The Twenty-Eighth Flash
Bazı kısımları buraya dercedilen bu risalenin tamamı, Hatt-ı Kur’an Lem’alar mecmuasında neşredilmiştir.
İkinci Nükte
بِسْمِ اللّٰهِ الرَّحْمٰنِ الرَّح۪يمِ
وَمَا خَلَق۟تُ ال۟جِنَّ وَال۟اِن۟سَ اِلَّا لِيَع۟بُدُونِ مَٓا اُرٖيدُ مِن۟هُم۟ مِن۟ رِز۟قٍ وَمَٓا اُرٖيدُ اَن۟ يُط۟عِمُونِ اِنَّ اللّٰهَ هُوَ الرَّزَّاقُ ذُو ال۟قُوَّةِ ال۟مَتٖينُ
Şu âyet-i kerîmenin zâhir manası çok tefsirlerin beyanına göre yüksek ifade-i i’caz-ı Kur’anîyi göstermediğinden, çok zaman zihnime ilişiyordu. Kur’an’ın feyzinden gelen gayet güzel ve yüksek manalarından üç vechini icmalen beyan edeceğiz.
Birincisi: Cenab-ı Hak, Resulüne ait olabilecek bazı halleri, Resulünü tekrim ve teşrif noktasında bazen kendine isnad eder.
İşte burada da: “Resulüm size vazife-i risalet ve tebliğ-i ubudiyet hizmetine mukabil sizden bir ecir ve ücret ve mükâfat, bir it’am istemez.” manasında “Ben sizi ibadet için halk etmişim, bana rızık vermek ve it’am etmek için değil.” mealindeki âyet, Resul-i Ekrem aleyhissalâtü vesselâma ait it’am ve irzakı murad etmek gerektir. Yoksa gayet bedihî bir malûmu i’lam kabîlinden olur, i’caz-ı Kur’an’ın belâgatına uygun gelmez.
İkinci Vecih: İnsan rızka çok müptela olduğu için rızka çalışmak bahanesi, ubudiyete mani tevehhüm edip, kendine bir özür bulmamak için âyet-i kerîme diyor ki: “Siz ubudiyet için halk olunmuşsunuz. Netice-i hilkatiniz ubudiyettir. Rızka çalışmak, emr-i İlahî noktasında bir nevi ubudiyettir. Benim mahlukatım ve rızıklarını deruhte ettiğim nefisleriniz ve iyaliniz ve hayvanatınızın rızkını tedarik etmek, âdeta bana ait rızık ve it’amı ihzar etmek için yaratılmamışsınız. Çünkü Rezzak benim. Sizin müteallikatınız olan ibadımın rızkını ben veriyorum. Siz bunu bahane edip ubudiyeti terk etmeyiniz!”
Eğer bu mana olmazsa Cenab-ı Hakk’a rızık vermek ve it’am etmek muhaliyeti bedihî ve malûm olduğundan, i’lam-ı malûm kabîlinden olur. İlm-i belâgatta bir kaide-i mukarreredir ki: Bir kelâmın manası malûm ve bedihî ise o mana murad değil, onun bir lâzımı, bir tabii muraddır. Mesela sen, birisine desen: “Sen hâfızsın.” O, malûmunu i’lam kabîlinden olur. Demek, maksud manası budur ki: “Ben senin hâfız olduğunu biliyorum.” Bildiğimi bilmediği için ona bildiriyorum.
İşte bu kaideye binaen, âyet Cenab-ı Hakk’a rızık vermeyi ve it’am etmeyi nefyetmekten kinaye olan mana şudur: “Bana ait olup ve rızıklarını taahhüd ettiğim mahlukatıma rızık yetiştirmek için halk olunmamışsınız. Belki asıl vazifeniz ubudiyettir. Evamirime göre rızka çabalamak da bir nevi ibadettir.”
Üçüncü Vecih: Sure-i İhlas’ta nasıl ki لَم۟ يَلِد۟ وَ لَم۟ يُولَد۟ zâhir manası malûm ve bedihî olduğundan o mananın bir lâzımı muraddır. Yani “Valide ve veledi bulunanlar, ilah olamazlar.” manasında ve Hazret-i İsa (as) ve Üzeyr (as) ve melâike ve nücumların ve gayr-ı hak mabudların uluhiyetlerini nefyetmek kasdıyla, ezelî ve ebedî manasında Cenab-ı Hakk’ın لَم۟ يَلِد۟ وَ لَم۟ يُولَد۟ gayet bedihî ve malûm hükmettiği gibi aynen onun gibi bu misalimizde de “Rızık ve it’am kabiliyeti olan eşya, ilah ve mabud olamazlar.” manasında, Mabud’unuz olan Rezzak-ı Zülcelal sizden kendine rızık istemez ve siz onu it’am için yaratılmamışsınız mealindeki âyet; rızka muhtaç ve it’am edilen mevcudat, mabudiyete lâyık değiller, demektir.
Said Nursî
اَو۟ هُم۟ قَٓائِلُونَ بِسْمِ اللّٰهِ الرَّحْمٰنِ الرَّح۪يمِ
Re’fet اَو۟ هُم۟ قَٓائِلُونَ âyet-i celilesindeki قَٓائِلُونَ kelimesinin manasını merak edip sorması münasebetiyle ve hapiste sabah namazından sonra sairler gibi yatmasından gelen rehavet dolayısıyla, elmas gibi kalemini atalete uğratmamak için yazılmıştır.
Uyku üç nevidir:
Birincisi: Gayluledir ki fecirden sonra tâ vakt-i kerahet bitinceye kadardır.
Bu uyku, rızkın noksaniyetine ve bereketsizliğine hadîsçe sebebiyet verdiği için hilaf-ı sünnettir. Çünkü rızık için sa’y etmenin mukaddimatını ihzar etmenin en münasip zamanı, serinlik vaktidir. Bu vakit geçtikten sonra bir rehavet ârız olur. O günkü sa’ye ve dolayısıyla da rızka zarar verdiği gibi bereketsizliğe de sebebiyet verdiği, çok tecrübelerle sabit olmuştur.
İkincisi: Feyluledir ki ikindi namazından sonra mağribe kadardır.
Bu uyku ömrün noksaniyetine, yani uykudan gelen sersemlik cihetiyle o günkü ömrü nevm-âlûd, yarı uyku, kısacık bir şekil aldığından maddî bir noksaniyet gösterdiği gibi; manevî cihetiyle de o gün hayatının maddî ve manevî neticesi ekseriya ikindiden sonra tezahür ettiğinden, o vakti uyku ile geçirmek, o neticeyi görmemek hükmüne geçtiğinden, güya o günü yaşamamış gibi oluyor.
Üçüncüsü: Kayluledir ki bu uyku sünnet-i seniyedir. Duha vaktinden öğleden biraz sonraya kadardır.
Bu uyku, gece kıyamına sebebiyet verdiği için sünnet olmakla beraber, Ceziretü’l-Arap’ta vaktü’z-zuhr denilen şiddet-i hararet zamanında bir tatil-i eşgal, âdet-i kavmiye ve muhitiye olduğundan o sünnet-i seniyeyi daha ziyade kuvvetlendirmiştir. Bu uyku hem ömrü hem rızkı tezyide medardır. Çünkü yarım saat kaylule, iki saat gece uykusuna muadil gelir. Demek, ömrüne her gün bir buçuk saat ilâve ediyor. Rızık için çalışmak müddetine, yine bir buçuk saati ölümün kardeşi olan uykunun elinden kurtarıp yaşatıyor ve çalışmak zamanına ilâve ediyor.
Said Nursî
“Bu da güzeldir.”
اَل۟فُ اَل۟فِ صَلَاةٍ وَ اَل۟فُ اَل۟فِ سَلَامٍ عَلَي۟كَ يَا رَسُولَ اللّٰهِ cümlesi, namaz tesbihatında okunurken inkişaf eden latîf bir nükteyi uzaktan uzağa gördüm. Tamamını tutamadım fakat işaret nevinden bir iki cümlesini söyleyeceğim.
Gördüm ki gece âlemi, dünyanın yeni açılmış bir menzili gibidir. Yatsı namazında o âleme girdim. Hayalin fevkalâde inbisatından ve mahiyet-i insaniyenin bütün dünya ile alâkadarlığından, koca dünyayı o gecede bir menzil gibi gördüm. Zîhayatlar ve insanlar o derece küçüldüler, görünmeyecek derecede küçüldüler. Yalnız o menzili şenlendiren ve ünsiyetlendiren ve nurlandıran tek şahsiyet-i maneviye-i Muhammediyeyi (asm) hayalen müşahede ettim.
Bir adam yeni bir menzile girdiği zaman, menzildeki zatlara selâm ettiği gibi “Binler selâm (Hâşiye[1]) sana yâ Resulallah!” demeye bir arzuyu içimde coşar buldum. Güya bütün ins ve cinnin adedince selâm ediyorum, yani sana tecdid-i biat, memuriyetini kabul ve getirdiğin kanunlarına itaat ve evamirine teslim ve taarruzumuzdan selâmet bulacağını selâm ile ifade edip; benim dünyamın eczaları, zîşuur mahlukları olan umum cin ve insi konuşturup, her birerlerinin namına bir selâmı, mezkûr manalarla takdim ettim.
Hem o getirdiği nur ve hediye ile benim bu dünyamı tenvir ettiği gibi herkesin bu dünyadaki dünyalarını tenvir ediyor, nimetlendiriyor diye o hediyesine şâkirane bir mukabele nevinden “Binler salavat sana insin!” dedim. Yani senin bu iyiliğine karşı biz mukabele edemiyoruz, belki Hâlık’ımızın hazine-i rahmetinden gelen ve semavat ehlinin adedince rahmetler sana gelmesini niyaz ile şükranımızı izhar ediyoruz, manasını hayalen hissettim.
O Zat-ı Ahmediye (asm) ubudiyeti cihetiyle –halktan Hakk’a teveccühü hasebiyle– rahmet manasındaki salâtı ister. Risaleti cihetiyle –Hak’tan halka elçiliği haysiyetiyle– selâm ister. Nasıl ki cin ve ins adedince selâma lâyık ve cin ve ins adedince umumî tecdid-i biatı takdim ediyoruz. Öyle de semavat ehli adedince, hazine-i rahmetten her birinin namına bir salâta lâyıktır.
Çünkü getirdiği nur ile her bir şeyin kemali görünür ve her bir mevcudun kıymeti tezahür eder ve her bir mahlukun vazife-i Rabbaniyesi müşahede olunur ve her bir masnûdaki makasıd-ı İlahiye tecelli eder. Onun için her bir şey, lisan-ı hal ile olduğu gibi lisan-ı kāli de olsaydı اَلصَّلَاةُ وَ السَّلَامُ عَلَي۟كَ يَا رَسُولَ اللّٰهِ diyecekleri kat’î olduğundan biz umum onların namına اَل۟فُ اَل۟فِ صَلَاةٍ وَ اَل۟فُ اَل۟فِ سَلَامٍ عَلَي۟كَ يَا رَسُولَ اللّٰهِ بِعَدَدِ ال۟جِنِّ وَ ال۟اِن۟سِ وَ بِعَدَدِ ال۟مَلَكِ وَ النُّجُومِ manen deriz.
فَيَك۟فٖيكَ اَنَّ اللّٰهَ صَلّٰى بِنَف۟سِهٖ وَ اَم۟لَاكَهُ صَلَّت۟ عَلَي۟هِ وَ سَلَّمَت۟
Said Nursî
Aziz kardeşim!
Vahdetü’l-vücuda dair bir parça izahat istiyorsunuz. Bu meseleye dair Otuz Birinci Mektup’un bir Lem’a’sında, Hazret-i Muhyiddin’in bu meseledeki fikrine karşı gayet kuvvetli ve izahlı bir cevap vardır. Şimdilik bu kadar deriz ki:
Bu mesele-i vahdetü’l-vücudu şimdiki insanlara telkin etmek, ciddi zarar verir. Nasıl ki teşbihat ve temsiller, havassın elinden avamın eline ve ilmin elinden cehlin eline girse hakikat telakki edilir. (Hâşiye[2]) Öyle de vahdetü’l-vücud meselesi gibi hakaik-i ulviye, ehl-i gaflet ve esbab içine dalan avamlara girse tabiat telakki edilir ve üç mühim zarar verir:
Birincisi: Vahdetü’l-vücudun meşrebi, Cenab-ı Hak hesabına kâinatı âdeta inkâr etmek iken, avama girdikçe; gafil avamlara, hususan maddiyyun fikirleriyle âlûde olan fikirlere girdikçe, kâinat ve maddiyat hesabına uluhiyeti inkâr yoluna gider.
İkincisi: Vahdetü’l-vücud meşrebi, mâsiva-yı İlahînin rububiyetini o derece şiddetle reddeder ki mâsivayı inkâr ve ikiliği ref’ediyor. Değil nüfus-u emmarenin belki her bir şeyin müstakil vücudunu görmemek iken, bu zamanda fikr-i tabiatın istilasıyla ve gurur ve enaniyetin nefs-i emmareyi şişirmesiyle ve âhireti ve Hâlık’ı bir derece unutmak cihetiyle bazı nüfus-u emmare küçük birer firavun, âdeta nefsini mabud ittihaz etmek istidadında bulunan insanlara vahdetü’l-vücudu telkin etmek, nefs-i emmareyi –el-iyazü billah– öyle şımartır ki ele avuca sığmaz.
Üçüncüsü: Tagayyür, tebeddül, tecezzi, tahayyüzden mukaddes, münezzeh, müberra, muallâ olan Zat-ı Zülcelal’in vücub-u vücuduna ve takaddüs ve tenezzühüne muvafık düşmeyen tasavvurata sebebiyet verir ve telkinat-ı bâtılaya medar olur.
Evet vahdetü’l-vücuddan bahseden; fikren serâdan süreyyaya çıkarak, kâinatı arkasında bırakıp nazarını arş-ı a’lâya diken, istiğrakî bir surette kâinatı ma’dum sayıp her şeyi doğrudan doğruya kuvvet-i iman ile Vâhid-i Ehad’den görebilir. Yoksa kâinatın arkasında durup kâinata bakan ve önünde esbabı gören ve ferşten nazar eden, elbette esbab içinde boğulup, tabiat bataklığına düşmek ihtimali var.
Fikren arşa çıkan, Celaleddin-i Rumî gibi diyebilir: “Kulağını aç! Herkesten işittiğin sözleri, fıtrî fonoğraflar gibi Cenab-ı Hak’tan işitebilirsin.” Yoksa Celaleddin gibi bu derece yükseğe çıkamayan ve ferşten arşa kadar mevcudatı âyine şeklinde görmeyen adama “Kulak ver, herkesten kelâmullahı işitirsin.” desen manen arştan ferşe sukut eder gibi hilaf-ı hakikat tasavvurat-ı bâtılaya giriftar olur.
قُلِ اللّٰهُ ثُمَّ ذَر۟هُم۟ فٖى خَو۟ضِهِم۟ يَل۟عَبُونَ مَا لِلتُّرَابِ وَ لِرَبِّ ال۟اَر۟بَابِ
سُب۟حَانَ مَن۟ تَقَدَّسَ عَنِ ال۟اَش۟بَاهِ ذَاتُهُ وَتَنَزَّهَت۟ عَن۟ مُشَابَهَةِ ال۟اَم۟ثَالِ صِفَاتُهُ وَشَهِدَ عَلٰى رُبُوبِيَّتِهٖ اٰيَاتُهُ جَلَّ جَلَالُهُ وَلَٓا اِلٰهَ اِلَّا هُوَ
Said Nursî
The Answer to a Question
I do not have the time to weigh up the ideas of Mustafa Sabri1 and those of Musa Bekûf.2 I shall only say this much, that the one went to one extreme and the other, to the other extreme. Mustafa Sabri was right relatively to Musa Bekuf, but it is not right to denigrate someone like Muhyiddin who was a miracle of the Islamic sciences.
Yes, Muhyiddin was himself rightly-guided and acceptable, but should not be the guide and instructor with all his works. Since he very often proceeded in the realities without balance, he opposed the rules of the Sunnis and some of the things he said apparently denote misguidance. However, he himself was free of misguidance. A word may sometimes appear to be unbelief, but the one who speaks it is not an unbeliever.
Mustafa Sabri did not take these points into consideration; he was extreme concerning certain points of Sunni law, due to bigotry.
Musa Bekuf ise ziyade teceddüde taraftar ve asrîliğe mümaşatkâr efkârıyla çok yanlış gidiyor. Bazı hakaik-i İslâmiyeyi yanlış teviller ile tahrif ediyor. Ebu’l-Alâ-i Maarrî gibi merdud bir adamı, muhakkikînlerin fevkinde tuttuğundan ve kendi efkârına uygun gelen Muhyiddin’in Ehl-i Sünnet’e muhalefet eden meselelerine ziyade taraftarlığından, ziyade ifrat ediyor.
قَالَ مُح۟يِى الدّٖينِ : تَح۟رُمُ مُطَالَعَةُ كُتُبِنَا عَلٰى مَن۟ لَي۟سَ مِنَّا yani “Bizden olmayan ve makamımızı bilmeyen, kitaplarımızı okumasın, zarar görür.” Evet, bu zamanda Muhyiddin’in kitapları, hususan vahdetü’l-vücuda dair meselelerini okumak, zararlıdır.
Said Nursî
In the Name of God, the Merciful, the Compassionate.
I shall explain a matter that unfolded before the gaze of my imagination one glittering night of the festival, while watching from my prison window through the lens of prudence and foresight the laughter of mankind that would turn into tears.
As the lives of people of previous ages who lie in the graveyard may be seen in the cinema, so I as though saw the moving corpses of people who would inhabit it in the near future. I wept for those merry-makers. All of a sudden a feeling of desolation and pity came over me. I turned to my intellect and asked of reality: “What is this imagining?” Reality replied, saying:
In fifty years time, out of the fifty who are now laughing and enjoying themselves with such joy five will be bent and stooping seventy-year-olds, while forty-five will have rotted in the graveyard. Those beautiful features and joyful smiles will have been transformed into their opposites. According to the rule of “All that is coming is close,” since it is to some degree true that things that are going to happen in the near future are seen to have already arrived, then surely what you see is not imagination.
Furthermore, since the heedless laughter of this world veils bitter facts that thus turn it into tears, and is temporary and subject to decline, most certainly it is only thankful, innocent enjoyment within the bounds of the licit, which leads to awareness of God’s presence and dispels heedlessness, and pleasures that will be permanent by reason of their reward that will cause joy to wretched man’s eternity-worshipping heart and his spirit, which has an irresistible desire for immortality, and make them smile.
It is because of this that there are among the narrations many that strongly encourage thanks and remembrance of God at festival times, in order to prevent heedlessness from prevailing and deviation into the illicit. To do this at such times may transform the bounties of joy and happiness into thanks and make the bounty continue and increase it. For thanks increases bounty and dispels heedlessness.
Said Nursî
In the Name of God, the Merciful, the Compassionate.
This(*[3])concerns one point contained in the verse, The [human] soul is certainly prone to evil,(12:53)
and in the Hadith the meaning of which is, “Your worst enemy is your soul.”(*[4])The person who loves himself – if his evil-commanding soul has not been purified – will love no one else. Even if he does apparently, he does not do so sincerely, but only for the pleasure of it or for some good he receives. He always tries to make himself liked. Also, he never ascribes faults to himself; he defends and exonerates himself like a lawyer. He praises himself, exaggerating and even lying, showing himself to be free of fault, as though sanctifying himself, and according to his degree receives a slap from the verse, Who takes as his god his desires.(25:43; 45:23) His self-praise and efforts to make himself liked have the reverse effect, for he attracts contempt and is treated coldly.
He also loses sincerity in his actions that look to the hereafter and they become mixed with hypocrisy. He is defeated by the emotions and desires of the soul, which are blind to the consequences, do not think of results, and are obsessed with present pleasure; he serves a year’s prison sentence due to one hour’s pleasure demanded by his emotions, which have gone astray. He pays ten years’ penalty on account of one minute’s pride or revenge. Quite simply like a silly child who sells the portion of the Qur’an he is learning to buy a single sweet, in order to flatter his emotions, gratify his senses, and satisfy his appetites, he makes his diamond-like good deeds the means to egotistical pleasures as insignificant as fragments of glass, and he loses out in profitable works.
O God! Preserve us from the evil of the soul and of Satan, and from the evil of jinn and men.
A Question
How can incarceration in Hell for an infinite duration in return for unbelief for a short duration be justice?
The Answer: Reckoning a year to be three hundred and sixty-five days, the law of justice requires for a one-minute murder, seven million eight hundred and eighty-four thousand minutes’ imprisonment. So, since one minute’s unbelief is like a thousand murders, according to the law of human justice, someone who lives a life of twenty years in unbelief and dies in that state deserves imprisonment for fifty-seven billion, two hundred and on thousand two hundred million years. It may be understood from this how conformable with divine justice is the verse, They will dwell therein for ever.(33:65, etc.)
The reason for the connection between these two numbers, so far from one another, is this: since murder and unbelief are destruction and aggression, they have an effect on others. A murder which takes one minute negates on average at least fifteen years of the victim’s life, so the murderer is imprisoned in their place. While since one minute of unbelief denies a thousand and one divine names and denigrates their inscriptions, violates the rights of the universe and denies its perfections, and gives the lie to innumerable evidences of divine unity and rejects their testimony, the unbeliever is cast down to the lowest of the low for more than a thousand years, and “dwells” in imprisonment.
Said Nursî
Manidar Bir Tevafuk-u Latîfe
Risale-i Nur şakirdlerini ittiham ettikleri ve cezalarını istedikleri 163’üncü maddesine, Risale-i Nur müellifinin medresesine, yüz elli bin lira verilmesine dair lâyihanın, 200 mebustan 163 mebusun adedine tevafuk edip, manen o tevafuk diyor ki: Hükûmet-i cumhuriyenin 163 mebusun takdirkârane imzaları, 163’üncü madde-i kanuniyenin hükmünü, onun hakkında iptal ediyor.
Hem yine manidar tevafukat-ı latîfedendir ki Risale-i Nur’un 128 parçası, 115 parça kitap ediyor. Risale-i Nur’un şakirdlerinin ve müellifinin mebde-i tevkifi olan 27 Nisan 1935 tarihi ile mahkemenin karar ve hüküm tarihi olan 19 Ağustos 1935 tarihi olmasına nazaran, 115 gün olup Risale-i Nur kitapları adedine tevafuk etmekle beraber, istintak edilen 115 suçlu gösterilen eşhasın da adedine tam tamına tevafuk ettiği gibi gösteriyor ki: Risale-i Nur müellifinin ve şakirdlerinin başına gelen musibet, bir dest-i inayetle tanzim ediliyor. (Hâşiye[5])
Bu Lem’a’nın başında İmam-ı Ali (ra) Risale-i Nur’a işaret ettiğinden, bir kardeşimiz heyecanlı bir iştiyakla Risale-i Nur’a, Elmas Cevher Nur ismini takıp tekrar ederek yazmıştı. Bu Lem’a’nın âhirinde derci münasip görüldü:
Takva dairesinde bulunan talebe deli de olsa, acaba Risale-i Nur’un ve kıymetli elmasın nurundan ayrılabilir mi? Öyle tahmin ederim ki Risale-i Nur’un bu âciz talebeniz kadar kerametini, faziletini, lezzetini yiyen, tatlı meyvesinden koparan nadirdir. Hem bu kadar âcizliğim ile beraber, Risale-i Nur’a hizmet edemediğim halde göstermiş olduğunuz teveccühe medyun-u şükranım. Binaenaleyh Risale-i Nur’dan bendeniz değil, hiçbir talebeniz o mübarek elmastan ve lezzetten ayrılamaz.
Affınıza mağruren Risale-i Nur’un bu defaki taharriyatında iki kerameti meydana aynen çıkmıştır: Hapishane içerisinde polis, jandarma ve gardiyanlar müthiş arama yaparken, o esnada hiç kimse görmeden, yedi sekiz yaşında, hemşiremin mahdumu, mektep çantasının içerisine Risale-i Nur’un nüshalarını koyarak alıp gitmiştir.
Arama, bendenizin odasında idi. Çocuk odaya geldi, odada telaş görünce, odanın bir tarafında ayrıca duran Risale-i Nurları çantasına koydu ve içerideki memurların hiçbirisi farkına varmadı, çocuğa da bir şey demediler. Fedakâr çocuk doğruca validesine gidiyor. “Dayımın daima bize okuduğu Risale-i Nurları getirdim. Bunları alacaklarmış. Ben onların haberi olmadan, onlar başka mektup, kitap karıştırırlarken aldım, çantama koydum. Bunları iyice bir yere koyunuz, muhafaza ediniz. Ben bunların okunmasını çok seviyorum. Dayım bize bunları okuyordu. O okurken ben başka bir halet kesbediyordum.” diye validesine söylüyor ve mektebine avdet ediyor. Bu sayede Elmas Cevher Nurlar ele geçmemiş oluyor.
Bu keramet değil de nedir? Kur’anî bir mu’cize değildir de nedir? Acaba bu fazilet, acaba bu lezzet, acaba bu Elmas Cevher, hangi telifatta vardır ki bu Elmas Cevher Nurlar, şimdiye kadar hangi zatın ağzından dökülmüştür? Ben de hapis değil, bu Elmas Cevher Nurlar için her an her dakika her fedakârlığı memnuniyetle kabul ederim. Benden sonra bu Elmas Cevher Nurlar yoluna evladım Emin de bütün hayatını sarf etmeye hazırdır.
İşte bu Elmas Cevher Nur’un ikinci kerametini ispat ile üç yaşından sekiz yaşına kadar akrabalarım ve evladım, bu Elmas Cevher Nurlar için fedakârane ve bu yolda hayatlarını hiç düşünmeden feda edeceklerini ispat ederim. Çünkü bu Elmas Cevher Nur’u okurken hepsi başıma toplandı. Onları sevdim ve birer çay verdim, bu Elmas Cevher Nur’u okumaya devam ettim. Hepsi birden “Bu nedir? Bu yazı nasıl yazıdır?” sordular. Ben de dedim: “Bu Elmas Cevher Nur’dur.” diye bunlara okumaya başladım. Onuncu Söz’ü okurken saatler geçmiş. Çocuklar merakından, anlayamadıkları zaman hemen bendenize soruyorlardı. Ben de bu Elmas Cevher Nur’u onların anlayabileceği şekilde izah ederken çocukların renkleri, renk renk oluyordu ve güzelleşiyordu. Bendeniz de çocukların yüzüne baktıkça hepsinde ayrı ayrı nurlu Said görüyordum.
Suallerinde “Nur hangisi, Cevher hangisi ve Elmas hangisi?” diye sorduklarında; “Evet Nur, bunu okumaktır. Bak sizde bir güzellik meydana geldi.” Onlar da birbirinin yüzüne baktılar, tasdik ettiler. “Ya Elmas nedir?” “Bu sözleri yazmaktır. O zaman, yani yazdığınız zaman sizin yazılarınız elmas gibi kıymetli olur.” Tasdik ettiler. “Ya Cevher nedir?” “İşte o da bu kitaptan aldığınız imandır.” Hepsi birden şehadet getirdiler. Bu sohbette üç dört saat geçmiş, bendeniz farkına varmadım.
İşte “Elmas Cevher Nur budur.” dedim. Tasdik ettiler. Hepsi birden bana bakıyorlardı ve “Bunu kim yazdı?” diyorlardı.
Âciz talebeniz
Şefik
Zekâi’nin Rüyası
Bu sabah rüyamda, İstanbul’un Tophane sahiline benzer saf ve berrak bir deniz kenarındayım. Kuşluk zamanında olduğunu zannettiğim güneşin ziyası, o derya-yı azîmin üzerinde hoş parıltılar husule getiriyor. Ben deryaya müteveccihim. Denizin orta ve cenubu tarafından yüze yüze sahile gelen bir genç, omuzundaki bir sabanı sahile çıkardı. Orada bütün kardeşlerimize (tahliyeden sonra) istikbal edilmekteler iken, sahil boyunu takiben, garptan dolu dizgin iki atlı geliyor. “Üstad geliyor!” dediler. Bu izdiham yarıldı, hiç durmaksızın bu mühib yağız atlı ve esmer çehreli iki zat, şarka doğru uzaklaştılar. Ben, o deryaya dalmak üzere iken uyandım.
Zekâi
Tarafgirane ve Risale-i Nur’a rakibane söylenen sözlere mukabildir.
Ger medhetmekse tefahurla kendinizi maksadın
Risale-i Nur’un en sönük yıldızının peykisiniz
Zinhar seyyare zannetme kardeşim, Risale-i Nur’un
Arz değil, âfitab dahi peykidir onun
Pek yakında parlayacaktır âlemde Risale-i Nur
Sönmez, belki gizlenir, zira nurun alâ nur
Bir nur ki bahr-i hakikat ve mahz-ı hidayettir o
مَن۟ اَص۟حَابُ الصِّرَاطِ السَّوِىِّ وَ مَنِ اه۟تَدٰى yı oku.
Hak’tan olmaz şikâyet, belki maksat hikâyet
Şer’in üzere giderken Hakk’a malûm
Risale-i Nur’a ki eylemiştim hem de hizmet
Risale-i Nur ki Aliyyü’l-Murtaza ve Gavs-ı A’zam
Celcelutiye’de ve bazı kasaidde etmişler işaret
Risale-i Nur ki urvetü’l-vüska, lenfisam
Temessük etmiştim zira hem hidayet ve ayn-ı hakikat
Koydular bizleri ki orada durmuştu Yusuf aleyhisselâm
Hem de beraberimizde idi Hazret-i Üstad.
Halil İbrahim
The Twenty-Eighth Point of the Twenty-Eighth Flash
In the Name of God, the Merciful, the Compassionate.
[So] they should not strain their ears in the direction of the Exalted Assembly, but be cast away from every side * Repulsed, for they are under a perpetual penalty, * Except such as snatch away something by stealth, and they are pursued by a flaming fire, of piercing brightness.(37:8-10) * And We have adorned the lowest heaven with lamps, and We have made them missiles to drive away the evil ones.(67:5)
An important point concerning verses like these will be explained in connection with criticisms made by the people of misguidance. It is as follows:
Spies from among the jinn and satans eavesdrop on events in the heavens, and like soothsayers, mediums, and some spiritualists, convey news from the World of the Unseen. So that their giving information about the Unseen should not give rise to any doubts when the Qur’an was first revealed, their continual espionage was prevented to a greater extent and they were repulsed by shooting stars. The following is a brief reply to an extremely important question in three parts concerning the above verses, which are about this subject.
Question: It is understood from verses like these that spying satans infiltrate the distant lands of the heavens in order to learn of some minor and even personal event in the Unseen. Rumours of such minor events as though spread everywhere in those vast lands, and any satan anywhere may hear a confused version of them and pass it on. However, reason and science cannot accept such a thing.
Also, it is said that some of the people of prophethood and some wonder-workers as though pluck the fruits of Paradise from nearby, which according to definite verses of the Qur’an, is above the heavens, and they sometimes gaze on Paradise from near at hand. This matter, which concerns infinite distance within infinite proximity, is not conformable with the understanding of the present age.
Also, the unimportant situation of an unimportant person being the subject of discussion in the Sublime Assembly in the universal, vast land of the heavens is not conformable with the wisdom of the utterly wise administration of the universe. Nevertheless, these three matters are considered to be among the truths of Islam.
The Answer:
Firstly: In the seven ‘Steps’ of the treatise called the Fifteenth Word, the repulsion and ejection with stars of diabolical spies from the heavens, expressed by the verse, And We have adorned the lowest heaven with lamps, and We have made them missiles to drive away the evil ones, is proved so certainly with seven premises that it convinces the obdurate materialist, silencing him and forcing him to accept it.
Secondly: We shall allude to those three truths which are supposed to be far from the reason with a comparison that will bring them close to narrow minds.
For example, if a state’s Army Office is in the east of the country, its Ministry of Justice in the west, its Education Ministry in the north, its Religious Affairs Department in the south, and its Civil Service in the centre, and each department and ministry communicates and is connected with the others by means of radio, telephone, and telegraph in most regular and orderly fashion, the whole country will quite simply be its Army Office the same as it is its Ministry of Justice, and will be its learned establishment as it is its Civil Service.
And for example, it sometimes happens that numerous countries and states whose capitals are different have sovereignty over a single country in different ways, through colonies, or concessions, or trade. Although the country’s subjects and nation are one, through its concessions, each state has connections with them. The affairs of those states, which are distant from one another, touch on each other; they come close to each other in all the houses of the country, and they share in each of its people. Its minor matters are seen in a minor sphere in its points of contact. For each minor matter is not taken from the universal sphere. But when those minor matters are discussed, they are mentioned as though they are taken from the universal sphere, since they are directly in accordance with the universal sphere’s laws; they are given the form of a matter discussed in that sphere.
Like these two comparisons, although the land of the heavens is extremely distant in respect of its centre and capital, it has immaterial telephones reaching the hearts of men in the land of the earth. Furthermore, it does not only look to the corporeal world, but in one respect encompasses the Manifest World since it comprises the Spirit World and World of the Inner Dimension of Things.
The sphere of influence of Paradise too, which is from the world of eternity and everlasting realm, stretches out and spreads in luminous fashion beneath the veil of the manifest, despite its infinite distance.
Just as although, through the wisdom and power of the All-Wise and Glorious Maker, the centres of the senses in man’s head are all different, each governs the body taking it under its disposal; so the universe, the macroanthropos, comprises thousands of worlds one within the other like concentric circles.
Sometimes the situations and events that occur in them are the object of attention in respect of their universality and particularity and insignificance and immensity; that is to say, those particulars are to be seen in particular, near places, while the universals and immense matters are seen in universal, vast stations.
However, sometimes a minor, particular event occupies a vast world.
In whichever corner of the world you listen, you will hear about it. And sometimes some vast mobilization is not against the enemy’s forces, but for a show of pomp and majesty. For example, the event of Muhammad (UWBP) and sacred occurrence of the Qur’an’s revelation were the most important events in the land of the heavens and were bruited in every corner of it. Then there were more falling stars, which was a dominical sign proclaiming the degree of splendour of the Qur’anic revelation and its glittering sovereignty and the degree of its truthfulness, which could be penetrated by no doubt, and was expressed and illustrated by the sentries posted on the distant, towering bastions of the vast heavens raining down missiles to drive off and repulse the devils. The Qur’an of Miraculous Exposition expounds and proclaims that cosmic proclamation, and alludes to those heavenly signs.
Yes, such a tremendous heavenly sign, and the spying satans, who being made to do battle with the angels although they could have been blown away at the puffing of an angel, was surely to show the majesty of the Qur’anic Revelation’s sovereignty.
Also, this splendid exposition of the Qur’an and vast heavenly mobilization indicate that there was nowhere the jinns and devils could interfere on the long way from the heart of Muhammad (UWBP) to the world of the heavens and the Sublime Throne, not that the jinns and satans possess some power which drove the inhabitants of the heavens to fight them and defend against them. The Qur’anic Revelation was a truth discussed by all the angels in the heavens; in order, the satans were compelled to rise to the heavens to draw close to it a little, but were not successful and were repulsed. This shows that the Revelation that came to the heart of Muhammad (UWBP), and Gabriel who came to his presence, and the truths of the Unseen which appeared to his gaze, were sound and straight and could be pierced by no doubts. The Qur’an of Miraculous Exposition tells this in miraculous fashion.
As for Paradise being seen from very close despite its great distance and being part of the World of Eternity, and sometimes fruits being plucked from it, this transient world and Manifest Realm is a veil to the World of the Unseen and Everlasting Realm as may be understood from the above two comparisons. Paradise may be seen everywhere by means of the mirror of the World of Similitudes, despite the distance of its supreme centre. So too, where there is belief at the degree of ‘absolute certainty’, Paradise may have sorts of colonies and ministries in this transient world – if there is no mistake in the comparison – and by means of the telephone of the heart, may communicate with elevated spirits, and its gifts may come to them.
As for a universal sphere being preoccupied with particular, personal matters; that is to say, satans rising to the heavens and eavesdropping in order to bring reports of the Unseen to soothsayers, and their bringing false, confused news, as is described in Qur’anic commentaries, it must be as follows:
it is not a question of their going as far as the capital of the land of the heavens and gathering particular news; but of there being certain places resembling police outposts – if the metaphor is not mistaken – in the country of the heavens, which encompasses the atmosphere. In these they have relations with the country of the earth. The satans eavesdrop on particular events in those particular places. The human heart even is one such place, where the angel of inspiration and personal devil do battle.
Also, however particular the truths of belief and the Qur’an and the events connected with Muhammad (UWBP), they are as though the greatest and most universal and important events and are published at the sublime throne and in the sphere of the heavens, the most universal sphere, in – if the comparison is not mistaken – the newspapers of the appointed events of the universe. They are discussed on every corner. Since from the heart of Muhammad (UWBP) to the sphere of the throne there is no way the satans can interfere, they do nothing apart from listening to the heavens. Thus, the verse proclaims and shows most eloquently, indeed, miraculously, how elevated and true are the Qur’anic revelation and prophethood of Muhammad (UWBP), and that it is in no way possible to oppose them or draw close to them with subterfuge or falsehood.
Glory be unto You! We have no knowledge save that which You have taught us; indeed, You are All-Knowing, All-Wise.(2:32)
Said Nursî
- ↑ Hâşiye: Zat-ı Ahmediye’ye (asm) gelen rahmet, umum ümmetin ebedî zamandaki ihtiyacatına bakıyor. Onun için gayr-ı mütenahî salât yerindedir. Acaba dünya gibi koca, büyük ve gafletle karanlıklı, vahşetli ve hâlî bir haneye birisi girse ne kadar tedehhüş, tevahhuş, telaş eder ve birden o haneyi tenvir ederek enis, munis, habib, mahbub bir Yaver-i Ekrem sadırda görünüp, o hanenin Mâlik-i Rahîm-i Kerîm’ini o hanenin her eşyasıyla tarif edip tanıttırsa ne kadar sevinç, ünsiyet, sürur, ışık, ferah verdiğini kıyas ediniz. Zat-ı Risalet’teki salavatın kıymetini ve lezzetini takdir ediniz.
- ↑ Hâşiye: Nasıl ki iki melâike, teşbihin sırrı münasebetiyle Sevr ve Hut tesmiye edilen, avamca koca bir öküz ve koca bir balık telakki edilmiştir.
- ↑ *This piece is beneficial for everyone.
- ↑ *al-‘Ajluni, Kashf al-Khafa’, i, 143; al-Ghazali, Ihya ‘Ulum al-Din, iii, 4.
- ↑ Hâşiye: Cây-ı dikkattir ki Risale-i Nur şakirdlerinin tevkiflerinin bir kısmı 25 Nisan 1935 tarihinde başlamış olup, kararnamede suçlu gösterilen 117 kimse ise de ikisinin ismi mükerrer olmasına nazaran bu suretle şakirdlerin adedi 117 adedine o kısmın tevkifinden hüküm tarihine kadar 117 gün olmakla tevafuk edip evvelki tevafukata bir letafet daha katmıştır.