Yedinci Şuâ/sk

    Risale-i Nur Tercümeleri sitesinden
    20.42, 27 Eylül 2024 tarihinde Said (mesaj | katkılar) tarafından oluşturulmuş 159962 numaralı sürüm ("A tak vo vyjadrení lekcie, ktorú náš cestovateľ dostal, bolo v Ôsmom stupni Prvej zastávky povedané: لاَ اِلٰهَ اِلَّا اللّٰهُ الَّذٖى دَلَّ عَلٰى وُجُوبِ وُجُودِهٖ فىٖ وَحْدَتِهٖ اِجْمَاعُ جَمٖيعِ الْاَنْبِيَاءِ بِقُوَّةِ مُعْجِزَا تِهِمُ الْبَاهِرَةِ الْمُصَدِّقَةِ الْمُصَدَّقَةِ" içeriğiyle yeni sayfa oluşturdu)

    Ajet’ul Kubra

    Mühim bir ihtar ve bir ifade-i meram

    Bu ehemmiyetli risalenin herkes her bir meselesini anlamaz. Fakat hissesiz de kalmaz. Büyük bir bahçeye giren bir kimsenin, o bahçenin bütün meyvelerine elleri yetişmez. Fakat eline girdiği miktar yeter. O bahçe yalnız onun için değil belki elleri uzun olanların hisseleri de var.

    Bu risalenin fehmini işkâl eden beş sebep var:

    Birincisi: Ben kendi müşahedatımı kendi fehmime göre ve kendim için yazdım. Sair kitaplar gibi başkalarının fehmine ve telakkisine göre yazmadım.

    İkincisi: İsm-i a’zam cilvesiyle tevhid-i hakiki a’zamî bir surette yazıldığından, meseleleri hem gayet geniş hem gayet derin ve bazen çok uzun olduğundan herkes birden ihata edemez.

    Üçüncüsü: Her bir mesele büyük ve uzun bir hakikat olması sebebiyle, hakikati parçalamamak için bazen bir sahife veya bir yaprak bir tek cümle olur. Bir tek delil hükmünde çok mukaddimat bulunur.

    Dördüncüsü: Ekser meselelerinin her birisinin pek çok delilleri ve hüccetleri bulunduğundan bazen on, bazen yirmi delili bir tek bürhan yapmak cihetiyle mesele uzunlaşır; kısa fehimler kavramaz.

    Beşincisi: Ben ramazanın feyziyle bu risalenin nurlarına mazhar olmaklığımla beraber, birkaç cihette halim perişan ve birkaç hastalıkla vücudum sarsıldığı bir zamanda acele yazılıp birinci müsvedde ile iktifa edildi. Hem yazdığım vakit, irade ve ihtiyarım ile olmadığını hissettiğimden, kendi fikrimle tanzim veya ıslah etmeyi muvafık görmediğim için bir parça fehmi işkâl edecek bir vaziyet aldı. Hem Arabî fıkralar içine çok girdi. Hattâ Birinci Makam baştan başa Arabî olduğundan içinden çıkarıldı, müstakil yazıldı.

    Medar-ı kusur ve işkâl olan bu beş sebeple beraber, bu risalenin öyle bir ehemmiyeti var ki İmam-ı Ali (ra) keramat-ı gaybiyesinde bu risaleye “Âyet-i Kübra” ve “Asâ-yı Musa” namlarını vermiş. Risale-i Nur’un risaleleri içinde buna hususi bakıp nazar-ı dikkati celbetmiş. (*[1])

    “El-Âyetü’l-Kübra”nın bir hakiki tefsiri olan bu Âyetü’l-Kübra Risalesi, Hazret-i İmam’ın (ra) tabirince “Asâ-yı Musa” namında “Yedinci Şuâ” kitabıdır.

    Bu “Yedinci Şuâ” bir mukaddime ve iki makamdır. Mukaddimesi dört mesele-i mühimmeyi, Birinci Makamı Âyet-i Kübra’nın tefsirinden Arabî kısmını, İkinci Makamı onun bürhanlarını ve tercümesini ve mealini beyan ederler.

    Bu gelen mukaddime lüzumundan fazla izah edilmekle beraber, bir derece uzun olması ihtiyarsız olmuştur. Demek, ihtiyaç var ki öyle yazdırıldı. Belki de bir kısım insanlar bu uzunu kısa görürler.

    Said Nursî

    MUKADDİME

    بِسْمِ اللّٰهِ الرَّحْمٰنِ الرَّحِيمِ

    وَمَا خَلَق۟تُ ال۟جِنَّ وَال۟اِن۟سَ اِلَّا لِيَع۟بُدُونِ

    Bu âyet-i uzmanın sırrıyla, insanın bu dünyaya gönderilmesinin hikmeti ve gayesi; Hâlık-ı kâinat’ı tanımak ve ona iman edip ibadet etmektir. Ve o insanın vazife-i fıtratı ve farîza-i zimmeti, marifetullah ve iman-ı billahtır ve iz’an ve yakîn ile vücudunu ve vahdetini tasdik etmektir.

    Evet, fıtraten daimî bir hayat ve ebedî yaşamak isteyen ve hadsiz emelleri ve nihayetsiz elemleri bulunan bîçare insana, elbette o hayat-ı ebediyenin üssü’l-esası ve anahtarı olan iman-ı billah ve marifetullah ve vesilelerinden başka olan şeyler ve kemalâtlar, o insana nisbeten aşağıdır. Belki çoğunun kıymetleri yoktur.

    Risale-i Nur’da bu hakikat kuvvetli bürhanlarla ispat edildiğinden, bu hakikati Risale-i Nur’a havale ederek yalnız o yakîn-i imanîyi bu asırda sarsan ve tereddüt veren iki vartayı dört mesele içinde beyan ederiz.

    Birinci vartadan çare-i necat

    İki meseledir:

    Birinci Mesele: Otuz Birinci Mektup’un On Üçüncü Lem’a’sında tafsilen ispat edildiği gibi umumî meselelerde ispata karşı nefyin kıymeti yoktur ve kuvveti pek azdır.

    Mesela, ramazan-ı şerifin başında hilâli görmek hususunda, iki âmî şahit hilâli ispat etseler ve binlerle eşraf ve âlimler “Görmedik.” deyip nefyetseler onların nefiyleri kıymetsiz ve kuvvetsizdir. Çünkü ispatta birbirine kuvvet verir, birbirine tesanüd ve icma var. Nefiyde ise bir olsa bin olsa farkları yoktur; herkes kendi başına kalır, infiradî olur.

    Çünkü ispat eden harice bakar ve nefsü’l-emre göre hükmeder. Mesela, misalimizde olduğu gibi biri dese: “Gökte ay vardır.” Diğer arkadaşı parmağını oraya basar, ikisi birleşip kuvvetleşirler.

    Nefiy ve inkârda ise nefsü’l-emre bakmaz ve bakamaz. Çünkü “Hususi olmayan ve has bir yere bakmayan bir nefiy ispat edilmez.” meşhur bir düsturdur. Mesela, bir şeyi dünyada var diye ben ispat etsem, sen de “Dünyada yok.” desen; benim bir işaretimle kolayca ispat edilebilen o şeyin sen nefyini yani ademini ispat etmek için bütün dünyayı aramak ve taramak ve göstermek, belki geçmiş zamanların her tarafını dahi görmek lâzım geliyor. Sonra “Yoktur, vuku bulmamıştır.” diyebilirsin.

    Madem nefiy ve inkâr edenler nefsü’l-emre bakmazlar, belki kendi nefislerine ve akıllarına ve gözlerine bakıp hükmediyorlar. Elbette birbirine kuvvet veremezler ve zahîr olmazlar. Çünkü görmeye ve bilmeye mani olan perdeler, sebepler ayrı ayrıdırlar. Herkes “Ben görmüyorum, benim yanımda ve itikadımda yoktur.” diyebilir. Yoksa “Vakide yoktur.” diyemez. Eğer dese hususan umum kâinata bakan iman meselelerinde dünya kadar büyük bir yalan olur ki doğru diyemez ve doğrultulmaz.

    Elhasıl, ispatta netice birdir, vâhiddir, tesanüd olur. Nefiyde ise bir değildir, müteaddiddir. Ya “yanımda ve nazarımda” veya “itikadımda” gibi kayıtların herkese göre taaddüdü ile neticeler dahi taaddüd eder, daha tesanüd olmaz.

    İşte bu hakikat noktasında imana karşı gelen kâfirlerin ve münkirlerin kesretinin ve zâhiren çokluğunun kıymeti yoktur. Ve mü’minin yakînine ve imanına hiç tereddüt vermemek lâzım iken bu asırda Avrupa feylesoflarının nefiy ve inkârları, bir kısım bedbaht meftunlarına tereddüt verip yakînlerini izale ve saadet-i ebediyelerini mahvetmiş. Ve insandan her günde otuz bin adama isabet eden ölümü, mevt ve eceli bir terhis manasından çıkarıp idam-ı ebedî suretine çevirmiş. Kapısı kapanmayan kabir, daima idamını o münkire ihtar etmekle, lezzetli hayatını elîm elemlerle zehirliyor. İşte, iman ne kadar büyük bir nimet ve hayatın hayatı olduğunu anla!

    İkinci Mesele: Bir fennin veya bir sanatın medar-ı münakaşa olmuş bir meselesinde, o fennin ve o sanatın haricindeki adamlar ne kadar büyük ve âlim ve sanatkâr da olsalar sözleri onda geçmez, hükümleri hüccet olmaz; o fennin icma-ı ulemasına dâhil sayılmazlar.

    Mesela büyük bir mühendisin, bir hastalığın keşfinde ve tedavisinde bir küçük tabip kadar hükmü geçmez. Ve bilhassa maddiyatta çok tevaggul eden ve gittikçe maneviyattan tebâud eden ve nura karşı gabileşen ve kabalaşan ve aklı gözüne inen en büyük bir feylesofun münkirane sözü, maneviyatta nazara alınmaz ve kıymetsizdir.

    Acaba yerde iken arş-ı a’zamı temaşa eden, hârika bir deha-yı kudsî sahibi olan ve doksan sene maneviyatta terakki edip çalışan ve hakaik-i imaniyeyi ilmelyakîn, aynelyakîn hattâ hakkalyakîn suretinde keşfeden Şeyh-i Geylanî (ks) gibi yüz binler ehl-i hakikatin ittifak ettikleri tevhidî ve kudsî ve manevî meselelerde, maddiyatın en dağınık ve kesretin en cüz’î teferruatına dalan ve sersemleşen ve boğulan feylesofların sözleri kaç para eder ve inkârları ve itirazları, gök gürültüsüne karşı sivrisineğin sesi gibi sönük olmaz mı?

    Hakaik-i İslâmiyeye zıddiyet gösterip mübareze eden küfrün mahiyeti bir inkârdır, bir cehildir, bir nefiydir. Sureten ispat ve vücudî görülse de manası ademdir, nefiydir.

    İman ise ilimdir, vücudîdir, ispattır, hükümdür. Her bir menfî meselesi dahi bir müsbet hakikatin unvanı ve perdesidir.

    Eğer imana karşı mübareze eden ehl-i küfür, gayet müşkülat ile menfî itikadlarını kabul-ü adem ve tasdik-i adem suretinde ispat ve kabul etmeye çalışsalar o küfür, bir cihette yanlış bir ilim ve hata bir hüküm sayılabilir. Yoksa irtikâbı çok kolay olan yalnız adem-i kabul ve inkâr ve adem-i tasdik ise cehl-i mutlaktır, hükümsüzlüktür.

    Elhasıl, itikad-ı küfriye iki kısımdır:

    Birisi: Hakaik-i İslâmiyeye bakmıyor. Kendine mahsus yanlış bir tasdik ve bâtıl bir itikad ve hata bir kabuldür ve zalim bir hükümdür. Bu kısım bahsimizden hariçtir. O bize karışmaz, biz de ona karışmayız.

    İkincisi: Hakaik-i imaniyeye karşı çıkar, muaraza eder. Bu dahi iki kısımdır:

    Birisi: Adem-i kabuldür. Yalnız ispatı tasdik etmemektir. Bu ise bir cehildir, bir hükümsüzlüktür ve kolaydır. Bu da bahsimizden hariçtir.

    İkincisi: Kabul-ü ademdir. Kalben, ademini tasdik etmektir. Bu kısım ise bir hükümdür, bir itikaddır, bir iltizamdır. Hem iltizamı için nefyini ispat etmeye mecburdur.

    Nefiy dahi iki kısımdır:

    Birisi: “Has bir mevkide ve hususi bir cihette yoktur.” der. Bu kısım ise ispat edilebilir. Bu kısım da bahsimizden hariçtir.

    İkinci kısım ise: Dünyaya ve kâinata ve âhirete ve asırlara bakan imanî ve kudsî ve âmm ve muhit olan meseleleri nefiy ve inkâr etmektir. Bu nefiy ise –birinci meselede beyan ettiğimiz gibi– hiçbir cihetle ispat edilmez. Belki kâinatı ihata edecek ve âhireti görecek ve hadsiz zamanın her tarafını temaşa edecek bir nazar lâzımdır, tâ o gibi nefiyler ispat edilebilsin.

    İkinci varta ve çare-i necat

    Bu dahi iki meseledir:

    Birincisi: Azamet ve kibriya ve nihayetsizlik noktasında, ya gaflete veya masiyete veya maddiyata dalmak sebebiyle darlaşan akıllar, azametli meseleleri ihata edemediklerinden bir gurur-u ilmî ile inkâra saparlar ve nefyederler. Evet, o manen sıkışmış ve kurumuş akıllarına ve bozulmuş ve maneviyatta ölmüş olan kalplerine, çok geniş ve derin ve ihatalı olan imanî meseleleri sığıştıramadıklarından, kendilerini küfre ve dalalete atarlar, boğulurlar.

    Eğer dikkatle kendi küfürlerinin içyüzüne ve dalaletlerinin mahiyetine bakabilseler görecekler ki imanda bulunan makul ve lâyık ve lâzım olan azamete karşı, yüz derece muhal ve imkânsızlık ve imtina o küfrün altında ve içindedir.

    Risale-i Nur yüzer mizan ve muvazenelerle, bu hakikati iki kere iki dört eder derecesinde kat’î ispat etmiş. Mesela, Cenab-ı Hakk’ın vücub-u vücudunu ve ezeliyetini ve ihatalı sıfatlarını azametleri için kabul edemeyen adam, ya hadsiz mevcudata, belki nihayetsiz zerrelere, o vücub-u vücudu ve ezeliyeti ve uluhiyet sıfatlarını vermekle küfrünü itikad edebilir. Veyahut ahmak sofestaîler gibi hem kendini hem kâinatın vücudunu inkâr ve nefyetmekle akıldan istifa etmelidir.

    İşte bunun gibi bütün hakaik-i imaniye ve İslâmiye, kendilerinin şe’nleri ve muktezaları olan azamete istinad ederek, karşılarındaki küfrün dehşetli muhalatından ve vahşetli hurafatından ve zulmetli cehalatından kurtarıp kemal-i iz’an ve teslimiyetle selim kalplerde ve müstakim akıllarda yerleşirler.

    Evet, ezan ve namaz gibi ekser şeair-i İslâmiyede kesretle اَللّٰهُ اَك۟بَرُ اَللّٰهُ اَك۟بَرُ ۝ اَللّٰهُ اَك۟بَرُ اَللّٰهُ اَك۟بَرُ azamet ve kibriyasını her vakit ilanı hem اَل۟عَظَمَةُ اِزَارٖى وَ ال۟كِب۟رِيَاءُ رِدَائٖى hadîs-i kudsînin fermanı hem “Cevşenü’l-Kebir” münâcatının seksen altıncı ukdesinde:

    يَا مَن۟ لَا مُل۟كَ اِلَّا مُل۟كَهُ ۝ يَا مَن۟ لَا يُح۟صِى ال۟عِبَادُ ثَنَائَهُ ۝

    يَا مَن۟ لَا تَصِفُ ال۟خَـلَائِقُ جَلَالَهُ ۝ يَا مَن۟ لَا تَنَالُ ال۟اَو۟هَامُ كُن۟هَهُ ۝

    يَا مَن۟ لَا يُد۟رِكُ ال۟اَب۟صَارُ كَمَالَهُ ۝ يَا مَن۟ لَا يَب۟لُغُ ال۟اَف۟هَامُ صِفَاتَهُ ۝

    يَا مَن۟ لَا يَنَالُ ال۟اَف۟كَارُ كِب۟رِيَائَهُ ۝ يَا مَن۟ لَا يُح۟سِنُ ال۟اِن۟سَانُ نُعُوتَهُ ۝

    يَا مَن۟ لَا يَرُدُّ ال۟عِبَادُ قَضَائَهُ ۝ يَا مَن۟ ظَهَرَ فٖى كُلِّ شَى۟ءٍ اٰيَاتُهُ ۝

    سُب۟حَانَكَ يَا لَٓا اِلٰهَ اِلَّا اَن۟تَ ال۟اَمَانُ ال۟اَمَانُ نَجِّنَا مِنَ النَّارِ

    diye olan gayet ârifane münâcat-ı Ahmediyenin (asm) beyanı gösteriyor ki azamet ve kibriya lüzumlu bir perdedir.


    Ajet’ul Kubra

    (Najvyššie znamenie)

    POZOROVANIA POCESTNÉHO PÝTAJÚCEHO SA VESMÍRU NA SVOJHO STVORITEĽA

    تُسَبّحُ لَهُ السَّمٰوَاتُ السَّبْعُ وَالْارْضُ وَمَنْ فٖيهِبَّ وَاِنْ مِنْ شَىْءٍ اِلَّا تُسَبّحُ بِحَمْدِهٖ وَلٰكِنْ لاَ تَفْقَهُونَ تَسْبٖيحَهُمْ اِنَّهُ كَانَ حَلٖيماً غَفُوراً

    Vo vyslovení Stvoriteľa tohoto kozmu tento vznešený aját tak, ako mnohé ostatné ajáty v Koráne, spomína najprv nebesia, čo je vynikajúcou stranou tawhídu (božej jedinosti), na ktorú s úžasom hľadia a s radosťou ju preskúmavajú všetci ľudia po všetky časy. Takže je vhodné začať najprv nebesiami.

    Naozaj, každý cestovateľ, ktorý príde do penziónu a ríše tohoto sveta, otvorí oči a diví sa: „Kto je pánom tohoto skvelého penziónu, ktorý pripomína:

    • najveľkorysejšiu hostinu

    • najdômyselnejšiu výstavu

    • najpôsobivejší tábor a cvičisko

    • najúžasnejšie a udivujúce miesto rekreácie

    • najučenejšie a múdre miesto vyučovania?“

    Taktiež sa sám seba pýta: „Kto je autorom tejto skvelej knihy, a kto je vládcom tejto vznešenej krajiny?“

    Najprv sa predstaví krásna tvár nebies popísaná zlatými hviezdami. Tá tvár na neho volá hovoriac:

    „Pozeraj sa na mňa, a ja ťa povediem k tomu, čo hľadáš.“ On sa potom pozerá a vidí, že:

    Dochádza k prejavu rububijjah (panstva), ktoré plní na nebesiach rôzne úlohy:

    • drží hore na nebesiach státisíce nebeských telies bez akýchkoľvek podporných stĺpov, z ktorých niektoré sú i tisíckrát ťažšie ako zem a rotujú sedemdesiatkrát rýchlejšie ako delová guľa

    • spôsobuje, že sa pohybujú v harmónii a rýchlo, bez toho, že by do seba narážali

    • spôsobuje, že nespočetné lampy neustále horia bez použitia akéhokoľvek oleja

    • rozostavuje tieto veľké hmoty bez akéhokoľvek hluku, nepokoja alebo neporiadku

    • necháva slnko a mesiac pracovať na ich príslušných úlohách bez toho, že by sa tie veľké telesá kedy búrili

    • spravuje všetko, čo existuje, v tom istom čase, tou istou silou, tým istým štýlom, spôsobom a formou bez najmenšieho nedostatku v nekonečnom priestore, veľkosť ktorého nemôže byť zmeraná v číslach ani keby sa tiahli od pólu k pólu

    • redukuje všetky agresívne sily vrodené tým telesám na poddajnú poslušnosť jeho zákonu

    • čistí a očisťuje tvár nebies odstraňujúc všetky prúdy a odpad toho rozsiahleho zhromaždenia

    • spôsobuje, že tie telesá manévrujú ako disciplinovaná armáda

    • a potom, nechávajúc zem rotovať, ukazuje nebesia každú noc a každý rok v inej forme, tak ako plátno kina ukazuje skutočné i vymyslené scény obecenstvu stvorenia.

    V tejto aktivite rububijjah (panstva) je viditeľná pravda, ktorá sa skladá z:

    • podmanenia, správy, revolúcie, prikazovania, očisty a zamestnania.

    Táto pravda svojou vznešenosťou a obsiahlosťou viditeľne dosvedčuje potrebnú existenciu a jednotu Stvoriteľa tých Nebies a že Jeho Existencia je viac zjavná ako samotné nebesá.

    Preto bolo v Prvom stupni Prvej zastávky povedané:

    لَا اِلٰهَ اللّٰهُ الْوَاجِبُ الْوُجُودِ الَّذٖى دَلَّ عَلٰى وُجُوبِ وُجُودِهِ فٖى وَحْدَيِهِ السَّمٰوَاتُ بِجَمٖيعِ مَا فٖيهَا بِشَهَادَةِ عَظَمَةِ اِحَاطَةِ حَقٖيقَةِ التَّسْخٖيرِ وَالتَّدْبٖيرِ وَالتَّدْوٖيرِ وَالتَّنْظٖيمِ وَالتَّنْظٖيفِ وَالتَّوْظٖيفِ الْوَاسِعَةِ الْمُكَمَّلَةِ بِالْمُشاَهَدَةِ

    Potom to úžasné miesto zhromaždenia známe ako atmosféra hromovo prehlási tomu cestovateľovi a hosťovi, ktorý prišiel na tento svet:

    „Pozri sa na mňa! Skrze mňa môžeš objaviť to, čo hľadáš a nájsť toho, kto ťa sem poslal!“

    Cestovateľ sa pozrie na trpkú ale milú tvár atmosféry a počúvajúc úžasné ale radostné hromobitie vníma nasledovné:

    Oblaky rozmiestené medzi oblohou a zemou zavlažujú záhradu sveta najmúdrejším a milosrdným spôsobom, poskytujú obyvateľom zeme vodu života, upravujú prirodzené teplo života a ponáhľajú sa poskytnúť pomoc kdekoľvek je potrebná.

    Okrem plnenia týchto a iných povinností ako dobre disciplinovaná armáda zjavujúca sa a skrývajúca sa v súlade s náhlymi príkazmi, rozsiahle oblaky schopné zaplniť nebesia sa náhle skryjú a ich časti odchádzajú oddychovať tak, že nie je vidno ani stopu. Potom, akonáhle je daný príkaz liať dolu dážď, oblaky sa behom hodiny zhromažďujú, alebo skôr behom niekoľkých minút, naplnia oblohu a čakajú na ďalšie rozkazy od svojho veliteľa.

    Cestovateľ sa ďalej pozrie na vietor v atmosfére a vidí, že vzduch je múdro a veľkoryso zamestnaný pri takých početných úlohách, že je to akoby každá z neživých častíc toho nevedomého vetra počula a zaznamenávala si príkazy prichádzajúce od toho Sultána vesmíru. Bez zanedbania čo i len jediného z nich, vykonáva ich v predpísanej forme mocou Sultána. Zamestnaný skrytou rukou vzduch vykonáva takéto univerzálne povinnosti a služby vedome a úmyselne rotujúc okolo života:

    • dáva dych každej bytosti,

    • sprostredkúva každej živej veci teplo, svetlo a elektrinu, ktorú potrebujú,

    • prenáša zvuk,

    • a napomáha pri opeľovaní rastlín.

    Cestovateľ sa potom pozrie na dážď a vidí, že tie delikátne lesknúce sa sladké kvapky zoslané odnikadiaľ zo skrytej pokladnice milosrdenstva obsahujú tak veľa súcitných darov a funkcií, že je to akoby milosť sama naberala tvar a prúdila z božej pokladnice vo forme kvapiek. A keďže sprostredkoval tento význam, hovorilo sa o daždi ako o „milosti“.

    Ďalej sa cestovateľ pozrie na blesk a počúva hrom a vidí, že i oni sú zamestnaní v úžasných úlohách.

    Odvracajúc potom oči od tohoto, obracia sa na svoj vlastný intelekt a hovorí: „Ten neživý oblak bez života, ktorý pripomína mykanú bavlnu, o nás samozrejme nemá žiadne poznanie. Neľutuje nás a neponáhľa sa nám pomáhať sám od seba. Nemôže sa zjavovať a miznúť bez toho, že by dostával príkazy. Skôr koná v súlade s príkazmi najmocnejšieho a súcitného veliteľa, vďaka ktorým najprv mizne bez stopy a potom sa znovu objavuje aby začal svoju prácu. Čas od času napĺňa a potom vyprázdňuje atmosféru na príkaz a mocou Sultána, Ktorý je najaktívnejší a vznešený, najveľkolepejší a skvelý. A z oblohy neustále robí tabuľku, na ktorú s múdrosťou zapisuje a z ktorej vymazáva prepustením, tabuľku vymazania (mahw) a potvrdenia (isbat) a obraz vzkriesenia a zhromaždenia (qijáma). Správou vládcu, ktorý reguluje a rozostavuje, ktorý je najšľachetnejší a štedrý, najveľkorysejší starostlivý udržiavateľ, nasadá na vietor a berúc so sebou pokladnice dažďa – každú tak ťažkú ako hora, sa ponáhľa pomôcť núdznym. Je to akoby nad nimi ľútosťou plakal a svojimi slzami spôsoboval, že sa kvety usmievajú, miernil teplo slnka a ako špongia kropil záhrady vodou a umýval a čistil tvár zeme.

    Ten udivený cestovateľ sa potom obracia na svoj intelekt a prichádza k záveru, že tieto stovky tisíc múdrych, milosrdných a vynaliezavých úloh a aktov veľkorysosti a milosrdenstva, ktoré sa zjavujú spoza závoja a vonkajšej formy tohoto nestáleho vzduchu, ktorý je neživý, bez života, nevedomý, nestály, nestabilný, búrlivý, nekľudný a bezcielny, jasne demonštrujú, že tento usilovný vietor, tento neúnavný služobník, nikdy nekoná sám od seba, ale že skôr koná v súlade s príkazmi Najmocnejšieho (Qadír), Vedúceho (Alím), Najmúdrejšieho (Hakím) a Veľkorysého (Kerím) veliteľa.

    Je to akoby si každá z jeho častíc bola vedomá každej jednej úlohy a podobne ako vojak rozumie a poslúcha každý rozkaz svojho veliteľa, ona počuje a poslúcha každý božský príkaz, ktorý prúdi vzduchom.

    • Pomáha každému zvieraťu dýchať a žiť, každej rastline nechať sa opeliť a rásť a pestuje všetok materiál potrebný pre ich prežitie.

    • Usmerňuje a spravuje oblaky,

    • spôsobuje, že plavba loďami je možná

    • a umožňuje prenos zvukov, menovite pomocou bezdrátového telefónu, telegrafu a rádia.

    Okrem svojich ostatných početných univerzálnych funkcií ako sú tieto, vidím, že častice atmosféry, z ktorých je každá zložená z dvoch jednoduchých materiálov ako je vodík a kyslík a každá sa jedna na druhú podobá, existujú nad tvárou zeme v stovkách tisícok rôznych božích umeleckých diel a prichádzam k záveru, že sú rukou múdrosti zamestnané a pripravené pracovať v maximálnom poriadku.

    Preto, ako sa jasne tvrdí v ajáte وَتَصْرٖيفِ الرِّيَاحِ وَا لسَّحَابِ الْمُسَخَّرِ بَيْنَ السَّمَۤاءِ وَالْاَرْضِ ten, kto ich zamestnáva v nespočetných božích funkciách, kto prikazovaním oblakom ich používa v nekonečných úlohách milosrdenstva a kto tvorí vzduch takýmto spôsobom – niekto taký môže byť iba Najslávnejší a Veľkorysý Pán (Rabbi-Zuldžalál wal Ikrám), ktorý je Nevyhnutne Existujúci (Wadžíb’ul Wudžúd), Ten, Kto má Moc nad Všetkými Vecami (Qadír’i Kulli Šej) a Pozná Všetky Veci (Alím’i Kulli Šej)“. K takémuto záveru teraz náš cestovateľ prichádza.

    Potom sa pozrie na dážď a vidí, že obsahuje vo svojích výhodách početných ako dažďové kvapky a božích zábleskoch do počtu častíc dažďa príklady múdrosti početné tak ako jeho hmla. Tie sladké, delikátne a požehnané kvapky sú navyše vytvárané tak krásnym a usporiadaným spôsobom, že menovite krúpy padajúce v lete sú zosielané a prinútené padať s takou rovnováhou a pravidelnosťou, že ani len búrlivé vetry, ktoré spôsobujú zrážky veľkých objektov, nemôžu narušiť ich rovnováhu a poriadok. Kvapky sa medzi sebou nezrážajú ani sa nespájajú aby sa z nich stali škodlivé masy vody. A podobne neživá a nevedomá voda, ktorá sa skladá z dvoch jednoduchých prvkov ako je vodík a kyslík, je zamestnaná v stovkách tisíc iných druhov múdrych, cieľavedomých úloh a diel, menovite v živých bytostiach. Preto dážď, ktorý je vlastným ztelesnením božieho milosrdenstva, je možné vyrobiť jedine v skrytej (ghajbi) pokladnici milosrdenstva Toho, Ktorý je Najsúcitnejší a Milosrdný (Rahmáni Rahím) a svojím zostúpením ponúka fyzický tafsír ajátu

    وَهُوَ الَّذٖى يُنَنِّلُ الْغَيْثَ مِنْ بَعْدِ مَا قَنَطُوا وَيَذْشُرُ رَحْمَتَهُ

    Cestovateľ ďalej počúva hrom a pozerá sa na blesk a vídí, že tieto dve úžasné udalosti v atmosfére sú podobné fyzickým demonštráciám ajátu وَيُسَبِّحُ الرَّعْدُ بِحَمدِهِ a يَكَادُ سَنَا بَرْقِهٖ يَذْهَبُ بِالْاَبْصَارِ. Ohlasujú príchod dažďa a tak dávajú dobrú zvesť núdznym.

    Naozaj, toto náhle vyjadrenie zázračného zvuku atmosférou, naplnenie temnej oblohy zábleskom a ohňom blesku, zapálenie oblakov, ktoré pripomínajú hory bavlny alebo potrubie praskajúce vodou a snehom – tieto múdre a úžasné a podobné javy sú ako úder do hlavy nedbalých ľudí, ktorých pohľad je upretý dolu k zemi. Hovoria im: „Zdvihnite svoje hlavy, pozrite sa na zázračné činy najaktívnejšej a mocnej bytosti, Ktorá si želá dať sa poznať. Tak ako vy nie ste odkázaní sami na seba, ani tieto udalosti nie sú bez účelu. Každá z nich plní určitú úlohu, a každá je zamestnaná Najmúdrejším Rozmiestňovateľom (Mudabbir’i Hakím).“

    Udivený zvedavý cestovateľ potom počuje vznešené a zjavné svedectvo pravdy v atmosfére, skladajúce sa z:

    • podrobenia oblakov

    • rozmiestenia vetrov

    • zostúpenia dažďov

    • a správy udalostí atmosféry

    a vyhlasuje: „Amentu billáh“ (Verím v Boha).

    Nasledujúca pasáž z Druhého stupňa Prvej zastávky vyjadruje pozorovania cestovateľa týkajúce sa atmosféry. ([2])

    لاَ اِلٰهَ اِلَّا اللّٰهُ الْوَاجِبُ الْوُجُودِ الَّذٖى دَلَّ علٰى وُجُوبِ وُجُودِهِ الْجَوُّ بِجَمٖيعِ مَا فٖيهِ بِشَهَادَةِ عَظَمَةِ اِحَاطَةِ حَقٖيقَةِ التَّسْخٖيرِ وَالتَّصْرٖيفِ وَالتَّنْزِيلِ وَالتَّدْبٖيرِ الْوَاسِعَةِ الْمُكَمَّلَةِ بِالْمُشَاهَدَةِ

    A teraz, keď už si zvyká na svoju reflexívnu cestu, je reflexívny cestovateľ volaný zemou, ktorá hovorí svojím jazykom a vraví: „Prečo putuješ oblohou, priestorom a vzduchom? Poď, ukážem ti, čo hľadáš. Pozri sa na funkcie, ktoré plním ja a prečítaj si moje strany!“ A tak sa pozerá a vidí, že:

    Zemeguľa ako extatický Mawlaví derviš so svojím dvojakým pohybom obkresľuje kruh, čo určuje postupnosť dní, rokov a ročných období, okolo poľa Najvyššieho zhromaždenia (Hašri Azám); je najveľkolepejšou a skrotenou božou loďou naloženou státisícmi rôznych druhov jedla a vybavenia potrebného pre všetky živé bytosti, plávajúcou v najvyššej rovnováhe v oceáne priestoru otáčajúc sa okolo slnka.

    Potom sa pozerá na strany zeme a vidí, že každá strana každej z jej kapitol vyhlasuje Pána (Rabb) Zeme tisíckami ajátov (znamení). Keďže nie je schopný prečítať ju celú, pozrie sa na jednu stranu týkajúcu sa stvorenia a nasadenia živých bytostí na jar, a pozoruje nasledovné:

    Podoby nespočetných členov státisícov druhov vznikajú s absolútnou presnosťou z jednoduchého materiálu a sú vyživované najmilosrdnejším spôsobom.

    • A zázračným spôsobom niektorým semenám sú dávané krídla – lietajú a tak sú rozširované a najefektívnejšie distribuované a najpozornejšie kŕmené a vyživované.

    • A najmilosrdnejším a nežným spôsobom sú prinášané nespočetné lahodné a vynikajúce druhy obživy (rizq) zo suchej hliny a z kostnatých koreňov, semien a kvapiek tekutiny, ktoré sa navzájom veľmi nelíšia.

    • Každú jar je stotisíc druhov jedál a vybavenia akoby nakladaných na vagón zo skrytej (ghajbi) pokladnice a sú posielané živým bytostiam v najväčšom poriadku.

    Menovite posielanie kozervovaného mlieka v tých potravinových balíčkoch deťom a pumpy sladeného mlieka vo forme láskyplných pŕs ich matiek je takým príkladom súcitu, milosrdenstva a múdrosti, že sa to zjavne etabluje ako najnežnejší záblesk milosrdenstva a obživy Milosrdného a Súcitného (Rahmáni Rahím).

    V krátkosti: táto strana života na jar zobrazuje státisíce príkladov a vzoriek Najvyššieho zhromaždenia (Hašri Azám) a je žiarivou hmatateľnou demonštráciou (tafsir) tohoto ajátu

    فَانْظُرْ اِلٰۤى اٰثَارِ رَحْمَتِ اللّٰهِ كَيْفَ يُحْيِ الْاَرْضَ بَعْدَ مَوْتِهَا

    اِنَّ ذٰلِكَ لَمُحْيِ الْمَوْتَى وَهُوَ عَلَى كُلِّ شَىْءٍ قَدٖيرٌ

    Takže i tento aját vyjadruje významy tejto strany zázračným spôsobom. A tak cestovateľ pochopil, že zem vyhlasuje všetkými svojimi stranami v merítku primeranom svojej veľkosti: لَا اِلٰهَ اِلَّاهُوَ.

    Vo vyjadrení významu pozorovaného cestovateľom v krátkom svedectve jedného z dvadsiatich aspektov jedinej strany spomedzi viac ako dvadsiatich strán zeme bolo v Treťom stupni Prvej zastávky povedané:

    لَا اِلٰهَ اِلَّا اللّٰهُ الْوَاجِبُ الْوُجُودِ الَّذٖى دَلَّ عَلٰى وُجُوبِ وُجودِهٖ فىٖ وَحْدَتِهِ الْاَرْضُ بِجَمٖيعِ مَا فٖيهَا وَمَا عَلَيْهَا بِشَهَادَةِ عَظَمَةِ اِحَاطَةِ حَقٖيقَةِ التَّسْخٖيرِ وَالتَّدْبٖيرِ وَالتَّرْبِيَةِ وَالْفَتَّاحِيَّةِ وَتَوْزٖيعِ الْبُذُورِ وَالْمُحَافَظَةِ وَالْاِدَارَةِ وَالْاِعَاشَةِ لِخَمٖيعِ ذَوِى الْحَايَاةِ وَالرَّحْمَانِيَّةِ وَالرَّحٖيمِيَّةِ الْعَامَّةِ الشاَّمِلَةِ الْمُكَمَّلَةِ بِالْمُشاَهَدَةِ

    Neskôr ten reflexívny cestovateľ zistil, že ako čítal každú stranu svojho imánu, ktorý je kľúčom ku šťastiu, zosilnel; jeho poznanie (márifa), ktoré je kľúčom k duchovnému pokroku, narástlo; pravda viery v Boha (imáni billáh), ktorá je zdrojom a baňou všetkého zdokonaľovania, sa vyvinula o stupeň ďalej a čím viac sa mu dostávalo hojných duchovných potešení z neho, tým viac to vyvolávalo jeho zvedavosť. A zatiaľ čo počúval dokonalé a rozhodujúce lekcie dávané nebesiami, atmosférou a zemou, opakovane volal o viac, hovoriac: هَلْ مِنْ مَزٖيدٍ.

    Potom začul nadšené invokácie (zikr) vykonávané vravou morí a veľkých riek a načúval ich smutným ale príjemným zvukom. Povedali mu svojím jazykom a verbálnou rečou: „Pozri sa na nás dobre, prečítaj si i naše znamenia!“ A tak sa náš cestovateľ pozrel a videl, že:

    Moria, ktoré sa neustále vitálne vlnia, spájajú a lejú s úmyslom šíriť sa a premáhať, obkľúčili zem a boli prinútené mimoriadne rýchlo obiehať spolu so zemou po kružnici dvadsiatich piatich tisícov rokov v jedinom roku bez pretečenia alebo preliatia a bez prekročenia susediacej zeme. To znamená, že ich pohyb a zadržiavanie a ochrana je na povel a z moci Toho, ktorý je najmocnejší a veľkolepý.

    Potom pozerajúc sa do hlbočín mora cestovateľ videl, že okrem jeho krásnych, dobre ozdobených a symetrických drahokamov tam boli tisíce rôznych druhov zvierat, vyživovaných a usporiadaných, privádzaných k životu i zomierajúcich tak disciplinovaným spôsobom a že boli zásobované potravou z obyčajného piesku a slanej vody, že to dalo základ existencii Slávneho Mocného (Qadír’i Zuldžalál) a Krásneho Milosrdného (Rahím’i Zuldžamál) spravujúceho ich a dávajúceho im život.

    Cestovateľ sa potom pozerá na rieky a vidí, že ich vrodené výhody, funkcie, ktoré plnia a ich vstupy a výstupy sú inšpirované takou múdrosťou a milosrdenstvom, že to jasne dokazuje, že všetky rieky, potoky, prúdy a veľké vodné cesty pochádzajú a vylievajú sa z pokladnice milosrdenstva Slávneho Súcitného a Veľkorysého (Rahmáni Zuldžalál wal Ikrám). V skutočnosti sú zachovávané a rozmiesťované tak mimoriadnym spôsobom, že sa hovorí „z Raja vytekajú štyri rieky“. Teda bez akejkoľvek zjavnej príčiny vytekajú z pokladnice duchovného raja a jedine z prúdu skrytého (ghajbi) a nevyčerpateľného zdroja.

    Napríklad požehnaný Níl, ktorý pretvára piesčitú krajinu Egypta v raj, pramení v „Mesačných Horách“ na juhu bez toho, že by sa kedykoľvek vyčerpal, ako by to bolo malé more. Ak by sa zhromaždila voda, ktorá pretiekla dolu riekou počas šiestich mesiacov, vo forme hory a potom zmrzla, bola by väčšia ako tie hory. A pritom priestor, kde je tá voda v horách umiestená a uložená, je menší ako ich jedna šestina. Pokiaľ ide o vodu, ktorá rieku dopĺňa, dážď, ktorý vstupuje do rezervoáru rieky je v tom suchom regióne veľmi zriedkavý a smädná pôda ho rýchlo pohlcuje. Istotne nie je schopný zachovávať rovnováhu rieky. Výsledkom toho je rozprávanie, že požehnaný Níl pramení v skrytom (ghajbi) Raji spôsobom, ktorý je mimo bežnú zem, vyjadruje hlboký význam a krásnu pravdu.

    Cestovateľ potom videl tisícinu právd a potvrdení obsiahnutých v oceánoch a riekach. Zistil, že všetky jednohlasne vyhlásili silou veľkou ako ich veľkosť لَا اِلٰهَ اِلَّاهُوَ a že to poskytlo svedkov tohoto svedectva do počtu stvorení v tých moriach. Vo vyjadrení významu a sprostredkovaní všeobecných svedectiev morí a riek bolo vo Štvrtom stupni Prvej zastávky povedané:

    لَا اِلٰهَ اِلَّا اللّٰهُ الْوَاجِبُ الْوُجُودِ الَّذٖى دَلَّ عَلٰى وُجُوبِ وُجُودِهِ فىٖ وَحْدَتِهٖ جَمٖيعُ الْبِحَارِ وَالْاَنْهَارِ بِجَمٖيعِ مَا فٖيهَا بِشَهَادَةِ عَظَمَةِ اِحَاطَةِ حَقٖيقَةِ التَّسْخٖيرِ وَالْمُحَافَظَةِ وَالْاِدِّخَارِ وَالْاِدَارَةِ الْوَاسِعَةِ الْمُنْتَظَمَةِ بِالْمُشاَهَدَةِ

    Potom hory a roviny zavolajú toho cestovateľa na reflexívnej púti. „Prečítaj si i naše strany,“ hovoria. A tak sa pozerá a vidí, že:

    Univerzálna funkcia a všeobecná povinnosť hôr je tak vznešená a múdra, že zanecháva mysle v nemom úžase. Napríklad:

    Hory vychádzajú zo zeme na príkaz svojho Pána (Rabb). Tlmia chvenie, zúrivosť a besnenie vznikajúce z vnútorných udalostí v zemi. Ako sa hory derú nahor umožňujú zemi dýchať jej prieduchmi, takže je pri plnení povinnosti rotácie bez toho, že by rušila svojich obyvateľov, zachránená pred škodlivým chvením a zemetraseniami.

    Teda, tak, ako sú lode vybavené stožiarmi na ochranu pred turbulenciami a zachovávajú ich rovnováhu, rovnako, ako bolo naznačené mnohými ajátmi v Zázračnom Koráne, ako napr.:

    وَالْجِبَالَ اَوْتَادًا ۞ وَاَلْقَيْنَا فٖيهَا رَوَاسِىَ ۞ وَالْجِبَالَ اَرْسٰيهَا

    hory sú nastavené rovnakým spôsobom ako stožiare uložené s pokladmi na palube lodi zemegule.

    Taktiež napríklad každý z druhov prameňov, vôd, minerálov, materiálov a pomoci, ktoré potrebujú živé bytosti, bol uložený, pripravený a prichystaný vovnútri hôr tak múdrym, šikovným, veľkorysým a obozretným spôsobom, že cestovateľ toto vidí ako jasný dôkaz, že sú zásobárňami a skladmi a služobníkmi Najmocnejšieho (Qadír), ktorého moc je nekonečná, a Najmúdrejšieho (Hakím), ktorého múdrosť je nekonečná.

    Porovnaním týchto dvoch charakteristík s ostatnými príkladmi múdrosti a povinností rovín a hôr, ktoré sú tak veľké ako hory, videl, že všetkými príkladmi múdrosti nachádzanými v horách a rovinách menovite s ohľadom na svedectvo, ktoré poskytujú ukladaním rezerv, vyhlasujú v súzvuku tawhíd لَا اِلٰهَ اِلَّاهُوَ tak silný a pevný ako hory a nesmierny a rozsiahly ako roviny. A tak vyhlásil „Amentu billáh“ (Verím v Boha).

    Vo vyjadrení tohoto významu bolo v Piatom stupni Prvej zastávky povedané:

    لاَ اِلٰهَ اِلَّا اللّٰهُ الْوَاجِبُ الْوُجُودِ الَّذٖى دَلَّ عَلٰى وُجُوبِ وُجُودِهٖ جَمٖيعُ الْجِبَالِ وَالصَّحَارٰى بِجَمٖيعِ مَا فٖيهَا وَعَلَيْهَا بِشَهَادَةَ عَظَمَةِ اِحَاطَةِ حَقٖيقَةِ الْاِدِّخَارِ وَالْاِدَارَةِ وَنَشْرِ الْبُذُورِ وَالْمُحَافَظَةِ وَالتَّدْبٖيرِ الْاِحْتِيَاطِيَّةِ الرَّبَّانِيَّةِ الْوَاسِعَةِ الْعَامَّةِ الْمُنْتَظَمَةِ الْمُكَمَّلَةِ بِالْمُشَاهَدَةِ

    Potom ako ten cestovateľ blúdil so svojimi myšlienkami cez hory a roviny, otvorila sa v jeho mysli brána do ríše stromov a rastlín. Bol zavolaný dovnútra: „Poď,“ povedali. „Prejdi našou ríšou a prečítaj si i naše nápisy.“ A tak vošiel a videl, že:

    Bolo vytvorené skvelé a vyzdobené zhromaždenie tahlílu (vyhlasovanie jednoty Boha) a tawhídu a kruh zikru a šukru. Pochopil ich jazykom, že všetky druhy stromov a rastlín akoby jednohlasne vyhlasovali لاَ اِلٰهَ اِلَّا اللّٰهُ, pretože cítil tri veľké a všeobecné pravdy naznačujúce a dosvedčujúce, že všetky ovocné stromy a rastliny

    • jazykom svojich symetrických a výrečných listov

    • a frázami ich ozdobených a expresívnych kvetov

    • a slovami ich dobre usporiadaných a výrečných plodov

    spoločne tasbihom vydávali svedectvo a vyhlasovali لَا اِلٰهَ اِلَّاهُوَ.

    Po prvé: rovnako ako významy zámernej odmeny a veľkorysosti, úmyselné poskytnutie a veľkorysosť sú vnímané najevidentnejšie v každom jednom z nich; v celom rozsahu je to možné vidieť tak jasne ako svetlo poľudňajšieho slnka.

    Po druhé: Významy a pravdy úmyselnej a múdrej diferenciácie a rozlišovania a zámerná a mislosrdná výzdoba a tvarovanie, ktoré v žiadnom prípade nemôže byť pripisované náhode, sú tak zjavné pre oko ako denné svetlo nad nekonečnými duhmi a jednotlivými bytosťami. Demonštruje to, že sú dielami a výšivkami Najmúdrejšieho Tvorcu (Sáni’i Hakím).

    Po tretie: Státisíce druhov a úplne rozdielne tvary a formy tých umeleckých diel, otváranie a rozvíjanie v najvyššom poriadku, rovnováhe a kráse každého z jednotlivých členov tých dvestotisíc druhov majúcich odlišnú a oddelenú formu s najvyššou rovnováhou, životom, múdrosťou, krásou a bez chyby, vyvstáva zo semien a zŕn, ktoré sú definované, limitované, nerozoznateľné, jednoduché, neživé a identické alebo málo rozdielne.

    Pochopil, že toto je pravda žiarivejšia ako slnko, a že svedkovia dokazujúci túto pravdu sú tak početní ako kvety, plody, lístie a živé stvorenia, a vyhlásil:

    الْحَمْدُ لِلّٰهٖ عَلٰى نِعْمَةِ الْاِيمَانِ

    Vo vyjadrení týchto právd a ich svedectvách bolo v Šiestom stupni Prvej zastávky povedané:

    لَا اِلٰهَ اِلَّا اللّٰهُ الْوَاجِبُ الْوُجُودِ الَّذٖى دَلَّ عَلٰى وُجُوبِ وُجُودِهٖ فىٖ وَحْدَتِهٖ اِجْمَاعُ جَمٖيعِ اَنْوَاعِ الْاَشْجَارِ وَالنَّبَايَتِ الْمُسَبِّحَاتِ النَّاطِقَاتِ بِكَلِمَاتِ اَوْرَاقِهَا الْمَوْزُونَاتِ الْفَصٖيحَاتِ وَاَزْهَارِهَا الْمُزَيَّنَاتِ الْجَزٖيلاَتِ وَاَشْمَارِهَا الْمُنْتَظَمَاتِ الْبَلٖيفَاتِ بِشَهَادَةِ عَظَمَةِ اِحَاطَةِ حَقٖيقَةِ الْاِنْعَامِ وَالْاِكْرَامِ وَالْاِحْسَانِ بِقَصْدٍ وَرَحْمَةِ وَحَقٖيقَةِ التَّمْيٖيزِ وَالتَّزْيٖينِ وَلتَّصْوٖيرِ بِاِرَادَةٍ وَحِكْمَةٍ مَعَ قَطْعِيَّةِ دَلَالَةِ حَقٖيقَةِ فَتْحِ صُوَرِهَا الْمَوْزُونَاتِ الْمُزَيَّنَاتِ الْمُتَبَايِنَةِ الْمُتَنَوِّعَةِ الْغَيْرِ الْمَحْدُودَةِ مِنْ نُوَاتَاتِ وَحَابّاتٍ مُتَمَاثِلَةٍ مُتَشَابِهَةٍ مَحْصُورَةٍ مَعْدُودَةٍ

    Ako tak cestovateľ týmto svetom pokračuje na svojej reflexívnej ceste so zvedavosťou a zvýšeným potešením a nadšením nad pokrokom vo svojom učení, po obdržaní antológie poznania (márifa) a imánu v záhrade jari tak veľkolepej ako jar, pred jeho pravdu vnímajúcim intelektom a vedomím uvažujúcim s rozumom sa otvorila brána do sveta zvierat a vtákov. So stovkami tisíc rôznych hlasov a jazykov bol pozvaný, aby vstúpil. „Vitaj!“, povedali. A tak vstúpil a videl, že:

    Všetky zvieratá a vtáky vo svojich rôznych druhoch, skupinách a národoch jednohlasne vyhlasovali svojou rečou a jazykom لَا اِلٰهَ اِلَّاهُوَ. Premenili tvár zeme na nesmierne miesto zikru, široké zhromaždenie tahlílu (vyhlasovanie jednoty Boha). Každého z nich videl ako ódu venovanú ich Pánovi (Rabb), ako slovo vyhlasujúce Božskosť (Subhán) a každého ako zmysluplný list Milosrdného (Rahmán), každého ako popisujúceho Svojho Sáni’ho (Tvorcu) a vzdávajúceho mu vďaky a chválu. Bolo to akoby zmysly, moc, údy a nástroje tých zvierat a vtákov boli usporiadané a vyvážené slová a dokonalé a disciplinované vyjadrenia. Pozoroval tri veľké a obsiahle pravdy rozhodujúco naznačujúce ich vzdávanie vďaky ich Stvoriteľovi (Challáq) a Poskytovateľovi (Razzáq) a ich svedectvo Jeho jednoty (wahdanijjah).

    Po prvé: Toto je pravda dávania duší (ruh) a oživovania bytostí, ktoré sú múdrosťou tvorené z ničoho, ktoré pochádzajú (ibda) z takej umnej formy a sú komponované (inša) tak účelovým a znalým spôsobom, ktoré zobrazujú záblesky poznania, múdrosti a vôle v dvadsiatich ohľadoch a ktoré nemôžu byť žiadnym spôsobom pripisované príležitostnej náhode, slepej sile a neživej prírode. Táto pravda, ktorá je jasným dôkazom a pre ktorú existujú svedkovia tak početní ako duchovné bytosti, dosvedčuje nevyhnutnú existenciu Živého a Samostatného (Zát’i Hajj’i Kajjúm), Jeho „sedem atribútov“ a Jeho jednotu.

    Po druhé: Toto je nesmierna a silná pravda rozlíšenia, ozdoby a vzhľadu, viditeľná v nespočetných vytvorených umeleckých dielach a spôsob rôznych tvárových čŕt, ozdobených tvarov, vyrovnaných počtov a dobre usporiadaných foriem. Je absolútne nemožné a nepravdepodobné že by niečo iné ako Ten, Ktorý má Moc nad Všetkými Vecami (Qadír Kulli Šej) a Ten, Ktorý Pozná Všetky Veci (Álim’i Kulli Šej) si mohli osobovať tento obsiahly akt, ktorý v každom ohľade zobrazuje tisíce zázrakov a príkladov múdrosti.

    Po tretie: Vznik a zjavenie sa tých nespočetných stvorení v ich státisícoch rôznych tvarov a foriem, z ktorých každá je zázrakom múdrosti, ich vznik z vajec a kvapiek vody nazývanej semeno, ktoré sú navzájom identické alebo sa tesne pripomínajú, a sú limitované a konečné v počtoch – toto všetko najusporiadanejším, symetrickým a nevyčerpateľným spôsobom je taká žiarivá pravda, ktorá je osvetlená dokladmi a dôkazmi tak početnými, ako sú zvieratá samotné.

    Cestovateľ teda videl a dostal úplnú lekciu konsenzom týchto troch právd, že všetky živočíšne druhy spoločne dosvedčovali لَا اِلٰهَ اِلَّاهُوَ. Je to akoby celá zem ako jedna veľká osoba hovorila لَا اِلٰهَ اِلَّاهُوَ spôsobom zodpovedajúcim svojej rozsiahlosti a sprostredkovala svoje svedectvo obyvateľom nebies. Vo vyjadrení týchto právd bolo v Siedmom stupni Prvej zastávky povedané:

    لَاِ اِلٰهَ اِلَّا اللّٰهُ الْوَاجِبُ الْوُجُودِ الَّذٖى دَلَّ عَلٰى وُجُوبِ وُجُودِهٖ فىٖ وَحْدَتِهٖ اِتِّفَاقُ جَمٖيعِ اَنْوَاعِ الْحَيْوَانَاتِ وَالطُّيُرِ الْحَامِدَاتِ الشَّاهِدَاتِ بِكَلِمَاتِ حَوَاسِّهَا وَقُوَاهَا وَحِسِّيَّاتِهَا وَلَطَاىٔفِهَا الْمَوْزُونَاتِ الْمُنْتَظَمَاتِ الْفَصٖيحَاتِ وَبِكَلِمَاتِ جِهَازَاتِهَا وَجَوَارِحِهَا وَاَعْضَاىِٔهَا وَاٰلَاتِهَا الْمُكَمَّلَةِ الْبَلٖيغَاتِ بِشَهَادَةِ عَظَمَةِ اِحَاطَةِ حَقٖيقَةِ الْاٖيجَادِ وَالصُّنْعِ وَالْاِبْدَاعِ بِالْاِرَادَةِ وَحَقٖيقَةِ التَّمْيٖيزِ وَالتَّزْيٖينِ بِالْقَصْدِ وَحَقٖيقَةِ التَّقْدٖيرِ وَالتَّصْوٖيرِ بِالْحِكْمَةِ مَعَ قَطْعِيَّةِ دَلاَلَةِ حَقٖيقَةِ فَتْحِ جَمٖيعِ صُوَرِهَا الْمُنْتَظَمَةِ الْمُتَخَالِفَةِ الْمُتَنَوِّعَةِ الْعَيْرِ الْمَحْصُورَةِ مِنْ بَيْضَاتٍ وَقَطَرَاتٍ مُتَمَاثِلَةِ مُتَشَابِهَةِ مَحْصُورَةٍ مَحْدُودَةٍ

    Aby mohol pokračovať ďalej v nekonečných stupňoch a nespočetných potešeniach a osvieteniach v poznaní Boha si ten reflexívny cestovateľ želal vstúpiť do sveta ľudí, do ríše ľudstva. Pozvali ho predovšetkým proroci. A tak vstúpil. Pozrúc sa najprv na miesto zastavenia minulosti videl, že:

    Všetci proroci(AS), ktorí sú najosvietenejšími a najdokonalejšími z ľudstva, vykonávali zikr لَا اِلٰهَ اِلَّاهُوَ a mocou ich žiarivých, dobre dosvedčených a nespočetných zázrakov vyhlasovali tawhíd a aby ľudstvo pokročilo od zvieracieho štádia až na anjelsky stupeň, učili ľudstvo a volali ho k viere v Boha (imáni billáh). Pokľakol teda v tej osvietenej madrase a počúval ich lekciu. Videl, že:

    Keďže každý z tých majstrov, ktorí boli najpovznesenejšími a najznámejšími zo všetkých oslavovaných ľudských bytostí, mal v rukách zázraky dané im Stvoriteľom vesmíru ako znak potvrdenia a keďže s každým z ich ohlásení veľká časť ľudstva a spoločenstva (ummy) potvrdila ich tvrdenia a prijala imán, vyvodil si z toho, že pravda prisúdená a jednohlasne a plne potvrdená týmito stotisíc serióznymi a vernými jednotlivcami musela byť pevná a definitívna. S takou pevnou pravdou osvedčenou a dokázanou nespočetnými zázrakmi takého množstva verných svedkov pochopil ako sa poblúdilí ľudia dopúšťajú nekonečného omylu a zločinu popieraním a nakoľko zaslúžený je ich nekonečný trest a ďalej ocenil nakoľko spravodliví a pravdovravní boli tí, ktorí ich potvrdzovali a verili im. Týmto spôsobom sa mu stal zrejmým ďalší stupeň svätosti imánu.

    • Skutočne nespočetné zázraky poskytnuté Všemohúcim Bohom prorokom(AS), každý ako aktívne potvrdenie ich poslania

    • a nebeské údery uštedrované ich oponentom, z ktorých každý bol ako dôkaz ich pravdovravnosti

    • a ich individálne dokonalosti a pravdivé učenia, z ktorých každé bolo ako náznak ich spravodlivosti

    • a sila ich imánu a najvyššia serióznosť a pripravenosť k obete, čo je svedectvo ich čestnosti

    • a posvätné knihy a strany, ktoré dostali

    • a že iní ako ich nespočetní študenti, ktorí nasledovaním ich ciest dosiahli pravdy, dokonalosti a osvietenia, čo dosvedčuje pravdivosť a spravodlivosť ich ciest – jednohlasný súhlas tých najvážnejších varovateľov a ich nasledovníkov vo všetkých pozitívnych záležitostiach a ich svorná vzájomná podpora a a spriaznenosť

    ustanovuje tak silný dôkaz, že mu nemôže čeliť žiadna moc na zemi, a neobstojí pred ním žiadna pochybnosť ani váhanie. A zo zaradenia „potvrdenia všetkých prorokov“ do pilierov imánu pochopil akým veľkým zdrojom sily toto potvrdenie je. Z ich lekcií si odvodil veľký úžitok.

    A tak vo vyjadrení lekcie, ktorú náš cestovateľ dostal, bolo v Ôsmom stupni Prvej zastávky povedané:

    لاَ اِلٰهَ اِلَّا اللّٰهُ الَّذٖى دَلَّ عَلٰى وُجُوبِ وُجُودِهٖ فىٖ وَحْدَتِهٖ اِجْمَاعُ جَمٖيعِ الْاَنْبِيَاءِ بِقُوَّةِ مُعْجِزَا تِهِمُ الْبَاهِرَةِ الْمُصَدِّقَةِ الْمُصَدَّقَةِ

    Po odvodení veľmi vysokého potešenia pravdy zo sily imánu prichádzajúc zo zhromaždenia prorokov(AS) ten zvedavý cestovateľ zistil, že je pozvaný do triedy erudovaných, mudžtahídov a muhaqqiqov (učenci pravdy) známych ako asfija (očistení učenci) a sidiqqín (pravdovravní). Rozhodujúcimi a silnými dôkazmi učencov dokázali ilmaljaqínom (istota stupňa poznania) tvrdenia prorokov(AS). Prijal ich pozvanie, vošiel a videl, že:

    Tisíce géniov a státisíce exaktných a vznešených učencov (ľudia tahqíqu) svojimi vyšetrovaniami dokázali všetky potvrdzujúce záležitosti spojené s imánom, v prvom rade Nevyhnutnú Existenciu a Jeho jednotu, s takými hlbokými demonštráciami, že nenechávajú priestor pre pochybnosť. Naozaj, skutočnosť, že jednomyseľne súhlasili s princípmi a piliermi imánu napriek svojim rozdielnostiam v spôsobilosti a metóde, každý z nich sa pevne spoliehal na svoj istý dôkaz (jaqín) – to je taký dôkaz, ktorý je možné napadnúť, iba ak niekto môže prísť so spôsobilosťou a inteligenciou väčšou než je ich súčet u týchto ľudí, a môže nájsť dôkaz tak veľký ako sú všetky ich dôkazy. Inak jediným spôsobom pre tých popieračov ako im čeliť je ukázať maximálne ignorantstvo a tvrdohlavosť, a zavrieť oči pred záležitosťami negácie, ktoré nemôžu byť ani popreté ani dokázané. Tí, ktorí si zatvárajú oči, menia denné svetlo na temnotu iba pre seba.

    Cestovateľ sa dozvedel, že nur emitované v tejto rozsiahlej a veľkolepej madrase týmito rešpektovanými a vzdelanými učiteľmi naďalej osvecovalo polovicu zemegule po viac ako tisíc rokov. Našiel v tom taký zdroj duchovnej sily, že ani keby všetci popierači spojili svoje sily, nemohli by ňou ani otriasť, ani ju zničiť.

    V krátkej narážke na lekciu, ktorú sa naučil cestovateľ v tejto triede, bolo v Deviatom stupni Prvej zastávky povedané:

    لاَ اِلٰهَ اللّٰهُ الَّذٖى دَلَّ عَلٖى وُجُوبِ وُجُودِهٖ فىٖ وَهْدَتِهٖ اِتِّفَاقُ جَمٖيعِ الْاَصْفِيَاءِ بِقُوَّةِ بَرَاهٖينِهِمُ الظَّاهِرَةِ الْمُحَقَّقَةِ قلْمُتَّفِقَةِ

    Ten rozjímavý cestovateľ si horlivo želal vidieť nur a potešenia z neustáleho posilňovania a rozvíjania imánu a jeho rozvoj od stupňa ilmaljaqín až po ajnaljaqín. Keď prišiel z madrasy zistil, že ho zavolali tisíce a milióny posvätných muršídov zo žiarivého a osvieteného domova (takky), útočiska (changy) a miesta zikru a usmernenia tak rozsiahleho ako je púšť, vytvoreného z nespočetných spojených malých tákk a zawijí. Snažili sa podať pravdu, dosiahli pravdy a dosiahli stupňa ajnaljaqín v tieni Mohamedovej(SAW) diaľnice a mirádžu Ahmada(SAW). A tak vstúpil a videl, že:

    Tí muršídovia (duchovní vodcovia), ktorí boli ľuďmi kašfu (objavov) a karámatu, sa jednomyseľne zhodli na základe svojich objavov, svedectiev a karámatu na vyhlásení nevyhnutnej existencie a božej jednoty vesmíru, hovoriac لَا اِلٰهَ اِلَّاهُوَ. Pretože tak, ako spoznávame slnko pomocou siedmych farieb jeho svetla, rozmanitosť žiarivých farieb a rozdielné svetelné odtiene a rozdielnosť pravdivých táriq (ciest) a najrôznejších hodnoverných metód, všetky druhy skutočných pováh boli prejavené svetlom Pred-večného (Ezeli) Slnka sedemdesiatimi farbami, naozaj, skrze farby do počtu Božích Mien. Cestovateľ pozoroval stupňom ajnaljaqín aká zjavná a jasná musí byť pravda, ku ktorej títo posvätní géniovia a osvietení arifovia (učenci) jednomyseľne prispievajú. Videl, že jednomyseľnosť prorokov(AS), súlad asfijov (očistených) a dohoda awlijov a priama jednota týchto konsenzov je viac žiarivá ako denné svetlo demonštrujúce existenciu slnka.

    V krátkej narážke na výhodu odvodenú naším cestovateľom v takke (domov) bolo v Desiatom stupni Prvej zastávky povedané:

    لاَ اِلٰهَ اِلَّا اللّٰهُ الَّذٖى دَلَّ عَلٰى وُجُوبِ وُجُودِهٖ فىٖ وَحْدَتِهٖ اِجْمَاعُ الْاَوْلِيَاءِ بِكَشْفِيَّاتِهِمْ وَكَرَامَاتِهِمُ الظَّاهِرَةِ الْمُحَقَّقَةِ الْمُصَدَّقَةِ

    Cestovateľ po svete si uvedomil, že najdôležitejšou a najväčšou ľudskou dokonalosťou a skutočne zdrojom a pôvodom všetkých dokonalostí, je láska k Bohu (muhabbat’ulláh), ktorá vyvstáva z viery v Boha (imáni billáh) a poznania Boha (márifat’ulláh). Teraz si prial, aby mohol pokračovať ešte ďalej v posilňovaní imánu a napredovaní v poznaní so všetkými svojimi schopnosťami a nadaniami. S touto myšlienkou pozdvihol svoju hlavu a hľadel na nebesia. Povedal svojej vlastnej mysli:

    „Keďže najcennejšou vecou vo vesmíre je život

    • a všetky veci sú vytvorené na to, aby slúžili životu

    • a najcennejšími zo všetkých živých bytostí sú bytosti s dušami

    • a najcennejšími zo všetkých bytostí s dušami sú tie s vedomím

    • a keďže je to kvôli tejto najcennejšej substancii, že každé storočie a každý rok je zem vyprázdňovaná a napĺňaná

    nasleduje potom bez akýchkoľvek pochýb, že veľkolepé a vyzdobené nebesia musia mať vhodné spoločenstvá a obyvateľov, ktorí majú život, dušu a vedomie. Pretože udalosti vzťahujúce sa na videnie a rozprávanie sa s anjelmi, také, ako napríklad keď sa Gabriel(AS) zjavil v spoločnosti Mohameda(SAW) a tie z pohľadu spoločníkov, boli jednomyselne prenášané a rozprávané naprieč históriou. Takže, keby som sa len tak mohol zhovárať s obyvateľmi nebies a poznať ich názory na túto záležitosť; veď ich slová o Stvoriteľovi kozmu sú tie najdôležitejšie“. Ako tak týmto spôsobom premýšľal, náhle počul nebeský hlas:

    „Keďže sa chceš s nami stretnúť a vypočuť si naše lekcie, vedz, že pred všetkými ostatnými sme to boli my, ktorí sme verili v záležitosti imánu sprostredkované našimi prostriedkami – predovšetkým Hadrat Mohamedovi(SAW) – a Zázračným Koránom a všetkým Prorokom. A potom tiež všetci čistí duchovia medzi nami, ktorí boli stelesnení aby sa zjavovali pred ľustvom jednomyseľne a bez výnimky dosvedčili nevyhnutnú existenciu, jednotu a posvätné atribúty Stvoriteľa tohoto kozmu a so súhlasom a dohodou to vyhlásili. Spriaznenie a vzájomný súlad týchto nespočetných vyhlásení je pre teba sprievodcom tak žiarivým ako slnko.“ A tak nur imánu cestovateľa svietilo a rástlo od zeme až po nebesia.

    V krátkej narážke na lekciu, ktorú sa cestovateľ naučil od anjelov, bolo v Jedenástom Stupni Prvej zastávky povedané:

    لَا اِلٰهَ اِلَّا اللّٰهُ الْوَاجِبُ الْوُجُودِ الَّذٖى دَلَّ عَلٰى وُجُوبِ وُجُودِهٖ فىٖ وَحْدَتِهٖ اِتِّفَاقُ الْمَلٰىِٔكَةِ الْمُتَمَثِّلٖينَ لِاَنْظاَرِ البَّسِ وَالْمُتَكَلِّمٖينَ مَعَ خَوَاصِّ الْبَشَرِ بِاِخْبَارَاتِهِمُ الْمُتَوَافِقَةِ

    Sonra pür-merak ve pür-iştiyak o misafir, âlem-i şehadet ve cismanî ve maddî cihetinde ve mahsus taifelerin dillerinden ve lisan-ı hallerinden ders aldığından, âlem-i gayb ve âlem-i berzahta dahi mütalaa ile bir seyahat ve bir taharri-i hakikat arzu ederken, her taife-i insaniyede bulunan ve kâinatın meyvesi olan insanın çekirdeği hükmünde bulunan ve küçüklüğü ile beraber manen kâinat kadar inbisat edebilen müstakim ve münevver akılların, selim ve nurani kalplerin kapısı açıldı.

    Baktı ki onlar, âlem-i gayb ve âlem-i şehadet ortasında insanî berzahlardır ve iki âlemin birbiriyle temasları ve muameleleri, insana nisbeten o noktalarda oluyor gördüğünden; kendi akıl ve kalbine dedi ki: Gelin, bu emsalinizin kapısından hakikate giden yol daha kısadır. Biz öteki yollardaki dillerden ders aldığımız gibi değil belki iman noktasındaki ittisaflarından ve keyfiyet ve renklerinden mütalaamız ile istifade etmeliyiz, dedi. Mütalaaya başladı. Gördü ki:

    İstidatları gayet muhtelif ve mezhepleri birbirinden uzak ve muhalif olan umum istikametli ve nurlu akılların iman ve tevhiddeki ittisafkârane ve râsihane itikadları tevafuk ve sebatkârane ve mutmainane kanaat ve yakînleri tetabuk ediyor. Demek, tebeddül etmeyen bir hakikate dayanıp bağlanmışlar ve kökleri metin bir hakikate girmiş, kopmuyor. Öyle ise bunların nokta-i imaniyede ve vücub ve tevhidde icmaları, hiç kopmaz bir zincir-i nuranidir ve hakikate açılan ışıklı bir penceredir.

    Hem gördü ki: Meslekleri birbirinden uzak ve meşrepleri birbirine mübayin olan o umum selim ve nurani kalplerin erkân-ı imaniyedeki müttefikane ve itminankârane ve müncezibane keşfiyat ve müşahedatları birbirine tevafuk ve tevhidde birbirine mutabık çıkıyor.

    Demek, hakikate mukabil ve vâsıl ve mütemessil bu küçücük birer arş-ı marifet-i Rabbaniye ve bu câmi’ birer âyine-i Samedaniye olan nurani kalpler, şems-i hakikate karşı açılan pencerelerdir ve umumu birden güneşe âyinedarlık eden bir deniz gibi bir âyine-i a’zamdır. Bunların vücub-u vücudda ve vahdette ittifakları ve icmaları, hiç şaşırmaz ve şaşırtmaz bir rehber-i ekmel ve bir mürşid-i ekberdir.

    Çünkü hiçbir cihetle hiçbir imkân ve hiçbir ihtimal yok ki hakikatten başka bir vehim ve hakikatsiz bir fikir ve asılsız bir sıfat, bu kadar müstemirrane ve râsihane, bu pek büyük ve keskin gözlerin umumunu birden aldatsın, galat-ı hisse uğratsın. Buna ihtimal veren bozulmuş ve çürümüş bir akla, bu kâinatı inkâr eden ahmak sofestaîler dahi razı olmazlar, reddederler diye anladı. Kendi akıl ve kalbiyle beraber “Âmentü billah” dediler.

    İşte bu yolcunun müstakim akıllardan ve münevver kalplerden istifade ettiği marifet-i imaniyeye kısa bir işaret olarak Birinci Makam’ın on ikinci ve on üçüncü mertebelerinde لَٓا اِلٰهَ اِلَّا اللّٰهُ ال۟وَاجِبُ ال۟وُجُودِ الَّذٖى دَلَّ عَلٰى وُجُوبِ وُجُودِهٖ فٖى وَح۟دَتِهٖ اِج۟مَاعُ ال۟عُقُولِ ال۟مُس۟تَقٖيمَةِ ال۟مُنَوَّرَةِ بِاِع۟تِقَادَاتِهَا ال۟مُتَوَافِقَةِ وَ بِقَنَاعَاتِهَا وَ يَقٖينِيَّاتِهَا ال۟مُتَطَابِقَةِ مَعَ تَخَالُفِ ال۟اِس۟تِع۟دَادَاتِ وَ ال۟مَذَاهِبِ وَ كَذَا دَلَّ عَلٰى وُجُوبِ وُجُودِهٖ فٖى وَح۟دَتِهٖ اِتِّفَاقُ ال۟قُلُوبِ السَّلٖيمَةِ النُّورَانِيَّةِ بِكَش۟فِيَّاتِهَا ال۟مُتَطَابِقَةِ وَ بِمُشَاهَدَاتِهَا ال۟مُتَوَافِقَةِ مَعَ تَبَايُنِ ال۟مَسَالِكِ وَ ال۟مَشَارِبِ denilmiş.

    Sonra âlem-i gayba yakından bakan ve akıl ve kalpte seyahat eden o yolcu, acaba âlem-i gayb ne diyor diye merakla o kapıyı da şöyle bir fikir ile çaldı. Yani madem bu cismanî âlem-i şehadette, bu kadar ziynetli ve sanatlı hadsiz masnûlarıyla kendini tanıttırmak ve bu kadar tatlı ve süslü ve nihayetsiz nimetleriyle kendini sevdirmek ve bu kadar mu’cizeli ve maharetli, hesapsız eserleriyle gizli kemalâtını bildirmek, kavilden ve tekellümden daha zâhir bir tarzda fiilen isteyen ve hal diliyle bildiren bir zat, perde-i gayb tarafında bulunduğu bilbedahe anlaşılıyor. Elbette ve herhalde, fiilen ve halen olduğu gibi kavlen ve tekellümen dahi konuşur, kendini tanıttırır, sevdirir. Öyle ise âlem-i gayb cihetinde onu, onun tezahüratından bilmeliyiz, dedi. Kalbi içeriye girdi, akıl gözüyle gördü ki:

    Gayet kuvvetli bir tezahüratla vahiylerin hakikati, âlem-i gaybın her tarafında her zamanda hükmediyor. Kâinatın ve mahlukatın şehadetlerinden çok kuvvetli bir şehadet-i vücud ve tevhid, Allâmü’l-guyub’dan vahiy ve ilham hakikatleriyle geliyor. Kendini ve vücud ve vahdetini, yalnız masnûlarının şehadetlerine bırakmıyor. Kendisi, kendine lâyık bir kelâm-ı ezelî ile konuşuyor. Her yerde ilim ve kudretiyle hazır ve nâzırın kelâmı dahi hadsizdir ve kelâmının manası onu bildirdiği gibi tekellümü dahi onu sıfâtıyla bildiriyor.

    Evet, yüz bin peygamberlerin (aleyhimüsselâm) tevatürleriyle ve ihbaratlarının vahy-i İlahîye mazhariyet noktasında ittifaklarıyla ve nev-i beşerden ekseriyet-i mutlakanın tasdik-gerdesi ve rehberi ve muktedası ve vahyin semereleri ve vahy-i meşhud olan kütüb-ü mukaddese ve suhuf-u semaviyenin delail ve mu’cizatlarıyla, hakikat-i vahyin tahakkuku ve sübutu bedahet derecesine geldiğini bildi ve vahyin hakikati beş hakikat-i kudsiyeyi ifade ve ifaza ediyor diye anladı:

    Birincisi: اَلتَّنَزُّلَاتُ ال۟اِلٰهِيَّةُ اِلٰى عُقُولِ ال۟بَشَرِ denilen, beşerin akıllarına ve fehimlerine göre konuşmak bir tenezzül-ü İlahîdir. Evet, bütün zîruh mahlukatını konuşturan ve konuşmalarını bilen, elbette kendisi dahi o konuşmalara konuşmasıyla müdahale etmesi, rububiyetin muktezasıdır.

    İkincisi: Kendini tanıttırmak için kâinatı, bu kadar hadsiz masraflarla, baştan başa hârikalar içinde yaratan ve binler dillerle kemalâtını söylettiren, elbette kendi sözleriyle dahi kendini tanıttıracak.

    Üçüncüsü: Mevcudatın en müntehabı ve en muhtacı ve en nâzenini ve en müştakı olan hakiki insanların münâcatlarına ve şükürlerine fiilen mukabele ettiği gibi kelâmıyla da mukabele etmek, hâlıkıyetin şe’nidir.

    Dördüncüsü: İlim ile hayatın zarurî bir lâzımı ve ışıklı bir tezahürü olan mükâleme sıfatı, elbette ihatalı bir ilmi ve sermedî bir hayatı taşıyan zatta, ihatalı ve sermedî bir surette bulunur.

    Beşincisi: En sevimli ve muhabbetli ve endişeli ve nokta-i istinada en muhtaç ve sahibini ve mâlikini bulmaya en müştak hem fakir ve âciz bulunan mahlukatlarına acz ve iştiyakı, fakr ve ihtiyacı ve endişe-i istikbali ve muhabbeti ve perestişi veren bir zat, elbette kendi vücudunu onlara tekellümüyle iş’ar etmek, uluhiyetin muktezasıdır.

    İşte tenezzül-ü İlahî ve taarrüf-ü Rabbanî ve mukabele-i Rahmanî ve mükâleme-i Sübhanî ve iş’ar-ı Samedanî hakikatlerini tazammun eden, umumî semavî vahiylerin icma ile Vâcibü’l-vücud’un vücuduna ve vahdetine delâletleri öyle bir hüccettir ki gündüzdeki güneşin şuâatının güneşe şehadetinden daha kuvvetlidir diye anladı.

    Sonra ilhamlar cihetine baktı, gördü ki: Sadık ilhamlar, gerçi bir cihette vahye benzerler ve bir nevi mükâleme-i Rabbaniyedir fakat iki fark vardır:

    Birincisi: İlhamdan çok yüksek olan vahyin ekseri melâike vasıtasıyla ve ilhamın ekseri vasıtasız olmasıdır.

    Mesela, nasıl ki bir padişahın iki suretle konuşması ve emirleri var:

    Birisi: Haşmet-i saltanat ve hâkimiyet-i umumiye haysiyetiyle bir yaverini bir valiye gönderir. O hâkimiyetin ihtişamını ve emrin ehemmiyetini göstermek için bazen vasıta ile beraber bir içtima yapar. Sonra ferman tebliğ edilir.

    İkincisi: Sultanlık unvanıyla ve padişahlık umumî ismiyle değil belki kendi şahsıyla hususi bir münasebeti ve cüz’î bir muamelesi bulunan has bir hizmetçisi ile veya bir âmî raiyetiyle ve hususi telefonuyla hususi konuşmasıdır.

    Öyle de Padişah-ı Ezelî’nin umum âlemlerin Rabb’i ismiyle ve kâinat Hâlık’ı unvanıyla, vahiy ile ve vahyin hizmetini gören şümullü ilhamlarıyla mükâlemesi olduğu gibi her bir ferdin, her bir zîhayatın Rabb’i ve Hâlık’ı olmak haysiyetiyle, hususi bir surette fakat perdeler arkasında, onların kabiliyetine göre bir tarz-ı mükâlemesi var.

    İkinci fark: Vahiy gölgesizdir, safidir, havassa hastır. İlham ise gölgelidir, renkler karışır, umumîdir. Melâike ilhamları ve insan ilhamları ve hayvanat ilhamları gibi çeşit çeşit hem pek çok envalarıyla denizlerin katreleri kadar kelimat-ı Rabbaniyenin teksirine medar bir zemin teşkil ediyor.

    لَو۟ كَانَ ال۟بَح۟رُ مِدَادًا لِكَلِمَاتِ رَبّٖى لَنَفِدَ ال۟بَح۟رُ قَب۟لَ اَن۟ تَن۟فَدَ كَلِمَاتُ رَبّٖى âyetinin bir vechini tefsir ediyor anladı.

    Sonra ilhamın mahiyetine ve hikmetine ve şehadetine baktı, gördü ki: Mahiyeti ile hikmeti ve neticesi dört nurdan terekküp ediyor.

    Birincisi: Teveddüd-ü İlahî denilen, kendini mahlukatına fiilen sevdirdiği gibi kavlen ve huzuran ve sohbeten dahi sevdirmek, vedudiyetin ve rahmaniyetin muktezasıdır.

    İkincisi: İbadının dualarına fiilen cevap verdiği gibi kavlen dahi perdeler arkasında icabet etmesi, rahîmiyetin şe’nidir.

    Üçüncüsü: Ağır beliyyelere ve şiddetli hallere düşen mahlukatlarının istimdadlarına ve feryatlarına ve tazarruatlarına fiilen imdat ettiği gibi bir nevi konuşması hükmünde olan ilhamî kaviller ile de imdada yetişmesi, rububiyetin lâzımıdır.

    Dördüncüsü: Çok âciz ve çok zayıf ve çok fakir ve çok ihtiyaçlı ve kendi mâlikini ve hâmisini ve müdebbirini ve hâfızını bulmaya pek çok muhtaç ve müştak olan zîşuur masnularına, vücudunu ve huzurunu ve himayetini fiilen ihsas ettiği gibi bir nevi mükâleme-i Rabbaniye hükmünde sayılan bir kısım sadık ilhamlar perdesinde ve mahsus ve bir mahluka bakan has ve bir vecihte, onun kabiliyetine göre onun kalp telefonuyla, kavlen dahi kendi huzurunu ve vücudunu ihsas etmesi, şefkat-i uluhiyetin ve rahmet-i rububiyetin zarurî ve vâcib bir muktezasıdır diye anladı.

    Sonra ilhamın şehadetine baktı, gördü: Nasıl ki güneşin –faraza– şuuru ve hayatı olsaydı ve o halde ziyasındaki yedi rengi, yedi sıfatı olsaydı o cihette ışığında bulunan şuâları ve cilveleri ile bir tarz konuşması bulunacaktı. Ve bu vaziyette, misalinin ve aksinin şeffaf şeylerde bulunması ve her âyine ve her parlak şeyler ve cam parçaları ve kabarcıklar ve katreler, hattâ şeffaf zerreler ile her birinin kabiliyetine göre konuşması ve onların hâcatına cevap vermesi ve bütün onlar güneşin vücuduna şehadet etmesi ve hiçbir iş, bir işe mani olmaması ve bir konuşması, diğer konuşmaya müzahamet etmemesi bilmüşahede görüleceği gibi…

    Aynen öyle de ezel ve ebedin Zülcelal Sultan’ı ve bütün mevcudatın Zülcemal Hâlık-ı Zîşan’ı olan Şems-i Sermedî’nin mükâlemesi dahi onun ilmi ve kudreti gibi küllî ve muhit olarak her şeyin kabiliyetine göre tecelli etmesi; hiçbir sual bir suale, bir iş bir işe, bir hitap bir hitaba mani olmaması ve karıştırmaması bilbedahe anlaşılıyor. Ve bütün o cilveler, o konuşmalar, o ilhamlar birer birer ve beraber bi’l-ittifak o Şems-i Ezelî’nin huzuruna ve vücub-u vücuduna ve vahdetine ve ehadiyetine delâlet ve şehadet ettiklerini aynelyakîne yakın bir ilmelyakîn ile bildi.

    İşte bu meraklı misafirin âlem-i gaybdan aldığı ders-i marifetine kısa bir işaret olarak Birinci Makam’ın on dördüncü ve on beşinci mertebelerinde لَٓا اِلٰهَ اِلَّا اللّٰهُ ال۟وَاجِبُ ال۟وُجُودِ ال۟وَاحِدُ ال۟اَحَدُ الَّذٖى دَلَّ عَلٰى وُجُوبِ وُجُودِهٖ فٖى وَح۟دَتِهٖ اِج۟مَاعُ جَمٖيعِ ال۟وَح۟يَاتِ ال۟حَقَّةِ ال۟مُتَضَمِّنَةِ لِلتَّنَزُّلَاتِ ال۟اِلٰهِيَّةِ وَ لِل۟مُكَالَمَاتِ السُّب۟حَانِيَّةِ وَ لِلتَّعَرُّفَاتِ الرَّبَّانِيَّةِ وَ لِل۟مُقَابَلَاتِ الرَّح۟مَانِيَّةِ عِن۟دَ مُنَاجَاةِ عِبَادِهٖ وَلِل۟اِش۟عَارَاتِ الصَّمَدَانِيَّةِ لِوُجُودِهٖ لِمَخ۟لُوقَاتِهٖ وَ كَذَا دَلَّ عَلٰى وُجُوبِ وُجُودِهٖ فٖى وَح۟دَتِهٖ اِتِّفَاقُ ال۟اِل۟هَامَاتِ الصَّادِقَةِ ال۟مُتَضَمِّنَةِ لِلتَّوَدُّدَاتِ ال۟اِلٰهِيَّةِ وَ لِل۟اِجَابَاتِ الرَّح۟مَانِيَّةِ لِدَعَوَاتِ مَخ۟لُوقَاتِهٖ وَ لِل۟اِم۟دَادَاتِ الرَّبَّانِيَّةِ لِاِس۟تِغَاثَاتِ عِبَادِهٖ وَ لِل۟اِح۟سَاسَاتِ السُّب۟حَانِيَّةِ لِوُجُودِهٖ لِمَص۟نُوعَاتِهٖ denilmiştir.

    Sonra o dünya seyyahı, kendi aklına dedi ki: “Madem bu kâinatın mevcudatıyla mâlikimi ve hâlıkımı arıyorum. Elbette her şeyden evvel bu mevcudatın en meşhuru ve a’dasının tasdikiyle dahi en mükemmeli ve en büyük kumandanı ve en namdar hâkimi ve sözce en yükseği ve akılca en parlağı ve on dört asrı faziletiyle ve Kur’an’ıyla ışıklandıran Muhammed-i Arabî aleyhissalâtü vesselâmı ziyaret etmek ve aradığımı ondan sormak için asr-ı saadete beraber gitmeliyiz” diyerek, aklıyla beraber o asra girdi, gördü ki:

    O asır, hakikaten o zat (asm) ile bir saadet-i beşeriye asrı olmuş. Çünkü en bedevî ve en ümmi bir kavmi, getirdiği nur vasıtasıyla, kısa bir zamanda dünyaya üstad ve hâkim eylemiş.

    Hem kendi aklına dedi: Biz, en evvel bu fevkalâde zatın (asm) bir derece kıymetini ve sözlerinin hakkaniyetini ve ihbaratının doğruluğunu bilmeliyiz, sonra hâlıkımızı ondan sormalıyız, diyerek taharriye başladı. Bulduğu hadsiz kat’î delillerden burada, yalnız dokuz külliyetine birer kısa işaret edilecek.

    Birincisi: Bu zatta (asm) –hattâ düşmanlarının tasdikiyle dahi– bütün güzel huyların ve hasletlerin bulunması ve وَ ان۟شَقَّ ال۟قَمَرُ ۝ وَمَا رَمَي۟تَ اِذ۟ رَمَي۟تَ وَلٰكِنَّ اللّٰهَ رَمٰى âyetlerinin sarahatiyle, bir parmağının işaretiyle kamer iki parça olması ve bir avucu ile a’dasının ordusuna attığı az bir toprak, umum o ordunun gözlerine girmesiyle kaçmaları ve susuz kalmış kendi ordusuna, beş parmağından kevser gibi akan suyu kifayet derecesinde içirmesi gibi; nakl-i kat’î ile ve bir kısmı tevatür ile yüzer mu’cizatın onun elinde zâhir olmasıdır. Bu mu’cizattan üç yüzden ziyade bir kısmı, On Dokuzuncu Mektup olan Mu’cizat-ı Ahmediye (asm) namındaki hârika ve kerametli bir risalede kat’î delilleriyle beraber beyan edildiğinden onları, ona havale ederek dedi ki:

    Bu kadar ahlâk-ı hasene ve kemalâtla beraber, bu kadar mu’cizat-ı bâhiresi bulunan bir zat (asm) elbette en doğru sözlüdür. Ahlâksızların işi olan hileye, yalana, yanlışa tenezzül etmesi kabil değil.

    İkincisi: Elinde bu kâinat sahibinin bir fermanı bulunduğu ve o fermanı her asırda üç yüz milyondan ziyade insanların kabul ve tasdik ettikleri ve o ferman olan Kur’an-ı Azîmüşşan’ın yedi vecihle hârika olmasıdır. Ve bu Kur’an’ın kırk vecihle mu’cize olduğu ve kâinat hâlıkının sözü bulunduğu, kuvvetli delilleriyle beraber “Yirmi Beşinci Söz ve Mu’cizat-ı Kur’aniye” namlarındaki, Risale-i Nur’un bir güneşi olan meşhur bir risalede tafsilen beyan edilmesinden onu, ona havale ederek dedi:

    Böyle ayn-ı hak ve hakikat bir fermanın tercümanı ve tebliğ edicisi bir zatta (asm) fermana cinayet ve ferman sahibine hıyanet hükmünde olan yalan olamaz ve bulunamaz!

    Üçüncüsü: O zat (asm) öyle bir şeriat ve bir İslâmiyet ve bir ubudiyet ve bir dua ve bir davet ve bir iman ile meydana çıkmış ki onların ne misli var ve ne de olur. Ve onlardan daha mükemmel ne bulunmuş ve ne de bulunur.

    Çünkü ümmi bir zatta (asm) zuhur eden o şeriat; on dört asrı ve nev-i beşerin humsunu, âdilane ve hakkaniyet üzere ve müdakkikane, hadsiz kanunlarıyla idare etmesi emsal kabul etmez.

    Hem ümmi bir zatın (asm) ef’al ve akval ve ahvalinden çıkan İslâmiyet, her asırda üç yüz milyon insanın rehberi ve mercii ve akıllarının muallimi ve mürşidi ve kalplerinin münevviri ve musaffisi ve nefislerinin mürebbisi ve müzekkîsi ve ruhlarının medar-ı inkişafı ve maden-i terakkiyatı olması cihetiyle misli olamaz ve olamamış.

    Hem dininde bulunan bütün ibadatın bütün envaında en ileri olması ve herkesten ziyade takvada bulunması ve Allah’tan korkması ve fevkalâde daimî mücahedat ve dağdağalar içinde, tam tamına ubudiyetin en ince esrarına kadar müraat etmesi ve hiç kimseyi taklit etmeyerek ve tam manasıyla ve müptediyane fakat en mükemmel olarak hem iptida ve intihayı birleştirerek yapması; elbette misli görülmez ve görünmemiş.

    Hem binler dua ve münâcatlarından Cevşenü’l-Kebir ile öyle bir marifet-i Rabbaniye ile öyle bir derecede Rabb’ini tavsif ediyor ki o zamandan beri gelen ehl-i marifet ve ehl-i velayet, telahuk-u efkâr ile beraber, ne o mertebe-i marifete ve ne de o derece-i tavsife yetişememeleri gösteriyor ki duada dahi onun misli yoktur. Risale-i Münâcat’ın başında, Cevşenü’l-Kebir’in doksan dokuz fıkrasından bir fıkrasının kısacık bir mealinin beyan edildiği yere bakan adam, Cevşen’in dahi misli yoktur, diyecek.

    Hem tebliğ-i risalette ve nâsı hakka davette o derece metanet ve sebat ve cesaret göstermiş ki büyük devletler ve büyük dinler, hattâ kavim ve kabilesi ve amcası ona şiddetli adâvet ettikleri halde, zerre miktar bir eser-i tereddüt, bir telaş, bir korkaklık göstermemesi ve tek başıyla bütün dünyaya meydan okuması ve başa da çıkarması ve İslâmiyet’i dünyanın başına geçirmesi ispat eder ki tebliğ ve davette dahi misli olmamış ve olamaz.

    Hem imanda, öyle fevkalâde bir kuvvet ve hârika bir yakîn ve mu’cizane bir inkişaf ve cihanı ışıklandıran bir ulvi itikad taşımış ki o zamanın hükümranı olan bütün efkâr ve akideleri ve hükemanın hikmetleri ve ruhanî reislerin ilimleri ona muarız ve muhalif ve münkir oldukları halde; onun ne yakînine ne itikadına ne itimadına ne itminanına hiçbir şüphe hiçbir tereddüt hiçbir zaaf hiçbir vesvese vermemesi ve maneviyatta ve meratib-i imaniyede terakki eden başta sahabeler ve bütün ehl-i velayet, onun her vakit mertebe-i imanından feyz almaları ve onu en yüksek derecede bulmaları, bilbedahe gösterir ki imanı dahi emsalsizdir.

    İşte böyle emsalsiz bir şeriat ve misilsiz bir İslâmiyet ve hârika bir ubudiyet ve fevkalâde bir dua ve cihan-pesendane bir davet ve mu’cizane bir iman sahibinde, elbette hiçbir cihetle yalan olamaz ve aldatmaz diye anladı ve aklı dahi tasdik etti.

    Dördüncüsü: Enbiyaların aleyhimüsselâm icmaı, nasıl ki vücud ve vahdaniyet-i İlahiyeye gayet kuvvetli bir delildir; öyle de bu zatın (asm) doğruluğuna ve risaletine gayet sağlam bir şehadettir. Çünkü enbiya aleyhimüsselâmın doğruluklarına ve peygamber olmalarına medar olan ne kadar kudsî sıfatlar ve mu’cizeler ve vazifeler varsa o zatta (asm) en ileride olduğu tarihçe musaddaktır.

    Demek onlar, nasıl ki lisan-ı kāl ile Tevrat, İncil, Zebur ve suhuflarında bu zatın (asm) geleceğini haber verip insanlara beşaret vermişler ki kütüb-ü mukaddesenin o beşaretli işaratından yirmiden fazla ve pek zâhir bir kısmı, On Dokuzuncu Mektup’ta güzelce beyan ve ispat edilmiş. Öyle de lisan-ı halleriyle, yani nübüvvetleriyle ve mu’cizeleriyle; kendi mesleklerinde ve vazifelerinde en ileri ve en mükemmel olan bu zatı tasdik edip davasını imza ediyorlar. Ve lisan-ı kāl ve icma ile vahdaniyete delâlet ettikleri gibi lisan-ı hal ile ve ittifak ile de bu zatın sadıkıyetine şehadet ediyorlar diye anladı.

    Beşincisi: Bu zatın düsturlarıyla ve terbiyesi ve tebaiyetiyle ve arkasından gitmeleriyle hakka, hakikate, kemalâta, keramata, keşfiyata, müşahedata yetişen binlerce evliya vahdaniyete delâlet ettikleri gibi; üstadları olan bu zatın sadıkıyetine ve risaletine, icma ve ittifakla şehadet ediyorlar. Ve âlem-i gaybdan verdiği haberlerin bir kısmını nur-u velayetle müşahede etmeleri ve umumunu nur-u iman ile ya ilmelyakîn veya aynelyakîn veya hakkalyakîn suretinde itikad ve tasdik etmeleri, üstadları olan bu zatın derece-i hakkaniyet ve sadıkıyetini güneş gibi gösterdiğini gördü.

    Altıncısı: Bu zatın ümmiliğiyle beraber getirdiği hakaik-i kudsiye ve ihtira ettiği ulûm-u âliye ve keşfettiği marifet-i İlahiyenin dersiyle ve talimiyle, mertebe-i ilmiyede en yüksek makama yetişen milyonlar asfiya-i müdakkikîn ve sıddıkîn-i muhakkikîn ve dâhî hükema-i mü’minîn, bu zatın üssü’l-esas davası olan vahdaniyeti, kuvvetli bürhanlarıyla bi’l-ittifak ispat ve tasdik ettikleri gibi; bu muallim-i ekberin ve bu üstad-ı a’zamın hakkaniyetine ve sözlerinin hakikat olduğuna ittifakla şehadetleri, gündüz gibi bir hüccet-i risaleti ve sadıkıyetidir. Mesela Risale-i Nur, yüz parçasıyla bu zatın sadakatinin bir tek bürhanıdır.

    Yedincisi: Âl ü ashab namında ve nev-i beşerin enbiyadan sonra feraset ve dirayet ve kemalâtla en meşhuru ve en muhterem ve en namdarı ve en dindar ve keskin nazarlı taife-i azîmesi; kemal-i merak ile ve gayet dikkat ve nihayet ciddiyetle, bu zatın bütün gizli ve aşikâr hallerini ve fikirlerini ve vaziyetlerini taharri ve teftiş ve tetkik etmeleri neticesinde; bu zatın dünyada en sadık ve en yüksek ve en haklı ve hakikatli olduğuna ittifak ile ve icma ile sarsılmaz tasdikleri ve kuvvetli imanları, güneşin ziyasına delâlet eden gündüz gibi bir delildir diye anladı.

    Sekizincisi: Bu kâinat, nasıl ki kendini icad ve idare ve tertip eden ve tasvir ve takdir ve tedbir ile bir saray gibi bir kitap gibi bir sergi gibi bir temaşagâh gibi tasarruf eden sâni’ine ve kâtibine ve nakkaşına delâlet eder. Öyle de kâinatın hilkatindeki makasıd-ı İlahiyeyi bilecek ve bildirecek ve tahavvülatındaki Rabbanî hikmetlerini talim edecek ve vazifedarane harekâtındaki neticeleri ders verecek ve mahiyetindeki kıymetini ve içindeki mevcudatın kemalâtını ilan edecek ve o kitab-ı kebirin manalarını ifade edecek bir yüksek dellâl, bir doğru keşşaf, bir muhakkik üstad, bir sadık muallim istediği ve iktiza ettiği ve herhalde bulunmasına delâlet ettiği cihetiyle, elbette bu vazifeleri herkesten ziyade yapan bu zatın hakkaniyetine ve bu kâinat Hâlık’ının en yüksek ve sadık bir memuru olduğuna şehadet ettiğini bildi.

    Dokuzuncusu: Madem bu sanatlı ve hikmetli masnuatıyla kendi hünerlerini ve sanatkârlığının kemalâtını teşhir etmek ve bu süslü, ziynetli, nihayetsiz mahlukatıyla kendini tanıttırmak ve sevdirmek ve bu lezzetli ve kıymetli hesapsız nimetleriyle kendine teşekkür ve hamdettirmek ve bu şefkatli ve himayetli umumî terbiye ve iaşe ile hattâ ağızların en ince zevklerini ve iştihaların her nevini tatmin edecek bir surette ihzar edilen Rabbanî it’amlar ve ziyafetler ile kendi rububiyetine karşı minnettarane ve müteşekkirane ve perestişkârane ibadet ettirmek ve mevsimlerin tebdili ve gece gündüzün tahvili ve ihtilafı gibi azametli ve haşmetli tasarrufat ve icraat ve dehşetli ve hikmetli faaliyet ve hallakıyet ile kendi uluhiyetini izhar ederek, o uluhiyetine karşı iman ve teslim ve inkıyad ve itaat ettirmek ve her vakit iyiliği ve iyileri himaye, fenalığı ve fenaları izale ve semavî tokatlar ile zalimleri ve yalancıları imha etmek cihetiyle, hakkaniyet ve adaletini göstermek isteyen perde arkasında birisi var.

    Elbette ve herhalde, o gaybî zatın yanında en sevgili mahluku ve en doğru abdi ve onun mezkûr maksatlarına tam hizmet ederek, hilkat-i kâinatın tılsımını ve muammasını hall ve keşfeden ve daima o Hâlık’ının namına hareket eden ve ondan istimdad eden ve muvaffakiyet isteyen ve onun tarafından imdada ve tevfike mazhar olan ve Muhammed-i Kureyşî denilen bu zat olacak (asm).

    Hem aklına dedi: Madem bu mezkûr dokuz hakikatler bu zatın sıdkına şehadet ederler; elbette bu âdem, benî-Âdem’in medar-ı şerefi ve bu âlemin medar-ı iftiharıdır. Ve ona “Fahr-i Âlem” ve “Şeref-i benî-Âdem” denilmesi pek lâyıktır. Ve onun elinde bulunan ferman-ı Rahman olan Kur’an-ı Mu’cizü’l-Beyan’ın haşmet-i saltanat-ı maneviyesinin nısf-ı arzı istilası ve şahsî kemalâtı ve yüksek hasletleri gösteriyor ki bu âlemde en mühim zat budur, Hâlık’ımız hakkında en mühim söz onundur.

    İşte gel, bak! Bu hârika zatın yüzer zâhir ve bâhir kat’î mu’cizelerinin kuvvetine ve dinindeki binler âlî ve esaslı hakikatlerine istinaden, bütün davalarının esası ve bütün hayatının gayesi; Vâcibü’l-vücud’un vücuduna ve vahdetine ve sıfâtına ve esmasına delâlet ve şehadet ve o Vâcibü’l-vücud’u ispat ve ilan ve i’lam etmektir.

    Demek, bu kâinatın manevî güneşi ve Hâlık’ımızın en parlak bir bürhanı, bu Habibullah denilen zattır ki onun şehadetini teyid ve tasdik ve imza eden aldanmaz ve aldatmaz üç büyük icma var:

    Birincisi: “Eğer perde-i gayb açılsa yakînim ziyadeleşmeyecek.” diyen İmam-ı Ali radıyallahu anh ve yerde iken arş-ı a’zamı ve İsrafil’in azamet-i heykelini temaşa eden Gavs-ı A’zam (ks) gibi keskin nazar ve gaybbîn gözleri bulunan binler aktab ve evliya-i azîmeyi câmi’ ve Âl-i Muhammed namıyla şöhret-şiar-ı âlem olan cemaat-i nuraniyenin icma ile tasdikleridir.

    İkincisi: Bedevî bir kavim ve ümmi bir muhitte, hayat-ı içtimaiyeden ve efkâr-ı siyasiyeden hâlî ve kitapsız ve fetret asrının karanlıklarında bulunan ve pek az bir zamanda en medeni ve malûmatlı ve hayat-ı içtimaiyede ve siyasiyede en ileri olan milletlere ve hükûmetlere üstad ve rehber ve diplomat ve hâkim-i âdil olarak şarktan garba kadar cihan-pesendane idare eden ve sahabe namıyla dünyada namdar olan cemaat-i meşhurenin ittifakla can ve mallarını, peder ve aşiretlerini feda ettiren bir kuvvetli imanla tasdikleridir.

    Üçüncüsü: Her asırda binlerle efradı bulunan ve her fende dâhiyane ileri giden ve muhtelif mesleklerde çalışan, ümmetinde yetişen hadsiz muhakkik ve mütebahhir ulemasının cemaat-i uzmasının tevafukla ve ilmelyakîn derecesinde tasdikleridir.

    Demek, bu zatın vahdaniyete şehadeti şahsî ve cüz’î değil belki umumî ve küllî ve sarsılmaz ve bütün şeytanlar toplansa karşısına hiçbir cihetle çıkamaz bir şehadettir diye hükmetti.

    İşte asr-ı saadette aklıyla beraber seyahat eden dünya misafiri ve hayat yolcusunun o medrese-i nuraniyeden aldığı derse kısa bir işaret olarak Birinci Makam’ın on altıncı mertebesinde böyle لَٓا اِلٰهَ اِلَّا اللّٰهُ ال۟وَاجِبُ ال۟وُجُودِ ال۟وَاحِدُ ال۟اَحَدُ الَّذٖى دَلَّ عَلٰى وُجُوبِ وُجُودِهٖ فٖى وَح۟دَتِهٖ فَخ۟رُ ال۟عَالَمِ وَ شَرَفُ نَو۟عِ بَنٖى اٰدَمَ بِعَظَمَةِ سَل۟طَنَةِ قُر۟اٰنِهٖ وَ حَش۟مَةِ وُس۟عَةِ دٖينِهٖ وَ كَث۟رَةِ كَمَالَاتِهٖ وَ عُل۟وِيَّةِ اَخ۟لَاقِهٖ حَتّٰى بِتَص۟دٖيقِ اَع۟دَائِهٖ وَ كَذَا شَهِدَ وَ بَر۟هَنَ بِقُوَّةِ مِاٰتِ مُع۟جِزَاتِهِ الظَّاهِرَةِ ال۟بَاهِرَةِ ال۟مُصَدِّقَةِ ال۟مُصَدَّقَةِ وَ بِقُوَّةِ اٰلَافِ حَقَائِقِ دٖينِهِ السَّاطِعَةِ ال۟قَاطِعَةِ بِاِج۟مَاعِ اٰلِهٖ ذَوِى ال۟اَن۟وَارِ وَ بِاِتِّفَاقِ اَص۟حَابِهٖ ذَوِى ال۟اَب۟صَارِ وَ بِتَوَافُقِ مُحَقِّقٖى اُمَّتِهٖ ذَوِى ال۟بَرَاهٖينِ وَ ال۟بَصَائِرِ النَّوَّارَةِ denilmiştir.

    Sonra bu dünyada hayatın gayesi ve hayatın hayatı iman olduğunu bilen bu yorulmaz ve tok olmaz yolcu, kendi kalbine dedi ki: “Aradığımız zatın sözü ve kelâmı denilen bu dünyada en meşhur ve en parlak ve en hâkim ve ona teslim olmayan herkese her asırda meydan okuyan Kur’an-ı Mu’cizü’l-Beyan namındaki kitaba müracaat edip o ne diyor, bilelim. Fakat en evvel, bu kitap bizim Hâlık’ımızın kitabı olduğunu ispat etmek lâzımdır.” diye taharriye başladı.

    Bu seyyah bu zamanda bulunduğu münasebetiyle en evvel manevî i’caz-ı Kur’anînin lem’aları olan Resaili’n-Nur’a baktı ve onun yüz otuz risaleleri, âyât-ı Furkaniyenin nükteleri ve ışıkları ve esaslı tefsirleri olduğunu gördü. Ve Risaletü’n-Nur, bu kadar muannid ve mülhid bir asırda her tarafa hakaik-i Kur’aniyeyi mücahidane neşrettiği halde, karşısına kimse çıkamadığından ispat eder ki onun üstadı ve menbaı ve mercii ve güneşi olan Kur’an semavîdir, beşer kelâmı değildir.

    Hattâ Resaili’n-Nur’un yüzer hüccetlerinden bir tek hüccet-i Kur’aniyesi olan Yirmi Beşinci Söz ile On Dokuzuncu Mektup’un âhiri, Kur’an’ın kırk vecihle mu’cize olduğunu öyle ispat etmiş ki kim görmüş ise değil tenkit ve itiraz etmek, belki ispatlarına hayran olmuş, takdir ederek çok sena etmiş.

    Kur’an’ın vech-i i’cazını ve hak kelâmullah olduğunu ispat etmek cihetini Risaletü’n-Nur’a havale ederek yalnız bir kısa işaretle büyüklüğünü gösteren birkaç noktaya dikkat etti:

    Birinci Nokta: Nasıl ki Kur’an, bütün mu’cizatıyla ve hakkaniyetine delil olan bütün hakaikiyle, Muhammed aleyhissalâtü vesselâmın bir mu’cizesidir. Öyle de Muhammed aleyhissalâtü vesselâm da bütün mu’cizatıyla ve delail-i nübüvvetiyle ve kemalât-ı ilmiyesiyle Kur’an’ın bir mu’cizesidir ve Kur’an kelâmullah olduğuna bir hüccet-i kātıasıdır.

    İkinci Nokta: Kur’an, bu dünyada öyle nurani ve saadetli ve hakikatli bir surette bir tebdil-i hayat-ı içtimaiye ile beraber, insanların hem nefislerinde hem kalplerinde hem ruhlarında hem akıllarında hem hayat-ı şahsiyelerinde hem hayat-ı içtimaiyelerinde hem hayat-ı siyasiyelerinde öyle bir inkılab yapmış ve idame etmiş ve idare etmiş ki on dört asır müddetinde, her dakikada, altı bin altı yüz altmış altı âyetleri, kemal-i ihtiramla, hiç olmazsa yüz milyondan ziyade insanların dilleriyle okunuyor ve insanları terbiye ve nefislerini tezkiye ve kalplerini tasfiye ediyor. Ruhlara inkişaf ve terakki ve akıllara istikamet ve nur ve hayata hayat ve saadet veriyor. Elbette böyle bir kitabın misli yoktur, hârikadır, fevkalâdedir, mu’cizedir.

    Üçüncü Nokta: Kur’an, o asırdan tâ şimdiye kadar öyle bir belâgat göstermiş ki Kâbe’nin duvarında altın ile yazılan en meşhur ediblerin “Muallakat-ı Seb’a” namıyla şöhret-şiar kasidelerini o dereceye indirdi ki Lebid’in kızı, babasının kasidesini Kâbe’den indirirken demiş: “Âyâta karşı bunun kıymeti kalmadı.”

    Hem bedevî bir edib فَاص۟دَع۟ بِمَا تُؤ۟مَرُ âyeti okunurken işittiği vakit secdeye kapanmış. Ona demişler: “Sen Müslüman mı oldun?” O demiş: “Hayır, ben bu âyetin belâgatına secde ettim.”

    Hem ilm-i belâgatın dâhîlerinden Abdülkahir-i Cürcanî ve Sekkakî ve Zemahşerî gibi binlerle dâhî imamlar ve mütefennin edibler, icma ve ittifakla karar vermişler ki: “Kur’an’ın belâgatı, tâkat-i beşerin fevkindedir, yetişilmez.”

    Hem o zamandan beri mütemadiyen meydan-ı muarazaya davet edip mağrur ve enaniyetli ediblerin ve beliğlerin damarlarına dokundurup gururlarını kıracak bir tarzda der: “Ya bir tek surenin mislini getiriniz veyahut dünyada ve âhirette helâket ve zilleti kabul ediniz.” diye ilan ettiği halde; o asrın muannid beliğleri bir tek surenin mislini getirmekle kısa bir yol olan muarazayı bırakıp uzun olan, can ve mallarını tehlikeye atan muharebe yolunu ihtiyar etmeleri ispat eder ki o kısa yolda gitmek mümkün değildir.

    Hem Kur’an’ın dostları, Kur’an’a benzemek ve taklit etmek şevkiyle ve düşmanları dahi Kur’an’a mukabele ve tenkit etmek sevkiyle o vakitten beri yazdıkları ve yazılan ve telahuk-u efkâr ile terakki eden milyonlarla Arabî kitaplar ortada geziyor. Hiçbirisinin ona yetişemediğini, hattâ en âdi adam dahi dinlese elbette diyecek: “Bu Kur’an, bunlara benzemez ve onların mertebesinde değil.” Ya onların altında veya umumunun fevkinde olacak. Umumunun altında olduğunu dünyada hiçbir fert, hiçbir kâfir, hattâ hiçbir ahmak diyemez. Demek mertebe-i belâgatı umumun fevkindedir.

    Hattâ bir adam سَبَّحَ لِلّٰهِ مَا فِى السَّمٰوَاتِ وَال۟اَر۟ضِ âyetini okudu. Dedi ki: “Bu âyetin hârika telakki edilen belâgatını göremiyorum.” Ona denildi: “Sen dahi bu seyyah gibi o zamana git, orada dinle.” O da kendini Kur’an’dan evvel orada tahayyül ederken gördü ki:

    Mevcudat-ı âlem perişan, karanlık, camid ve şuursuz ve vazifesiz olarak hâlî, hadsiz, hudutsuz bir fezada; kararsız, fâni bir dünyada bulunuyorlar. Birden Kur’an’ın lisanından bu âyeti dinlerken gördü:

    Bu âyet, kâinat üstünde, dünyanın yüzünde öyle bir perde açtı ve ışıklandırdı ki bu ezelî nutuk ve bu sermedî ferman asırlar sıralarında dizilen zîşuurlara ders verip gösteriyor ki bu kâinat, bir cami-i kebir hükmünde, başta semavat ve arz olarak umum mahlukatı hayattarane zikir ve tesbihte ve vazife başında cûş u hurûşla mesudane ve memnunane bir vaziyette bulunduruyor diye müşahede etti. Ve bu âyetin derece-i belâgatını zevk ederek sair âyetleri buna kıyasla Kur’an’ın zemzeme-i belâgatı arzın nısfını ve nev-i beşerin humsunu istila ederek haşmet-i saltanatı kemal-i ihtiramla on dört asır bilâ-fâsıla idame ettiğinin binler hikmetlerinden bir hikmetini anladı.

    Dördüncü Nokta: Kur’an, öyle hakikatli bir halâvet göstermiş ki en tatlı bir şeyden dahi usandıran çok tekrar, Kur’an’ı tilavet edenler için değil usandırmak, belki kalbi çürümemiş ve zevki bozulmamış adamlara tekrar-ı tilaveti halâvetini ziyadeleştirdiği, eski zamandan beri herkesçe müsellem olup darb-ı mesel hükmüne geçmiş.

    Hem öyle bir tazelik ve gençlik ve şebabet ve garabet göstermiş ki on dört asır yaşadığı ve herkesin eline kolayca girdiği halde, şimdi nâzil olmuş gibi tazeliğini muhafaza ediyor. Her asır, kendine hitap ediyor gibi bir gençlikte görmüş. Her taife-i ilmiye, ondan her vakit istifade etmek için kesretle ve mebzuliyetle yanlarında bulundurdukları ve üslub-u ifadesine ittiba ve iktida ettikleri halde o, üslubundaki ve tarz-ı beyanındaki garabetini aynen muhafaza ediyor.

    Beşincisi: Kur’an’ın bir cenahı mazide, bir cenahı müstakbelde. Kökü ve bir kanadı eski peygamberlerin ittifaklı hakikatleri olduğu ve bu onları tasdik ve teyid ettiği ve onlar dahi tevafukun lisan-ı haliyle bunu tasdik ettikleri gibi; öyle de evliya ve asfiya gibi ondan hayat alan semereleri ve hayattar tekemmülleriyle, şecere-i mübarekelerinin hayattar, feyizdar ve hakikat-medar olduğuna delâlet eden ve ikinci kanadının himayesi altında yetişen ve yaşayan velayetin bütün hak tarîkatları ve İslâmiyet’in bütün hakikatli ilimleri, Kur’an’ın ayn-ı hak ve mecma-ı hakaik ve câmiiyette misilsiz bir hârika olduğuna şehadet eder.

    Altıncısı: Kur’an’ın altı ciheti nuranidir, sıdk ve hakkaniyetini gösterir. Evet, altında hüccet ve bürhan direkleri, üstünde sikke-i i’caz lem’aları, önünde ve hedefinde saadet-i dâreyn hediyeleri, arkasında nokta-i istinadı vahy-i semavî hakikatleri, sağında hadsiz ukûl-ü müstakimenin delillerle tasdikleri, solunda selim kalplerin ve temiz vicdanların ciddi itminanları ve samimi incizabları ve teslimleri; Kur’an’ın fevkalâde, hârika, metin ve hücum edilmez bir kale-i semaviye-i arziye olduğunu ispat ettikleri gibi…

    Altı makamdan dahi onun ayn-ı hak ve sadık olduğuna ve beşerin kelâmı olmadığına hem yanlış olmadığına imza eden:

    Başta bu kâinatta daima güzelliği izhar, iyiliği ve doğruluğu himaye ve sahtekârları ve müfterileri imha ve izale etmek âdetini bir düstur-u faaliyet ittihaz eden bu kâinatın mutasarrıfı, o Kur’an’a âlemde en makbul en yüksek en hâkimane bir makam-ı hürmet ve bir mertebe-i muvaffakiyet vermesiyle onu tasdik ve imza ettiği gibi…

    İslâmiyet’in menbaı ve Kur’an’ın tercümanı olan zatın aleyhissalâtü vesselâm herkesten ziyade ona itikad ve ihtiramı ve nüzulü zamanında uyku gibi bir vaziyet-i nâimanede bulunması ve sair kelâmları ona yetişememesi ve bir derece benzememesi ve ümmiyetiyle beraber gitmiş ve gelecek hakiki hâdisat-ı kevniyeyi gaybiyane, Kur’an ile tereddütsüz ve itminan ile beyan etmesi ve çok dikkatli gözlerin nazarı altında hiçbir hile, hiçbir yanlış vaziyeti görülmeyen o tercümanın, bütün kuvvetiyle Kur’an’ın her bir hükmüne iman edip tasdik etmesi ve hiçbir şey onu sarsmaması; Kur’an semavî, hakkaniyetli ve kendi Hâlık-ı Rahîm’inin mübarek kelâmı olduğunu imza ediyor.

    Hem nev-i insanın humsu, belki kısm-ı a’zamı, göz önünde ona müncezibane ve dindarane irtibatı ve hakikat-perestane ve müştakane kulak vermesi; ve çok emarelerin ve vakıaların ve keşfiyatın şehadetiyle, cin ve melek ve ruhanîlerin dahi tilaveti vaktinde pervane gibi hakperestane etrafında toplanması, Kur’an’ın kâinatça makbuliyetine ve en yüksek bir makamda bulunduğuna bir imzadır.

    Hem nev-i beşerin umum tabakaları, en gabi ve âmîden tut tâ en zeki ve âlime kadar her birisi, Kur’an’ın dersinden tam hisse almaları ve en derin hakikatleri fehmetmeleri ve yüzlerle fen ve ulûm-u İslâmiyenin ve bilhassa şeriat-ı kübranın büyük müçtehidleri ve usûlü’d-din ve ilm-i kelâmın dâhî muhakkikleri gibi her taife kendi ilimlerine ait bütün hâcatını ve cevaplarını Kur’an’dan istihraç etmeleri, Kur’an menba-ı hak ve maden-i hakikat olduğuna bir imzadır.

    Hem edebiyatça en ileri bulunan Arap edibleri –İslâmiyet’e girmeyenler– şimdiye kadar muarazaya pek çok muhtaç oldukları halde Kur’an’ın i’cazından yedi büyük vechi varken, yalnız bir tek vechi olan belâgatının (tek bir surenin) mislini getirmekten istinkâfları ve şimdiye kadar gelen ve muaraza ile şöhret kazanmak isteyen meşhur beliğlerin ve dâhî âlimlerin onun hiçbir vech-i i’cazına karşı çıkamamaları ve âcizane sükût etmeleri; Kur’an, mu’cize ve tâkat-i beşerin fevkinde olduğuna bir imzadır.

    Evet, bir kelâm “Kimden gelmiş ve kime gelmiş ve ne için?” denilmesiyle kıymeti ve ulviyeti ve belâgatı tezahür etmesi noktasından Kur’an’ın misli olamaz ve ona yetişilemez.

    Çünkü Kur’an, bütün âlemlerin Rabb’i ve Hâlık’ının hitabı ve konuşması ve hiçbir cihette taklidi ve tasannuu ihsas edecek bir emare bulunmayan bir mükâlemesi ve bütün insanların belki bütün mahlukatın namına mebus ve nev-i beşerin en meşhur ve namdar muhatabı bulunan ve o muhatabın kuvvet ve vüs’at-i imanı, koca İslâmiyet’i tereşşuh edip sahibini Kab-ı Kavseyn makamına çıkararak muhatab-ı Samedaniyeye mazhariyetle nüzul eden ve saadet-i dâreyne dair ve hilkat-i kâinatın neticelerine ve ondaki Rabbanî maksatlara ait mesaili ve o muhatabın bütün hakaik-i İslâmiyeyi taşıyan en yüksek ve en geniş olan imanını beyan ve izah eden ve koca kâinatın bir harita, bir saat, bir hane gibi her tarafını gösterip, çevirip onları yapan sanatkârı tavrıyla ifade ve talim eden Kur’an-ı Mu’cizü’l-Beyan’ın elbette mislini getirmek mümkün değildir ve derece-i i’cazına yetişilmez.

    Hem Kur’an’ı tefsir eden ve bir kısmı otuz kırk hattâ yetmiş cilt olarak birer tefsir yazan yüksek zekâlı, müdakkik, binlerle mütefennin ulemanın, senetleri ve delilleriyle beyan ettikleri Kur’an’daki hadsiz meziyetleri ve nükteleri ve hâsiyetleri ve sırları ve âlî manaları ve umûr-u gaybiyenin her nevinden kesretli gaybî ihbarları izhar ve ispat etmeleri ve bilhassa Risale-i Nur’un yüz otuz kitabının her biri Kur’an’ın bir meziyetini, bir nüktesini kat’î bürhanlarla ispat etmesi ve bilhassa Mu’cizat-ı Kur’aniye Risalesi; şimendifer ve tayyare gibi medeniyetin hârikalarından çok şeyleri Kur’an’dan istihraç eden Yirminci Söz’ün İkinci Makamı ve Risale-i Nur’a ve elektriğe işaret eden âyetlerin işaratını bildiren İşarat-ı Kur’aniye namındaki Birinci Şuâ ve huruf-u Kur’aniye ne kadar muntazam, esrarlı ve manalı olduğunu gösteren Rumuzat-ı Semaniye namındaki sekiz küçük risaleler ve Sure-i Feth’in âhirki âyeti beş vecihle ihbar-ı gaybî cihetinde mu’cizeliğini ispat eden küçük bir risale gibi Risale-i Nur’un her bir cüzü, Kur’an’ın bir hakikatini, bir nurunu izhar etmesi; Kur’an’ın misli olmadığına ve mu’cize ve hârika olduğuna ve bu âlem-i şehadette âlem-i gaybın lisanı ve bir Allâmü’l-guyub’un kelâmı bulunduğuna bir imzadır.

    İşte altı noktada ve altı cihette ve altı makamda işaret edilen, Kur’an’ın mezkûr meziyetleri ve hâsiyetleri içindir ki haşmetli hâkimiyet-i nuraniyesi ve azametli saltanat-ı kudsiyesi, asırların yüzlerini ışıklandırarak zemin yüzünü dahi bin üç yüz sene tenvir ederek kemal-i ihtiramla devam etmesi hem o hâsiyetleri içindir ki Kur’an’ın her bir harfi, hiç olmazsa on sevabı ve on hasenesi olması ve on meyve-i bâki vermesi, hattâ bir kısım âyâtın ve surelerin her bir harfi, yüz ve bin ve daha ziyade meyve vermesi ve mübarek vakitlerde her harfin nuru ve sevabı ve kıymeti ondan yüzlere çıkması gibi kudsî imtiyazları kazanmış diye dünya seyyahı anladı ve kalbine dedi:

    İşte böyle her cihetle mu’cizatlı bu Kur’an; surelerinin icmaıyla ve âyâtının ittifakıyla ve esrar ve envarının tevafukuyla ve semerat ve âsârının tetabukuyla bir tek Vâcibü’l-vücud’un vücuduna ve vahdetine ve sıfât ve esmasına deliller ile ispat suretinde öyle şehadet etmiş ki bütün ehl-i imanın hadsiz şehadetleri, onun şehadetinden tereşşuh etmişler.

    İşte bu yolcunun Kur’an’dan aldığı ders-i tevhid ve imana kısa bir işaret olarak Birinci Makam’ın on yedinci mertebesinde böyle لَٓا اِلٰهَ اِلَّا اللّٰهُ ال۟وَاجِبُ ال۟وُجُودِ ال۟وَاحِدُ ال۟اَحَدُ الَّذٖى دَلَّ عَلٰى وُجُوبِ وُجُودِهٖ فٖى وَح۟دَتِهِ ال۟قُر۟اٰنُ ال۟مُع۟جِزُ ال۟بَيَانِ اَل۟مَق۟بُولُ ال۟مَر۟غُوبُ لِاَج۟نَاسِ ال۟مَلَكِ وَ ال۟اِن۟سِ وَ ال۟جَانِّ اَل۟مَق۟رُوءُ كُلُّ اٰيَاتِهٖ فٖى كُلِّ دَقٖيقَةٍ بِكَمَالِ ال۟اِح۟تِرَامِ بِاَل۟سِنَةِ مِأٰتِ مِل۟يُونٍ مِن۟ نَو۟عِ ال۟اِن۟سَانِ اَلدَّائِمُ سَل۟طَنَتُهُ ال۟قُد۟سِيَّةُ عَلٰى اَق۟طَارِ ال۟اَر۟ضِ وَ ال۟اَك۟وَانِ وَ عَلٰى وُجُوهِ ال۟اَع۟صَارِ وَ الزَّمَانِ وَ ال۟جَارٖى حَاكِمِيَّتُهُ ال۟مَع۟نَوِيَّةُ النُّورَانِيَّةُ عَلٰى نِص۟فِ ال۟اَر۟ضِ وَ خُم۟سِ ال۟بَشَرِ فٖى اَر۟بَعَةَ عَشَرَ عَص۟رًا بِكَمَالِ ال۟اِح۟تِشَامِ . وَ كَذَا : شَهِدَ وَ بَر۟هَنَ بِاِج۟مَاعِ سُوَرِهِ ال۟قُد۟سِيَّةِ السَّمَاوِيَّةِ وَ بِاِتِّفَاقِ اٰيَاتِهِ النُّورَانِيَّةِ ال۟اِلٰهِيَّةِ وَ بِتَوَافُقِ اَس۟رَارِهٖ وَ اَن۟وَارِهٖ وَ بِتَطَابُقِ حَقَائِقِهٖ وَ ثَمَرَاتِهٖ وَ اٰثَارِهٖ بِال۟مُشَاهَدَةِ وَ ال۟عِيَانِ denilmiştir.

    Sonra bir fakir insana değil fâni ve muvakkat bir tarlayı, bir haneyi, belki koca kâinatı ve dünya kadar bir mülk-ü bâkiyi kazandıran ve bir fâni adama ebedî bir hayatın levazımatını bulduran ve ecelin darağacını bekleyen bir bîçareyi idam-ı ebedîden kurtaran ve saadet-i sermediyenin hazinesini açan en kıymettar sermaye-i insaniyenin iman olduğunu bilen mezkûr misafir ve hayat yolcusu, kendi nefsine dedi ki:

    “Haydi, ileri! İmanın hadsiz mertebelerinden bir mertebe daha kazanmak için kâinatın heyet-i mecmuasına müracaat edip o da ne diyor, dinlemeliyiz; erkânından ve eczasından aldığımız dersleri tekmil ve tenvir etmeliyiz.” diye Kur’an’dan aldığı geniş ve ihatalı bir dürbün ile baktı, gördü:

    Bu kâinat, o kadar manidar ve muntazamdır ki mücessem bir kitab-ı Sübhanî ve cismanî bir Kur’an-ı Rabbanî ve müzeyyen bir saray-ı Samedanî ve muntazam bir şehr-i Rahmanî suretinde görünüyor. O kitabın bütün sureleri, âyetleri ve kelimatları, hattâ harfleri ve babları ve fasılları ve sayfaları ve satırları, umumunun her vakit manidarane mahv ve ispatları ve hakîmane tağyir ve tahvilleri; icma ile bir Alîm-i külli şey’in ve bir Kadîr-i külli şey’in ve bir musannifin, her şeyde her şeyi gören ve her şeyin her şeyi ile münasebetini bilen, riayet eden bir Nakkaş-ı Zülcelal’in ve bir Kâtib-i Zülkemal’in vücudunu ve mevcudiyetini bilbedahe ifade ettikleri gibi bütün erkân ve envaıyla ve ecza ve cüz’iyatıyla ve sekeneleri ve müştemilatıyla ve vâridat ve masarifatıyla ve onlarda maslahatkârane tebdilleriyle ve hikmet-perverane tecdidleriyle, bi’l-ittifak hadsiz bir kudret ve nihayetsiz bir hikmetle iş gören âlî bir ustanın ve misilsiz bir Sâni’in mevcudiyetini ve vahdetini bildiriyorlar. Ve kâinatın azametine münasip iki büyük ve geniş hakikatin şehadetleri, kâinatın bu büyük şehadetini ispat ediyorlar.

    Birinci Hakikat: Usûlü’d-din ve ilm-i kelâmın dâhî ulemasının ve hükema-i İslâmiyenin gördükleri ve hadsiz bürhanlarla ispat ettikleri “hudûs” ve “imkân” hakikatleridir. Onlar demişler ki:

    “Madem âlemde ve her şeyde tagayyür ve tebeddül var; elbette fânidir, hâdistir, kadîm olamaz. Madem hâdistir, elbette onu ihdas eden bir Sâni’ var. Ve madem her şeyin zatında vücudu ve ademi, bir sebep bulunmazsa müsavidir; elbette vâcib ve ezelî olamaz. Ve madem muhal ve bâtıl olan devir ve teselsül ile birbirini icad etmek mümkün olmadığı kat’î bürhanlarla ispat edilmiş. Elbette öyle bir Vâcibü’l-vücud’un mevcudiyeti lâzımdır ki naziri mümteni, misli muhal ve bütün maadası mümkün ve mâsivası mahluku olacak.”

    Evet, hudûs hakikati kâinatı istila etmiş. Çoğunu göz görüyor, diğer kısmını akıl görüyor. Çünkü gözümüzün önünde her sene güz mevsiminde öyle bir âlem vefat eder ki her birisinin hadsiz efradı bulunan ve her biri zîhayat bir kâinat hükmünde olan yüz bin nevi nebatat ve küçücük hayvanat, o âlem ile beraber vefat ederler. Fakat o kadar intizam ile bir vefattır ki haşir ve neşirlerine medar olan ve rahmet ve hikmetin mu’cizeleri, kudret ve ilmin hârikaları bulunan çekirdekleri ve tohumları ve yumurtacıkları baharda yerlerinde bırakıp defter-i a’mallerini ve gördükleri vazifelerin programlarını onların ellerine vererek Hafîz-i Zülcelal’in himayesi altında, hikmetine emanet eder; sonra vefat ederler.

    Ve bahar mevsiminde, haşr-i a’zamın yüz bin misali ve numune ve delilleri hükmünde olarak o vefat eden ağaçlar ve kökler ve bir kısım hayvancıklar, aynen ihya ve diriliyorlar. Ve bir kısmının dahi kendi yerlerinde emsalleri ve aynen onlara benzeyenleri icad ve ihya olunuyor. Ve geçen baharın mevcudatı, işledikleri amellerin ve vazifelerin sahifelerini ilanat gibi neşredip وَاِذَا الصُّحُفُ نُشِرَت۟ âyetinin bir misalini gösteriyorlar.

    Hem heyet-i mecmua cihetinde, her güzde ve her baharda büyük bir âlem vefat eder ve taze bir âlem vücuda gelir. Ve o vefat ve hudûs, o kadar muntazam cereyan ediyor ve o vefat ve hudûsta, gayet intizam ve mizanla o kadar nevilerin vefiyatları ve hudûsları oluyor ki güya dünya öyle bir misafirhanedir ki zîhayat kâinatlar ona misafir olurlar ve seyyah âlemler ve seyyar dünyalar ona gelirler, vazifelerini görürler, giderler.

    İşte, bu dünyada böyle hayattar dünyaları ve vazifedar kâinatları kemal-i ilim ve hikmet ve mizanla ve muvazene ve intizam ve nizamla ihdas ve icad edip Rabbanî maksatlarda ve İlahî gayelerde ve Rahmanî hizmetlerde kadîrane istimal ve rahîmane istihdam eden bir Zat-ı Zülcelal’in vücub-u vücudu ve hadsiz kudreti ve nihayetsiz hikmeti, bilbedahe güneş gibi akıllara görünüyor. “Hudûs” mesailini Risale-i Nur’a ve muhakkikîn-i kelâmiyenin kitaplarına havale ile o bahsi kapıyoruz.

    Amma imkân ciheti ise o da kâinatı istila ve ihata etmiş. Çünkü görüyoruz ki her şey, küllî ve cüz’î bulunsun, büyük ve küçük olsun arştan ferşe, zerrattan seyyarata kadar her mevcud; mahsus bir zat ve muayyen bir suret ve mümtaz bir şahsiyet ve has sıfatlar ve hikmetli keyfiyetler ve maslahatlı cihazlar ile dünyaya gönderiliyor. Halbuki o mahsus zata ve o mahiyete, hadsiz imkânat içinde o hususiyeti vermek... Hem suretler adedince imkânlar ve ihtimaller içinde o nakışlı ve farikalı ve münasip o muayyen sureti giydirmek... Hem hemcinsinden olan eşhasın miktarınca imkânlar içinde çalkanan o mevcuda, o lâyık şahsiyeti imtiyazla tahsis etmek... Hem sıfatların nevileri ve mertebeleri sayısınca imkânlar ve ihtimaller içinde şekilsiz ve mütereddid bulunan o masnua, o has ve muvafık, maslahatlı sıfatları yerleştirmek… Hem hadsiz yollar ve tarzlarda bulunması mümkün olması noktasında hadsiz imkânat ve ihtimalat içinde mütehayyir, sergerdan, hedefsiz o mahluka, o hikmetli keyfiyetleri ve inayetli cihazları takmak ve teçhiz etmek…

    Elbette küllî ve cüz’î bütün mümkinat adedince ve her mümkünün mezkûr mahiyet ve hüviyet, heyet ve suret, sıfat ve vaziyetinin imkânatı adedince tahsis edici, tercih edici, tayin edici, ihdas edici bir Vâcibü’l-vücud’un vücub-u vücuduna ve hadsiz kudretine ve nihayetsiz hikmetine ve hiçbir şey ve hiçbir şe’n ondan gizlenmediğine ve hiçbir şey ona ağır gelmediğine ve en büyük bir şey en küçük bir şey gibi ona kolay geldiğine ve bir baharı bir ağaç kadar ve bir ağacı bir çekirdek kadar suhuletle icad edebildiğine işaretler ve delâletler ve şehadetler, imkân hakikatinden çıkıp kâinatın bu büyük şehadetinin bir kanadını teşkil ederler.

    Kâinatın şehadetini, her iki kanadı ve iki hakikatiyle Risale-i Nur eczaları ve bilhassa Yirmi İkinci ve Otuz İkinci Sözler ve Yirminci ve Otuz Üçüncü Mektuplar tamamıyla ispat ve izah ettiklerinden onlara havale ederek bu pek uzun kıssayı kısa kestik.

    Kâinatın heyet-i mecmuasından gelen büyük ve küllî şehadetin ikinci kanadını ispat eden:

    İkinci Hakikat: Bu mütemadiyen çalkanan inkılablar ve tahavvülatlar içinde vücudunu ve hizmetini ve zîhayat ise hayatını muhafazaya ve vazifesini yerine getirmeye çalışan mahlukatta, kuvvetlerinin bütün bütün haricinde bir teavün hakikati görünüyor.

    Mesela, unsurları zîhayatın imdadına, hususan bulutları nebatatın mededine ve nebatatı dahi hayvanatın yardımına ve hayvanat ise insanların muavenetine ve memelerin kevser gibi sütleri, yavruların beslenmelerine ve zîhayatların iktidarları haricindeki pek çok hâcetleri ve erzakları, umulmadık yerlerden onların ellerine verilmesi, hattâ zerrat-ı taamiye dahi hüceyrat-ı bedeniyenin tamirine koşmaları gibi teshir-i Rabbanî ile ve istihdam-ı Rahmanî ile hakikat-i teavünün pek çok misalleri doğrudan doğruya, bütün kâinatı bir saray gibi idare eden bir Rabbü’l-âlemîn’in umumî ve rahîmane rububiyetini gösteriyorlar.

    Evet, camid ve şuursuz ve şefkatsiz olan ve birbirine şefkatkârane, şuurdarane vaziyet gösteren muavenetçiler, elbette gayet Rahîm ve Hakîm bir Rabb-i Zülcelal’in kuvvetiyle, rahmetiyle, emriyle yardıma koşturuluyorlar.

    İşte kâinatta cari olan teavün-ü umumî, seyyarattan tâ zîhayatın aza ve cihazat ve zerrat-ı bedeniyesine kadar kemal-i intizamla cereyan eden muvazene-i âmme ve muhafaza-i şâmile ve semavatın yaldızlı yüzünden ve zeminin ziynetli yüzünden tâ çiçeklerin süslü yüzlerine kadar kalem gezdiren tezyin ve Kehkeşan’dan ve manzume-i şemsiyeden tâ mısır ve nar gibi meyvelere kadar hükmeden tanzim ve güneş ve kamerden ve unsurlardan ve bulutlardan tâ bal arılarına kadar memuriyet veren tavzif gibi pek büyük hakikatlerin büyüklükleri nisbetindeki şehadetleri, kâinatın şehadetinin ikinci kanadını ispat ve teşkil ederler. Madem Risale-i Nur bu büyük şehadeti ispat ve izah etmiş, biz burada bu kısacık işaretle iktifa ederiz.

    İşte dünya seyyahının kâinattan aldığı ders-i imanîye kısa bir işaret olarak Birinci Makam’ın on sekizinci mertebesinde böyle لَٓا اِلٰهَ اِلَّا اللّٰهُ ال۟وَاجِبُ ال۟وُجُودِ ال۟مُم۟تَنِعُ نَظٖيرُهُ اَل۟مُم۟كِنُ كُلُّ مَاسِوَاهُ ال۟وَاحِدُ ال۟اَحَدُ الَّذٖى دَلَّ عَلٰى وُجُوبِ وُجُودِهٖ فٖى وَح۟دَتِهٖ هٰذِهِ ال۟كَائِنَاتُ ال۟كِتَابُ ال۟كَبٖيرُ ال۟مُجَسَّمُ وَ ال۟قُر۟اٰنُ ال۟جِس۟مَانِىُّ ال۟مُعَظَّمُ وَ ال۟قَص۟رُ ال۟مُزَيَّنُ ال۟مُنَظَّمُ وَ ال۟بَلَدُ ال۟مُح۟تَشَمُ ال۟مُن۟تَظَمُ بِاِج۟مَاعِ سُوَرِهٖ وَ اٰيَاتِهٖ وَ كَلِمَاتِهٖ وَ حُرُوفِهٖ وَ اَب۟وَابِهٖ وَ فُصُولِهٖ وَ صُحُفِهٖ وَ سُطُورِهٖ وَ اِتِّفَاقِ اَر۟كَانِهٖ وَ اَن۟وَاعِهٖ وَ اَج۟زَائِهٖ وَ جُز۟ئِيَّاتِهٖ وَ سَكَنَتِهٖ وَ مُش۟تَمِلَاتِهٖ وَ وَارِدَاتِهٖ وَ مَصَارِفِهٖ بِشَهَادَةِ عَظَمَةِ اِحَاطَةِ حَقٖيقَةِ ال۟حُدُوثِ وَ التَّغَيُّرِ وَ ال۟اِم۟كَانِ بِاِج۟مَاعِ جَمٖيعِ عُلَمَاءِ عِل۟مِ ال۟كَلَامِ وَ بِشَهَادَةِ حَقٖيقَةِ تَب۟دٖيلِ صُورَتِهٖ وَ مُش۟تَمِلَاتِهٖ بِال۟حِك۟مَةِ وَ ال۟اِن۟تِظَامِ وَ تَج۟دٖيدِ حُرُوفِهٖ وَ كَلِمَاتِهٖ بِالنِّظَامِ وَ ال۟مٖيزَانِ وَ بِشَهَادَةِ عَظَمَةِ اِحَاطَةِ حَقٖيقَةِ التَّعَاوُنِ وَ التَّجَاوُبِ وَ التَّسَانُدِ وَ التَّدَاخُلِ وَ ال۟مُوَازَنَةِ وَ ال۟مُحَافَظَةِ فٖى مَو۟جُودَاتِهٖ بِال۟مُشَاهَدَةِ وَ ال۟عِيَانِ denilmiştir.

    Sonra, dünyaya gelen ve dünyanın yaratanını arayan ve on sekiz adet mertebelerden çıkan ve arş-ı hakikate yetişen bir mi’rac-ı imanî ile gaibane marifetten hazırane ve muhatabane bir makama terakki eden meraklı ve müştak yolcu adam, kendi ruhuna dedi ki:

    Fatiha-i Şerife’de başından tâ اِيَّاكَ kelimesine kadar gaibane medh ü sena ile bir huzur gelip اِيَّاكَ hitabına çıkılması gibi biz dahi doğrudan doğruya gaibane aramayı bırakıp aradığımızı aradığımızdan sormalıyız; her şeyi gösteren güneşi, güneşten sormak gerektir. Evet her şeyi gösteren, kendini her şeyden ziyade gösterir. Öyle ise şemsin şuâatı ile onu görmek ve tanımak gibi Hâlık’ımızın esma-i hüsnasıyla ve sıfât-ı kudsiyesiyle onu kabiliyetimizin nisbetinde tanımaya çalışabiliriz.

    Bu maksadın hadsiz yollarından iki yolu ve o iki yolun hadsiz mertebelerinden iki mertebeyi ve o iki mertebenin pek çok hakikatlerinden ve pek çok uzun tafsilatından yalnız iki hakikati icmal ve ihtisar ile bu risalede beyan edeceğiz.

    Birinci Hakikat: Bilmüşahede gözümüzle görünen ve muhit ve daimî ve muntazam ve dehşetli ve semavî ve arzî olan bütün mevcudatı çeviren ve tebdil ve tecdid eden ve kâinatı kaplayan faaliyet-i müstevliye hakikati görünmesi ve o her cihetle hikmet-medar faaliyet hakikatinin içinde tezahür-ü rububiyet hakikatinin bilbedahe hissedilmesi ve o her cihetle rahmet-feşan tezahür-ü rububiyet hakikatinin içinde, tebarüz-ü uluhiyet hakikati bizzarure bilinmiş olmasıdır.

    İşte bu hâkimane ve hakîmane faaliyet-i daimeden ve perdesinin arkasında bir Fâil-i Kadîr ve Alîm’in ef’ali, görünür gibi hissedilir.

    Ve bu mürebbiyane ve müdebbirane ef’al-i Rabbaniyeden ve perdesinin arkasından, her şeyde cilveleri bulunan esma-i İlahiye, hissedilir derecesinde bedahetle bilinir.

    Ve bu celaldarane ve cemal-perverane cilvelenen esma-i hüsnadan ve perdesinin arkasında sıfât-ı seb’a-i kudsiyenin ilmelyakîn, belki aynelyakîn, belki hakkalyakîn derecesinde vücudları ve tahakkukları anlaşılır.

    Ve bu yedi kudsî sıfâtın dahi bütün masnuatın şehadetiyle hem hayattarane hem kadîrane hem alîmane hem semîane hem basîrane hem mürîdane hem mütekellimane nihayetsiz bir surette tecellileri ile bilbedahe ve bizzarure ve biilmelyakîn bir Mevsuf-u Vâcibü’l-vücud’un ve bir Müsemma-i Vâhid-i Ehad’in ve bir Fâil-i Ferd-i Samed’in mevcudiyeti, güneşten daha zâhir, daha parlak bir tarzda kalpteki iman gözüne görünür gibi kat’î bilinir.

    Çünkü güzel ve manidar bir kitap ve muntazam bir hane, bedahetle yazmak ve yapmak fiillerini ve güzel yazmak ve intizamlı yapmak fiilleri dahi bedahetle yazıcı ve dülger namlarını, yazıcı ve dülger unvanları ise bedahetle kitabet ve dülgerlik sanatlarını ve sıfatlarını ve bu sanat ve sıfatlar bedahetle herhalde bir zatı istilzam eder ki mevsuf ve sâni’ ve müsemma ve fâil olsun. Fâilsiz bir fiil ve müsemmasız bir isim mümkün olmadığı gibi; mevsufsuz bir sıfat, sanatkârsız bir sanat dahi mümkün değildir.

    İşte bu hakikat ve kaideye binaen, bu kâinat bütün mevcudatıyla beraber kaderin kalemiyle yazılmış, kudretin çekiciyle yapılmış manidar hadsiz kitaplar, mektuplar, nihayetsiz binalar ve saraylar hükmünde –her biri binler vecihle ve beraber hadsiz vücuh ile– Rabbanî ve Rahmanî nihayetsiz fiilleri ve o fiillerin menşeleri olan bin bir esma-i İlahiyenin hadsiz cilveleriyle ve o güzel isimlerin menbaı olan yedi sıfât-ı Sübhaniyenin nihayetsiz tecellileriyle, o yedi muhit ve kudsî sıfatların madeni ve mevsufu olan ezelî ve ebedî bir Zat-ı Zülcelal’in vücub-u vücuduna ve vahdetine hadsiz işaretler ve nihayetsiz şehadetler ettikleri gibi; bütün o mevcudatta bulunan bütün hüsünler, cemaller, kıymetler, kemaller dahi ef’al-i Rabbaniyenin ve esma-i İlahiyenin ve sıfât-ı Samedaniyenin ve şuunat-ı Sübhaniyenin kendilerine lâyık ve muvafık kudsî cemallerine ve kemallerine ve hepsi birden Zat-ı Akdes’in kudsî cemaline ve kemaline bedahetle şehadet ederler.

    İşte faaliyet hakikati içinde tezahür eden rububiyet hakikati; ilim ve hikmetle halk ve icad ve sun’ ve ibda, nizam ve mizan ile takdir ve tasvir ve tedbir ve tedvir, kasd ve irade ile tahvil ve tebdil ve tenzil ve tekmil, şefkat ve rahmetle it’am ve in’am ve ikram ve ihsan gibi şuunatıyla ve tasarrufatıyla kendini gösterir ve tanıttırır.

    Ve tezahür-ü rububiyet hakikati içinde bedahetle hissedilen ve bulunan uluhiyetin tebarüz hakikati dahi esma-i hüsnanın rahîmane ve kerîmane cilveleriyle ve yedi sıfât-ı sübutiye olan Hayat, İlim, Kudret, İrade, Sem’, Basar ve Kelâm sıfatlarının celalli ve cemalli tecellileriyle kendini tanıttırır, bildirir.

    Evet nasıl ki kelâm sıfatı, vahiyler ve ilhamlar ile Zat-ı Akdes’i tanıttırır, öyle de kudret sıfatı dahi mücessem kelimeleri hükmünde olan sanatlı eserleriyle o Zat-ı Akdes’i bildirir ve kâinatı baştan başa bir Furkan-ı cismanî mahiyetinde gösterip bir Kadîr-i Zülcelal’i tavsif ve tarif eder.

    Ve ilim sıfatı dahi hikmetli, intizamlı, mizanlı olan bütün masnuat miktarınca ve ilim ile idare ve tedbir ve tezyin ve temyiz edilen bütün mahlukat adedince, mevsufları olan bir tek Zat-ı Akdes’i bildirir.

    Ve hayat sıfatı ise kudreti bildiren bütün eserler ve ilmin vücudunu bildiren bütün intizamlı ve hikmetli ve mizanlı ve ziynetli suretler, haller ve sair sıfatları bildiren bütün deliller, sıfat-ı hayatın delilleriyle beraber, hayat sıfatının tahakkukuna delâlet ettikleri gibi; hayat dahi bütün o delilleriyle, âyineleri olan bütün zîhayatları şahit göstererek Zat-ı Hayy-ı Kayyum’u bildirir.

    Ve kâinatı, serbeser her vakit taze taze ve ayrı ayrı cilveleri ve nakışları göstermek için daima değişen ve tazelenen ve hadsiz âyinelerden terekküp eden bir âyine-i ekber suretine çevirir. Ve bu kıyasla görmek ve işitmek, ihtiyar etmek ve konuşmak sıfatları dahi her biri birer kâinat kadar Zat-ı Akdes’i bildirir, tanıttırır.

    Hem o sıfatlar, Zat-ı Zülcelal’in vücuduna delâlet ettikleri gibi hayatın vücuduna ve tahakkukuna ve o zatın hayattar ve diri olduğuna dahi bedahetle delâlet ederler. Çünkü bilmek hayatın alâmeti, işitmek dirilik emaresi, görmek dirilere mahsus, irade hayat ile olabilir, ihtiyarî iktidar zîhayatlarda bulunur, tekellüm ise bilen dirilerin işidir.

    İşte bu noktalardan anlaşılır ki hayat sıfatının yedi defa kâinat kadar delilleri ve kendi vücudunu ve mevsufun vücudunu bildiren bürhanları vardır ki bütün sıfatların esası ve menbaı ve ism-i a’zamın masdarı ve medarı olmuştur. Risale-i Nur, bu birinci hakikati kuvvetli bürhanlar ile ispat ve bir derece izah ettiğinden, bu denizden bu mezkûr katre ile şimdilik iktifa ediyoruz.

    İkinci Hakikat: Sıfat-ı kelâmdan gelen tekellüm-ü İlahîdir.

    لَو۟ كَانَ ال۟بَح۟رُ مِدَادًا لِكَلِمَاتِ رَبّٖى âyetinin sırrıyla: Kelâm-ı İlahî, nihayetsizdir. Bir zatın vücudunu bildiren en zâhir alâmet, konuşmasıdır. Demek bu hakikat, nihayetsiz bir surette Mütekellim-i Ezelî’nin mevcudiyetine ve vahdetine şehadet eder.

    Bu hakikatin iki kuvvetli şehadeti, bu risalenin on dördüncü ve on beşinci mertebelerinde beyan edilen vahiyler ve ilhamlar cihetiyle ve geniş bir şehadeti dahi onuncu mertebesinde işaret edilen kütüb-ü mukaddese-i semaviye cihetiyle ve çok parlak ve câmi’ bir diğer şehadeti dahi on yedinci mertebesinde Kur’an-ı Mu’cizü’l-Beyan cihetiyle geldiğinden, bu hakikatin beyan ve şehadetini o mertebelere havale edip o hakikati mu’cizane ilan eden ve şehadetini sair hakikatlerin şehadetleriyle beraber ifade eden شَهِدَ اللّٰهُ اَنَّهُ لَٓا اِلٰهَ اِلَّا هُوَ وَال۟مَلٰٓئِكَةُ وَ اُولُوا ال۟عِل۟مِ قَٓائِمًا بِال۟قِس۟طِ لَٓا اِلٰهَ اِلَّا هُوَ ال۟عَزٖيزُ ال۟حَكٖيمُ âyet-i muazzamanın envarı ve esrarı, bizim bu yolcuya kâfi ve vâfi gelmiş ki daha ileri gidememiş.

    İşte bu yolcunun bu makam-ı kudsîden aldığı dersin kısa bir mealine bir işaret olarak Birinci Makam’ın on dokuzuncu mertebesinde لَٓا اِلٰهَ اِلَّا اللّٰهُ ال۟وَاجِبُ ال۟وُجُودِ ال۟وَاحِدُ ال۟اَحَدُ لَهُ ال۟اَس۟مَاءُ ال۟حُس۟نٰى وَ لَهُ الصِّفَاتُ ال۟عُل۟يَا وَ لَهُ ال۟مَثَلُ ال۟اَع۟لٰى اَلَّذٖى دَلَّ عَلٰى وُجُوبِ وُجُودِهٖ فٖى وَح۟دَتِهٖ اَلذَّاتُ ال۟وَاجِبُ ال۟وُجُودِ بِاِج۟مَاعِ جَمٖيعِ صِفَاتِهِ ال۟قُد۟سِيَّةِ ال۟مُحٖيطَةِ وَ جَمٖيعِ اَس۟مَائِهِ ال۟حُس۟نٰى اَل۟مُتَجَلِّيَّةِ بِاِتِّفَاقِ جَمٖيعِ شُؤُنَاتِهٖ وَ اَف۟عَالِهِ ال۟مُتَصَرِّفَةِ بِشَهَادَةِ عَظَمَةِ حَقٖيقَةِ تَبَارُزِ ال۟اُلُوهِيَّةِ فٖى تَظَاهُرِ الرُّبُوبِيَّةِ فٖى دَوَامِ ال۟فَعَّالِيَّةِ ال۟مُس۟تَو۟لِيَةِ بِفِع۟لِ ال۟اٖيجَادِ وَ ال۟خَل۟قِ وَ الصُّن۟عِ وَ ال۟اِب۟دَاعِ بِاِرَادَةٍ وَ قُد۟رَةٍ وَ بِفِع۟لِ التَّق۟دٖيرِ وَ التَّص۟وٖيرِ وَ التَّد۟بٖيرِ وَ التَّد۟وٖيرِ بِاِخ۟تِيَارٍ وَ حِك۟مَةٍ وَ بِفِع۟لِ التَّص۟رٖيفِ وَ التَّن۟ظٖيمِ وَ ال۟مُحَافَظَةِ وَ ال۟اِدَارَةِ وَ ال۟اِعَاشَةِ بِقَص۟دٍ وَ رَح۟مَةٍ وَ بِكَمَالِ ال۟اِن۟تِظَامِ وَ ال۟مُوَازَنَةِ وَ بِشَهَادَةِ عَظَمَةِ اِحَاطَةِ حَقٖيقَةِ اَس۟رَارِ - شَهِدَ اللّٰهُ اَنَّهُ لَٓا اِلٰهَ اِلَّا هُوَ وَ ال۟مَلٰٓئِكَةُ وَ اُولُوا ال۟عِل۟مِ قَٓائِمًا بِال۟قِس۟طِ لَٓا اِلٰهَ اِلَّا هُوَ ال۟عَزٖيزُ ال۟حَكٖيمُ denilmiştir.


    İHTAR

    Geçen İkinci Makam’ın Birinci Bab’ındaki on dokuz adet mertebelerin şehadet eden hakikatlerinin her birisi, tahakkuklarıyla ve vücudlarıyla vücub-u vücuda delâlet ettikleri gibi; ihataları ile dahi vahdete ve ehadiyete delâlet ederler. Fakat başta sarîhan vücudu ispat ettikleri cihetle, vücub-u vücudun delilleri sayılmış.

    İkinci Makam’ın İkinci Bab’ı ise başta ve sarahatle vahdeti ve içinde vücudu ispat ettiği haysiyetiyle, tevhid bürhanları denilir. Yoksa her ikisi, her ikisini ispat eder. Farklarına işaret için Birinci Bab’da بِشَهَادَةِ عَظَمَةِ اِحَاطَةِ حَقٖيقَةِ

    İkinci Bab’da vahdet görünür gibi zuhuruna işareten بِمُشَاهَدَةِ عَظَمَةِ اِحَاطَةِ حَقٖيقَةِ fıkraları tekrar ediliyor.

    Gelecek İkinci Bab’ın mertebelerini Birinci Bab gibi izah etmeye niyet etmiştim. Fakat bazı hallerin mümanaatıyla ihtisara ve icmale mecburum. Hakkıyla beyan etmeyi Risale-i Nur’a havale ediyoruz.

    İKİNCİ BAB

    Berahin-i Tevhidiyeye Dairdir

    Dünyaya iman için gönderilen ve bütün kâinatta fikren seyahat eden ve her şeyden Hâlık’ını soran ve her yerde Rabb’ini arayan ve hakkalyakîn derecesinde İlah’ını vücub-u vücud noktasında bulan dünya misafiri, kendi aklına dedi ki: Gel, Vâcibü’l-vücud Hâlık’ımızın vahdet bürhanlarını temaşa için yine beraber bir seyahate gideceğiz.

    Beraber gittiler. Birinci menzilde gördüler ki kâinatı istila eden dört hakikat-i kudsiye, vahdeti bedahet derecesinde istilzam edip isterler.

    BİRİNCİ HAKİKAT: “Uluhiyet-i mutlaka”dır.

    Evet, nev-i beşerin her taifesi birer nevi ibadet ile fıtrî gibi meşgul olması ve sair zîhayatın belki cemadatın dahi fıtrî hizmetleri, birer nevi ibadet hükmünde bulunması ve kâinatta maddî ve manevî bütün nimetlerin ve ihsanların her biri, bir mabudiyet tarafından, hamd ve ibadeti yaptıran perestişe ve şükre birer vesile olmaları ve vahiy ve ilhamlar gibi bütün tereşşuhat-ı gaybiye ve tezahürat-ı maneviyenin bir tek İlah’ın mabudiyetini ilan etmeleri; elbette ve bedahetle bir uluhiyet-i mutlakanın tahakkukunu ve hüküm-ferma olduğunu ispat ederler.

    Madem böyle bir uluhiyet hakikati var, elbette iştiraki kabul edemez. Çünkü uluhiyete yani mabudiyete karşı şükür ve ibadetle mukabele edenler, kâinat ağacının en nihayetlerinde bulunan zîşuur meyveleridir. Ve başkaların o zîşuurları memnun ve minnettar edip yüzlerini kendilerine çevirmesi ve görünmediğinden çabuk unutturulabilen hakiki mabudlarını onlara unutturması, uluhiyetin mahiyetine ve kudsî maksatlarına öyle bir zıddiyettir ki hiçbir cihetle müsaade etmez.

    Kur’an’ın çok tekrar ile ve şiddetle şirki red ve müşrikleri cehennem ile tehdit etmesi, bu cihettendir.

    İKİNCİ HAKİKAT: “Rububiyet-i mutlaka”dır.

    Evet, bütün kâinatta hususan zîhayatlarda ve bilhassa terbiye ve iaşelerinde her tarafta aynı tarzda ve umulmadık bir surette beraber ve birbiri içinde hakîmane, rahîmane bir dest-i gaybî tarafından olan bir tasarruf-u âmm elbette bir rububiyet-i mutlakanın tereşşuhudur ve ziyasıdır ve tahakkukuna bir bürhan-ı kat’îdir.

    Madem bir rububiyet-i mutlaka vardır, elbette şirk ve iştiraki kabul etmez. Çünkü o rububiyetin kendi cemalini izhar ve kemalâtını ilan ve kıymetli sanatlarını teşhir ve gizli hünerlerini göstermek gibi en mühim maksat ve gayeleri cüz’iyatta ve zîhayatta temerküz ve içtima ettiğinden, en cüz’î bir şeye ve en küçük bir zîhayata kendi başıyla müdahale eden bir şirk, o gayeleri bozar ve o maksatları harap eder. Ve zîşuurun yüzlerini o gayelerden ve o gayeleri irade edenden çevirip esbaba saldığından ve bu vaziyet rububiyetin mahiyetine bütün bütün muhalif ve adâvet olduğundan, elbette böyle bir rububiyet-i mutlaka, hiçbir cihetle şirke müsaade etmez.

    Kur’an’ın kesretli takdisatı ve tesbihatı ve âyâtı ve kelimatı, belki hurufatı ve hey’atıyla mütemadiyen tevhide irşadatı bu büyük sırdan ileri gelmiştir.

    ÜÇÜNCÜ HAKİKAT: “Kemalât”tır.

    Evet, bu kâinatın bütün ulvi hikmetleri, hârika güzellikleri, âdilane kanunları, hakîmane gayeleri, hakikat-i kemalâtın vücuduna bedahetle delâlet ve bilhassa bu kâinatı hiçten icad edip her cihetle mu’cizatlı ve cemalli bir surette idare eden Hâlık’ın kemalâtına ve o Hâlık’ın âyine-i zîşuuru olan insanın kemalâtına şehadeti pek zâhirdir.

    Madem kemalât hakikati vardır. Ve madem kâinatı kemalât içinde icad eden Hâlık’ın kemalâtı muhakkaktır. Ve madem kâinatın en mühim meyvesi ve arzın halifesi ve Hâlık’ın en ehemmiyetli masnuu ve sevgilisi olan insanın kemalâtı haktır ve hakikatlidir.

    Elbette bu gözümüz ile gördüğümüz kemalli ve hikmetli kâinatı; fena ve zevalde yuvarlanan ve neticesiz olarak tesadüfün oyuncağı, tabiatın mel’abegâhı, zîhayatın zalimane mezbahası, zîşuurun dehşetli hüzüngâhı suretine çeviren ve âsârı ile kemalâtı görünen insanı, en bîçare ve en perişan ve en aşağı bir hayvan derekesine indiren ve Hâlık’ın âyine-i kemalâtı olan bütün mevcudatın şehadetiyle nihayetsiz kemalât-ı kudsiyesi bulunan o Hâlık’ın kemalâtını setredip perde çekerek netice-i faaliyetini ve hallakıyetini iptal eden şirk, elbette olamaz ve hakikatsizdir.

    Şirkin bu kemalât-ı İlahiyeye ve insaniye ve kevniyeye karşı zıddiyeti ve o kemalâtları bozduğu İkinci Şuâ Risalesi’nin üç meyve-i tevhide dair Birinci Makam’ında kuvvetli ve kat’î deliller ile ispat ve izah edildiğinden ona havale edip burada kısa kesiyoruz.

    DÖRDÜNCÜ HAKİKAT: “Hâkimiyet”tir.

    Evet, bu kâinata geniş bir dikkat ile bakan; kâinatı gayet haşmetli ve gayet faaliyetli bir memleket, belki idaresi gayet hikmetli ve hâkimiyeti gayet kuvvetli bir şehir hükmünde görür, her şeyi ve her nev’i birer vazife ile musahharane meşgul bulur. وَ لِلّٰهِ جُنُودُ السَّمٰوَاتِ وَال۟اَر۟ضِ âyetinin askerlik manasını ihsas eden temsiline göre: Zerrat ordusundan ve nebatat fırkalarından ve hayvanat taburlarından tâ yıldızlar ordusuna kadar olan cünud-u Rabbaniyeden, o küçücük memurlarda ve bu pek büyük askerlerde hâkimane tekvinî emirlerin, âmirane hükümlerin, şahane kanunların cereyanları, bedahetle bir hâkimiyet-i mutlakanın ve bir âmiriyet-i külliyenin vücuduna delâlet ederler.

    Madem bir hâkimiyet-i mutlaka hakikati vardır, elbette şirkin hakikati olamaz. Çünkü لَو۟ كَانَ فٖيهِمَٓا اٰلِهَةٌ اِلَّا اللّٰهُ لَفَسَدَتَا âyetinin hakikat-i kātıasıyla, müteaddid eller müstebidane bir işe karışsalar karıştırırlar. Bir memlekette iki padişah, hattâ bir nahiyede iki müdür bulunsa intizam bozulur ve idare herc ü merc olur. Halbuki sinek kanadından tâ semavat kandillerine kadar ve hüceyrat-ı bedeniyeden tâ seyyaratın burçlarına kadar öyle bir intizam var ki zerre kadar şirkin müdahalesi olamaz.

    Hem hâkimiyet bir makam-ı izzettir; rakip kabul etmek, o hâkimiyetin izzetini kırar. Evet, aczi için çok yardımcılara muhtaç olan insanın, cüz’î ve zâhirî ve muvakkat bir hâkimiyeti için kardeşini ve evladını zalimane öldürmesi gösteriyor ki hâkimiyet rakip kabul etmez. Böyle bir âciz, böyle cüz’î bir hâkimiyet için böyle yaparsa; elbette bütün kâinatın mâliki olan bir Kadîr-i Mutlak’ın hakiki ve küllî rububiyetine ve uluhiyetine medar olan kendi hâkimiyet-i kudsiyesine başkasını teşrik etmesi ve şerike müsaade etmesi hiçbir cihetle mümkün olamaz.

    Bu hakikat, İkinci Şuâ’nın İkinci Makam’ında ve Risale-i Nur’un birçok yerlerinde kuvvetli deliller ile ispat edildiğinden onlara havale ediyoruz.

    İşte yolcumuz bu dört hakikati müşahede etmekle, vahdaniyet-i İlahiyeyi şuhud derecesinde bildi, imanı parladı. Bütün kuvvetiyle

    لَٓا اِلٰهَ اِلَّا اللّٰهُ وَح۟دَهُ لَا شَرٖيكَ لَهُ dedi. Ve bu menzilden aldığı derse bir kısa işaret olarak Birinci Makam’ın ikinci babında لَٓا اِلٰهَ اِلَّا اللّٰهُ ال۟وَاحِدُ ال۟اَحَدُ الَّذٖى دَلَّ عَلٰى وَح۟دَانِيَّتِهٖ وَ وُجُوبِ وُجُودِهٖ مُشَاهَدَةُ عَظَمَةِ حَقٖيقَةِ تَبَارُزِ ال۟اُلُوهِيَّةِ ال۟مُط۟لَقَةِ وَ كَذَا مُشَاهَدَةُ عَظَمَةِ اِحَاطَةِ حَقٖيقَةِ تَظَاهُرِ الرُّبُوبِيَّةِ ال۟مُط۟لَقَةِ ال۟مُق۟تَضِيَّةِ لِل۟وَح۟دَةِ وَ كَذَا مُشَاهَدَةُ عَظَمَةِ اِحَاطَةِ حَقٖيقَةِ ال۟كَمَالَاتِ النَّاشِئَةِ مِنَ ال۟وَح۟دَةِ وَ كَذَا مُشَاهَدَةُ عَظَمَةِ اِحَاطَةِ حَقٖيقَةِ ال۟حَاكِمِيَّةِ ال۟مُط۟لَقَةِ ال۟مَانِعَةِ وَ ال۟مُنَافِيَةِ لِلشِّر۟كَةِ denilmiştir.

    Sonra o sükûnetsiz misafir kendi kalbine dedi: Ehl-i imanın, hususan ehl-i tarîkatın her vakit tekrarla لَٓا اِلٰهَ اِلَّاهُوَ demeleri, tevhidi yâd ve ilan etmeleri gösterir ki tevhidin pek çok mertebeleri bulunuyor. Hem tevhid, en ehemmiyetli ve en halâvetli ve en yüksek bir vazife-i kudsiye ve bir farîza-i fıtriye ve bir ibadet-i imaniyedir. Öyle ise gel bir mertebeyi daha bulmak için bu ibrethanenin diğer bir menzilinin kapısını daha açmalıyız.

    Çünkü aradığımız hakiki tevhid, yalnız tasavvurdan ibaret bir marifet değildir. Belki ilm-i mantıkta tasavvura mukabil ve marifet-i tasavvuriyeden çok kıymettar ve bürhanın neticesi olan ve ilim denilen tasdiktir.

    Ve tevhid-i hakiki öyle bir hüküm ve tasdik ve iz’an ve kabuldür ki her bir şeyle Rabb’ini bulabilir ve her şeyde Hâlık’ına giden bir yolu görür ve hiçbir şey huzuruna mani olmaz. Yoksa Rabb’ini bulmak için her vakit kâinat perdesini yırtmak, açmak lâzım gelir. “Öyle ise haydi ileri!” diyerek, kibriya ve azamet kapısını çaldı. Ef’al ve âsâr menziline ve icad ve ibda âlemine girdi, gördü ki: Kâinatı istila etmiş beş hakikat-i muhita hükmediyorlar, bedahetle tevhidi ispat ederler.

    BİRİNCİSİ

    Kibriya ve azamet hakikatidir. Bu hakikat, İkinci Şuâ’nın İkinci Makam’ında ve Risale-i Nur’un müteaddid yerlerinde bürhanlarla izah edildiğinden burada bu kadar deriz ki:

    Binlerle sene birbirlerinden uzak bir mesafede bulunan yıldızları, aynı anda aynı tarzda icad edip tasarruf eden ve zeminin şark ve garp ve cenup ve şimalinde bulunan aynı çiçeğin hadsiz efradını, bir zamanda ve bir surette halk edip tasvir eden...

    Hem هُوَ الَّذٖى خَلَقَ السَّمٰوَاتِ وَال۟اَر۟ضَ فٖى سِتَّةِ اَيَّامٍ yani gökleri ve zemini altı günde yaratmak gibi geçmiş ve gaybî ve çok acib bir hâdiseyi, hazır ve göz önünde bir hâdise ile ispat etmek ve onun gibi acib bir tanzir olarak zeminin yüzünde bahar mevsiminde haşr-i a’zamın yüz binden ziyade misallerini gösterir gibi iki yüz binden ziyade nebatat taifelerini ve hayvanat kabilelerini beş altı haftada inşa edip kemal-i intizam ve mizan ile iltibassız, noksansız, yanlışsız, beraber, birbiri içinde idare, terbiye, iaşe, temyiz ve tezyin eden...

    Hem يُولِجُ الَّي۟لَ فِى النَّهَارِ وَ يُولِجُ النَّهَارَ فِى الَّي۟لِ âyetinin sarahatiyle zemini döndürüp gece gündüz sahifelerini yapan ve çeviren ve yevmiye hâdisatıyla yazan değiştiren aynı zat, aynı anda, en gizli, en cüz’î olan kalplerin hatıratlarını dahi bilir ve iradesiyle idare eder.

    Ve mezkûr fiillerin her biri bir tek fiil olduğundan, zarurî olarak, onların fâili dahi bir tek, vâhid ve kādir olan fâil-i zülcelallerinin, bedahetle öyle bir kibriya ve azameti var ki: Hiçbir yerde, hiçbir şeyde, hiçbir cihetle, hiçbir şirkin hiçbir imkânını, hiçbir ihtimalini bırakmıyor, köküyle kesiyor.

    Madem böyle bir kibriya ve azamet-i kudret var ve madem o kibriya nihayet kemaldedir ve ihata ediyor. Elbette o kudrete acz veya ihtiyaç ve o kibriyaya kusur ve o kemale noksaniyet ve o ihataya kayıt ve o nihayetsizliğe nihayet veren bir şirke meydan vermesi ve müsaade etmesi, hiçbir vecihle mümkün değildir. Fıtratını bozmayan hiçbir akıl kabul etmez.

    İşte şirk, kibriyaya dokunması ve celalin izzetine dokundurması ve azametine ilişmesi cihetiyle öyle bir cinayettir ki hiç kabil-i af olmadığını, Kur’an-ı Mu’cizü’l-Beyan azîm tehdit ile اِنَّ اللّٰهَ لَا يَغ۟فِرُ اَن۟ يُش۟رَكَ بِهٖ وَيَغ۟فِرُ مَا دُونَ ذٰلِكَ ferman ediyor.

    İKİNCİ HAKİKAT

    Kâinatta tasarrufları görünen ef’al-i Rabbaniyenin ıtlak ve ihata ve nihayetsiz bir surette zuhurlarıdır. Ve o fiilleri takyid ve tahdid eden, yalnız hikmet ve iradedir ve mazharların kabiliyetleridir. Ve serseri tesadüf ve şuursuz tabiat ve kör kuvvet ve camid esbab ve kayıtsız ve her yere dağılan ve karıştıran unsurlar, o gayet mizanlı ve hikmetli ve basîrane ve hayattarane ve muntazam ve muhkem olan fiillere karışamazlar, belki Fâil-i Zülcelal’in emriyle ve iradesiyle ve kuvvetiyle zâhirî bir perde-i kudret olarak istimal olunuyorlar.

    Hadsiz misallerinden üç misali, Sure-i Nahl’in bir sahifesinde birbirine muttasıl üç âyetin işaret ettikleri üç fiilin hadsiz nüktelerinden üç nüktesini beyan ederiz.

    Birincisi: وَ اَو۟حٰى رَبُّكَ اِلَى النَّح۟لِ اَنِ اتَّخِذٖى مِنَ ال۟جِبَالِ بُيُوتًا ... اِلٰى اٰخِره

    Evet, bal arısı fıtratça ve vazifece öyle bir mu’cize-i kudrettir ki koca Sure-i Nahl, onun ismiyle tesmiye edilmiş. Çünkü o küçücük bal makinesinin zerrecik başında, onun ehemmiyetli vazifesinin mükemmel programını yazmak ve küçücük karnında taamların en tatlısını koymak ve pişirmek ve süngücüğünde zîhayat azaları tahrip etmek ve öldürmek hâsiyetinde bulunan zehiri o uzuvcuğuna ve cismine zarar vermeden yerleştirmek; nihayet dikkat ve ilim ile ve gayet hikmet ve irade ile ve tam bir intizam ve muvazene ile olduğundan şuursuz, intizamsız, mizansız olan tabiat ve tesadüf gibi şeyler elbette müdahale edemezler ve karışamazlar.

    İşte bu üç cihetle mu’cizeli bu sanat-ı İlahiyenin ve bu fiil-i Rabbanînin, bütün zemin yüzünde hadsiz arılarda, aynı hikmetle, aynı dikkatle, aynı mizanda, aynı anda, aynı tarzda zuhuru ve ihatası, bedahetle vahdeti ispat eder.

    İkinci âyet: وَ اِنَّ لَكُم۟ فِى ال۟اَن۟عَامِ لَعِب۟رَةً نُس۟قٖيكُم۟ مِمَّا فٖى بُطُونِهٖ مِن۟ بَي۟نِ فَر۟ثٍوَ دَمٍ لَبَنًا خَالِصًا سَٓائِغًا لِلشَّارِبٖينَ âyeti, ibret-feşan bir fermandır. Evet, başta inek ve deve ve keçi ve koyun olarak süt fabrikaları olan validelerin memelerinde, kan ve fışkı içinde bulaştırmadan ve bulandırmadan ve onlara bütün bütün muhalif olarak hâlis, temiz, safi, mugaddi, hoş, beyaz bir sütü koymak; ve yavrularına karşı o sütten daha ziyade hoş, şirin, tatlı, kıymetli ve fedakârane bir şefkati kalplerine bırakmak; elbette o derece bir rahmet, bir hikmet, bir ilim, bir kudret ve bir ihtiyar ve dikkat ister ki fırtınalı tesadüflerin ve karıştırıcı unsurların ve kör kuvvetlerin hiçbir cihetle işleri olamaz.

    İşte böyle gayet mu’cizeli ve hikmetli bu sanat-ı Rabbaniyenin ve bu fiil-i İlahînin, umum rûy-i zeminde, yüz binlerle nevilerin, hadsiz validelerinin kalplerinde ve memelerinde aynı anda, aynı tarzda, aynı hikmet ve aynı dikkat ile tecellisi ve tasarrufu ve yapması ve ihatası, bedahetle vahdeti ispat eder.

    Üçüncü âyet: وَمِن۟ ثَمَرَاتِ النَّخٖيلِ وَال۟اَع۟نَابِ تَتَّخِذُونَ مِن۟هُ سَكَرًا وَرِز۟قًا حَسَنًااِنَّ فٖى ذٰلِكَ لَاٰيَةً لِقَو۟مٍ يَع۟قِلُونَ

    Bu âyet, nazar-ı dikkati hurma ve üzüme celbedip der ki: “Aklı bulunanlara, bu iki meyvede tevhid için büyük bir âyet, bir delil ve bir hüccet vardır.” Evet, bu iki meyve hem gıda ve kut hem fakihe ve yemiş hem çok lezzetli taamların menşeleri olmakla beraber, susuz bir kumda ve kuru bir toprakta duran bu ağaçlar, o derece bir mu’cize-i kudret ve bir hârika-i hikmettir ve öyle bir helvalı şeker fabrikası ve ballı bir şurup makinesi ve o kadar hassas bir mizan ve mükemmel bir intizam ve hikmetli ve dikkatli bir sanattırlar ki zerre kadar aklı bulunan bir adam “Bunları böyle yapan, elbette bu kâinatı yaratan zat olabilir.” demeye mecburdur.

    Çünkü mesela, bu gözümüz önünde bir parmak kadar asmanın üzüm çubuğunda yirmi salkım var ve her salkımda şekerli şurup tulumbacıklarından yüzer tane var. Ve her tanenin yüzüne incecik ve güzel ve latîf ve renkli bir mahfazayı giydirmek ve nazik ve yumuşak kalbinde, kuvve-i hâfızası ve programı ve tarihçe-i hayatı hükmünde olan sert kabuklu, ceviz içli çekirdekleri koymak ve karnında cennet helvası gibi bir tatlıyı ve âb-ı kevser gibi bir balı yapmak ve bütün zemin yüzünde, hadsiz emsalinde aynı dikkat, aynı hikmet, aynı hârika-i sanatı, aynı zamanda, aynı tarzda yaratmak, elbette bedahetle gösterir ki bu işi yapan; bütün kâinatın Hâlık’ıdır ve nihayetsiz bir kudreti ve hadsiz bir hikmeti iktiza eden şu fiil ancak onun fiilidir.

    Evet, bu çok hassas mizana ve çok maharetli sanata ve çok hikmetli intizama, kör ve serseri ve intizamsız ve şuursuz ve hedefsiz ve istilacı ve karıştırıcı olan kuvvetler ve tabiatlar ve sebepler karışamazlar, ellerini uzatamazlar. Yalnız, mef’uliyette ve kabulde ve perdedarlıkta, emr-i Rabbanî ile istihdam olunuyorlar.

    İşte bu üç âyetin işaret ettikleri üç hakikatin tevhide delâlet eden üç nüktesi gibi hadsiz ef’al-i Rabbaniyenin hadsiz cilveleri ve tasarrufları, ittifakla bir tek vâhid-i ehad, bir Zat-ı Zülcelal’in vahdetine şehadet ederler.

    ÜÇÜNCÜ HAKİKAT

    Mevcudatın ve bilhassa nebatat ve hayvanatın, sürat-i mutlaka içinde kesret-i mutlaka ve intizam-ı mutlak ile ve suhulet-i mutlaka içinde gayet hüsn-ü sanat ve maharet ve itkan ve intizam ile ve mebzuliyet-i mutlaka ve ihtilat-ı mutlak içinde gayet kıymettarlık ve tam imtiyaz ile icadlarıdır.

    Evet, gayet çokluk ile gayet çabukluk hem gayet sanatkârane ve mahirane ve dikkat ve intizam ile gayet kolay ve rahatça hem gayet mebzuliyet ve karışıklık içinde gayet kıymetli ve farikalı olarak bulaşmadan ve bulaştırmadan ve bulandırmadan yapmak ancak ve ancak bir tek vâhid zatın öyle bir kudretiyle olabilir ki o kudrete hiçbir şey ağır gelmez. Ve o kudrete nisbeten, yıldızlar zerreler kadar ve en büyük en küçük kadar ve efradı hadsiz bir nevi, bir tek fert kadar ve azametli ve muhit bir küll, has ve az bir cüz kadar ve koca zeminin ihyası ve diriltilmesi, bir ağaç kadar ve dağ gibi bir ağacın inşası, tırnak gibi bir çekirdek kadar kolay ve rahatça ve suhuletli olmak gerektir. Tâ ki gözümüzün önünde yapılan bu işleri yapabilsin.

    İşte bu mertebe-i tevhidin ve bu üçüncü hakikatin ve kelime-i tevhidin bu ehemmiyetli sırrını, yani en büyük bir küll, en küçük bir cüz’î gibi olması ve en çok ve en az farkı bulunmaması hem bu hayretli hikmetini ve bu azametli tılsımını ve tavr-ı aklın haricindeki bu muammasını ve İslâmiyet’in en mühim esasını ve imanın en derin bir medarını ve tevhidin en büyük bir temelini beyan ve hall ve keşif ve ispat etmekle Kur’an’ın tılsımı açılır ve hilkat-i kâinatın en gizli ve bilinmez ve felsefeyi idrakinden âciz bırakan muamması bilinir.

    Hâlık-ı Rahîm’ime yüz bin defa Risaletü’n-Nur’un hurufatı adedince şükür ve hamdolsun ki Risaletü’n-Nur bu acib tılsımı ve bu garib muammayı hall ve keşif ve ispat etmiş. Ve bilhassa Yirminci Mektup’un âhirlerinde وَهُوَ عَلٰى كُلِّ شَى۟ءٍ قَدٖيرٌ bahsinde ve haşre dair Yirmi Dokuzuncu Söz’ün “Fâil muktedirdir.” bahsinde, Yirmi Dokuzuncu Lem’a-i Arabiye’nin “Allahu ekber” mertebelerinden kudret-i İlahiyenin ispatında, kat’î bürhanlarla, iki kere iki dört eder derecesinde ispat edilmiş.

    Onun için izahı onlara havale etmekle beraber, bir fihriste hükmünde bu sırrı açan esasları ve delilleri icmalen beyan ve on üç basamak olarak on üç sırra işaret etmek istedim. Birinci ve ikinci sırları yazdım. Fakat maatteessüf hem maddî hem manevî iki kuvvetli mani, beni şimdilik mütebâkisinden vazgeçirdiler.

    Birinci Sır: Bir şey zatî olsa onun zıddı o zata ârız olamaz. Çünkü içtimaü’z-zıddeyn olur, o da muhaldir. İşte bu sırra binaen, madem kudret-i İlahiye zatiyedir ve Zat-ı Akdes’in lâzım-ı zarurîsidir. Elbette o kudretin zıddı olan acz, o Zat-ı Kadîr’e ârız olması mümkün olmaz.

    Ve madem bir şeyde mertebelerin bulunması, o şeyin içinde zıddının tedahülü iledir. Mesela, ziyanın kavî ve zayıf gibi mertebeleri, zulmetin müdahalesi ile ve hararetin ziyade ve aşağı dereceleri, soğuğun karışması ile ve kuvvetin şiddet ve noksan miktarları, mukavemetin karşılaması ve mümanaatıyladır. Elbette o kudret-i zatiyede mertebeler bulunmaz. Bütün eşyayı, bir tek şey gibi icad eder.

    Ve madem o kudret-i zatiyede mertebeler bulunmaz ve zaaf ve noksan olamaz, elbette hiçbir mani onu karşılayamaz ve hiçbir icad ona ağır gelmez.

    Ve madem hiçbir şey ona ağır gelmez, elbette haşr-i a’zamı bir bahar kadar kolay ve bir baharı bir ağaç kadar suhuletli ve bir ağacı bir çiçek kadar zahmetsiz icad ettiği gibi; bir çiçeği bir ağaç kadar sanatlı, bir ağacı bir bahar kadar mu’cizatlı ve bir baharı bir haşir gibi cem’iyetli ve hârikalı halk eder ve gözümüzün önünde halk ediyor.

    Risale-i Nur’da kat’î ve kuvvetli çok bürhanlar ile ispat edilmiş ki: Eğer vahdet ve tevhid olmazsa bir çiçek, bir ağaç kadar belki daha müşkülatlı ve bir ağaç, bir bahar kadar belki daha suubetli olmakla beraber; kıymet ve sanatça bütün bütün sukut edeceklerdi. Ve şimdi bir dakikada yapılan bir zîhayat, bir senede ancak yapılacaktı, belki de hiç yapılmayacaktı.

    İşte bu mezkûr sırra binaendir ki: Gayet mebzuliyet ve çoklukla beraber gayet kıymettar ve gayet çabuk ve kolaylıkla beraber gayet sanatlı olan bu meyveler, bu çiçekler, bu ağaçlar ve hayvancıklar muntazaman meydana çıkıyorlar ve vazife başına geçiyorlar ve tesbihatlarını yapıp, bitirip, tohumlarını yerlerinde tevkil ederek gidiyorlar.

    İkinci Sır: Nasıl ki nuraniyet ve şeffafiyet ve itaat sırrıyla ve kudret-i zatiyenin bir cilvesiyle bir tek güneş, bir tek âyineye ziyalı akis verdiği gibi; hadsiz âyinelere ve parlak şeylere ve katrelere o kayıtsız kudretinin geniş faaliyetinden ziyalı ve hararetli olan ayn-ı aksini emr-i İlahî ile kolayca verebilir. Az ve çok birdir, farkı yoktur.

    Hem bir tek kelime söylense nihayetsiz hallakıyetin nihayetsiz vüs’atinden, o bir tek kelime bir tek adamın kulağına zahmetsiz girdiği gibi bir milyon kulakların kafalarına da izn-i Rabbanî ile zahmetsiz girer. Binlerle dinleyen ile bir tek dinleyen müsavidir, fark etmez.

    Hem göz gibi bir tek nur veya Cebrail gibi nurani bir tek ruhanî; tecelli-i rahmet içinde olan faaliyet-i Rabbaniyenin kemal-i vüs’atinden bir tek yere suhuletle baktığı ve gittiği ve bir tek yerde suhuletle bulunduğu gibi binler yerlerde de kudret-i İlahiye ile suhuletle bulunur, bakar, girer; az, çok farkı yoktur.

    Aynen öyle de kudret-i zatiye-i ezeliye, en latîf, en has bir nur ve bütün nurların nuru olduğundan ve eşyanın mahiyetleri ve hakikatleri ve melekûtiyet vecihleri şeffaf ve âyine gibi parlak olduğundan ve zerrattan ve nebatattan ve zîhayattan tâ yıldızlara ve güneşlere ve aylara kadar her şey, o kudret-i zatiyenin hükmüne gayet derecede itaatli, inkıyadlı ve o kudret-i ezelînin emirlerine nihayet derecede mutî ve musahhar bulunduğundan, elbette hadsiz eşyayı bir tek şey gibi icad eder ve yanlarında bulunur. Bir iş bir işe mani olmaz. Büyük ve küçük, çok ve az, cüz’î ve küllî birdir. Hiçbiri ona ağır gelmez.

    Hem nasıl ki Onuncu ve Yirmi Dokuzuncu Sözlerde denildiği gibi; intizam ve muvazene ve hükme itaat ve emirleri imtisal sırlarıyla, yüz hane kadar bir büyük sefineyi bir çocuğun parmağıyla oyuncağını çevirdiği gibi döndürür, gezdirir.

    Hem bir âmir, bir “Arş!” emriyle bir tek neferi hücum ettirdiği gibi muntazam ve mutî bir orduyu dahi o tek emriyle hücuma sevk eder.

    Hem pek büyük bir hassas mizanın iki gözünde, iki dağ muvazene vaziyetinde bulunsalar iki kefesinde iki yumurta bulunan diğer mizanın, bir tek ceviz, bir kefesini yukarıya kaldırması, birini aşağı indirmesi gibi; o tek ceviz, bir kanun-u hikmetle öteki büyük mizanın bir gözünü dağ ile beraber dağın başına ve öbür dağı, derelerin dibine indirebilir.

    Aynen öyle de kayıtsız, nihayetsiz, nurani, zatî, sermedî olan kudret-i Rabbaniyede ve beraberinde bütün intizamatın ve nizamların ve muvazenelerin menşei, menbaı, medarı, masdarı olan nihayetsiz bir hikmet ve gayet hassas bir adalet-i İlahiye bulunduğundan ve cüz’î ve küllî ve büyük ve küçük her şey ve bütün eşya, o kudretin hükmüne musahhar ve tasarrufuna münkad olduğundan, elbette zerreleri kolayca tedvir ve tahrik ettiği gibi yıldızları dahi nizam-ı hikmet sırrıyla kolayca döndürür, çevirir.

    Ve baharda, bir emir ile suhuletle bir sineği ihya ettiği gibi; bütün sineklerin taifelerini ve bütün nebatatı ve hayvancıkların ordularını, kudretindeki hikmet ve mizanın sırrıyla, aynı emirle, aynı kolaylıkla diriltip meydan-ı hayata sevk eder.

    Ve bir ağacı baharda çabuk diriltmek ve kemiklerine hayat vermek gibi o hikmetli, adaletli kudret-i mutlaka ile koca arzı ve zemin cenazesini, baharda o ağaç gibi kolayca ihya edip yüz bin çeşit haşirlerin misallerini icad eder.

    Ve bir emr-i tekvinî ile arzı dirilttiği gibi اِن۟ كَانَت۟ اِلَّا صَي۟حَةً وَاحِدَةً فَاِذَاهُم۟ جَمٖيعٌ لَدَي۟نَا مُح۟ضَرُونَ fermanıyla yani “Bütün ins ve cin, bir tek sayha ve emir ile yanımızda meydan-ı haşre hazır olurlar.”

    Hem وَمَٓا اَم۟رُ السَّاعَةِ اِلَّا كَلَم۟حِ ال۟بَصَرِ اَو۟ هُوَ اَق۟رَبُ ferman etmesiyle yani “Kıyamet ve haşrin işi ve yapılması gözünü kapayıp hemen açmak kadardır belki daha yakındır.” der.

    Hem مَا خَل۟قُكُم۟ وَلَا بَع۟ثُكُم۟ اِلَّا كَنَف۟سٍ وَاحِدَةٍ âyetiyle yani “Ey insanlar! Sizin icad ve ihyanız ve haşir ve neşriniz, bir tek nefsin ihyası gibi kolaydır. Kudretime ağır gelmez.” mealinde bulunan şu üç âyetin sırrıyla, aynı emir ile aynı kolaylıkla bütün ins ve cinleri ve hayvanı ve ruhanî ve melekleri haşr-i ekberin meydanına ve mizan-ı a’zamın önüne getirir. Bir iş bir işe mani olmaz.

    Üçüncü ve dördüncüden tâ on üçüncü sırra kadar, arzuma muhalif olarak başka vakte ta’lik edildi.

    DÖRDÜNCÜ HAKİKAT

    Mevcudatın vücudları ve zuhurları, beraberlik ve birbiri içinde birlik ve birbirine benzemeklik ve birbirinin misal-i musağğarı ve numune-i ekberi ve bir kısım küll ve küllî ve diğer kısım onun cüzleri ve fertleri ve birbirine sikke-i fıtratta müşabehet ve nakş-ı sanatta münasebet ve birbirine yardım etmek ve birbirinin vazife-i fıtriyesini tekmil etmek gibi çok cihetü’l-vahdet noktalarında; bedahet derecesinde tevhidi ilan ve Sâni’lerinin vâhid olduğunu ispat etmek ve kâinatın rububiyet cihetinde, tecezzi ve inkısam kabul etmez bir küll ve küllî hükmünde bulunduğunu izhar etmektir.

    Evet mesela, her baharda nebatattan ve hayvanattan dört yüz bin nev’in hadsiz efradlarını, beraber ve birbiri içinde, bir anda ve bir tarzda, yanlışsız, hatasız, kemal-i hikmet ve hüsn-ü sanatla icad etmek ve idare ve iaşe etmek...

    Hem kuşların misal-i musağğarları olan sineklerden tâ numune-i ekberleri olan kartallara kadar hadsiz efradlarını yaratmak ve hava âleminde, seyahat ve yaşamalarına yardım eden cihazatı verip gezdirmek ve havayı şenlendirmekle beraber, yüzlerinde mu’cizane birer sikke-i sanat ve cisimlerinde müdebbirane birer hâtem-i hikmet ve mahiyetlerinde mürebbiyane birer turra-i ehadiyet koymak...

    Hem zerrat-ı taamiyeyi hüceyrat-ı bedeniyenin imdadına ve nebatatı hayvanatın imdadına ve hayvanatı insanların yardımına ve umum valideleri iktidarsız yavruların muavenetine hakîmane, rahîmane koşturmak, göndermek…

    Hem daire-i Kehkeşan’dan ve manzume-i şemsiyeden ve anâsır-ı arziyeden tâ göz hadekasının perdelerine ve gül goncasının yapraklarına ve mısır sümbülünün gömleklerine ve kavunun çekirdeklerine kadar mütedâhil daireler gibi cüz’î ve küllî hükmünde aynı intizam ve hüsn-ü sanat ve aynı fiil ve kemal-i hikmetle tasarruf etmek, elbette bedahet derecesinde ispat eder ki:

    Bu işleri yapan hem vâhiddir, birdir, her şeyde sikkesi var.

    Hem de hiçbir mekânda olmadığı gibi her mekânda hazırdır.

    Hem güneş gibi; her şey ondan uzak, o ise her şeye yakındır.

    Hem daire-i Kehkeşan ve manzume-i şemsiye gibi en büyük şeyler ona ağır gelmediği gibi kandaki küreyvat, kalpteki hatırat ondan gizlenmez; tasarrufundan hariç kalmaz.

    Hem her şey ne kadar büyük ve çok olursa olsun, en küçük, en az bir şey gibi ona kolaydır ki sineği kartal sisteminde ve çekirdeği ağacın mahiyetinde ve bir ağacı bir bahçe suretinde ve bir bahçeyi bir bahar sanatında ve bir baharı bir haşir vaziyetinde suhuletle icad eder.

    Ve sanatça çok kıymettar şeyleri, bize çok ucuz verir, ihsan eder. İstediği fiyat ise bir “Bismillah” ve bir “Elhamdülillah”tır. Yani, o çok kıymettar nimetlerin makbul fiyatları, başta “Bismillahirrahmanirrahîm” ve âhirinde “Elhamdülillah” demektir.

    Bu Dördüncü Hakikat dahi Risale-i Nur’da izah ve ispat edildiğinden bu kısacık işaretle iktifa ediyoruz.

    Bizim seyyahın ikinci menzilde gördüğü

    BEŞİNCİ HAKİKAT

    Kâinatın mecmuunda ve erkânında ve eczasında ve her mevcudunda bir intizam-ı ekmelin bulunması ve o memleket-i vâsianın tedvir ve idaresine medar olan ve heyet-i umumiyesine taalluk eden maddeler ve vazifedarlar birer vâhid olması ve o haşmetli şehir ve meşherde tasarruf eden isimler ve fiiller, birbiri içinde ve birer ve bir mahiyet ve vâhid ve her yerde aynı isim ve aynı fiil olmakla beraber, her şeyi veya ekser eşyayı ihataları ve şümulleri ve o ziynetli sarayın tedbirine ve şenlenmesine ve binasına medar olan unsurlar ve neviler, birbiri içinde ve birer ve bir mahiyet-i vâhide ve her yerde aynı unsur ve aynı nevi bulunmakla beraber zeminin yüzünü ve ekserisini intişar ile ihata etmeleri elbette bedahetle ve zaruretle iktiza eder ve delâlet eder ve şehadet eder ve gösterir ki:

    Bu kâinatın sâni’i ve müdebbiri ve bu memleketin sultanı ve mürebbisi ve bu sarayın sahibi ve bânisi birdir, tektir, vâhiddir, ehaddir. Misli ve naziri olamaz ve veziri ve muîni yoktur. Şeriki ve zıddı olamaz, aczi ve kusuru yoktur.

    Evet, intizam tam bir vahdettir, bir tek nazzamı ister. Münakaşaya medar olan şirki kaldırmaz.

    Madem bu kâinatın heyet-i mecmuasından, arzın yevmî ve senevî deveranından tâ insanın simasına ve başının duygular manzumesine ve kandaki beyaz ve kırmızı küreyvatın deveranına ve cereyanına kadar, küllî olsun cüz’î olsun her bir şeyde hikmetli ve dikkatli bir intizam var. Elbette bir Kadîr-i Mutlak’tan ve bir Hakîm-i Mutlak’tan başka hiçbir şey, kasd ve icad suretiyle elini hiçbir şeye uzatamaz ve karışamazlar. Belki yalnız kabul ederler, mazhar ve münfail olurlar.

    Ve madem tanzim etmek ve bilhassa gayeleri takip etmek ve maslahatları gözeterek bir intizam vermek, yalnız ilim ve hikmetle olur ve irade ve ihtiyar ile yapılır. Elbette ve herhalde, bu hikmet-perverane intizam ve bu gözümüz önündeki maslahatkârane, çeşit çeşit, hadsiz intizamat-ı mahlukat, bedahet derecesinde delâlet ve şehadet eder ki bu mevcudatın hâlıkı ve müdebbiri birdir, fâildir, muhtardır. Her şey onun kudretiyle vücuda gelir, onun iradesiyle birer vaziyet-i mahsusa alır ve onun ihtiyarıyla bir suret-i muntazama giyer.

    Hem madem bu misafirhane-i dünyanın sobalı lambası birdir ve rûznameli kandili birdir ve rahmetli süngeri birdir ve ateşli aşçısı birdir ve hayatlı şurubu birdir ve himayetli tarlası birdir… Bir, bir, bir… Tâ bin bir birler kadar... Elbette bu bir birler bedahetle şehadet eder ki bu misafirhanenin sâni’i ve sahibi birdir. Hem gayet kerîm ve misafirperverdir ki bu yüksek ve büyük memurlarını, zîhayat yolcularına hizmetkâr edip istirahatlerine çalıştırıyor.

    Hem madem dünyanın her tarafında tasarruf eden ve nakışları ve cilveleri görünen “Hakîm, Rahîm, Musavvir, Müdebbir, Muhyî, Mürebbi” gibi isimler ve “hikmet ve rahmet ve inayet” gibi şe’nler ve “tasvir ve tedvir ve terbiye” gibi fiiller birdirler. Her yerde aynı isim, aynı fiil birbiri içinde hem nihayet mertebede hem ihatalıdırlar. Hem birbirinin nakşını öyle tekmil ederler ki güya o isimler ve o fiiller ittihat edip kudret ayn-ı hikmet ve rahmet ve hikmet ayn-ı inayet ve hayat oluyor.

    Mesela, hayat verici ismin bir şeyde tasarrufu göründüğü anda, yaratıcı ve tasvir edici ve rızık verici gibi çok isimlerin aynı anda, her yerde, aynı sistemde tasarrufatları görünüyor. Elbette ve elbette ve bedahetle şehadet eder ki o ihatalı isimlerin müsemması ve her yerde aynı tarzda görünen şümullü fiillerin fâili birdir, tektir, vâhiddir, ehaddir. Âmennâ ve saddaknâ!

    Hem madem masnuatın maddeleri ve mâyeleri olan unsurlar zemini ihata ederler. Ve mahlukattan, vahdeti gösteren çeşit çeşit sikkeleri taşıyan nevilerin her biri bir iken rûy-i zeminde intişar edip istila ederler. Elbette bedahetle ispat eder ki o unsurlar müştemilatıyla ve o neviler efradıyla bir tek zatın malıdır, mülküdür. Ve öyle bir Vâhid-i Kadîr’in masnuları ve hizmetkârlarıdır ki o koca istilacı unsurları, gayet itaatli bir hizmetçi ve o zeminin her tarafına dağılan nevileri gayet intizamlı bir nefer hükmünde istihdam eder.

    Bu hakikat dahi Risaletü’n-Nur’da ispat ve izah edildiğinden burada bu kısa işaretle iktifa ediyoruz. Bizim yolcu, bu beş hakikatten aldığı feyz-i imanî ve zevk-i tevhidî neşesiyle müşahedatını hülâsa ve hissiyatını tercüme ederek kalbine diyor:

    Bak kitab-ı kâinatın safha-i rengînine

    Hâme-i zerrîn-i kudret, gör ne tasvir eylemiş

    Kalmamış bir nokta-i muzlim çeşm-i dil erbabına

    Sanki âyâtın Hudâ, nur ile tahrir eylemiş.

    Hem bil ki:

    Kitab-ı âlemin evrakıdır eb’ad-ı nâmahdud

    Sutûr-u hâdisat-ı dehirdir âsâr-ı nâma’dud

    Yazılmış destgâh-ı levh-i mahfuz-u hakikatte

    Mücessem lafz-ı manidardır, âlemde her mevcud.

    Hem dinle:

    چُو لَٓا اِلٰهَ اِلَّا اللّٰهُ بَرَابَر۟ مٖيزَنَن۟د۟ هَر۟ شَى۟

    دَمَادَم۟ جُويَدَن۟د۟ يَا حَق۟ سَرَاسَر۟ گُويَدَن۟د۟ يَا حَى۟

    نَعَم۟ وَ فٖى كُلِّ شَى۟ءٍ لَهُ اٰيَةٌ تَدُلُّ عَلٰى اَنَّهُ وَاحِدٌ diyerek, kalbiyle beraber nefsi dahi tasdik ederek “Evet, evet” dediler.

    İşte dünya misafiri ve kâinat seyyahının ikinci menzilde müşahede ettiği beş hakikat-i tevhidiyeye kısa bir işaret olarak Birinci Makam’ın ikinci babında ikinci menzile ait böyle denilmiş:

    لَٓا اِلٰهَ اِلَّا اللّٰهُ ال۟وَاحِدُ ال۟اَحَدُ الَّذٖى دَلَّ عَلٰى وَح۟دَتِهٖ فٖى وُجُوبِ وُجُودِهٖ مُشَاهَدَةُ حَقٖيقَةِ ال۟كِب۟رِيَاءِ وَ ال۟عَظَمَةِ فِى ال۟كَمَالِ وَ ال۟اِحَاطَةِ . وَ كَذَا مُشَاهَدَةُ حَقٖيقَةِ ظُهُورِ ال۟اَف۟عَالِ بِال۟اِط۟لَاقِ وَ عَدَمُ النِّهَايَةِ لَا تُقَيِّدُهَا اِلَّا ال۟اِرَادَةُ وَ ال۟حِك۟مَةُ . وَ كَذَا مُشَاهَدَةُ حَقٖيقَةِ اٖيجَادِ ال۟مَو۟جُودَاتِ بِال۟كَث۟رَةِ ال۟مُط۟لَقَةِ فِى السُّر۟عَةِ ال۟مُط۟لَقَةِ وَ خَل۟قُ ال۟مَخ۟لُوقَاتِ بِالسُّهُولَةِ ال۟مُط۟لَقَةِ فِى ال۟اِت۟قَانِ ال۟مُط۟لَقِ وَ اِب۟دَاعُ ال۟مَص۟نُوعَاتِ بِال۟مَب۟ذُولِيَّةِ ال۟مُط۟لَقَةِ فٖى غَايَةِ حُس۟نِ الصَّن۟عَةِ وَ غُلُوِّ ال۟قِي۟مَةِ . وَ كَذَا مُشَاهَدَةُ حَقٖيقَةِ وُجُودِ ال۟مَو۟جُودَاتِ عَلٰى وَج۟هِ ال۟كُلِّ وَ ال۟كُلِّيَّةِ وَ ال۟مَعِيَّةِ وَ ال۟جَامِعِيَّةِ وَ التَّدَاخُلِ وَ ال۟مُنَاسَبَةِ . وَ كَذَا مُشَاهَدَةُ حَقٖيقَةِ ال۟اِن۟تِظَامَاتِ ال۟عَامَّةِ ال۟مُنَافِيَةِ لِلشِّر۟كَةِ . وَ كَذَا مُشَاهَدَةُ وَح۟دَةِ مَدَارَاتِ تَدَابٖيرِ ال۟كَائِنَاتِ الدَّالَّةِ عَلٰى وَح۟دَةِ صَانِعِهَا بِال۟بَدَاهَةِ وَ كَذَا وَح۟دَةُ ال۟اَس۟مَاءِ وَ ال۟اَف۟عَالِ ال۟مُتَصَرِّفَةِ ال۟مُحٖيطَةِ . وَ كَذَا وَح۟دَةُ ال۟عَنَاصِرِ وَ ال۟اَن۟وَاعِ ال۟مُن۟تَشِرَةِ ال۟مُس۟تَو۟لِيَةِ عَلٰى وَج۟هِ ال۟اَر۟ضِ

    Sonra o seyyah-ı âlem asırlarda gezerken müceddid-i elf-i sânî, İmam-ı Rabbanî Ahmed-i Farukî’nin medresesine rast geldi, girdi; onu dinledi. O İmam, ders verirken diyordu:

    “Bütün tarîkatların en mühim neticesi, hakaik-i imaniyenin inkişafıdır.” ve “Bir tek mesele-i imaniyenin vuzuh ile inkişafı, bin keramata ve ezvaka müreccahtır.” Hem diyordu:

    Eski zamanda, büyük zatlar demişler ki: “Mütekellimînden ve ilm-i kelâm ulemasından birisi gelecek, bütün hakaik-i imaniye ve İslâmiyeyi delail-i akliye ile kemal-i vuzuh ile ispat edecek.” Ben istiyorum ki ben o olsam belki (Hâşiye[3]) o adamım, diye iman ve tevhid bütün kemalât-ı insaniyenin esası, mâyesi, nuru, hayatı olduğunu ve تَفَكُّرُ سَاعَةٍ خَي۟رٌ مِن۟ عِبَادَةِ سَنَةٍ düsturu, tefekkürat-ı imaniyeye ait bulunması ve Nakşî tarîkatında hafî zikrin ehemmiyeti ise bu çok kıymettar tefekkürün bir nevi olmasıdır, diye talim ederdi.

    Seyyah tamamıyla işitti. Döndü, nefsine dedi ki: Madem bu kahraman imam böyle diyor ve madem bir zerre kuvvet-i imaniyenin ziyadeleşmesi, bir batman marifet ve kemalâttan daha kıymetlidir ve yüz ezvakın balından daha tatlıdır. Ve madem bin seneden beri iman ve Kur’an aleyhinde teraküm eden Avrupa feylesoflarının itirazları ve şüpheleri yol bulup ehl-i imana hücum ediyor. Ve bir saadet-i ebediyenin ve bir hayat-ı bâkiyenin ve bir cennet-i daimenin anahtarı, medarı, esası olan erkân-ı imaniyeyi sarsmak istiyorlar. Elbette her şeyden evvel imanımızı taklitten tahkike çevirip kuvvetlendirmeliyiz.

    Öyle ise haydi ileri! Gel, bulduğumuz birer dağ kuvvetindeki bu yirmi dokuz mertebe-i imaniyeyi namazın mübarek tesbihatının mübarek adedi olan otuz üç mertebesine iblağ etmek fikriyle, bu ibretgâhın bir üçüncü menzilini daha görmek için Bismillahirrahmanirrahîm’in anahtarı ile zîhayat âlemindeki idare ve iaşe-i rabbaniyenin kapısını çalmalıyız ve açmalıyız, diyerek mahşer-i acayip ve mecma-ı garaib olan bu üçüncü menzilin kapısını istirhamla çaldı, Bismillahilfettah ile açtı. Üçüncü menzil göründü. Girdi, gördü ki dört hakikat-i muazzama ve muhita o menzili ışıklandırıyorlar ve güneş gibi tevhidi gösteriyorlar.

    BİRİNCİ HAKİKAT: “Fettahiyet” hakikatidir.

    Yani Fettah isminin tecellisiyle basit bir maddeden ayrı ayrı, çeşit çeşit, hadsiz, muntazam suretlerin, beraber, her tarafta, bir anda, bir fiil ile açılmasıdır. Evet, nasıl ki umum kâinatın bağistanında ayrı ayrı hadsiz mevcudatı; çiçekler misillü, Fettah ismiyle her birisine münasip bir tarz-ı muntazam ve bir şahsiyet-i mümtaze kudret-i Fâtıra açmış, vermiş. Aynen öyle de fakat daha mu’cizatlı olarak; zemin bahçesinde dört yüz bin enva-ı zîhayata dahi her birisine gayet sanatlı ve hikmetli bir suret-i mevzune ve müzeyyene ve mümtaze vermiş.

    يَخ۟لُقُكُم۟ فٖى بُطُونِ اُمَّهَاتِكُم۟ خَل۟قًا مِن۟ بَع۟دِ خَل۟قٍ فٖى ظُلُمَاتٍ ثَلَاثٍ ذٰلِكُمُ اللّٰهُ رَبُّكُم۟ لَهُ ال۟مُل۟كُ لَٓا اِلٰهَ اِلَّا هُوَ فَاَنّٰى تُص۟رَفُونَ ۝اِ نَّ اللّٰهَ لَا يَخ۟فٰى عَلَي۟هِ شَى۟ءٌ فِى ال۟اَر۟ضِ وَلَا فِى السَّمَٓاءِ ۝ هُوَ الَّذٖى يُصَوِّرُكُم۟ فِى ال۟اَر۟حَامِ كَي۟فَ يَشَٓاءُ لَٓا اِلٰهَ اِلَّا هُوَ ال۟عَزٖيزُ ال۟حَكٖيمُ

    âyetlerin ifadesiyle tevhidin en kuvvetli delili ve kudretin en hayretli mu’cizesi, suretleri açmasıdır. Bu hikmete binaen, feth-i suver hakikati tekrar ile –birkaç suretlerde– Risaletü’n-Nur’da ve bilhassa bu risalenin İkinci Makamı’nın Birinci Bab’ında altıncı ve yedinci mertebelerinde ispat ve beyan edilmesinden onlara havale edip burada bu kadar deriz ki:

    Fenn-i nebatat ve fenn-i hayvanatın şehadetiyle ve tetkikat-ı amîkasıyla, bu feth-i suverde öyle bir ihata ve şümul ve sanat var ki bir tek Vâhid-i Ehad’den ve her şeyde her şeyi görebilecek ve yapabilecek bir Kadîr-i Mutlak’tan başka hiçbir şey bu cem’iyetli ve ihatalı fiile sahip olamaz. Çünkü bu feth-i suver fiili ise her yerde ve her anda bulunan nihayetsiz bir kudretin içinde nihayet derecede bir hikmet, bir dikkat, bir ihata ister. Ve böyle bir kudret ise ancak bütün kâinatı idare eden bir tek zatta bulunabilir.

    Evet mesela, mezkûr âyetlerin ferman ettikleri gibi; üç karanlık içinde bütün validelerin erhamında insanların suretlerini ayrı ayrı, mizanlı, imtiyazlı, ziynetli ve intizamlı olarak hem şaşırmadan, yanlış etmeden, karıştırmadan basit bir maddeden açmak ve yaratmak olan fettahiyet ve umum rûy-i zeminde aynı kudret, aynı hikmet, aynı sanatla umum insanları ve hayvanları ve nebatları ihata eden bu feth-i suver hakikati; vahdaniyetin en kuvvetli bir bürhanıdır. Çünkü ihata etmek bir vahdettir, şirke yer bırakmaz.

    Ve Birinci Bab’da vücub-u vücuda şehadet eden on dokuz hakikat nasıl ki vücudlarıyla Hâlık’ın vücuduna delâlet ederler, öyle de ihatalarıyla da vahdete şehadet ederler.

    Bizim yolcunun üçüncü menzilde gördüğü

    İKİNCİ HAKİKAT: “Rahmaniyet” hakikatidir.

    Yani gözümüzle görüyoruz, birisi var ki bize zemin yüzünü rahmetin binlerle hediyeleri ile doldurmuş, bir ziyafetgâh yapmış ve rahmaniyetin yüz binlerle ayrı ayrı lezzetli taamları içinde dizilmiş bir sofra etmiş ve zemin içini rahîmiyet ve hakîmiyetin binlerle kıymettar ihsanlarını câmi’ bir mahzen yapmış.

    Ve zemini devr-i senevîsinde bir ticaret gemisi hükmünde her sene âlem-i gaybdan levazımat-ı insaniye ve hayatiyenin yüz bin çeşitlerinden en güzellerini içine alarak yüklenmiş bir nevi sefine veya şimendifer gibi ve her baharı ise erzak ve elbisemizi taşıyan bir vagon hükmünde olarak bizlere gönderir. Bizi gayet rahîmane beslettirir. Ve bütün o hediyelerden, o nimetlerden istifade etmemiz için bize de yüzlerle ve binlerle iştihalar, ihtiyaçlar, duygular, hissiyatlar, hisler vermiş.

    Evet, Âyet-i Hasbiye’ye dair olan Dördüncü Şuâ’da izah ve ispat edildiği gibi bize öyle bir mide vermiş ki hadsiz taamlardan lezzet alır.

    Ve öyle bir hayat ihsan etmiş ki duyguları ile –bir sofra-i nimet gibi– koca cismanî âlemde hadsiz nimetlerinden istifade eder.

    Ve öyle bir insaniyet bize lütfetmiş ki akıl ve kalp gibi çok âletleri ile hem maddî hem manevî âlemin nihayetsiz hediyelerinden zevk alır.

    Ve öyle bir İslâmiyet bize bildirmiş ki âlem-i gayb ve âlem-i şehadetin nihayetsiz hazinelerinden nur alır.

    Ve öyle bir iman hidayet etmiş ki dünya ve âhiret âlemlerinin hasra gelmez envarından ve hediyelerinden tenevvür edip müstefid eder.

    Güya rahmet tarafından bu kâinat hadsiz antika ve acib ve kıymetli şeylerle tezyin edilmiş bir saraydır. Ve bütün o saraydaki hadsiz sandıkları ve menzilleri açacak anahtarlar insanın ellerine verilmiş ve bütün onlardan istifade ettirecek olan ihtiyaçlar, hissiyatlar insanın fıtratına verilmiş.

    İşte böyle dünyayı ve âhireti ve her şeyi kaplamış bir rahmet, elbette o rahmet, vâhidiyet içinde bir ehadiyetin cilvesidir.

    Yani nasıl ki güneşin ziyası, mukabilindeki umum eşyayı ihata etmesi ile vâhidiyete bir misal olduğu gibi parlak ve şeffaf her bir şey dahi kabiliyetine göre güneşin hem ziyasını hem hararetini hem ziyasındaki yedi rengini hem aks-i misalini almakla ehadiyete bir misal olduğundan elbette o ihatalı ziyayı gören adam, arzın güneşi vâhiddir, bir tektir diye hükmeder. Ve her parlak şeyde hattâ katrelerde güneşin ışıklı, hararetli aksini müşahede eden o adam, güneşin ehadiyetini, yani bizzat güneşi sıfatlarıyla her şeyin yanındadır ve her şeyin âyine-i kalbindedir diye, bilir.

    Aynen öyle de Rahman-ı Zülcemal’in geniş rahmeti dahi ziya gibi umum eşyayı ihatası, o Rahman’ın vâhidiyetini ve hiçbir cihette şeriki bulunmadığını gösterdiği gibi her şeyde hususan her bir zîhayatta ve bilhassa insanda o cem’iyetli rahmetin perdesi altında o Rahman’ın ekser isimlerinin ışıkları ve bir nevi cilve-i zatiyesi bulunarak her ferde, bütün kâinata baktıracak ve münasebettarlık verecek bir cemiyet-i hayatiye vermesi dahi o Rahman’ın ehadiyetini ve her şeyin yanında hazır ve her şeyin her şeyini yapan o olduğunu ispat eder.

    Evet nasıl ki o Rahman, o rahmetin vâhidiyetiyle ve ihatasıyla, kâinatın mecmuunda ve zeminin yüzünde celalinin haşmetini gösteriyor. Öyle de ehadiyetin cilvesiyle her bir zîhayatta, hususan insanda bütün nimetlerin numunelerini o fertte toplayıp o zîhayatın âlât ve cihazatına geçirip, tanzim ederek mecmu-u kâinatı parçalanmadan o tek ferde, bir cihette aynı hanesi gibi verdirmesiyle dahi cemalinin hususi şefkatini ilan eder ve insanda enva-ı ihsanatının temerküzünü bildirir.

    Hem nasıl ki bir kavunun mesela her bir çekirdeğinde, o kavun temerküz ediyor. Ve o çekirdeği yapan zat elbette odur ki o kavunu yapar, sonra ilminin hususi mizanıyla ve hikmetinin ona mahsus kanunuyla o çekirdeği ondan sağar, toplar, tecessüm ettirir. Ve o tek kavunun tek ve vâhid ustasından başka hiçbir şey, o çekirdeği yapamaz ve yapması muhaldir.

    Aynen öyle de rahmaniyetin tecellisiyle kâinat bir ağaç, bir bostan ve zemin bir meyve, bir kavun ve zîhayat ve insan bir çekirdek hükmünde olduğundan elbette en küçük bir zîhayatın Hâlık’ı ve Rabb’i, bütün zeminin ve kâinatın Hâlık’ı olmak lâzım gelir.

    Elhasıl: Nasıl ki ihatalı olan fettahiyet hakikatiyle bütün mevcudatın muntazam suretlerini basit maddeden yapmak ve açmak, vahdeti bedahetle ispat eder. Öyle de her şeyi ihata eden rahmaniyet hakikati dahi vücuda gelen ve dünya hayatına giren bütün zîhayatları ve bilhassa yeni gelenleri kemal-i intizamla beslemesi ve levazımatını yetiştirmesi ve hiçbirini unutmaması ve aynı rahmet, her yerde, her anda ve her ferde yetişmesiyle bedahetle hem vahdeti hem vahdet içinde ehadiyeti gösterir.

    Risale-i Nur, ism-i Hakîm ve ism-i Rahîm’in mazharı olduğundan Risale-i Nur’un birçok yerlerinde, hakikat-i rahmetin nükteleri ve cilveleri izah ve ispat edildiğinden, burada bu katre ile o bahre işaret edip o pek uzun kıssayı kısa kesiyoruz.

    Seyyahımızın üçüncü menzilde müşahede ettiği

    ÜÇÜNCÜ HAKİKAT: “Müdebbiriyet ve idare” hakikatidir.

    Yani, gayet dehşetli ve süratli ecram-ı semaviyeyi ve gayet istilacı ve karıştırıcı unsurları ve gayet ihtiyaçlı, zafiyetli mahlukat-ı arziyeyi kemal-i intizam ve muvazene ile idare etmek, birbirlerine muavenettar yapmak ve imtizaçkârane idare etmek ve tedbirlerini görmek ve bu koca âlemi bir mükemmel memleket, bir muhteşem şehir, bir müzeyyen saray gibi yapmak hakikatidir.

    İşte bu cebbarane ve rahmanane idarenin büyük dairelerini bırakıp yalnız baharda zemin yüzünde cereyan eden o idarenin bir tek sahife ve safhasını Risaletü’n-Nur, Onuncu Söz gibi mühim risalelerinde izah ve ispat etmesine binaen, kısa bir suretini bir temsil ile göstereceğiz. Şöyle ki:

    Mesela ve faraza, hârika ve cihangir bir zat, dört yüz bin ayrı ayrı milletlerden, taifelerden bir ordu teşkil etse her milletin ve her taifenin neferlerine ait elbiselerini hem silahlarını hem yemeklerini hem talimat hem terhisatlarını hem hidematlarını, birbirinden ayrı ayrı hem çeşit çeşit olarak bütün o muhtelif cihazatı noksansız, kusursuz, yanlışsız, hatasız, vakti vaktine, gecikmeden, karıştırmadan kemal-i intizamla ve gayet mükemmel bir tarzda o mu’cizatlı kumandan verse; elbette o gayet geniş ve karışık ve ince ve muvazeneli ve kesretli ve adaletli idareye, o hârika kumandanın fevkalâde kudretinden başka hiçbir sebep elini uzatamaz. Eğer uzatsa muvazeneyi bozar ve karıştırır.

    Aynen öyle de gözümüzle görüyoruz ki bir dest-i gaybî, her baharda dört yüz bin muhtelif nevilerden mürekkeb bir muhteşem orduyu icad edip idare ediyor. Kıyamete numune olan güz mevsiminde, o dört yüz binden üç yüz bin nebatî ve hayvanî nevilerini vefatlar suretinde ve mevtler namında terhis edip vazifelerinden paydos ediyor. Ve haşir ve neşre numune olan baharda haşr-i a’zamın üç yüz bin misalini birkaç hafta zarfında kemal-i intizamla inşa edip hattâ bir tek ağaçta dört küçük haşirleri, yani kendini ve yapraklarını ve çiçeklerini ve meyvelerini, gitmiş baharın aynı gibi neşirlerini gözümüze gösterdikten sonra, o dört yüz bin envaa bâliğ olan ordu-yu Sübhanînin her nev’e, her taifeye mahsus ve münasip ayrı ayrı rızıklarını ve çeşit çeşit müdafaa silahlarını ve ayrı ayrı libaslarını ve ayrı ayrı talimlerini ve terhislerini ve ayrı ayrı bütün cihazat ve levazımatlarını, kemal-i intizamla, sehivsiz, hatasız, karıştırmadan ve hiçbirini unutmadan, umulmadık yerlerden, vakti vaktine vermekle kemal-i rububiyet ve hâkimiyet ve hikmet içinde vahdaniyetini ve ehadiyetini ve ferdiyetini ve nihayetsiz iktidarını ve hadsiz rahmetini ispat ederek bu tevhid fermanını zemin yüzünde, her bahar sahifesinde, kalem-i kader ile yazar.

    Bizim seyyah, yalnız bir baharda bu fermanın bir tek sahifesini okuduktan sonra, nefsine dedi ki: Böyle her baharda haşr-i ekberden daha garib binlerle haşirleri inşa eden, mükâfat ve mücazat için kudretine nisbeten bir bahardan daha kolay olan haşri yapacağını ve kıyameti getireceğini umum enbiyasına binlerle defa vaad ve ahdeden ve Kur’an’da haşrin vukuuna binlerle işaretle beraber, bin adet âyetlerinde sarahaten hükmedip tehdit ve taahhüd eden bir Kadîr-i Cebbar’ın, bir Kahhar-ı Zülcelal’in o kadar vaadlerini tekzip ve kudretini inkâr hükmünde olan inkâr-ı haşir hatasını irtikâb edenlere cehennem azabı ayn-ı adalettir diye hükmetti, nefsi dahi “Âmennâ” dedi.

    Dünya yolcusunun üçüncü menzilde müşahede ettiği

    DÖRDÜNCÜ HAKİKAT olan Otuz Üçüncü Mertebe: “Rahîmiyet ve rezzakıyet” hakikatidir.

    Yani umum zemin yüzünde ve içinde ve havasında ve denizinde bütün zîhayatın ve bilhassa zîruhun ve bilhassa âciz ve zayıfların ve bilhassa yavruların hem maddî ve midevî hem manevî bütün rızıklarını, şefkatkârane, kuru ve basit bir topraktan ve camid ve kemik gibi kuru odun parçalarından yapılan ve bilhassa en latîfi kan ve fışkı ortasından gelen ve bir dirhem kemik gibi bir tek çekirdekten yapılan binlerle okka taamların, vakti vaktine mukannen bir surette hiçbirini unutmayarak ve şaşırmayarak gözümüz önünde bir dest-i gaybî tarafından verilmesi hakikatidir.

    Evet اِنَّ اللّٰهَ هُوَ الرَّزَّاقُ ذُو ال۟قُوَّةِ ال۟مَتٖينُ âyeti, iaşeyi ve infakı Ce­nab-ı Hakk’a tahsis edip hasrettiği gibi وَمَا مِن۟ دَٓابَّةٍ فِى ال۟اَر۟ضِ اِلَّا عَلَى اللّٰهِ رِز۟قُهَا وَيَع۟لَمُ مُس۟تَقَرَّهَا وَمُس۟تَو۟دَعَهَا كُلٌّ فٖى كِتَابٍ مُبٖينٍ âyeti dahi bütün insanların ve hayvanların rızıklarını taahhüd ve tekeffül-ü Rabbanî altına aldığı hem وَكَاَيِّن۟ مِن۟ دَٓابَّةٍ لَا تَح۟مِلُ رِز۟قَهَا اَللّٰهُ يَر۟زُقُهَا وَاِيَّاكُم۟ وَ هُوَ السَّمٖيعُ ال۟عَلٖيمُ âyeti de rızkı tedarik edemeyen, âciz ve iktidarsız olan zayıf bîçarelerin rızıklarını umulmadık yerden, belki gaybdan belki hiçten –mesela, denizin dibindeki böceklere hiçten ve bütün yavrulara umulmadık yerlerden ve bütün hayvanlara her baharda âdeta sırf gaybdan– infaklarını bilfiil tekeffül ederek bilmüşahede vermekle; esbab-perest insanlara dahi esbab perdesi altında yine o veriyor diye ispat ve ilan ettiği gibi pek çok âyât-ı Kur’aniye ve hadsiz şevahid-i kevniye, bi’l-ittifak her bir zîhayatın bir tek Rezzak-ı Zülcelal’in rahîmiyeti ile beslendiklerini gösteriyorlar.

    Evet, bir nevi rızık isteyen ağaçlar iktidarsız ve ihtiyarsız olduklarından onlar, yerlerinde mütevekkilane dururken rızıkları onlara koşup gelmesi ve âciz yavruların nafakaları hayret-nümun tulumbacıklardan ağızlarına akması ve o yavrulara bir parça iktidar ve azıcık bir ihtiyar gelmesiyle süt kesilmesi, hususan insan yavrularına analarının şefkatleri yardımcı verilmesi, bedahetle ispat eder ki helâl rızık, iktidar ve ihtiyar ile mütenasiben değildir belki tevekkül veren zaaf ve acze nisbeten geliyor.

    Ekseriyetçe sebeb-i hüsran olan hırsı tahrik eden iktidar ve ihtiyar ve zekâvet, bir kısım büyük ediblerde o edibleri bir nevi dilenciliğe kadar sevk ettiği gibi zekâvetsiz, kaba, çok âmî adamların tevekkülvari iktidarsızlıkları dahi onları zenginliğe îsal etmesi ve كَم۟ عَالِمٍ عَالِمٍ اَع۟يَت۟ مَذَاهِبُهُ وَ جَاهِلٍ جَاهِلٍ تَل۟قَاهُ مَر۟زُوقًا darb-ı mesel olması ispat eder ki rızk-ı helâl, iktidar ve ihtiyar kuvvetiyle kazanılmaz, buldurulmaz. Belki çalışmasını ve sa’yini kabul eden bir merhamet tarafından verilir ve ihtiyacına acıyan bir şefkat canibinden ihsan edilir. Fakat rızık ikidir:

    Biri: Yaşamak için hakiki ve fıtrî rızıktır ki taahhüd-ü Rabbanî altındadır. Hattâ o kadar muntazamdır ki bedende yağ vesaire suretinde iddihar olunan fıtrî rızık, hiç olmazsa yirmi günden ziyade bir şey yemeden yaşatır, hayatını idame eder. Demek, yirmi otuz günden evvel ve bedende müddehar olan fıtrî rızkı bitmeden zâhiren açlıktan vefat edenler, rızıksızlıktan değil belki sû-i itiyaddan ve terk-i âdetten neş’et eden bir hastalıktan vefat ederler.

    İkinci kısım rızık: İtiyad, israf ve sû-i istimalat ile tiryaki olup zaruret hükmüne geçen mecazî ve sun’î rızıktır. Bu kısım ise taahhüd-ü Rabbanî altında değil belki ihsana tabidir. Kâh verir kâh vermez.

    Bu ikinci rızıkta, bahtiyar odur ki medar-ı saadet ve lezzet olan iktisat ve kanaatle sa’y-i helâli, bir nevi ibadet ve rızık için bir fiilî dua bilerek müteşekkirane ve minnettarane o ihsanı kabul edip hayatını saadetkârane geçirir.

    Ve bedbaht odur ki medar-ı şakavet ve hasaret ve elem olan israf ve hırs ile sa’y-i helâli bırakarak, her kapıya başvurup tembelkârane ve zalimane ve müştekiyane hayatını geçirir, belki öldürür.

    Nasıl ki mide bir rızık ister, öyle de kalp ve ruh ve akıl ve göz ve kulak ve ağız gibi insanın latîfeleri ve duyguları dahi Rezzak-ı Rahîm’den rızıklarını isterler ve müteşekkirane alırlar. Her birisine ayrı ayrı ve onlara lâyık ve onları memnun ve mütelezziz eden rızıkları, hazine-i rahmetten ihsan edilir. Belki Rezzak-ı Rahîm, onlara daha geniş rızık vermek için göz ve kulak, kalp ve hayal ve akıl gibi o latîfelerin her birisini, hazine-i rahmetinin birer anahtarı hükmünde yaratmış.

    Mesela göz, kâinat yüzündeki hüsün ve cemal gibi kıymettar cevher hazinelerinin bir anahtarı olduğu misillü ötekiler dahi her biri birer âlemin anahtarı olur, iman ile istifade eder. Yine sadedimize dönüyoruz.

    Bu kâinatı yaratan Zat-ı Kadîr-i Hakîm, nasıl ki kâinattan hayatı bir hülâsa-i câmia olarak halk edip umum maksatlarını ve isimlerinin cilvelerini onda temerküz ettiriyor. Öyle de hayat âleminde dahi rızkı bir cem’iyetli merkez-i şuunat yaparak, iştiha ihtiyacını ve zevk-i rızkîyi zîhayatta halk ederek hilkat-i kâinatın en ehemmiyetli bir gayesi ve bir hikmeti olan daimî ve küllî bir teşekkür ve minnettarlık ve perestişlik ile rububiyetine ve sevdirmesine karşı mukabele ettiriyor.

    Mesela, çok geniş olan memleket-i Rabbaniyenin her tarafını, hususan melâike ve ruhanîler ile semavatı ve ervah ile âlem-i gaybı şenlendirdiği gibi; maddî âlemi dahi hususan hava ve arzı, her vakit ve her tarafını zîruhun, hususan kuşların ve kuşçukların vücudlarıyla şenlendirmek ve ruhlandırmak hikmetiyle ihtiyac-ı rızkî ve rızkın zevki, pek kuvvetli bir kamçı olarak hayvanları ve insanları rızık peşinde koşturmakla tahrik ederek tembellikten ve ataletten kurtarıp gezdirmesi, şuunat-ı rububiyetin bir hikmetidir. Eğer bu hikmet gibi mühim hikmetler olmasa idi, ağaçların erzakını onlara koşturduğu gibi hayvanların da mukannen olan tayinatlarını onlara zahmetsiz bir surette fıtrî hâcetlerini koşturacaktı.

    İsm-i Rahîm ve Rezzak’ın cemallerini ve vahdaniyete şehadetlerini tam görmek için zemin yüzünü birden ihata edip müşahede edecek bir göz bulunsa kış âhirinde erzakları bitmek üzere olan hayvanat kafilelerine, imdad-ı gaybî ve ihsan-ı Rahmanî olarak nebatatın ellerine verilen ve ağaçların başlarına konulan ve validelerin sinelerine takılan ve sırf hazine-i gaybiye-i rahmetten gayet leziz ve gayet çok ve gayet mütenevvi taamları ve nimetleri gönderen Rezzak-ı Rahîm’in bu cilve-i şefkatinde ne kadar şirin bir güzellik, ne kadar tatlı bir cemal bulunduğunu görecek ve ondan bilecek ki:

    Bir tek elmayı yapıp bir adama hakiki bir rızık olarak mün’imane veren, yalnız öyle bir zat yapar, verir ki mevsimleri, gece ve gündüzleri çevirir ve küre-i arzı bir sefine-i tüccariye gibi gezdirerek mevsimlerin mahsulatlarını onunla zemindeki muhtaç misafirlerine getirir. Çünkü o elmanın yüzünde bulunan sikke-i fıtrat ve hâtem-i hikmet ve turra-i samediyet ve mühr-ü rahmet, bütün elmalarda ve sair meyvelerde ve bütün nebatat ve hayvanatta bulunduğundan o tek elmanın hakiki mâliki ve sâni’i, elbette ve herhalde o elmanın emsali ve hemcinsi ve kardeşleri olan bütün sekene-i arzın ve onun bahçesi olan koca zeminin ve onun fabrikası olan ağacının ve onun tezgâhı olan mevsiminin ve onun terbiyegâhı olan bahar ve yazın Mâlik-i Zülcelal’i ve Hâlık-ı Zülcemal’i olacak, başka olamaz.

    Demek, her bir meyve öyle bir mühr-ü vahdettir ki onun ağacı olan arzın ve onun bahçesi olan kâinat kitabının kâtibini ve sâni’ini bildirir ve vahdetini gösterir ve meyveler adedince vahdaniyet fermanının mühürlendiğine işaret eder.

    Risaletü’n-Nur ism-i Rahîm ve ism-i Hakîm’in mazharı olduğundan, bu rahîmiyet hakikatinin çok lem’alarını ve çok sırlarını Risaletü’n-Nur çok eczalarında beyan ve ispat ettiğinden ona havale ile bu pek büyük hazineden halimin müsaadesizliği cihetiyle bu kısa işaretle iktifa edildi.

    İşte bizim seyyah diyor ki: Elhamdülillah her yerde aradığım ve her şeyden sorduğum Hâlık’ımın ve Mâlik’imin vücub-u vücuduna ve vahdetine şehadet eden otuz üç hakikati gördüm ve dinledim. Her bir hakikat, güneş gibi parlak, karanlık bırakmaz; dağ gibi kuvvetli ve sarsılmaz. Ve her biri tahakkukuyla vücuduna gayet kat’î şehadet eder ve ihatasıyla vahdetine gayet zâhir delâlet eder. Ve sair erkân-ı imaniyeyi dahi içinde kuvvetli ispat etmekle beraber mecmu hakikatlerin icmaı ve ittifakı, imanımızı taklitten tahkike ve tahkikten ilmelyakîne ve ilmelyakînden aynelyakîne ve aynelyakînden hakkalyakîne iblağ ediyor.

    اَل۟حَم۟دُ لِلّٰهِ هٰذَا مِن۟ فَض۟لِ رَبّٖى

    اَل۟حَم۟دُ لِلّٰهِ الَّذٖى هَدٰينَا لِهٰذَا وَمَا كُنَّا لِنَه۟تَدِىَ لَو۟لَٓا اَن۟ هَدٰينَا اللّٰهُ لَقَد۟ جَٓاءَت۟ رُسُلُ رَبِّنَا بِال۟حَقِّ

    İşte bu pür-merak seyyahın bu üçüncü menzilde müşahede ettiği dört muazzam hakikatlerden aldığı envar-ı imaniyeye gayet kısa bir işaret olarak Birinci Makam’ın ikinci babında üçüncü menzilin hakikatlerine dair şöyle denilmiş:

    لَٓا اِلٰهَ اِلَّا اللّٰهُ ال۟وَاحِدُ ال۟اَحَدُ الَّذٖى دَلَّ عَلٰى وَح۟دَتِهٖ فٖى وُجُوبِ وُجُودِهٖ مُشَاهَدَةُ عَظَمَةِ اِحَاطَةِ حَقٖيقَةِ ال۟فَتَّاحِيَّةِ بِفَت۟حِ الصُّوَرِ لِاَر۟بَعِ مِاَةِ اَل۟فِ نَو۟عٍ مِن۟ ذَوِى ال۟حَيَاةِ ال۟مُكَمَّلَةِ بِلَا قُصُورٍ بِشَهَادَةِ فَنِّ النَّبَاتِ وَ ال۟حَيَوَانِ . وَ كَذَا مُشَاهَدَةُ عَظَمَةِ اِحَاطَةِ حَقٖيقَةِ الرَّح۟مَانِيَّةِ ال۟وَاسِعَةِ ال۟مُن۟تَظَمَةِ بِلَا نُق۟صَانٍ بِال۟مُشَاهَدَةِ وَ ال۟عِيَانِ . وَ كَذَا مُشَاهَدَةُ عَظَمَةِ حَقٖيقَةِ ال۟اِدَارَةِ ال۟مُحٖيطَةِ لِجَمٖيعِ ذَوِى ال۟حَيَاةِ وَ ال۟مُن۟تَظَمَةِ بِلَا خَطَاءٍ وَ لَا نُق۟صَانٍ . وَ كَذَا مُشَاهَدَةُ عَظَمَةِ اِحَاطَةِ حَقٖيقَةِ الرَّحٖيمِيَّةِ وَ ال۟اِعَاشَةِ الشَّامِلَةِ لِكُلِّ ال۟مُر۟تَزِقٖينَ ال۟مُقَنَّنَةِ فٖى كُلِّ وَق۟تِ ال۟حَاجَةِ بِلَا سَه۟وٍ وَ لَا نِس۟يَانٍ ۝ جَلَّ جَلَالُ رَزَّاقِهَا الرَّح۟مٰنِ الرَّحٖيمِ ال۟حَنَّانِ ال۟مَنَّانِ وَ عَمَّ نَوَالُهُ وَ شَمِلَ اِح۟سَانُهُ وَ لَٓا اِلٰهَ اِلَّا هُوَ

    سُب۟حَانَكَ لَا عِل۟مَ لَنَٓا اِلَّا مَا عَلَّم۟تَنَٓا اِنَّكَ اَن۟تَ ال۟عَلٖيمُ ال۟حَكٖيمُ

    يَا رَبِّ بِحَقِّ بِس۟مِ اللّٰهِ الرَّح۟مٰنِ الرَّحٖيمِ يَا اَللّٰهُ يَا رَح۟مٰنُ يَا رَحٖيمُ صَلِّ وَسَلِّم۟ عَلٰى سَيِّدِنَا مُحَمَّدٍ وَعَلٰى اٰلِهٖ وَاَص۟حَابِهٖ اَج۟مَعٖينَ بِعَدَدِ جَمٖيعِ حُرُوفِ رَسَائِلِ النُّورِ ال۟مَض۟رُوبِ تِل۟كَ ال۟حُرُوفُ فٖى عَاشِرَاتِ دَقَائِقِ جَمٖيعِ عُم۟رِنَا فِى الدُّن۟يَا وَال۟اٰخِرَةِ مَعَ ضَر۟بِ مَج۟مُوعِهَا فٖى ذَرَّاتِ وُجُودٖى فٖى مُدَّةِ حَيَاتٖى وَاغ۟فِر۟لٖى وَلِمَن۟ يُعٖينُنٖى فٖى نَش۟رِ رَسَائِلِ النُّورِ وَكِتَابَتِهَا بِصَدَاقَةٍ بِكُلِّ صَلَاةٍ مِن۟هَا وَ لِاٰبَائِنَا وَلِسَادَاتِنَا وَشُيُوخِنَا وَ لِاَخَوَاتِنَا وَاِخ۟وَانِنَا وَلِطَلَبَةِ رِسَالَةِ النُّورِ الصَّادِقٖينَ وَبِال۟خَاصَّةِ لِمَن۟ يَك۟تُبُ وَيَس۟تَن۟سِخُ هٰذِهِ الرِّسَالَةَ بِرَح۟مَتِكَ يَا اَر۟حَمَ الرَّاحِمٖينَ اٰمٖينَ وَ اٰخِرُ دَع۟وٰيهُم۟ اَنِ ال۟حَم۟دُ لِلّٰهِ رَبِّ ال۟عَالَمٖينَ

    İHTAR

    Bu risalenin mahall-i zuhuru olan şu memleket muhitinde Risaletü’n-Nur’un sair risaleleri bulunmadığından ve ihtiyarsız olarak burada telif edildiğinden Âyetü’l-Kübra gibi risalelerde, zâhirî bir tekrar suretinde başka Sözlerin ve Lem’aların bir kısım mühim meseleleri zikredilmiş ve buralardaki şakirdlere nisbeten her biri birer küçük Risaletü’n-Nur hükmüne geçmek hikmetiyle böyle yazdırılmış.

    Bu müsveddenin birinci tebyizi bir mübarek zat tarafından oldu. O zatın tevafuktan haberi yokken yazdığı nüshada, kayda lâyık şöyle latîf ve manidar bir tevafuk gördük ki: O nüshanın satırları başında “Elif”ler altı yüz altmış altı olarak yazılmıştır.

    Bu hal ise Hazret-i İmam-ı Ali radıyallahu anh tarafından bu hususi risaleye verilen Âyetü’l-Kübra namının cifrî ve ebcedî makamı olan altı yüz altmış altı adedine tam tamına muvafakatı ve mutabakatı ile bu risalenin bu nama liyakatini gösterir. Hem âyât-ı Kur’aniyenin adedi olan altı bin altı yüz altmış altının dört mertebesinden üç mertebesine tevafuku dahi bu risalenin, âyâtın bir lem’ası olduğuna bir işarettir diye telakki ettik.

    Said Nursî

    Bugünlerde, manevî bir muhaverede bir sual ve cevabı dinledim. Size bir hülâsasını beyan edeyim:

    Biri dedi: Risale-i Nur’un iman ve tevhid için büyük tahşidatları ve küllî teçhizatları gittikçe çoğalıyor. Ve en muannid bir dinsizi susturmak için yüzde birisi kâfi iken neden bu derece hararetle daha yeni tahşidat yapıyor?

    Ona cevaben dediler: “Risale-i Nur, yalnız bir cüz’î tahribatı ve bir küçük haneyi tamir etmiyor. Belki küllî bir tahribatı ve İslâmiyet’i içine alan ve dağlar büyüklüğünde taşları bulunan bir muhit kaleyi tamir ediyor. Ve yalnız hususi bir kalbi ve has bir vicdanı ıslaha çalışmıyor, belki bin seneden beri tedarik ve teraküm edilen müfsid âletler ile dehşetli rahnelenen kalb-i umumîyi ve efkâr-ı âmmeyi ve umumun ve bâhusus avam-ı mü’minînin istinadgâhları olan İslâmî esasların ve cereyanların ve şeairlerin kırılması ile bozulmaya yüz tutan vicdan-ı umumîyi, Kur’an’ın i’cazıyla ve geniş yaralarını Kur’an’ın ve imanın ilaçları ile tedavi etmeye çalışıyor. Elbette böyle küllî ve dehşetli tahribata ve rahnelere ve yaralara, hakkalyakîn derecesinde, dağlar kuvvetinde hüccetler, cihazlar ve bin tiryak hâsiyetinde mücerreb ilaçlar ve hadsiz edviyeler bulunmak gerektir ki bu zamanda Kur’an-ı Mu’cizü’l-Beyan’ın i’caz-ı manevîsinden çıkan Risale-i Nur o vazifeyi görmekle beraber, imanın hadsiz mertebelerinde terakkiyat ve inkişafata medardır.” diye uzun bir mükâleme cereyan etti. Ben de tamamen işittim, hadsiz şükrettim. Kısa kesiyorum.

    Said Nursî

    1. *Evet, İmâm-ı Ali'nin (R.A.) Âyetü'l-Kübrâ hakkında verdiği haberi, tam tamına Denizli hâdisesi tasdik etti. Çünkü, bu risalenin gizli tab'ı hapsimize bir vesile oldu. Ve onun kudsî ve çok kuvvetli hakikatinin galebesi, berâet ve necâtımıza ehemmiyetli bir sebeb oldu. Ve İmâm-ı Ali'nin (R.A.) kerâmet-i gaybiyesini gözlere gösterdi ve hakkımızdaki وَبِالْآيَةِ الْكُبْرَى اَمِنِّى مِنَ الْفَجَتْ duâsının kabûlünü isbât etti.
    2. Rád by som chcel napísať komentár k tridsiatim trom stupňom tawhídu spomínaným v Prvej zastávke. Avšak kvôli môjmu momentálnemu stavu a neschopnosti som bol nútený vystačiť si so zhrnutím dôkazov a prekladmi iba jeho významu. Keďže je týchto tridsaťtri stupňov vysvetlených rôznymi spôsobmi v tridsiatich alebo skôr sto risale v Risale-i Nur, kde každé risale vyjadruje určité stupne, odkazujeme detaily na ne.
    3. Hâşiye: Zaman ispat etti ki o adam, adam değil, Risale-i Nur’dur. Belki ehl-i keşif, Risale-i Nur’u ehemmiyetsiz olan tercümanı ve nâşiri suretinde –keşiflerinde– müşahede etmişler “bir adam” demişler.