediyor.
Mademki insanın, mümkinatın kudreti, bilbedahe semavatın, küre-i arzın halkına, icadına muktedir değildir. Bir taşın, hiçbir şeyin halkına da muktedir olamaz.
Demek arzı ve bütün nücum ve şümusu tesbih taneleri gibi kaldıracak, çevirecek kuvvetli bir ele mâlik olmayan kimse kâinatta dava-yı halk ve iddia-yı icad edemez.
Sun’î tasarrufat-ı beşeriye ise fıtratta cari olan nevamis-i İlahînin sereyanlarını keşif ile tevfik-i hareket edip lehinde istimal etmektir.
İşte bu derece bürhanda vuzuh, parlaklık Kur’an’ın rumuz-u i’cazındandır. Gelecek âyet bunu ispat edecektir.
مَا خَل۟قُكُم۟ وَلَا بَع۟ثُكُم۟ اِلَّا كَنَف۟سٍ وَاحِدَةٍ
Zira kudret zatiyedir. Acz tahallül edemez. Melekûtiyete taalluk eder. Mevani tedahül edemez. Nisbeti kanunîdir. Cüz ve küll, cüz’î ve küllî hükmüne geçer.
Birinci Nokta: Kudret-i ezeliye, Zat-ı Akdes’e lâzıme-i zaruriye-i nâşie-i zatiyedir. Acz zıddı olduğundan bizzarure, zaruriye-i zatiye ile zıddının melzumu olan zata ârız olmaz. Madem zata ârız olamaz, kudrete bizzarure tahallül edemez. Mademki tahallül edemez, kudrette meratib bizzarure olamaz. Zira meratibin vücudu, ezdadın tedahülüyledir. Mesela, hararette meratib, bürudetin tahallülüyledir. Hüsündeki derecat, kubhun tedahülüyledir. (وَ هَلُمَّ جَرًّا )
Mümkinatta hakiki lüzum-u zatî-i tabiî olmadığından, kâinatta ezdad birbirine girebilmiş. Meratib tevellüd edip ihtilafat ile tagayyürat neş’et etmiştir.
Mademki kudrette meratib olamaz, makdûrat dahi bizzarure kudrete nisbeti bir olur. En büyük, en küçüğe müsavi, zerrat yıldızlara emsal olur.
İkinci Nokta: Kâinatın iki ciheti var, âyinenin iki vechi gibi. Biri mülk, biri melekûtiyet. Mülk ciheti ezdadın cevelangâhıdır. Hüsün kubuh, hayır şer, sıgar kiber gibi umûrun mahall-i tevarüdüdür. Onun için vesait ve esbab vaz’edilmiş tâ dest-i kudret zâhiren umûr-u hasise ile mübaşir olmasın. Azamet, izzet öyle ister. Hakiki tesir verilmemiş, vahdet öyle ister.
Melekûtiyet ciheti ise mutlaka şeffafedir. Teşahhusat karışmaz. O cihet vasıtasız, Hâlık’a müteveccihtir. Terettüp, teselsülü yoktur. İlliyet ma’luliyet giremez. İ’vicacatı yoktur. Avâik müdahale edemez. Zerre şemse kardeş olur.
Kudret hem basit hem nâmütenahî hem zatî, mahall-i taalluk-u kudret hem vasıtasız hem lekesiz hem isyansızdır. Büyük küçüğe tekebbürü, cemaat ferde rüçhanı, küll cüze nisbeten kudrete karşı fazla nazlanması olamaz.
Üçüncü Nokta:
لَي۟سَ كَمِث۟لِهٖ شَى۟ءٌ وَ لِلّٰهِ ال۟مَثَلُ ال۟اَع۟لٰى
Temsil, tasviri teshil ettiğinden temsilatla bu gamız noktayı tefhime çalışacağız.
Mesela, şemsin feyz-i tecellisi olan timsali, deniz sathında, denizin katresinde aynı hüviyeti gösteriyor. Mesela, kâinat hâilsiz şemse müteveccih olmak şartıyla, mütefavit cam parçalarından farz edilse timsal-i şems zerrede, sath-ı arzda, umumda müzahametsiz, tecezzisiz, tenakussuz bir olur. İşte şeffafiyet sırrı.
Mesela, noktalardan terekküp eden bir daire-i azîmin nokta-i merkeziyenin elinde bir mum ve muhitteki noktaların ellerinde birer (âyine) farz edilse nokta-i merkeziyenin verdiği feyz; müzahametsiz, tecezzisiz, tenakussuz nisbeti birdir. İşte mukabele sırrı.
Mesela, hakiki bir mizanın iki gözünde iki şems, iki yıldız, iki dağ, iki yumurta, iki cevher-i fert hangisi bulunursa bulunsun, sarf olunacak aynı kuvvetle, hassas terazinin bir kefesi Süreyya’ya, bir kefesi serâya inebilir. İşte muvazene sırrı.
Mesela, en azîm bir gemiyi, bir çocuk dahi oyuncağını çevirdiği gibi çevirir. İşte intizamın sırrı.
Mesela, bir mahiyet-i mücerrede bütün cüz’iyatına en asgarına, en ekberine yorulmadan, tenakus etmeden, tecezzisiz bir bakar. Mülk cihetindeki teşahhusat, hususiyat müdahale edip tağyir edemez. İşte tecerrüdün sırrı.
Mesela, bir kumandan arş emri ile bir neferi tahrik, bir orduyu tahrik eder. İşte itaat sırrı.
Zira her şeyin bir nokta-i kemali ve o noktaya bir meyli var. Muzaaf meyil, ihtiyaç; muzaaf ihtiyaç, aşk; muzaaf aşk, incizabdır. Mahiyat-ı mümkinatın mutlakā kemali, mutlak vücuddur. Hususi kemali, istidadatını bilfiile çıkaran has vücuddur. Bütün kâinatın kün emrine itaati, bir zerre neferi itaati gibidir. Kün emr-i ezelîsine mümkinin itaat ve imtisalinde, meyil ve ihtiyaç ve şevk ve incizab mümtezic, mündemicdir.
Nıkāt-ı selâse hususan üçüncü noktadaki esrar-ı sitte ile mülk ve mümkin canibinde değil, melekûtiyet ve kudret-i ezeliye cihetinde nazar edilse istinkâra incirar eden istib’ad zâil ve nefis mutmainne olur. Şöyle:
Mademki kudret-i ezeliye gayr-ı mütenahiyedir, zatiyedir, zaruriyedir. Her şeyin lekesiz, perdesiz cihet-i melekûtiyeti ona müteveccihtir, ona mukabildir. İmkân itibarıyla mütesavi, mütevazinü’t-tarafeyndir. Şeriat-ı fıtriye-i kübra olan nizama mutîdir. Avâik ve hususiyat-ı mütenevviadan cihet-i melekûtiyet mücerreddir. Küll-ü a’zam, cüz-ü asgara nisbeten, kudrete karşı ziyade nazlanmaz, mukavemet etmez. Haşirde bütün zevi’l-ervah ihyası, mevt-âlûd bir nevm ile kışta uyuşmuş bir sineği, baharda ihya ve in’aşından kudrete daha ağır olamaz.
Mezkûr üç nokta dikkat-i nazara alınsa görünür ki مَا خَل۟قُكُم۟ وَلَا بَع۟ثُكُم۟ اِلَّا كَنَف۟سٍ وَاحِدَةٍ mübalağasız, mücazefesiz doğrudur, haktır, hakikattir.
وَلَا يَتَّخِذ۟ بَع۟ضُنَا بَع۟ضًا اَر۟بَابًا مِن۟ دُونِ اللّٰهِ
Binler nüktesinden bir nükte:
Sofiye meşrebinden kat’-ı nazar, İslâmiyet vasıtayı red, delili kabul ve vesileyi nefiy, imamı ispat eder. Başka din, vasıtayı kabul eder. Bu sırra binaendir ki Hristiyan’da servet ve rütbece yüksek olanlar, ziyade dindardır. İslâmiyet’te avam ise servet ve rütbece yüksek olanlardan ziyade dine merbuttur. Zira bir zîrütbe enaniyetli bir Hristiyan, ne derece dinde mütesallib ise o derece mevkiini muhafaza ve enaniyeti okşar, kibrinde imtiyazından fedakârlık etmez belki kazanır.
Bir Müslim ne derece dine mütemessik ise o derece kibrinden, gururundan hattâ izzet-i rütebîden fedakârlık etmek gerektir.
Öyle ise kendini havas zanneden zalimlere, mazlumîn ve avamın hücumu ile Hristiyanlık havassın tahakkümüne yardım ettiğinden parçalanabilir. İslâmiyet ise dünyevî havastan ziyade avamın malı olduğundan, esasat itibarıyla müteessir olmamak gerektir.
يُخ۟رِجُ ال۟حَىَّ مِنَ ال۟مَيِّتِ وَ يُخ۟رِجُ ال۟مَيِّتَ مِنَ ال۟حَىِّ
Pek çok desatir-i külliye ve bir kısım desatir-i ekseriyi tazammun eder. Ferde, cemaate, nev’e, mesleğe şâmildir. Yalnız ekseri düsturların mâsadakatından bir iki misal zikredeceğiz:
Lâkayt Emevîlik nihayet Sünnet Cemaate, salabetli Alevîlik nihayet Râfızîliğe dayandı.
Hem zalime karşı miskinliği esas tutan Hristiyanlık, nihayet tecellüd, cebbarlıkta ve zalime karşı cihad, izzet-i nefsi esas tutan İslâmiyet –eyvah– nihayet miskinlikte karar kıldı.
Hem mebdei taassup derecesinde azîmet olsa nihayeti müsaheleye, ruhsata taraftarsa nihayeti salabete müncer olan bir kısım Hanbelî, Hanefî gibi.
Hattâ en garibi, bir kısım mutaassıplar mesleklerinin zıddına olarak küffara karşı müsamaha, dostluk ve lâkayt Jönler husumet ve salabet taraftarı çıktılar. Güya mebde-i Hürriyet’teki mevkilerini becayiş ettiler.
İki âlim; bazen nâkısın oğlu kâmil, kâmilin oğlu nâkıs oluyor. Güya bakiyye-i iştiha ve şevki, tevarüsle velede geçiyor. Öteki kaza-i vatar ettiğinden, veledinden ilme karşı açlık hissini uyandırmıyor.
Şu emsilelerdeki sırr-ı düstur şudur: Beşerde meyl-i teceddüd var. Halef selefi kâmil görse tezyid eylemese; meylinin tatminini başka tarzda arar, bazen aksü’l-amel yapar.
وَ لَا تَزِرُ وَازِرَةٌ وِز۟رَ اُخ۟رٰى
İşte siyaset-i şahsiye, cemaatiye, milliyeye dair en âdil bir düstur-u Kur’anî.
اِنَّهُ كَانَ ظَلُومًا جَهُولًا
İşte mahiyet-i insaniyede dehşetli kabiliyet-i zulüm sırrı şudur: Beşerde hayvanın aksine olarak kuva ve müyul fıtraten tahdid edilmemiş. Meyl-i zulüm, hubb-u nefis dehşetli meydan alıyor.
Evet, ene ve enaniyetin eşkâl-i habîsesi olan hodgâmlık, hodbinlik, hodendişlik, gurur ve inat, o meyle inzimam etse öyle ekberü’l-kebairi icad eder ki daha beşer ona isim bulmamış. Cehennemin lüzumuna delil olduğu gibi cezası da yalnız cehennem olabilir.
Evvela şahıs itibarıyla: Bir şahıs çok evsafa câmi’dir. Onların içinde bir sıfat adâveti celbetse birinci âyetteki kanun-u İlahî iktiza eder ki adâvet, o sıfata inhisar etsin; mecma-ı evsaf-ı masume olan şahsına yalnız acısın ve tecavüz etmesin.
Halbuki o zalûm-u cehûl, tabiat-ı zalimane ile bir cani sıfat için o evsaf-ı masumenin hakkına da tecavüz edip mevsufa da husumet; hattâ onda da iktifa etmiyor, akrabasına da hattâ meslektaşına da zulmünü teşmil eder. Bir şeyin müteaddid esbabı olduğundan, olabilir o cani sıfat da kalbin fesadından değil belki hariç bir sebebin neticesidir. O halde sıfat caniye değil, kâfire de olsa o zat cani olamaz.
Cemaat itibarıyla görüyoruz ki bir şahıs, muhteris bir intikamıyla veya müntakim bir muhalefetle, arzuyu tazammun eden bir fikir ile demiş ki: “İslâm parçalanacak.” veyahut “Hilafet mahvolacak.” Sırf o meş’um sözünü doğru göstermek; gururiyetini, enaniyetini tatmin etmek için İslâm’ın perişaniyetini –el-iyazü billah– uhuvvet-i İslâmiyenin boğulmasını arzu eder. Hasmın zulm-ü kâfiranesini, hayale gelemez cerbezeli tevillerle adalet suretinde göstermek ister.
Medeniyet-i hazıra itibarıyla görüyoruz ki şu medeniyet-i meş’ume öyle gaddar bir düstur-u zulüm beşerin eline vermiş ki bütün mehasin-i medeniyeti sıfıra indiriyor. Melâike-i kiramın اَتَج۟عَلُ فٖيهَا مَن۟ يُف۟سِدُ فٖيهَا وَ يَس۟فِكُ الدِّمَٓاءَ deki endişelerinin sırrını gösteriyor.
İşte bir köyde bir hain bulunsa o köyü masumeleriyle imha etmek veya bir cemaatte bir âsi bulunsa o cemaati çoluk çocuğuyla ifna etmek veya Ayasofya gibi milyarlara değer mukaddes bir binaya, kanun-u zalimanesine serfürû etmeyen birisi tahassun etse o binayı harap etmek gibi en dehşetli vahşetlere şu medeniyet fetva veriyor.
Acaba bir adam, kardeşinin günahıyla hak nazarında mes’ul olmadığı halde, nasıl oluyor ki bir karyenin veya bir cemaatin binlerle masumları, hiçbir zaman fena tabiatlı ihtilalciden hâlî kalmayan bir şehirde veya bir mahallede bulunan bir serkeş adamın isyanıyla, hiç münasebet olmadığı halde, o masumlar mes’ul, belki ifna ediliyor.
وَ اع۟تَصِمُوا بِحَب۟لِ اللّٰهِ جَمٖيعًا وَلَا تَفَرَّقُوا ا لٓمٓ ذٰلِكَ ال۟كِتَابُ لَا رَي۟بَ فٖيهِ هُدًى لِل۟مُتَّقٖينَ
Kur’an’ın Hâkimiyet-i Mutlakası
Ümmet-i İslâmiyenin ahkâm-ı diniyede gösterdiği teseyyüb ve ihmalin bence en mühim sebebi şudur:
Erkân ve ahkâm-ı zaruriye ki yüzde doksandır. Bizzat Kur’an’ın ve Kur’an’ın tefsiri mahiyetinde olan sünnetin malıdır. İçtihadî olan mesail-i hilafiye ise yüzde on nisbetindedir. Kıymetçe mesail-i hilafiye ile erkân ve ahkâm-ı zaruriye arasında azîm tefavüt vardır. Mesele-i içtihadiye altın ise öteki birer elmas sütundur. Acaba doksan elmas sütunu, on altının himayesine vermek, mezcedip tabi kılmak caiz midir?
Cumhuru, bürhandan ziyade me’hazdeki kudsiyet imtisale sevk eder. Müçtehidînin kitapları vesile gibi, cam gibi Kur’an’ı göstermeli, yoksa vekil, gölge olmamalı.
Mantıkça mukarrerdir ki zihin, melzumdan tebeî olarak lâzıma intikal eder ve lâzımın lâzımına tabiî olarak etmez. Etse de ikinci bir teveccüh ve kasd ile eder. Bu ise gayr-ı tabiîdir.
Mesela, hükmün me’hazi olan şeriat kitapları melzum gibidir. Delili olan Kur’an ise lâzımdır. Muharrik-i vicdan olan kudsiyet, lâzımın lâzımıdır. Cumhurun nazarı kitaplara temerküz ettiğinden yalnız hayal meyal lâzımı tahattur eder. Lâzımın lâzımını, nadiren tasavvur eder. Bu cihetle vicdan lâkaytlığa alışır, cümudet peyda eder.
Eğer zaruriyat-ı diniyede doğrudan doğruya Kur’an gösterilse idi, zihin tabiî olarak müşevvik-i imtisal ve mûkız-ı vicdan ve lâzım-ı zatî olan “kudsiyet”e intikal ederdi. Ve bu suretle kalbe meleke-i hassasiyet gelerek imanın ihtaratına karşı asamm kalmazdı.
Demek şeriat kitapları, birer şeffaf cam mahiyetinde olmak lâzım gelirken, mürur-u zamanla mukallidlerin hatası yüzünden paslanıp hicab olmuşlardır. Evet bu kitaplar, Kur’an’a tefsir olmak lâzım iken başlı başına tasnifat hükmüne geçmişlerdir.
Hâcat-ı diniyede cumhurun enzarını doğrudan doğruya, cazibe-i i’caz ile revnaktar ve kudsiyetle hâledar ve daima iman vasıtasıyla vicdanı ihtizaza getiren hitab-ı ezelînin timsali bulunan Kur’an’a çevirmek üç tarîkledir:
1- Ya müellifînin bihakkın lâyık oldukları derin bir hürmeti, emniyeti, tenkit ile kırıp o hicabı izale etmektir. Bu ise tehlikelidir, insafsızlıktır, zulümdür.
2- Yahut tedricî bir terbiye-i mahsusa ile kütüb-ü şeriatı şeffaf birer tefsir suretine çevirip içinde Kur’an’ı göstermektir. Selef-i müçtehidînin kitapları gibi “Muvatta” “Fıkh-ı Ekber” gibi.
Mesela, bir adam İbn-i Hacer’e nazar ettiği vakit, Kur’an’ı anlamak ve Kur’an’ın ne dediğini öğrenmek maksadıyla nazar etmeli. Yoksa İbn-i Hacer’in ne dediğini anlamak maksadıyla değil. Bu ikinci tarîk de zamana muhtaçtır.
3- Yahut cumhurun nazarını, ehl-i tarîkatın yaptığı gibi o hicabın fevkine çıkararak üstünde Kur’an’ı gösterip Kur’an’ın hâlis malını yalnız ondan istemek ve bi’l-vasıta olan ahkâmı vasıtadan aramaktır. Bir âlim-i şeriatın vaazına nisbeten, bir tarîkat şeyhinin vaazındaki olan halâvet ve cazibiyet bu sırdan neş’et eder.
Umûr-u mukarreredendir ki efkâr-ı âmmenin bir şeye verdiği mükâfat, gösterdiği rağbet ve teveccüh ekseriya o şeyin kemaline nisbeten değildir, belki ona derece-i ihtiyaç nisbetindedir. Bir saatçinin bir allâmeden ziyade ücret alması bunu teyid eder.
Eğer cemaat-i İslâmiyenin hâcat-ı zaruriye-i diniyesi bizzat Kur’an’a müteveccih olsa idi, o Kitab-ı Mübin, milyonlarca kitaplara taksim olunan rağbetten daha şedit bir rağbete, ihtiyaç neticesi olan bir teveccühe mazhar olur ve bu suretle nüfus üzerinde bütün manasıyla hâkim ve nâfiz olurdu. Yalnız tilavetiyle teberrük olunan bir mübarek derecesinde kalmazdı.
Bununla beraber zaruriyat-ı diniyeyi, mesail-i cüz’iye-i fer’iye-i hilafiye ile mezcedip ona tabi gibi kılmakta, büyük bir hatar vardır. Zira “musavvibe”nin (*[4]) muhalifi olan “tahtieci”lerden biri der ki: “Mezhebim haktır, hata ihtimali var. Başka mezhep hatadır, savaba ihtimali var.” Halbuki cumhur-u avam, mezhepte imtizaç etmiş olan zaruriyatı, nazariyat-ı içtihadiyeden vâzıhan temyiz etmediğinden, sehven veya vehmen tahtieyi filcümle teşmil edebilir. Bu ise hatar-ı azîmdir. Bence tahtieci, hubb-u nefisten neş’et eden “inhisar zihniyeti” illetiyle ma’luldür ve Kur’an’ın câmiiyetinden ve umum tabakat-ı beşere şümul-ü hitabından gafletle mes’uldür.
Hem tahtiecilik fikri, sû-i zan ve tarafgirlik hissinin menbaı olduğundan, İslâm’da lâzım olan tesanüd-ü ervah, tevhid-i kulûb, tahabüb ve teavüne büyük rahneler açmıştır. Halbuki hüsn-ü zanla, muhabbet ve vahdetle memuruz.
Bu meseleyi yazdıktan biraz zaman sonra, bir gece rüyada Cenab-ı Peygamber (sallallahu aleyhi vesellem) Efendimizi gördüm. Bir medresede huzur-u saadette bulunuyordum. Cenab-ı Peygamber bana Kur’an’dan ders vereceklerdi. Kur’an’ı getirdikleri sırada, Hazret-i Peygamber (sallallahu aleyhi vesellem) Efendimiz, Kur’an’a ihtiramen kıyam buyurdular. O dakikada şu kıyamın, ümmeti irşad için olduğu birden hatırıma geldi.
Bilâhare bu rüyayı, suleha-yı ümmetten bir zata hikâye ettim. Şu suretle tabir etti: “Bu büyük bir işaret ve beşarettir ki Kur’an-ı Azîmüşşan lâyık olduğu mevki-i muallâyı bütün cihanda ihraz edecektir.”
وَ اَم۟رُهُم۟ شُورٰى بَي۟نَهُم۟ وَ شَاوِر۟هُم۟ فِى ال۟اَم۟رِ
([5]) Tarih bize gösteriyor ki İslâm ne derece dine temessük etmiş ise terakki etmiş, ne vakit dinde zaaf göstermiş ise tedenni etmiştir. Başka dinde bilakis kuvveti zamanında vahşet, zaafı zamanında temeddün hasıl olmuştur.
Cumhur-u enbiyanın şarkta bi’seti, kader-i ezelînin bir remzidir ki Şark’ın hissiyatına hâkim dindir. Bugün âlem-i İslâm’daki tezahürat da gösteriyor ki âlem-i İslâm’ı uyandıracak, şu mezelletten kurtaracak yine o histir.
Hem de sabit oldu ki bu devlet-i İslâmiyeyi bütün öldürücü müsademata rağmen, yine o his muhafaza etmiştir. Bu hususta Garp’a nisbetle ayrı bir hususiyete mâlikiz. Onlara kıyas edilemeyiz.
Saltanat ve hilafet gayr-ı münfek, müttehid-i bizzattır. Cihet muhteliftir. Binaenaleyh bizim padişahımız hem sultandır hem halifedir ve âlem-i İslâm’ın bayrağıdır.
Saltanat itibarıyla otuz milyona nezaret ettiği gibi hilafet itibarıyla üç yüz milyonun mabeynindeki rabıta-i nuraniyenin ma’kes ve istinad-
gâh ve mededkârı olmak gerektir. Saltanatı sadaret, hilafeti meşihat temsil eder.
Sadaret üç mühim şûraya bizzat istinad ediyor, yine kifayet etmiyor. Halbuki böyle inceleşmiş ve çoğalmış münasebat içinde, içtihadattaki müthiş fevza, efkâr-ı İslâmiyedeki teşettüt, fâsid medeniyetin tedahülüyle ahlâktaki müthiş tedenni ile beraber, Meşihat cenahı bir şahsın içtihadına terk edilmiş.
Fert, tesirat-ı hariciyeye karşı daha az mukavimdir. Tesirat-ı hariciyeye kapılmakla, çok ahkâm-ı diniye feda edildi.
Hem nasıl oluyor ki umûrun besateti ve taklit ve teslim cari olduğu zamanda, velev ki intizamsız olsun, yine Meşihat bir şûraya, lâekall kadıaskerler gibi mühim şahsiyetlere istinad ederdi. Şimdi iş besatetten çıkmış, taklit ve ittiba gevşemiş olduğu halde, bir şahıs nasıl kifayet eder?
Zaman gösterdi ki hilafeti temsil eden şu Meşihat-ı İslâmiye, yalnız İstanbul ve Osmanlılara mahsus değildir. Umum İslâm’a şâmil bir müessese-i celiledir. Bu sönük vaziyetle, değil koca âlem-i İslâm’ın belki yalnız İstanbul’un irşadına da kâfi gelmiyor. Öyle ise bu mevki öyle bir vaziyete getirilmelidir ki âlem-i İslâm ona itimat edebilsin. Hem menba hem ma’kes vaziyetini alsın. Âlem-i İslâm’a karşı vazife-i diniyesini hakkıyla îfa edebilsin.
Eski zamanda değiliz. Eskiden hâkim bir şahs-ı vâhid idi. O hâkimin müftüsü de onun gibi münferid bir şahıs olabilirdi. Onun fikrini tashih ve ta’dil ederdi. Şimdi ise zaman cemaat zamanıdır. Hâkim, ruh-u cemaatten çıkmış az mütehassis, sağırca, metin bir şahs-ı manevîdir ki şûralar o ruhu temsil eder.
Şöyle bir hâkimin müftüsü de ona mücanis olup bir şûra-yı âliye-i ilmiyeden tevellüd eden bir şahs-ı manevî olmak gerektir. Tâ ki sözünü ona işittirebilsin. Dine taalluk eden noktalardan, sırat-ı müstakime sevk edebilsin. Yoksa fert dâhî de olsa cemaatin ferd-i manevîsine karşı sivrisinek kadar kalır. Şu mühim mevki böyle sönük kalmakla, İslâm’ın ukde-i hayatiyesini tehlikeye maruz bırakıyor.
Hattâ diyebiliriz, şimdiki zaaf-ı diyanet ve şeair-i İslâmiyet’teki lâkaytlık ve içtihadattaki fevza, Meşihat’ın zaafından ve sönük olmasından meydan almıştır. Çünkü hariçte bir adam reyini, ferdiyete istinad eden Meşihat’a karşı muhafaza edebilir. Fakat böyle bir şûraya istinad eden bir Şeyhülislâm’ın sözü, en büyük bir dâhîyi de ya içtihadından vazgeçirir, ya o içtihadı ona münhasır bırakır.
Her müstaid çendan içtihad edebilir. Lâkin içtihadı o vakit düsturu’l-amel olur ki bir nevi icma veya cumhurun tasdikine iktiran ede. Böyle bir Şeyhülislâm manen bu sırra mazhar olur. Şeriat-ı garrada daima icma ve rey-i cumhur, medar-ı fetva olduğu gibi şimdi de fevza-i ârâ için böyle bir faysala lüzum-u kat’î vardır.
Sadaret, Meşihat iki cenahtır. Şu Devlet-i İslâmiyenin bu iki cenahı mütesavi olmazsa ileri gidilmez. Gidilse de böyle bir medeniyet-i fâside için mukaddesatından insilah eder.
İhtiyaç her işin üstadıdır. Şöyle bir şûraya ihtiyaç şedittir. Merkez-i hilafette tesis olunmazsa bizzarure başka bir yerde teşekkül edecektir.
Bu şûranın bazı mukaddimatı olan cemaat-i İslâmiye teşkilatı ve evkafın Meşihat’a ilhakı gibi umûrun daha evvel tahakkuku münasip ise de baştan başlansa sonra mukaddimat ihzar edilse yine maksat hasıl olur.
Daire-i intihabiyeleri hem mahdud hem muhtelit olan a’yan ve mebusanın vazife-i resmiyeleri itibarıyla, bi’l-vasıta ve dolayısıyla bu işe tesiri olabilir. Halbuki vasıtasız, doğrudan doğruya bu vazife-i uzmayı deruhte edecek hâlis İslâm bir şûra lâzımdır.
Bir şey mâ-vudia-lehinde istihdam edilmezse atalete uğrar, matlub eseri göstermez. Binaenaleyh mühim bir maksat için tesis edilen Dârülhikmeti’l-İslâmiyeyi, şimdiki âdi bir komisyon derecesinden çıkarıp Meşihat’taki devairin rüesasıyla beraber şûranın aza-yı tabiiyesi addetmek ve hariçteki âlem-i İslâm’dan şimdilik on beş yirmi kadar, İslâm’ın dinen, ahlâken itimadını kazanmış müntehab ulemasını celbeylemek, bu mesele-i uzmanın esasını teşkil eder.
Vehham olmamalıyız. Korkmakla din rüşvet verilmez. Dinin zafiyeti bahanesine olan muzahref medeniyete lanet. Havf ve zaaf, tesirat-ı hariciyeyi teşci eder. Muhakkak maslahat, mevhum mazarrata feda edilmez.
وَ مِنَ اللّٰهِ التَّو۟فٖيقُ
- ↑ Yalnız ıtlakın nüktesini beyan eder.
- ↑ Hayat-ı hakikiye ancak âlem-i âhiretin hayatıdır. Hem o âlem ayn-ı hayattır. Hiçbir zerresi mevat değildir. Demek, dünyamız da bir hayvandır.
- ↑ Acib bir vakıa, şu manaya bana kat’î kanaat vermiştir.
- ↑ (*): “Dört mezhep de haktır. Füruatta hak taaddüd eder.” diyenlere, ilm-i usûl ıstılahınca “musavvibe” denir.
- ↑ Bidayet-i Hürriyet’te şu fikri Jön Türklere teklif ettim, kabul etmediler. On iki sene sonra tekrar teklif ettim, kabul ettiler. Lâkin meclis feshedildi. Şimdi âlem-i İslâm’ın mütemerkiz noktasına tekraren arz ediyorum.