The Second Flash

    Risale-i Nur Tercümeleri sitesinden
    15.22, 29 Ağustos 2024 tarihinde Ferhat (mesaj | katkılar) tarafından oluşturulmuş 151826 numaralı sürüm ("For example, a man who secretly commits a shameful sin will fear the disgrace that results if others become aware of it. Thus the existence of angels and spirit beings will be hard for him to endure, and he will long to deny it, even on the strength of the slightest indication." içeriğiyle yeni sayfa oluşturdu)

    In the Name of God, the Merciful, the Compassionate.

    When he called upon his Lord saying: “Verily harm has afflicted me, and You are the Most Merciful of the Merciful!”(21:83)

    The supplication of Job (Upon whom be peace), the champion of patience, is both well-tested and effective. Drawing on the verse, we should say in our supplication, “O my Lord and Sustainer! Indeed harm has afflicted me, and You are the Most Merciful of the Merciful.” The gist of the well-known story of Job(*[1]) (Upon whom be peace) is as follows:

    While afflicted with numerous wounds and sores for a long time, he recalled the great recompense to be had for his sickness, and endured it with utmost patience. But later, when the worms generated by his wounds penetrated to his heart and his tongue, the seat of the remembrance and knowledge of God,(*[2]) he feared that his duty of worship would suffer, and so he said in supplication not for the sake of his own comfort, but for the sake of his worship of God: “O Lord! Harm has afflicted me; my remembrance of You with my tongue and my worship of You with my heart will suffer.” God Almighty then accepted this pure sincere, disinterested and devout supplication in the most miraculous fashion. He granted to Job perfect good health and made manifest in him all kinds of compassion.(*[3]) This Flash contains five points:

    FIRST POINT

    Corresponding to the outer wounds and sicknesses of Job (Upon whom be peace), we have inner sicknesses of the spirit and heart. If our inner being were to be turned outward, and our outer being turned inward, we would appear more wounded and diseased than Job. For each sin that we commit and each doubt that enters our mind, inflicts wounds on our heart and our spirit. The wounds of Job (Upon whom be peace) were of such a nature as to threaten his brief worldly life, but our inner wounds threaten our infinitely long everlasting life. We need the supplication of Job thousands of times more than he did himself.

    Just as the worms that arose from his wounds penetrated to his heart and tongue, so too the wounds that sin inflicts upon us and the temptations and doubts that arise from those wounds will – may God protect us! – penetrate our inner heart, the seat of belief, and thus wound belief. Penetrating too the spiritual joy of the tongue, the interpreter of belief, they cause it to shun in revulsion the remembrance of God, and reduce it to silence.

    Sin, penetrating to the heart, will blacken and darken it until it extinguishes the light of belief.(*[4]) Within each sin is a path leading to unbelief. Unless that sin is swiftly obliterated by seeking God’s pardon, it will grow from a worm into a snake that gnaws on the heart.

    For example, a man who secretly commits a shameful sin will fear the disgrace that results if others become aware of it. Thus the existence of angels and spirit beings will be hard for him to endure, and he will long to deny it, even on the strength of the slightest indication.

    Similarly, one who commits a major sin deserving of the torment of Hell, will desire the non-existence of Hell wholeheartedly, and whenever he hears of the threat of Hell-fire, he will dare to deny it on the strength of a slight indication and doubt, unless he takes up in protection the shield of repentance and seeking forgiveness.

    Similarly, one who does not perform the obligatory prayer and fulfil his duty of worship will be affected by distress, just as he would be in case of the neglect of a minor duty toward some petty ruler. Thus, his laziness in fulfulling his obligation, despite the repeated commands of the Sovereign of Pre-Eternity, will distress him greatly, and on account of that distress will desire and say to himself: “Would that there were no such duty of worship!” In turn, there will arise from this desire a desire to deny God, and bear enmity toward Him. If some doubt concerning the existence of the Divine Being comes to his heart, he will be inclined to embrace it like a conclusive proof. A wide gate to destruction will be opened in front of him. The wretch does not know that although he is delivered by denial from the slight trouble of duty of worship, he has made himself, by that same denial, the target for milions of troubles that are far more awesome. Fleeing from the bite of a gnat, he welcomes the bite of the snake. There are many other examples, which may be understood with reference to these three, so that the sense of, Nay but their hearts are stained(83:14) will become apparent.

    SECOND POINT

    As was explained concerning the meaning of divine determining, known as destiny, in the Twenty-Sixth Word, men have no right to complain in the case of disasters and illness for the following three reasons:

    First Reason:

    God Most High has made the garment of the body with which He has clothed man a manifestation of His art. He has made man to be a model on which He cuts, trims, alters and changes the garment of the body, thus displaying the manifestation of various of His names. Just as the name of Healer makes it necessary that illness should exist, so too the name of Provider requires that hunger should exist. And so on.

    The Lord of All Dominion has disposal over His dominion as He wishes.

    Second Reason:

    It is by means of disasters and sicknesses that life is refined,(*[5])

    perfected, strengthened  and advanced; that it  yields results, attains perfection and fulfils its  own purpose.(*[6])
    

    Life led monotonously on the couch of ease and comfort resembles not so much the pure good that is being, as the pure evil that is non-being; it tends in fact in that direction.

    Third Reason:

    Şu dâr-ı dünya, meydan-ı imtihandır ve dâr-ı hizmettir; lezzet ve ücret ve mükâfat yeri değildir. Madem dâr-ı hizmettir ve mahall-i ubudiyettir; hastalıklar ve musibetler, dinî olmamak ve sabretmek şartıyla o hizmete ve o ubudiyete çok muvafık oluyor ve kuvvet veriyor. Ve her bir saati, bir gün ibadet hükmüne getirdiğinden şekva değil, şükretmek gerektir.

    Evet, ibadet iki kısımdır: Bir kısmı müsbet, diğeri menfî. Müsbet kısmı malûmdur. Menfî kısmı ise hastalıklar ve musibetlerle musibetzede zaafını ve aczini hissedip Rabb-i Rahîm’ine ilticakârane teveccüh edip, onu düşünüp, ona yalvarıp hâlis bir ubudiyet yapar. Bu ubudiyete riya giremez, hâlistir. Eğer sabretse, musibetin mükâfatını düşünse, şükretse o vakit her bir saati bir gün ibadet hükmüne geçer. Kısacık ömrü uzun bir ömür olur. Hattâ bir kısmı var ki bir dakikası bir gün ibadet hükmüne geçer. Hattâ bir âhiret kardeşim, Muhacir Hâfız Ahmed isminde bir zatın müthiş bir hastalığına ziyade merak ettim. Kalbime ihtar edildi: “Onu tebrik et. Her bir dakikası bir gün ibadet hükmüne geçiyor.” Zaten o zat sabır içinde şükrediyordu.

    Üçüncü Nükte

    Bir iki Söz’de beyan ettiğimiz gibi: Her insan geçmiş hayatını düşünse kalbine ve lisanına ya “âh” veya “oh” gelir. Yani ya teessüf eder, ya “Elhamdülillah” der.

    Teessüfü dedirten, eski zamanın lezaizinin zeval ve firakından neş’et eden manevî elemlerdir. Çünkü zeval-i lezzet elemdir. Bazen muvakkat bir lezzet, daimî elem verir. Düşünmek ise o elemi deşiyor, teessüf akıtıyor.

    Eski hayatında geçirdiği muvakkat âlâmın zevalinden neş’et eden manevî ve daimî lezzet “Elhamdülillah” dedirtir. Bu fıtrî haletle beraber, musibetlerin neticesi olan sevap ve mükâfat-ı uhreviye ve kısa ömrü, musibet vasıtasıyla uzun bir ömür hükmüne geçmesini düşünse sabırdan ziyade, şükreder. اَل۟حَم۟دُ لِلّٰهِ عَلٰى كُلِّ حَالٍ سِوَى ال۟كُف۟رِ وَ الضَّلَالِ demesi iktiza eder. Meşhur bir söz var ki: “Musibet zamanı uzundur.” Evet, musibet zamanı uzundur. Fakat örf-ü nâsta zannedildiği gibi sıkıntılı olduğundan uzun değil belki uzun bir ömür gibi hayatî neticeler verdiği için uzundur.

    Dördüncü Nükte

    Yirmi Birinci Söz’ün Birinci Makam’ında beyan edildiği gibi: Ce­nab-ı Hakk’ın insana verdiği sabır kuvvetini evham yolunda dağıtmazsa, her musibete karşı kâfi gelebilir. Fakat vehmin tahakkümüyle ve insanın gafletiyle ve fâni hayatı bâki tevehhüm etmesiyle, sabır kuvvetini mazi ve müstakbele dağıtıp hal-i hazırdaki musibete karşı sabrı kâfi gelmez, şekvaya başlar. Âdeta (hâşâ) Cenab-ı Hakk’ı insanlara şekva eder. Hem çok haksız bir surette ve divanecesine şekva edip sabırsızlık gösterir.

    Çünkü geçmiş her bir gün, musibet ise zahmeti gitmiş, rahatı kalmış; elemi gitmiş, zevalindeki lezzet kalmış; sıkıntısı geçmiş, sevabı kalmış. Bundan şekva değil belki mütelezzizane şükretmek lâzım gelir. Onlara küsmek değil, bilakis muhabbet etmek gerektir. Onun o geçmiş fâni ömrü, musibet vasıtasıyla bâki ve mesud bir nevi ömür hükmüne geçer. Onlardaki âlâmı vehim ile düşünüp bir kısım sabrını onlara karşı dağıtmak, divaneliktir.

    Amma gelecek günler ise madem daha gelmemişler; içlerinde çekeceği hastalık veya musibeti şimdiden düşünüp sabırsızlık göstermek, şekva etmek, ahmaklıktır. “Yarın öbür gün aç olacağım, susuz olacağım.” diye bugün mütemadiyen su içmek, ekmek yemek, ne kadar ahmakçasına bir divaneliktir. Öyle de gelecek günlerdeki, şimdi adem olan musibet ve hastalıkları düşünüp şimdiden onlardan müteellim olmak, sabırsızlık göstermek, hiçbir mecburiyet olmadan kendi kendine zulmetmek öyle bir belâhettir ki hakkında şefkat ve merhamet liyakatini selbediyor.

    Elhasıl: Nasıl şükür, nimeti ziyadeleştiriyor; öyle de şekva, musibeti ziyadeleştirir hem merhamete liyakati selbeder.

    Birinci Harb-i Umumî’nin birinci senesinde, Erzurum’da mübarek bir zat müthiş bir hastalığa giriftar olmuştu. Yanına gittim, bana dedi: “Yüz gecedir ben başımı yastığa koyup yatamadım.” diye acı bir şikâyet etti. Ben çok acıdım. Birden hatırıma geldi ve dedim:

    Kardeşim, geçmiş sıkıntılı yüz günün şimdi sürurlu yüz gün hükmündedir. Onları düşünüp şekva etme, onlara bakıp şükret. Gelecek günler ise madem daha gelmemişler. Rabb’in olan Rahmanu’r-Rahîm’in rahmetine itimat edip dövülmeden ağlama, hiçten korkma, ademe vücud rengi verme. Bu saati düşün, sendeki sabır kuvveti bu saate kâfi gelir. Divane bir kumandan gibi yapma ki sol cenah düşman kuvveti, onun sağ cenahına iltihak edip ona taze bir kuvvet olduğu halde, sol cenahındaki düşmanın sağ cenahı daha gelmediği vakitte, o tutar, merkez kuvvetini sağa sola dağıtıp merkezi zayıf bırakıp, düşman edna bir kuvvet ile merkezi harap eder. Dedim: Kardeşim, sen bunun gibi yapma, bütün kuvvetini bu saate karşı tahşid et. Rahmet-i İlahiyeyi ve mükâfat-ı uhreviyeyi ve fâni ve kısa ömrünü, uzun ve bâki bir surete çevirdiğini düşün. Bu acı şekva yerinde ferahlı bir şükret.

    O da tamamıyla bir ferah alarak: “Elhamdülillah” dedi “Hastalığım ondan bire indi.”

    Beşinci Nükte

    Üç meseledir.

    Birinci Mesele:

    Asıl musibet ve muzır musibet, dine gelen musibettir. Musibet-i diniyeden her vakit dergâh-ı İlahiyeye iltica edip feryat etmek gerektir. Fakat dinî olmayan musibetler, hakikat noktasında musibet değildirler. Bir kısmı ihtar-ı Rahmanîdir.

    Nasıl ki çoban, gayrın tarlasına tecavüz eden koyunlarına taş atıp onlar o taştan hissederler ki zararlı işten kurtarmak için bir ihtardır, memnunane dönerler. Öyle de çok zâhirî musibetler var ki İlahî birer ihtar, birer ikazdır ve bir kısmı keffaretü’z-zünubdur ve bir kısmı gafleti dağıtıp, beşerî olan aczini ve zaafını bildirerek bir nevi huzur vermektir.

    Musibetin hastalık olan nev’i, sâbıkan geçtiği gibi o kısım, musibet değil belki bir iltifat-ı Rabbanîdir, bir tathirdir. Rivayette vardır ki: “Ermiş bir ağacı silkmekle nasıl meyveleri düşüyor, sıtmanın titremesinden günahlar öyle dökülüyor.”

    Hazret-i Eyyüb aleyhisselâm münâcatında istirahat-i nefsi için dua etmemiş, belki zikr-i lisanî ve tefekkür-ü kalbîye mani olduğu zaman ubudiyet için şifa talep eylemiş. Biz, o münâcat ile –birinci maksadımız– günahlardan gelen manevî, ruhî yaralarımızın şifasını niyet etmeliyiz. Maddî hastalıklar için ubudiyete mani olduğu zaman iltica edebiliriz. Fakat muterizane, müştekiyane bir surette değil belki mütezellilane ve istimdadkârane iltica edilmeli.

    Madem onun rububiyetine razıyız, o rububiyeti noktasında verdiği şeye rıza lâzım. Kaza ve kaderine itirazı işmam eder bir tarzda “Âh! Of!” edip şekva etmek; bir nevi kaderi tenkittir, rahîmiyetini ittihamdır. Kaderi tenkit eden, başını örse vurur, kırar. Rahmeti ittiham eden, rahmetten mahrum kalır. Kırılmış el ile intikam almak için o eli istimal etmek, nasıl kırılmasını tezyid ediyor. Öyle de musibete giriftar olan adam, itirazkârane şekva ve merakla onu karşılamak, musibeti ikileştiriyor.

    İkinci Mesele:

    Maddî musibetleri büyük gördükçe büyür, küçük gördükçe küçülür. Mesela, gecelerde insanın gözüne bir hayal ilişir. Ona ehemmiyet verdikçe şişer, ehemmiyet verilmezse kaybolur. Hücum eden arılara iliştikçe fazla tehacüm göstermeleri, lâkayt kaldıkça dağılmaları gibi; maddî musibetlere de büyük nazarıyla ehemmiyetle baktıkça büyür. Merak vasıtasıyla o musibet cesetten geçerek kalpte de kökleşir, bir manevî musibeti dahi netice verir; ona istinad eder, devam eder. Ne vakit o merakı, kazaya rıza ve tevekkül vasıtasıyla izale etse bir ağacın kökü kesilmesi gibi maddî musibet, hafifleşe hafifleşe kökü kesilmiş ağaç gibi kurur, gider. Bu hakikati ifade için bir vakit böyle demiştim:

    Bırak ey bîçare feryadı, beladan kıl tevekkül.

    Zira feryat bela-ender, hata-ender beladır bil.

    Eğer bela vereni buldunsa safa-ender, atâ-ender beladır bil.

    Eğer bulmazsan bütün dünya cefa-ender, fena-ender beladır bil.

    Cihan dolu bela başında varken ne bağırırsın küçük bir beladan, gel tevekkül kıl!

    Tevekkül ile bela yüzünde gül, tâ o da gülsün. O güldükçe küçülür, eder tebeddül.

    Nasıl ki mübarezede müthiş bir hasma karşı gülmekle; adâvet musalahaya, husumet şakaya döner; adâvet küçülür, mahvolur. Tevekkül ile musibete karşı çıkmak dahi öyledir.

    Üçüncü Mesele:

    Her zamanın bir hükmü var. Şu gaflet zamanında musibet şeklini değiştirmiş. Bazı zamanda ve bazı eşhasta bela, bela değil belki bir lütf-u İlahîdir. Ben şu zamandaki hastalıklı ve sair musibetzedeleri (fakat musibet, dine dokunmamak şartıyla) bahtiyar gördüğümden, hastalık ve musibet aleyhtarı bulunmak hususunda bana bir fikir vermiyor. Ve bana, onlara acımak hissini îras etmiyor.

    Çünkü hangi bir genç hasta yanıma gelmiş ise görüyorum, emsallerine nisbeten bir derece vazife-i diniyeye ve âhirete karşı merbutiyeti var. Ondan anlıyorum ki öyleler hakkında o nevi hastalıklar musibet değil, bir nevi nimet-i İlahiyedir. Çünkü çendan o hastalık onun dünyevî, fâni, kısacık hayatına bir zahmet îras ediyor. Fakat onun ebedî hayatına faydası dokunuyor, bir nevi ibadet hükmüne geçiyor. Eğer sıhhat bulsa, gençlik sarhoşluğuyla ve zamanın sefahetiyle elbette hastalık haletini muhafaza edemeyecek, belki sefahete atılacak.

    Hâtime

    Cenab-ı Hak hadsiz kudret ve nihayetsiz rahmetini göstermek için insanda hadsiz bir acz, nihayetsiz bir fakr derceylemiştir. Hem hadsiz nukuş-u esmasını göstermek için insanı öyle bir surette halk etmiş ki hadsiz cihetlerle elemler aldığı gibi hadsiz cihetlerle de lezzetler alabilir bir makine hükmünde yaratmış. Ve o makine-i insaniyede yüzer âlet var. Her birinin elemi ayrı, lezzeti ayrı, vazifesi ayrı, mükâfatı ayrıdır. Âdeta insan-ı ekber olan âlemde tecelli eden bütün esma-i İlahiye, bir âlem-i asgar olan insanda dahi o esmanın umumiyetle cilveleri var. Bunda sıhhat ve âfiyet ve lezaiz gibi nâfi’ emirler, nasıl şükrü dedirtir, o makineyi çok cihetlerle vazifelerine sevk eder. İnsan da bir şükür fabrikası gibi olur.

    Öyle de musibetlerle, hastalıklarla, âlâm ile sair müheyyic ve muharrik arızalar ile o makinenin diğer çarklarını harekete getirir, tehyic eder. Mahiyet-i insaniyede münderic olan acz ve zaaf ve fakr madenini işlettiriyor. Bir lisan ile değil belki her bir azanın lisanıyla bir iltica, bir istimdad vaziyeti verir. Güya insan o arızalar ile ayrı ayrı binler kalemi tazammun eden müteharrik bir kalem olur. Sahife-i hayatında veyahut Levh-i Misalî’de mukadderat-ı hayatını yazar, esma-i İlahiyeye bir ilanname yapar ve bir kaside-i manzume-i Sübhaniye hükmüne geçip, vazife-i fıtratını îfa eder.


    1. *See, Tabari, Jami‘ al-Bayan, xvii, 71-2; Ibn Hajar, Fath al-Bari, vi, 426; Ibn al-Mubarak, al- Zuhd, 49.
    2. *See, Ibn al-Athir, al-Kamil fi’l-Tarikh, i, 98-100.
    3. *See, Qur’an, 21:84, 38:42-3. Also, Bukhari, Ghusl, 20; Tawhid, 35; Musnad, ii, 314.
    4. *See, Tirmidhi, Tafsir Sura 83:1; Ibn Maja, Zuhd, 29; Muwatta, Kalam, 18; Musnad, ii, 297.
    5. *See, Muslim, Birr, 52; Abu Da’ud, Jana’iz, 1; al-Hakim, al-Mustadrak, i, 1500.
    6. *See, Bukhari, Marda, 1; Muslim, Birr, 52; Tirmidhi, Zuhd, 57; Muwatta, Jana’iz, 40.