Anhang zu der Abhandlung "Der Kern"

    Risale-i Nur Tercümeleri sitesinden
    15.53, 18 Temmuz 2024 tarihinde Ferhat (mesaj | katkılar) tarafından oluşturulmuş 134517 numaralı sürüm ("=Anhang zu der Abhandlung "Der Kern"=" içeriğiyle yeni sayfa oluşturdu)
    (fark) ← Önceki sürüm | Güncel sürüm (fark) | Sonraki sürüm → (fark)
    Diğer diller:

    Anhang zu der Abhandlung "Der Kern"

    Arkadaş! Şu müşevveş eserlerim ile büyük bir şeyin etrafını kazıyorum. Amma bilmiyorum keşfedebildim mi? Veyahut sonra inkişaf edecektir. Veyahut bilâhare zuhur edecek. Keşfine yol açıp gösteriyorum.

    لَا حَو۟لَ وَلَا قُوَّةَ اِلَّا بِاللّٰهِ ۝ حَس۟بُنَا اللّٰهُ وَنِع۟مَ ال۟وَكٖيلُ نِع۟مَ ال۟مَو۟لٰى وَ نِع۟مَ النَّصٖيرُ

    بِسْمِ اللّٰهِ الرَّحْمٰنِ الرَّح۪يمِ

    اَل۟حَم۟دُ لِلّٰهِ عَلٰى نِع۟مَةِ ال۟اٖيمَانِ وَال۟اِس۟لَامِ بِعَدَدِ قَطَرَاتِ ال۟اَم۟طَارِ وَاَم۟وَاجِ ال۟بِحَارِ وَثَمَرَاتِ ال۟اَش۟جَارِ وَنُقُوشِ ال۟اَز۟هَارِ وَنَغَمَاتِ ال۟اَط۟يَارِ وَلَمَعَاتِ ال۟اَن۟وَارِ وَالشُّك۟رُ لَهُ عَلٰى كُلِّ مِن۟ نِعَمِهٖ فِى ال۟اَط۟وَارِ بِعَدَدِ كُلِّ نِعَمِهٖ فِى ال۟اَد۟وَارِ وَالصَّلَاةُ وَالسَّلَامُ عَلٰى سَيِّدِ ال۟اَب۟رَارِ وَال۟اَخ۟يَارِ مُحَمَّدٍ نِ ال۟مُخ۟تَارِ وَعَلٰى اٰلِهِ ال۟اَط۟هَارِ وَاَص۟حَابِهٖ نُجُومِ ال۟هِدَايَةِ ذَوِى ال۟اَن۟وَارِ مَادَامَ الَّي۟لُ وَالنَّهَارُ

    İ’lem eyyühe’l-aziz! Misafir olan bir kimse seferinde çok yerlere, menzillere uğrar. Uğradığı her yerin âdetleri ve şartları ayrı ayrı olur.

    Kezalik Allah’ın yolunda sülûk eden zat çok makamlara, mertebelere, hallere, perdelere rast gelir ki bunların da her birisi için kendine mahsus şartlar ve vaziyetler vardır. Bu şartları ve perdeleri, birbirine halt edip karıştıran, galat ve yanlış hareket eder.

    Mesela, bir ahırda atın kişnemesini işiten bir adam, yüksek bir sarayda andelibin terennümünü, güzel sadâsını işitir. Eğer o terennüm ile atın kişnemesini fark etmeyip andelibden kişnemeyi talep ederse kendi nefsiyle mugalata etmiş olur.

    İ’lem eyyühe’l-aziz! Dünya hayatını güzelleştiren esbabdan biri, dünya âyinesinde temessül ile parlayan hidayet nurları ve büyük insanların sevgili ve sevimli timsalleridir.

    Evet, müstakbel mazinin âyinesidir. Mazi berzaha, yani öteki âleme intikal ve inkılab ettiğinde suretini ve şeklini, dünyasını istikbal âyinesine, tarihe, insanların zihinlerine vedia ediyor. Onlara olan manevî ve hayalî muhabbetleriyle dünya muhabbeti tatlı olur.

    Mesela, arkadaşlarının ve akrabasının timsallerini ve fotoğraflarını hâvi büyük bir âyineyi yolunda bulan bir adam, şark cihetine giden adamların memleketlerine gidip onlara iltihak etmek için çalışmayıp da o âyinenin içindeki timsaller ile uğraşır, muhabbet eder. İşte bu adam gafletten ayıldığı zaman “Eyvah, ne ediyorum! Bunlar şarap değil seraptır. Bunlar ile uğraşmak azb değil azaptır.” der, arkadaşlarına yetişmek üzere şark seferine tedarikatta bulunmaya başlar.

    İ’lem eyyühe’l-aziz! Kur’an-ı Mu’cizü’l-Beyan’ın hak ve hakikat olduğuna en sadık deliller:

    1- Tevhidin bütün iktizalarını ve lâzımlarını mertebeleriyle muhafaza etmesidir.

    2- Esma-i hüsnanın tenasüp ve iktizası üzerine hakaik-i âliye-i İlahiyedeki muvazeneyi müraat etmesidir.

    3- Rububiyet ve uluhiyete ait şuunatı kemal-i muvazene ile cem’etmesidir.

    Kur’an’ın bu hâsiyeti beşerin eserlerinde bulunmadığı gibi melekût cihetine geçen evliya ve sair büyüklerin netaic-i fikirlerinde de bulunamamıştır. Ve eşyanın bâtınında dalmış olan işrakiyyun ve âlem-i gayba nüfuz eden ruhaniyyun dahi Kur’an’ın bu hâsiyetini bulamamışlardır. Zira onların nazarları mukayyed olduğundan hakikat-i mutlakayı ihata edemez. Bunlar ancak hakikatin bir tarafını bulur ve ifrat tefrit ile tasarrufa başlarlar. Bunun için tenasübü bozup muvazeneyi ihlâl ediyorlar.

    Mesela, enva-ı cevahiri hâvi ziynetli ve kıymetli bir defineyi keşfetmek için birkaç adam denizin dibine dalarlar. Denizin dibinde araştırma yaparken birisinin eline uzunca bir parça elmas geçer. Definenin müştemilatını tamamen bu gibi elmaslardan ibaret olduğunu hükmeder. Sonra arkadaşlarından başka çeşit cevherin bahsini işittiğinde onların buldukları cevahirin kendi bulduğu elmasın nakışları olduklarını tahayyül eder. Diğeri kürevî bir yakutu bulur. Öteki arkadaşı da başka bir çeşidini buluyor. Ve hâkeza her birisi definenin esas müştemilatı kendi bulduğu çeşitten ibaret olduğunu ve arkadaşlarının buldukları çeşitler de definenin zevaid ve teferruatından olduğunu itikad eder. Mesele bu şekle girmekle muvazene kayıp ve tenasüp zâil olur. Sonra meselenin hakikatini keşif ve izah için tevilat ve tekellüfata başlarlar. Hattâ definenin inkârına bile zehab eden olur.

    Evet, sünnet-i seniye ile muvazene yapılmazdan evvel, hemen meşhudatına itimat eden işrakiyyun ile mutasavvıfenin eserlerini teemmül eden zatlar, şu söylediğime hak verir. Bilâ-tereddüt kabul ederler.

    Arkadaş! Kur’an da o defineyi keşfetmek için o denize dalmıştır. Fakat Kur’an’ın gözü açık olduğundan defineyi tamamıyla ihata ile görmüştür. Ve hakikate uygun bir tarzda tenasüp ve muvazeneyi riayet ederek kemal-i intizam ve ıttırad ile hakikati izhar etmiştir.

    Arkadaş! Nev-i beşerde envaen dalalete düşen fırkaların sebeb-i dalaletleri, imamlarının kusurudur. Evet, imamları bâtından bahsetmişlerse de meşhudatlarına itimat ve iktifa ederek esna-i tarîkten dönmüşlerdir. Ve حَفَظ۟تَ شَي۟ئًا وَ غَابَت۟ عَن۟كَ اَش۟يَاءُ kavline mâsadak olmuşlardır.

    İ’lem eyyühe’l-aziz! Cenab-ı Hak seni ademden vücuda ve vücudun pek çok eşkâl ve vaziyetlerinden en yükseği müslim sıfatıyla insan suretine getirmiştir. Mebde-i hareketin ile son aldığın suret arasında müteaddid vaziyetlerin, menzillerin ve etvar ve ahvalin her birisi sana ait nimetler defterine kaydedilmiştir. Bu itibarla, senin geçirmiş olduğun zaman şeridine elmas gibi nimetler dizilmiş, tam bir gerdanlık veya nimetlerin envaına bir fihriste şeklini veriyor.

    Binaenaleyh geçirmiş olduğun vücudun her menzilinde ve vaziyetinde, etvarında, ahvalinde “Nasıl bu nimete vâsıl oldun? Ne ile müstahak oldun? Ve şükründe bulundun mu?” diye suale çekileceksin. Çünkü vukua gelen haller suale tabidir. Amma imkânda kalıp vukua gelmeyen şeyler suale tabi değildir.

    Geçirmiş olduğun ahval, vukuattır. Gelecek ahvalin ademdir. Vücud mes’uldür, adem ise mes’ul değildir. Öyle ise mazide şükrünü eda etmediğin nimetlerin şükrünü kaza etmek lâzımdır.

    İ’lem eyyühe’l-aziz! İnsanı havalandırıp baş aşağı felakete atan şöyle bir hal var:

    İstihkak nazara alınmayarak Hakk’ın takdiri hakkında tefrit veya ifrat yapılır. Ve kuvvetine, kıymetine bakılmayarak küçük veya büyük bir yük altına alınır gibi gayr-ı insanî haller insanı insaniyetten düşürür, ya zulme veya kizbe sevk eder.

    Mesela, bir fırka askerin mümessili bir nefer, bütün askerlik umûrunu bilmek veya bir katre sudaki timsalinden, şemsin azametini göstermek talebinde bulunmak, en yüksek bir insafsızlıktır.

    Çünkü vasıf ile ittisaf arasında fark vardır. Mesela, katredeki timsal, şemsin evsafını gösterir. Amma o evsaf ile muttasıf olamaz.

    İ’lem eyyühe’l-aziz! Vücud nevinde tezahüm yoktur. Yani pek çok âlemler, haller, vücud sahnesinde içtima eder, birleşirler.

    Mesela, gece zamanı duvarları camdan olan ve elektrik yanan bir odaya girdiğin vakit, âlem-i misale bir pencere hükmünde olan camlarda pek çok menzilleri, odaları göreceksin.

    Sâniyen: Odada otururken kemal-i suhuletle o misalî odalarda her çeşit tebdil, tağyir, tasarruf edebilirsin.

    Sâlisen: Odadaki elektrik, elektrik misallerinin en uzağına en yakındır. Çünkü o misalî misallerin kayyumu odur.

    Râbian: Bu maddî vücudun bir habbesi, bir parçası, o misalî vücudun bir âlemini içine alabilir.

    Bu dört hüküm, Vâcib ile âlem-i mümkinat arasında da caridir. Çünkü mümkinatın vücudu, Vâcib’in nurundan bir gölge olduğu cihetle vehmî bir mertebededir. Vâcib’in emriyle vücud-u hariciyeye girer. Sabit ve müstekar kalır.

    Demek mümkinatın vücudu bizzat hakiki bir vücud-u haricî olmadığı gibi vehmî veya zâil bir zıll de değildir. Ancak Vâcibü’l-vücud’un icadıyla bir vücuddur.

    İ’lem eyyühe’l-aziz! Bu güzel âlemin bir mâliki bulunmaması muhal olduğu gibi kendisini insanlara bildirip tarif etmemesi de muhaldir.

    Çünkü insan, mâlikin kemalâtına delâlet eden âlemin hüsnünü görüyor ve kendisine beşik olarak yaratılan küre-i arzda istediği gibi tasarruf eden bir halifedir. Hattâ sema-i dünyada dahi aklıyla çalışıyor ve küçüklüğüyle, zafiyetiyle beraber hârika tasarrufat-ı acibesiyle eşref-i mahlukat unvanını almıştır. Ve elinde cüz-ü ihtiyarî bulunduğundan bütün esbab içerisinde en geniş bir salahiyet sahibidir.

    Binaenaleyh Mâlik-i Hakiki’nin rusül vasıtasıyla böyle yüksek fakat gafil abdlerine kendisini bildirip tarif etmesi zarurîdir ki o Mâlik’in evamirine ve marziyatına vâkıf olsunlar.

    İ’lem eyyühe’l-aziz! İnsanın vehim, farz, hayal duygularına varıncaya kadar bütün hâssaları bilâhare rücû edip bi’l-ittifak Hakk’a iltica ettiklerini ve bâtıla hiçbir ihtimal ve imkânın kalmadığını ve kâinatın ancak ve ancak Kur’an’ın izah ettiği şekilde bulunduğunu gördüm.

    İ’lem eyyühe’l-aziz! (*[1]) Âlem-i ziya, âlem-i hararet, âlem-i hava, âlem-i kehrüba, âlem-i elektrik, âlem-i cezb, âlem-i esîr, âlem-i misal, âlem-i berzah gibi âlemler arasında müzahame ve yer darlığı yoktur. Bu âlemler, hepsi de ihtilalsiz, müsademesiz küçük bir yerde içtima ederler.

    Kezalik pek geniş gaybî âlemlerin de bu küçük arzda içtimaları mümkündür. Evet, hava, su, insanın yürüyüşüne; cam ziyanın geçmesine, şuânın röntgen vasıtasıyla kesif cisimlere bile nüfuzuna ve akıl nuruna, melek ruhuna, demirin içine hararetin akmasına, elektriğin cereyanına bir mani yoktur.

    Kezalik bu kesif âlemde ruhanîleri deverandan, cinnîleri cevelandan, şeytanları cereyandan, melekleri seyerandan men’edecek bir mani yoktur.

    İ’lem eyyühe’l-aziz! Göz, lamba, şems gibi nur ve nurani şeylerde cüz’î küllî, cüz küll, bir bin müsavidir. Evet, şemse bak! Onun timsalleriyle seyyarat, denizler ve havuzlar, katre, kabarcıklar gibi bütün şeffaf şeyler, kemal-i suhuletle temessül ediyorlar.

    Kezalik Şems-i Ezelî şu kâinat kitabında bütün babları, fasılları, satırları, cümleleri, harfleri def’aten bilâ-külfet yazıyor. Ve ba’sü ba’de’l-mevtte dahi aynı bu suhulet vardır. “Hilkatiniz ve ba’siniz, bir nefsin hilkat ve ba’si gibidir.” diye Kur’an-ı Kerîm emrediyor.

    İ’lem eyyühe’l-aziz! Her şeyi tahrik eden zerrat-ı müteharrikenin muayyen hadlerine kadar hareket ettikten sonra tevakkuf ve durmalarına dikkat eden adam anlar ki: Her şeyin hududunda daima harekette bulunan zerratı durdurup geri çeviren bir hudut bekçisi vardır. O zerratı taşmaktan men’ediyor. O bekçi ise muhit bir ilmin tecellisidir ki o tecelli kadere, kader de miktara, miktar da kalıba tahavvül eder. Demek her şey, içerisindeki zerrata bir kalıptır.

    İ’lem eyyühe’l-aziz! Kur’an’ın âyetleri birbirini tefsir ettiği gibi bu kitab-ı âlemin de bir kısmı, diğer bir kısmını izah ediyor.

    Mesela, maddiyat âlemi Cenab-ı Hakk’ın envar-ı nimetini cezbetmek için hakiki bir ihtiyaç ile şemse muhtaç olduğu gibi âlem-i maneviyat dahi rahmet-i İlahiyenin ziyalarını almak için şems-i nübüvvete muhtaçtır. Binaenaleyh Resul-i Ekrem’in (asm) nübüvveti, şemsin kat’iyet ve vuzuhu derecesinde kat’î ve vâzıhtır.

    İ’lem eyyühe’l-aziz! Zîhayatın vücuduna terettüp eden semereler; yalnız kendisine, menfaatine, bekasına, kemaline mahsus değildir. Ancak o semerelerden bir hisse kendisine aittir. Bâki kalan kısm-ı a’zamı Hâlık’a râcidir.

    Zîhayata ait, uzun bir zaman sonra husule gelir. Hâlık’a râci kısım ise bir anda husule gelir. Mesela o zîhayat, esma-i hüsnanın tecelliyatına mazhariyetle Hâlık’ı evsaf-ı kemaliye ile tavsif ve lisan-ı haliyle hamdetmiş oluyor.

    İ’lem eyyühe’l-aziz! İnsanın bir ferdi, ihata-i fikriyesiyle, aklıyla, kalbinin vüs’atiyle bir nevi külliyet kesbeder. Ve keza insanın bir ferdi, hilafet hususunda âlemin eczasıyla şuurca alâkadar olduğundan nebatî olsun hayvanî olsun pek çok nevilerde tasarruf sahibi bulunduğundan nev’i gibidir. Ve bu itibarla insanın bir ferdi neviler sırasına geçer.

    Binaenaleyh gerek hayvanatın, gerek semeratın nevilerinde vukua gelen mükerrer kıyametler, hevam ve haşeratta vücuda gelen senevî haşir ve neşirler, insanın da her bir ferdinde caridir.

    Hülâsa: Kur’an’ın âyetleriyle ebna-yı beşer için büyük kıyametin geleceğine kat’î delâletler olduğu gibi kitab-ı âlemin âyât-ı tekviniyesiyle de kıyamet-i kübraya pek kat’î delâletler ve işaretler vardır.

    İ’lem eyyühe’l-aziz! Kur’an-ı Kerîm okunurken istimaında bulunduğun zaman muhtelif şekillerde dinleyebilirsin:

    1- Resul-i Ekrem aleyhissalâtü vesselâm, nübüvvet kürsüsüne çıkıp nev-i beşere hitaben Kur’an’ın âyetlerini tebliğ ederken, kıraatını kalben ve hayalen dinlemek için kulağını o zamana gönder. O fem-i mübareğinden çıkar gibi dinlemiş olursun.

    2- Veya Cebrail (as) Hazret-i Muhammed’e (asm) tebliğ ederken her iki Hazretin arasında yapılan tebliğ tebellüğ vaziyetini dinler gibi ol.

    3- Veya Kab-ı Kavseyn makamında, yetmiş bin perde arkasında Mütekellim-i Ezelî’nin Resul-i Ekrem aleyhissalâtü vesselâma olan tekellümünü dinler gibi hayalî bir vaziyete gir.

    İ’lem eyyühe’l-aziz! Senin şuur ve ilminin sana taalluku, ahval ve levazımat-ı ihtiyacatın nisbetindedir. Çünkü sebep ile müsebbeb, kuvvet ile amel arasında münasebet lâzımdır. Fazla-noksan olmamalıdır. Senin sana olan şuur ve ilminin nisbeti, Hâlık’ın sana olan nazar ve ilmine nisbetle bir kıl gibidir.

    Binaenaleyh pek cüz’î olan ilim ve şuurunla, Şems-i Ezelî’nin ilim ve nazarına mukabele etmekle gündüz ortasında, güneşin altında, güneşin ziyasıyla mübarezeye çıkan ateş böceği gibi olma!

    İ’lem eyyühe’l-aziz! Cenab-ı Hakk’ın ef’ali birbirine münasip, âsârı birbirine müşabih, esması birbirine âyine ve ma’kes, sıfatı birbirine mütedâhil, şuunatı memzuç ise de her birisi için hususi bir tavır, bir hal vardır ki maksud-u bizzat o hususi tavırdır. Sair tavırlar ise tebeîdirler.

    Binaenaleyh mesela, Hâlık’ın âsârından cemadata baktığın zaman azamet ve kudreti, kasdına hedef yap. Başka isimlerin tecelliyatını teb’an düşün. Hayvanata bakarken merhamet kasdıyla bak. Sair tecelliyata tebeî bir nazar ile bak.

    İ’lem eyyühe’l-aziz! Kur’an-ı Kerîm bütün insanlara rahmettir. Çünkü her bir insanın şu hakiki âlemden kendisine mahsus hayalî bir âlemi olduğu gibi herkes kendi meşrebine göre Kur’an’dan fehim ve iktibas ettiği, hâfızasında kendisine has bir Kur’an vardır ki onun ruhunu terbiye, kalbini tedavi eder.

    Ve keza Kur’an-ı Kerîm’in bir meziyeti şudur ki: Bütün ulema ve ehl-i meşrep gibi herkes hidayeti için, şifası için müteaddid surelerden ayrı ayrı âyetleri ahzedebilir. Çünkü bir âyetin sair âyât-ı Kur’aniye ile pek ince münasebetleri, ittisal cihetleri vardır. Aralarında vahşet yoktur. Bu itibar ile müteaddid surelerden alınan âyetler küçük bir Kur’an hükmünde olur.

    İ’lem eyyühe’l-aziz! لَا حَو۟لَ وَلَا قُوَّةَ اِلَّا بِاللّٰهِ cümle-i mukaddesesi, insanın zerre vaziyetinden, insan-ı mü’min suretine gelinceye kadar camidiyet, nebatiyet, hayvaniyet, insaniyet gibi geçirdiği etvar ve ahvaline nâzırdır. Şu menzillerde insanın letaifi pek çok elem ve emellere maruzdur. Maahâzâ havl ve kuvvetin müteallikleri zikredilmeyerek mutlak bırakılmıştır. Binaenaleyh bu cümle, teselli-bahş olup şümulü dâhilinde olan makamlara göre tefsir edilir. Mesela:

    1- لَا حَو۟لَ عَنِ ال۟عَدَمِ وَ لَا قُوَّةَ عَلَى ال۟وُجُودِ اِلَّا بِاللّٰهِ Ademden çıkıp vücuda gelmek.

    2- لَا حَو۟لَ عَنِ الزَّوَالِ وَ لَا قُوَّةَ عَلَى ال۟بَقَاءِ اِلَّا بِاللّٰهِ Zevale gitmeyip bekada kalmak.

    3- لَا حَو۟لَ عَنِ ال۟مَضَرَّةِ وَ لَا قُوَّةَ عَلَى النَّف۟عِ اِلَّا بِاللّٰهِ Mazarratı def’, menfaati celb.

    4- لَا حَو۟لَ عَنِ ال۟مَصَائِبِ وَ لَا قُوَّةَ عَلَى ال۟مَطَالِبِ اِلَّا بِاللّٰهِ Musibetten uzak olup matluba nâil olmak.

    5- لَا حَو۟لَ عَنِ ال۟مَعَاصٖى وَ لَا قُوَّةَ عَلَى ال۟عِبَادَةِ اِلَّا بِاللّٰهِ Maâsiye düşmemek, ibadete devam etmek.

    6- لَا حَو۟لَ عَنِ النِّقَمِ وَ لَا قُوَّةَ عَلَى النِّع۟مَةِ اِلَّا بِاللّٰهِ Azaba maruz kalmamak, nimete mazhar olmak.

    7- لَا حَو۟لَ عَنِ الظُّل۟مَةِ وَ لَا قُوَّةَ عَلَى النُّورِ اِلَّا بِاللّٰهِ Zulmete düşmemek, nur ile tenevvür etmek.

    Ve hâkeza her bir makamda insanın letaifine göre takyid ve tefsir edilebilir.

    1. (*): Ehemmiyetlidir.