Habbe

    Risale-i Nur Tercümeleri sitesinden
    08.02, 18 Kasım 2023 tarihinde Said (mesaj | katkılar) tarafından oluşturulmuş 28677 numaralı sürüm (Bu sürüm çeviri için işaretlendi)
    (fark) ← Önceki sürüm | Güncel sürüm (fark) | Sonraki sürüm → (fark)
    Diğer diller:

    Cennet-i Kur’aniyenin semeratından bir semerenin ihtiva ettiği

    Habbe

    حَبَّه مٖى گُويَد۟

    مَن۟ شَاخِ دِرَخ۟تَم۟ پُر۟ اَز۟ مَي۟وَۀِ تَو۟حٖيد۟

    يَك۟ شَب۟نَمَم۟ اَز۟ يَم۟ پُر۟ اَز۟ لُؤ۟لُؤِ تَم۟جٖيد۟

    بِسْمِ اللّٰهِ الرَّحْمٰنِ الرَّح۪يمِ

    اَل۟حَم۟دُ لِلّٰهِ عَلٰى دٖينِ ال۟اِس۟لَامِ وَ كَمَالِ ال۟اٖيمَانِ وَالصَّلَاةُ وَالسَّلَامُ عَلٰى مُحَمَّدٍ نِ الَّذٖى هُوَ مَر۟كَزُ دَائِرَةِ ال۟اِس۟لَامِ وَ مَن۟بَعُ اَن۟وَارِ ال۟اٖيمَانِ وَعَلٰى اٰلِهٖ وَ صَح۟بِهٖ اَج۟مَعٖينَ مَا دَامَ ال۟مَلَوَانِ وَمَا دَارَ ال۟قَمَرَانِ

    İ’lem eyyühe’l-aziz! Şu gördüğün büyük âleme büyük bir kitap nazarıyla bakılırsa Nur-u Muhammedî (asm) o kitabın kâtibinin kaleminin mürekkebidir.

    Eğer o âlem-i kebir, bir şecere tahayyül edilirse Nur-u Muhammedî hem çekirdeği hem semeresi olur.

    Eğer dünya mücessem bir zîhayat farz edilirse o nur onun ruhu olur.

    Eğer büyük bir insan tasavvur edilirse o nur onun aklı olur.

    Eğer pek güzel şaşaalı bir cennet bahçesi tahayyül edilirse Nur-u Muhammedî onun andelibi olur.

    Eğer pek büyük bir saray farz edilirse Nur-u Muhammedî o Sultan-ı ezel’in makarr-ı saltanat ve haşmeti ve tecelliyat-ı cemaliyesiyle âsâr-ı sanatını hâvi olan o yüksek saraya nâzır ve münadî ve teşrifatçı olur. Bütün insanları davet ediyor. O sarayda bulunan bütün antika sanatları, hârikaları ve mu’cizeleri tarif ediyor. Halkı o saray sahibine, sâni’ine iman etmek üzere cazibedar, hayret-efza davet ediyor.

    İ’lem eyyühe’l-aziz! Hilkat şeceresinin semeresi insandır. Malûmdur ki semere, bütün eczanın en ekmeli ve kökten en uzağı olduğu için bütün eczanın hâsiyetlerini, meziyetlerini hâvidir. Ve keza hilkat-i âlemin ille-i gaiye hükmünde olan çekirdeği yine insandır.

    Sonra o şecerenin semeresi olan insandan bir tanesini şecere-i İslâmiyet’e çekirdek ittihaz etmiştir. Demek o çekirdek, âlem-i İslâmiyet’in hem bânisidir hem esasıdır hem güneşidir. Fakat o çekirdeğin çekirdeği kalptir. Kalbin ihtiyacat sâikasıyla âlemin envaıyla, eczasıyla pek çok alâkaları vardır. Esma-i hüsnanın bütün nurlarına ihtiyaçları vardır. Dünyayı dolduracak kadar o kalbin hem emelleri hem de düşmanları vardır. Ancak Ganiyy-i Mutlak ve Hâfız-ı Hakiki ile itminan edebilir.

    Ve keza o kalbin öyle bir kabiliyeti vardır ki bir harita veya bir fihriste gibi bütün âlemi temsil eder. Ve Vâhid-i Ehad’den başka merkezinde bir şeyi kabul etmiyor. Ebedî, sermedî bir bekadan maada bir şeye razı olmuyor.

    İnsanın çekirdeği olan kalp, ubudiyet ve ihlas altında İslâmiyet ile iska edilmekle imanla intibaha gelirse nurani, misalî âlem-i emirden gelen emir ile öyle bir şecere-i nurani olarak yeşillenir ki onun cismanî âlemine ruh olur. Eğer o kalp çekirdeği böyle bir terbiye görmezse kuru bir çekirdek kalarak nura inkılab edinceye kadar ateş ile yanması lâzımdır.

    Ve keza o habbe-i kalp için pek çok hizmetçi vardır ki o hâdimler kalbin hayatıyla hayat bulup inbisat ederlerse kocaman kâinat onlara tenezzüh ve seyrangâh olur. Hattâ kalbin hâdimlerinden bulunan hayal –mesela– en zayıf en kıymetsiz iken, hapiste ve zindanda kayıtlı olan sahibini bütün dünyada gezdirir, ferahlandırır. Ve şarkta namaz kılanın başını Hacerü’l-Esved’in altına koydurur. Ve şehadetlerini Hacerü’l-Esved’e muhafaza için tevdi ettirir.

    Madem benî-Âdem kâinatın semeresidir. Nasıl ki bir harmanda başaklar dövülür, tasfiye neticesinde semereler istibka ve iddihar edilir. Binaenaleyh haşir meydanı da bir harmandır. Kâinatın başak ve semeresi olan benî-Âdem’i intizar etmektedir.

    İ’lem eyyühe’l-aziz! Şu görünen umumî âlemde her insanın hususi bir âlemi vardır. Bu hususi âlemler, umumî âlemin aynıdır. Yalnız umumî âlemin merkezi şemstir. Hususi âlemlerin merkezi ise şahıstır. Her hususi âlemin anahtarları o âlemin sahibinde olup letaifiyle bağlıdır. O şahsî âlemlerin safveti, hüsnü ve kubhu, ziyası ve zulmeti, merkezleri olan eşhasa tabidir. Evet, âyinede irtisam eden bir bahçe hareket, tagayyür ve sair ahvalinde âyineye tabi olduğu gibi her şahsın âlemi de merkezi olan o şahsa tabidir. Gölge ve misal gibi.

    Binaenaleyh cisminin küçüklüğüne bakıp da günahlarını küçük zannetme. Çünkü kalbin kasavetinden bir zerre, senin şahsî âleminin bütün yıldızlarını küsufa tutturur.

    İ’lem eyyühe’l-aziz! Otuz seneden beri iki tağut ile mücadelem vardır. Biri insandadır, diğeri âlemdedir. Biri “ene”dir, diğeri “tabiat”tır.

    Birinci tağutu gayr-ı kasdî, gölgevari bir âyine gibi gördüm. Fakat o tağutu kasden veya bizzat nazar-ı ehemmiyete alanlar, Nemrut ve Firavun olurlar.

    İkinci tağut ise onu İlahî bir sanat, Rahmanî bir sıbgat, yani nakışlı bir boya şeklinde gördüm. Fakat gaflet nazarıyla bakılırsa tabiat zannedilir ve maddiyyunlarca bir ilah olur. Maahâzâ o tabiat zannedilen şey, İlahî bir sanattır.

    Cenab-ı Hakk’a hamd ve şükürler olsun ki Kur’an’ın feyziyle, mezkûr mücadelem her iki tağutun ölümüyle ve her iki sanemin kırılmasıyla neticelendi.

    Evet Nokta, Katre, Zerre, Şemme, Habbe, Hubab Risalelerimde ispat ve izah edildiği gibi; mevhum olan tabiat perdesi parçalanarak altında şeriat-ı fıtriye-i İlahiye ve sanat-ı şuuriye-i Rahmaniye güneş gibi ortaya çıkmıştır. Ve keza firavunluğa delâlet eden “ene”den, Sâni’-i Zülcelal’e râci olan “Hüve” tebarüz etti.

    İ’lem eyyühe’l-aziz! Dünyada sana ait çok emirler vardır. Amma ne mahiyetlerinden ve ne âkıbetlerinden haberin olmuyor.

    Biri cesettir. Evet, cesedin genç iken latîf, zarif ve güzel gül çiçeğine benzerse de ihtiyarlığında kuru ve uyuşmuş kış çiçeğine benzer ve tahavvül eder.

    Biri de hayat ve hayvaniyettir. Bunun da sonu ölüm ve zevaldir.

    Biri de insaniyettir. Bu ise zeval ve beka arasında mütereddiddir. Daim-i Bâki’nin zikri ile muhafazası lâzımdır.

    Biri de ömür ve yaşayıştır. Bunun da hududu tayin edilmiştir. Ne ileri ve ne de geri bir adım atılamaz. Bunun için elem çekme, mahzun olma. Tahammülünden âciz, tâkatinden hariç olduğun tûl-i emel yükünü yüklenme!

    Biri de vücuddur. Vücud zaten senin mülkün değildir. Onun mâliki ancak Mâlikü’l-mülk’tür. Ve senden daha ziyade senin vücuduna şefkatlidir. Binaenaleyh Mâlik-i Hakiki’nin daire-i emrinden hariç o vücuda karıştığın zaman zarar vermiş olursun. Ümitsizliği intac eden hırs gibi.

    Biri de bela ve musibetlerdir. Bunlar zâildir, devamları yoktur. Zevalleri düşünülürse zıtları zihne gelir, lezzet verir.

    Biri de sen burada misafirsin ve buradan da diğer bir yere gideceksin. Misafir olan kimse beraberce götüremediği bir şeye kalbini bağlamaz. Bu menzilden ayrıldığın gibi bu şehirden de çıkacaksın. Ve keza bu fâni dünyadan da çıkacaksın. Öyle ise aziz olarak çıkmaya çalış.

    Vücudunu Mûcid’ine feda et. Mukabilinde büyük bir fiyat alacaksın. Çünkü feda etmediğin takdirde ya bâd-i heva zâil olur, gider veya onun malı olduğundan yine ona rücû eder.

    Eğer vücuduna itimat edersen ademe düşersin. Çünkü ancak vücudun terkiyle vücud bulunabilir. Ve keza vücuduna kıymet vermek fikrinde isen o vücuddan senin elinde ancak bir nokta kalabilir. Bütün vücudun cihat-ı erbaasıyla ademler içerisinde kalır. Amma o noktayı da elinden atarsan vücudun tam manasıyla nurlar içinde kalır.

    Biri de dünyanın lezzetleridir. Bu ise kısmete bağlıdır. Talebinde kalaka düşer. Ve sürat-i zevali itibarıyla aklı başında olan onları kalbine alıp kıymet vermez.

    Dünyanın âkıbeti ne olursa olsun, lezaizi terk etmek evlâdır. Çünkü âkıbetin ya saadettir, saadet ise şu fâni lezaizin terkiyle olur. Veya şakavettir. Ölüm ve idam intizarında bulunan bir adam, sehpanın tezyin ve süslendirilmesinden zevk ve lezzet alabilir mi?

    Dünyasının âkıbetini küfür sâikasıyla adem-i mutlak olduğunu tevehhüm eden adam için de terk-i lezaiz evlâdır. Çünkü o lezaizin zevaliyle vukua gelen hususi ve mukayyed ademlerden adem-i mutlakın elîm elemleri her dakikada hissediliyor. Bu gibi lezzetler, o elemlere galebe edemez.

    İ’lem eyyühe’l-aziz! Merayı tecavüz eden koyun sürüsünü çevirtmek için çobanın attığı taşlara musab olan bir koyun, lisan-ı haliyle “Biz çobanın emri altındayız. O bizden daha ziyade faydamızı düşünür. Madem onun rızası yoktur, dönelim.” diye kendisi döner, sürü de döner.

    Ey nefis! Sen o koyundan fazla âsi ve dâll değilsin. Kaderden sana atılan bir musibet taşına maruz kaldığın zaman اِنَّا لِلّٰهِ وَ اِنَّٓا اِلَي۟هِ رَاجِعُونَ söyle ve Merci-i Hakiki’ye dön, imana gel, mükedder olma. O, seni senden daha ziyade düşünür.

    İ’lem eyyühe’l-aziz! Kalbin umûr-u dünyeviye ile kasden iştigal etmek için yaratılmış olmadığı şöylece izah edilebilir:

    Görüyoruz ki kalp hangi bir şeye el atarsa bütün kuvvetiyle, şiddetiyle o şeye bağlanır. Büyük bir ihtimam ile eline alır, kucaklar. Ve ebedî bir devamla onun ile beraber kalmak istiyor. Ve onun hakkında tam manasıyla fena olur. Ve en büyük ve en devamlı şeylerin peşindedir, talebindedir. Halbuki umûr-u dünyeviyeden herhangi bir emir olursa kalbin istek ve âmâline nazaran bir kıl kadardır.

    Demek kalp, ebedü’l-âbâda müteveccih açılmış bir penceredir. Bu fâni dünyaya razı değildir.

    İ’lem eyyühe’l-aziz! Kur’an, semadan nâzil olmuştur. Ve onun nüzulüyle semavî bir maide ve bir sofra-i İlahiye de nâzil olmuştur. Bu maide, tabakat-ı beşerin iştiha ve istifadelerine göre ayrılmış safhaları hâvidir. O maidenin sathında, yüzünde bulunan ilk safha tabaka-i avama aittir.

    Mesela

    اَنَّ السَّمٰوَاتِ وَال۟اَر۟ضَ كَانَتَا رَت۟قًا فَفَتَق۟نَاهُمَا âyet-i kerîmesi, beşerin birinci tabakasına şu manayı ifham ve ifade ediyor:

    Semavat; ayaz, bulutsuz, yağmuru yağdıracak bir kabiliyette olmadığı gibi arz da kupkuru, nebatatı yetiştirecek bir şekilde değildir. Sonra ikisinin de ratkanlığını yani yapışıklıklarını izale ve fetk ettik. Birisinden sular inmeye, ötekisinden nebatat çıkmaya başladı.

    Mezkûr âyetin ifade ettiği şu manaya delâlet eden وَ جَعَل۟نَا مِنَ ال۟مَٓاءِ كُلَّ شَى۟ءٍ حَىٍّ âyet-i kerîmesidir. Çünkü hayvanî ve nebatî olan hayatları koruyan gıdalar ancak arz ile semanın izdivacından tevellüd edebilir.

    Mezkûr âyetin tabaka-i avama ait safhasının arkasında şöyle bir safha da vardır ki: Nur-u Muhammediyeden (asm) yaratılan madde-i aciniyeden, seyyarat ile şemsin o nurun macun ve hamurundan infisal ettirilmesine işarettir. Bu safhayı, delâletiyle teyid eden اَوَّلُ مَا خَلَقَ اللّٰهُ نُورٖى olan hadîs-i şeriftir.

    İkinci misal:

    اَفَعَيٖينَا بِال۟خَل۟قِ ال۟اَوَّلِ بَل۟ هُم۟ فٖى لَب۟سٍ مِن۟ خَل۟قٍ جَدٖيدٍ olan âyet-i kerîmenin tabaka-i avama ait safhasında şu mana vardır:

    “Onlar, daha acib olan birinci yaratılışlarını şehadetle ikrar ettikleri halde, daha ehven, daha kolay ikinci yaratılışlarını uzak görüyorlar.” Şu safhanın arkasında haşir ve neşrin pek kolay olduğunu tenvir eden büyük bir bürhan vardır.

    Ey haşir ve neşri inkâr eden kafasız! Ömründe kaç defa cismini tebdil ediyorsun. Sabah ve akşam elbiseni değiştirdiğin gibi her senede bir defa tamamıyla cismini tebdil ve tecdid ediyorsun, haberin var mıdır? Belki her senede, her günde cisminden bir kısım şeyler ölür, yerine emsali gelir. Bunu hiç düşünemiyorsun. Çünkü kafan boştur. Eğer düşünebilseydin, her vakit âlemde binlerce numuneleri vukua gelen haşir ve neşri inkâr etmezdin. Doktora git, kafanı tedavi ettir.

    İ’lem eyyühe’l-aziz! Nefsin belâhet ve hamakatine bak ki bir Rabb-i Muhtar-ı Hakîm tarafından terbiye edildiğini ve o Rabb-i Hakîm’in memlûk ve masnuu olduğunu bildiğine ve bu temellük ve terbiyenin bütün efrad, enva, ecnasta cari olmakla meselenin bir kaide-i külliye şeklini aldığına ve bu feyzin şümullü olmakla bir nevi icma ve fiilî bir tasdike mazhar olduğuna nazaran kanun ve düstur şeklinde olan hâdiseye ve kesb-i külliyet eden kaideye bakarak kanaat ve itminan etmesi lâzım iken, bütün âfakı cilvelendiren tecelliyat-ı esmayı –kendisi de o cilvelerde hissedar olduğu halde– vasıta-i tesettür ve alâmet-i ihmal sanıyor. Güya o nefsin fevkinde onun bütün ahvalini kontrol eden kimse yoktur. Ve kendisini, yaptığı fiillerinde fiil içinde müstetir هُوَ gibi görüyor. Tecelliyatın genişliğini imtinaa, büyüklüğünü ademe hamletmekle şeytanı bile yaptığı mugalatadan utandırıyor.

    İ’lem eyyühe’l-aziz! Nefis daima ızdıraplar, kalaklar içinde evhamdan kurtulup tevekküle yanaşmıyor. Hükm-ü kadere razı olmuyor. Halbuki şemsin tulû ve gurûbu muayyen ve mukadder olduğu gibi insanın da bu dünyada tulû ve gurûbu ve sair mukadderatı, kalem-i kader ile cephesinde yazılıdır. İsterse başını taşa vursun ki o yazıları silsin. Fakat başı kırılır, yazılara bir şey olmaz hâ!

    Ve illâ muhakkak bilsin ki: Semavat ve arzın haricine kaçıp kurtulamayan insan, Hâlık-ı külli şey’in rububiyetine muhabbetle rıza-dâde olmalıdır.

    İ’lem eyyühe’l-aziz! Bir şeyin sâni’i, o şeyin içinde olursa aralarında tam bir münasebet lâzımdır. Ve masnuatın adedince sâni’lerin çoğalması lâzımdır. Bu ise muhaldir. Öyle ise sâni’, masnû içinde olamaz.

    Mesela, matbaa ile teksir edilen bir kitap, yine bir adamın kalemiyle yazılıyor. O kitabın nakışları, harfleri; kendisinden sümbüllenmez. Kâtip de o kitabet sanatı içinde değildir. Ve illâ intizamdan çıkar. Öyle ise masnuun nakışları kendisinden değildir. Ancak kudret kalemiyle kaderin takdiri üzerine yazılıyor.

    İ’lem eyyühe’l-aziz! Aklın pek garib bir hali vardır. Öyle bir yed-i tûlâ sahibidir ki bazen kâinatı ihata etmekle kucağına alıyor. Bazen daire-i imkândan çıkar, en yüksek dairelere müdahaleye çalışır. Bazen de bir katre suda boğulur, bir zerre içinde yok olur, bir kılda kaybolur. Maahâzâ hangi şeyde fena ve kaybolursa bütün varlığı o şeye münhasır olduğunu bilir. Ve hangi bir noktaya girse bütün âlemi beraberce götürmek isteğindedir.

    İ’lem eyyühe’l-aziz! Eğer dünyanın veya vücudun mülkiyeti, zılliyeti sende ise taahhüd, tahaffuz, korku külfetleriyle nimetlerden lezzet alamazsın, daima rahatsız olursun. Çünkü noksanları tedarik, mevcudları telef olmaktan muhafaza ile daima evham, korkular, meşakkatlere mahal olursun. Halbuki o nimetler, Mün’im-i Kerîm’in taahhüdü altındadır. Senin işin onun sofra-i ihsanından yiyip içmekle şükretmektir. Şükürde bir zahmet yoktur. Bilakis nimetin lezzetini arttırır.

    Çünkü şükür, nimette in’amı görmek demektir. İn’amı görmek, nimetin zevalinden hasıl olan elemi def’eder. Zira nimet zâil olduğunda Mün’im-i Hakiki onun yerini boş bırakmaz, misliyle doldurur ve teceddüdünden lezzet alırsın.

    Evet وَ اٰخِرُ دَع۟وٰيهُم۟ اَنِ ال۟حَم۟دُ لِلّٰهِ رَبِّ ال۟عَالَمٖينَ olan âyet-i kerîme, hamdin ayn-ı lezzet olduğuna delâlet eder. Çünkü hamd, in’am şeceresini, nimet semeresinde gösterir. Ve bu vesile ile zeval-i nimetin tasavvurundan hasıl olan elem zâil olur. Çünkü şecerede çok semere vardır, biri giderse ötekisi yerine gelir. Demek hamd, ayn-ı lezzettir.

    İ’lem eyyühe’l-aziz! Âfakî malûmat yani hariçten, uzaklardan alınan malûmat, evham ve vesveselerden hâlî olamıyor. Amma bizzat vicdanî bir şuura mahal olan enfüsî ve dâhilî malûmat ise evham ve ihtimallerden temizdir. Binaenaleyh merkezden muhite, dâhilden harice bakmak lâzımdır.

    İ’lem eyyühe’l-aziz! Küre-i arzı bir köy şekline sokan şu medeniyet-i sefihe ile gaflet perdesi pek kalınlaşmıştır. Ta’dili, büyük bir himmete muhtaçtır. Ve keza beşeriyet ruhundan dünyaya nâzır pek çok menfezler açmıştır. Bunların kapatılması ancak Allah’ın lütfuna mazhar olanlara müyesser olur.

    İ’lem eyyühe’l-aziz! Bir zerre, kocaman şemsi tecelli ile yani in’ikas itibarıyla istiab eder, içine alır. Fakat küçücük iki zerreyi bizzat yani hacimleri itibarıyla içine alamaz. Binaenaleyh yağmurun şemsin timsaline ma’kes olan katreleri gibi kâinatın zerrat ve mürekkebatı, ilim ve iradeye müstenid kudret-i nuraniye-i ezeliyenin –tecelli ve in’ikas itibarıyla– lem’alarına mazhar olabilirler. Fakat gözün içindeki bir hüceyre zerresi “âsab, evride, şerayin”de tesirleri görünen bir kudret, şuur ve iradeye menba olamaz. Bu acib sanat, muntazam nakış, ince hikmetin iktizasına göre kâinatın her bir zerresi, her bir mürekkebatı, uluhiyete mahsus muhit ve mutlak sıfatlara menba ve masdar olması lâzım gelir. Veya o sıfatlar ile muttasıf Şems-i Ezelî’nin tecelliyat lem’alarına ma’kes olmaları lâzımdır.

    Birinci şıkta kâinatın zerratı adedince muhalat vardır. Binaenaleyh her bir zerre o büyük yükün tahammülünden âciz olduğunu ikrar ile “Mûcid, Hâlık, Rab, Mâlik, Kayyum ancak Allah’tır.” diye şehadetini ilan eder. Ve keza her bir zerre, her bir mürekkebat, muhtelif lisan ve delâletleriyle şu beyti terennüm ediyorlar:

    عِبَارَاتُنَا شَتّٰى وَ حُس۟نُكَ وَاحِدٌ

    وَ كُلٌّ اِلٰى ذَاكَ ال۟جَمَالِ يُشٖيرُ

    Evet, her bir harf kendi vücuduna bir vecihle delâlet eder. Amma kâtibinin, sâni’inin vücuduna çok vecihlerle delâlet eder. Evet

    تَاَمَّل۟ سُطُورَ ال۟كَائِنَاتِ فَاِنَّهَا

    مِنَ ال۟مَلَاِ ال۟اَع۟لٰى اِلَي۟كَ رَسَائِلُ

    İ’lem eyyühe’l-aziz! Cam, su, hava, âlem-i misal, ruh, akıl, hayal, zaman vesaire gibi tecelli, timsal, akislere mahal ve mazhar olan çok şeyler vardır. Maddiyat-ı kesifenin timsalleri hem münfasıl hem ölü hükmündedirler. Çünkü asıllarına gayr oldukları gibi asıllarının hâsiyetlerinden de mahrumdurlar. Nuranilerin timsalleri ise asıllarıyla muttasıl ve asıllarının hâsiyetlerine mâlik ve asıllarına gayr değillerdir.

    Binaenaleyh Cenab-ı Hak şemsin hararetini hayat, ziyasını şuur, ziyadaki renkleri duygu gibi yapmış olsa idi, senin elindeki âyinede temessül eden şemsin timsali seninle konuşacaktı. Çünkü o, timsalinde oldukça harareti, ziyası, renkleri olurdu. Hararetiyle hayat bulurdu. Ziyasıyla şuurlu olurdu. Renkleri ile de duygulu olurdu. Böyle olduktan sonra, seninle konuşabilirdi.

    Bu sırra binaendir ki Resul-i Ekrem (asm) kendisine okunan bütün salavat-ı şerifeye bir anda vâkıf olur.

    İ’lem eyyühe’l-aziz! Sübhanallah ve Elhamdülillah cümleleri, Cenab-ı Hakk’ı celal ve cemal sıfatlarıyla zımnen tavsif ediyorlar. Celal sıfatını tazammun eden “Sübhanallah” abdin ve mahlukun Allah’tan baîd olduklarına nâzırdır. Cemal sıfatını içine alan “Elhamdülillah” Cenab-ı Hakk’ın rahmetiyle abde ve mahlukata karib olduğuna işarettir.

    Mesela biri kurb, diğeri bu’d olmak üzere bize nâzır şemsin iki ciheti vardır. Kurb cihetiyle hararet ve ziyayı veriyor. Bu’d cihetiyle insanların mazarratlarından tahir ve safi kalıyor. Bu itibarla insan şemse karşı yalnız kabil olabilir, fâil ve müessir olamaz.

    Kezalik –bilâ-teşbih– Cenab-ı Hak rahmetiyle bize karib olduğu cihetle ona hamdediyoruz. Biz ondan uzak olduğumuz cihetle onu tesbih ediyoruz. Binaenaleyh rahmetiyle kurbüne bakarken hamdet. Ondan baîd olduğuna bakarken tesbih et. Fakat her iki makamı karıştırma ve her iki nazarı birleştirme ki hak ve istikamet mültebis olmasın. Lâkin iltibas ve mezc olmadığı takdirde, her iki makamı ve her iki nazarı hem tebdil hem cem’edebilirsin. Evet “Sübhanallahi ve bihamdihî” her iki makamı cem’eden bir cümledir.

    İ’lem eyyühe’l-aziz! Dört şey için dünyayı kesben değil, kalben terk etmek lâzımdır:

    1- Dünyanın ömrü kısa olup süratle zeval ve gurûba gider. Zevalin elemiyle, visalin lezzeti zeval buluyor.

    2- Dünyanın lezaizi zehirli bala benzer. Lezzeti nisbetinde elemi de vardır.

    3- Seni intizar etmekte ve senin de süratle ona doğru gitmekte olduğun kabir, dünyanın ziynetli, lezzetli şeylerini hediye olarak kabul etmez. Çünkü dünya ehlince güzel addedilen şey, orada çirkindir.

    4- Düşmanlar ve haşerat-ı muzırra arasında bir saat durmakla dost ve büyükler meclisinde senelerce durmak arasındaki muvazene, kabir ile dünya arasındaki aynı muvazenedir. Maahâzâ Cenab-ı Hak da bir saatlik lezzeti terk etmeye davet ediyor ki senelerce dostlarınla beraber rahat edesin. Öyle ise kayıtlı ve kelepçeli olarak sevk edilmezden evvel, Allah’ın davetine icabet et.

    Fesübhanallah, Cenab-ı Hakk’ın insanlara fazl u keremi o kadar büyüktür ki insana vedia olarak verdiği malı, büyük bir semeni ile insandan satın alır, ibka ve himaye eder. Eğer insan o malı temellük edip Allah’a satmazsa büyük bir belaya düşer. Çünkü o malı uhdesine almış oluyor. Halbuki kudreti taahhüde kâfi gelmiyor. Çünkü arkasına alırsa beli kırılır; eli ile tutarsa kaçar, tutulmaz. En-nihayet meccanen fena olur gider, yalnız günahları miras kalır.

    İ’lem eyyühe’l-aziz! Geceye benzeyen gençliğim zamanında gözlerim uyumuş idi ancak ihtiyarlık sabahıyla uyandım, mealinde olan وَ عَي۟نٖى قَد۟ نَامَت۟ بِلَي۟لِ شَبٖيبَتٖى وَ لَم۟ تَن۟تَبِه۟ اِلَّا بِصُب۟حِ مَشٖيبِ şiirin şümulüne dâhilim. Çünkü gençliğimde en yüksek bir intibah şâhikasına çıktığımı sanıyordum. Şimdi anlıyorum ki o intibah, intibah değilmiş. Ancak uykunun en derin kuyusunda bulunmaktan ibaret imiş. Binaenaleyh medenilerin iftihar ile dem vurdukları tenevvür-ü intibahları, benim gençlik zamanımdaki intibah kabilesinden olsa gerektir.

    Onların misali, rüyasında güya uyanıp rüyasını halka hikâye eden nâim meselidir. Halbuki rüyasında onun o intibahı, uykunun hafif perdesinden derin ve kalın bir perdeye intikal ettiğine işarettir. Böyle bir nâim ölü gibidir. Yarı buçuk uykuda bulunan insanları nasıl ikaz edebilir?

    Ey uykuda iken kendilerini ayık zannedenler! Umûr-u diniyede müsamaha veya teşebbühle medenilere yanaşmayın. Çünkü aramızdaki dere pek derindir. Doldurup hatt-ı muvasalayı temin edemezsiniz. Ya siz de onlara iltihak edersiniz veya dalalete düşer boğulursunuz.

    İ’lem eyyühe’l-aziz! Masiyetin mahiyetinde, bilhassa devam ederse küfür tohumu vardır. Çünkü o masiyete devam eden, ülfet peyda eder. Sonra ona âşık ve müptela olur. Terkine imkân bulamayacak dereceye gelir. Sonra o masiyetinin ikaba mûcib olmadığını temenniye başlar. Bu hal böylece devam ettikçe küfür tohumu yeşillenmeye başlar. En-nihayet, gerek ikabı gerek dârü’l-ikabı inkâra sebep olur.

    Ve keza masiyete terettüp eden hacaletten dolayı, o masiyetin masiyet olmadığını iddia etmekle, o masiyete muttali olan melekleri bile inkâr eder. Hattâ şiddet-i hacaletten yevm-i hesabın gelmeyeceğini temenni eder.

    Şayet yevm-i hesabı nefyeden edna bir vehmi bulursa o vehmi kocaman bir bürhan addeder. En-nihayet nedamet edip terk etmeyenlerin kalbi küsufa tutulur, mahvolur gider. –El-iyazü billah–

    İ’lem eyyühe’l-aziz! Kur’an-ı Mu’cizü’l-Beyan’ın i’caz ve belâgatına dair “Lemaat” namındaki eserimde izah edilen bazı lem’aları dinleyeceksin:

    1- Kur’an’ın okunuşunda yüksek bir selaset vardır ki lisanlara ağır gelmez.

    2- Büyük bir selâmet vardır ki lafzen ve manen hatadan salimdir.

    3- Âyetler arasında büyük bir tesanüd vardır ki kârgir binalar gibi âyetleri birbirine dayanarak bünye-i Kur’aniyeyi sarsılmaktan vikaye ediyor.

    4- Büyük bir tenasüp, tecavüb, teavün vardır ki âyetleri birbirine ecnebi olmadığı gibi birbirinin vuzuhuna yardım, istizahına cevap veriyor.

    5- Parça parça, ayrı ayrı zamanlarda nâzil olduğu halde, şiddet-i tenasüpten sanki bir defada nâzil olmuştur.

    6- Esbab-ı nüzul ayrı ayrı ve mütebayin olduğu halde, şiddet-i tesanüdden sanki sebep birdir.

    7- Mükerrer, mütefavit suallere cevap olduğu halde, şiddet-i imtizaç ve ittihattan sanki sual birdir.

    8- Müteaddid, mütegayir hâdisata beyan olduğu halde, kemal-i intizamdan sanki hâdise birdir ve bir hâdiseye cevaptır.

    9- “Tenezzülat-ı İlahiye” ile tabir edilen muhatapların fehimlerine yakın ve münasip üsluplar üzerine nâzil olmuştur.

    10- Bütün zaman ve mekânlarda gelip geçen insanlara tevcih-i kelâm ettiği halde, suhulet-i beyandan dolayı sanki muhatap birdir.

    11- İrşadın gayelerine îsal için tekrarları, tahkik ve takriri ifade eder. Maahâzâ tekrarları halel vermez. İadesi, zevki izale etmez. Tekerrür ettikçe misk gibi kokar.

    12- Kur’an kalplere kuvvet ve gıdadır. Ruhlara şifadır. Gıdanın tekrarı kuvveti artırır. Tekrar etmekle daha me’luf ve me’nus olduğundan lezzeti artar.

    13- İnsan maddî hayatında; her anda havaya, her vakit suya, her zaman ve her gün gıdaya, her hafta ziyaya muhtaçtır. Bunların tekerrürü haddizatında tekerrür olmayıp ihtiyaçların tekerrürü içindir.

    Kezalik insan hayat-ı ruhiyesi cihetiyle Kur’an’da zikredilen bütün nevilere muhtaçtır. Bazı nevilere her anda muhtaçtır. “Hüvallah” gibi. Çünkü ruh bunun ile nefes alıyor. Bazı nevilere her vakit, bazılarına her zaman muhtaçtır.

    İşte hayat-ı kalbiyenin ihtiyaçlarına binaen Kur’an tekrarlar yapıyor. Mesela “Bismillah” hava-i nesîmî gibi kalbi ve ruhu tatmin ettiğinden kesret-i ihtiyaca binaen Kur’an’da çok tekrar edilmiştir.

    14- Kıssa-i Musa gibi bazı hâdisat-ı cüz’iyenin tekrarı, o hâdisenin büyük bir düsturu tazammun ettiğine işarettir.

    Hülâsa: Kur’an hem zikirdir hem fikirdir hem hikmettir hem ilimdir hem hakikattir hem şeriattır hem sadırlara şifa, mü’minlere hüda ve rahmettir.

    İ’lem eyyühe’l-aziz! Fıtrat-ı insaniyenin garib bir hali, gaflet zamanında letaif ile havassın hükümlerini, iltibas ile birbirine benzetir, tefrik edemez. Mesela, el ile gözü birbirine benzetip hizmetlerini ve vazifelerini tefrik edemeyen bir mecnun, yüksekte gözüyle gördüğü bir şeyi almak için elini uzatıyor. El gözün komşusu olduğu münasebetle, onun yaptığı işi, el de yapabilir zanneder.

    Kezalik insan-ı gafil, kendi şahsına ait edna, cüz’î bir tanzimden âciz olduğu halde gururuyla, hayaliyle Cenab-ı Hakk’ın ef’aline tahakküm ile el uzatıyor.

    Yine insanın fıtratında acib bir hal: İnsanın efradı arasında cismen ve sureten ayrılık varsa da pek azdır. Amma manen ve ruhen, aralarında zerre ile şems arasındaki ayrılık kadar bir ayrılık vardır. Fakat sair hayvanat öyle değildir. Mesela, balık ile kuş, kıymet-i ruhiyece birbirine pek yakındırlar. En küçüğü en büyüğü gibidir. Çünkü insanın kuvve-i ruhiyesi tahdid edilmemiştir. Enaniyet ile o kadar aşağı düşerler ki zerreye müsavi olur. Ubudiyet ile de o kadar yükseğe çıkıyor ki iki cihanın güneşi olur. Hazret-i Muhammed aleyhissalâtü vesselâm gibi.

    İ’lem eyyühe’l-aziz! Eşyada esas bekadır, adem değildir. Hattâ ademe gittiklerini zannettiğimiz kelimat, elfaz, tasavvurat gibi seriü’z-zeval olan bazı şeyler de ademe gitmiyorlar. Ancak suretlerini ve vaziyetlerini değişerek zevalden masûn kalıp bazı yerlerde tahassunla adem-i mutlaka gitmezler. Fen dedikleri hikmet-i cedide, bu sırra vâkıf olmuş ise de vuzuhuyla vâkıf olamamıştır.

    Ve aynı zamanda “Âlemde adem-i mutlak yoktur. Ancak terekküp ve inhilal vardır.” diye ifrat ve hata etmiştir. Çünkü âlemde Cenab-ı Hakk’ın sun’uyla terkip vardır. Allah’ın izniyle tahlil vardır. Allah’ın emriyle icad ve idam vardır.

    يَف۟عَلُ اللّٰهُ مَا يَشَٓاءُ وَ يَح۟كُمُ مَا يُرٖيدُ

    İ’lem eyyühe’l-aziz! Kabir, âlem-i âhirete açılmış bir kapıdır. Arka ciheti rahmettir, ön ciheti ise azaptır. Bütün dost ve sevgililer o kapının arka cihetinde duruyorlar. Senin de onlara iltihak zamanın gelmedi mi? Ve onlara gidip onları ziyaret etmeye iştiyakın yok mudur? Evet, vakit yaklaştı. Dünya kazuratından temizlenmek üzere bir gusül lâzımdır. Yoksa onlar istikzar ile ikrah edeceklerdir.

    Eğer İmam-ı Rabbanî Ahmed-i Farukî bugün Hindistan’da hayattadır diye ziyaretine bir davet vuku bulsa bütün zahmetlere ve tehlikelere katlanarak ziyaretine gideceğim. Binaenaleyh İncil’de “Ahmed” Tevrat’ta “Ahyed” Kur’an’da “Muhammed” ismiyle müsemma, iki cihanın güneşi, kabrin arka tarafında milyonlarca Farukî Ahmedler ile muhat olarak sakindir. Onların ziyaretlerine gitmek için niye acele etmiyoruz? Geri kalmak hatadır.

    Şu esasata dikkat lâzımdır:

    1- Allah’a abd olana her şey musahhardır. Olmayana her şey düşmandır.

    2- Her şey kader ile takdir edilmiştir. Kısmetine razı ol ki rahat edesin.

    3- Mülk Allah’ındır. Sende emaneten duruyor. O emaneti ibka edip senin için muhafaza edecek. Sende kalırsa meccanen zâil olur gider.

    4- Devam olmayan bir şeyde lezzet yoktur. Sen zâilsin. Dünya da zâildir. Halkın dünyası da zâildir. Kâinatın şu şekl-i hazırı da zâildir. Bunlar saniye ve dakika ve saat ve gün gibi birbirini takiben zevale gidiyorlar.

    5- Âhirette seni kurtaracak bir eserin olmadığı takdirde, fâni dünyada bıraktığın eserlere de kıymet verme.

    İ’lem eyyühe’l-aziz! Sübhanallah, Elhamdülillah, Allahu ekber bu üç mukaddes cümlenin faydalarını ve mahall-i istimallerini dinle:

    1- Kalbinde hayat bulunan bir insan kâinata, âleme bakarken idrakinden âciz bilhassa şu boşlukta yapılan İlahî manevraları görmekle hayretler içinde kalır. İşte bu gibi hayret ve dehşet-engiz vaziyetleri ancak Sübhanallah cümlesinden nebean eden mâ-i zülâli içmekle o hayret ateşi söner.

    2- Aynı o insan, gördüğü leziz nimetlerden duyduğu zevkleri izhar etmekle “Hamd” unvanı altında in’amı nimette ve mün’imi in’amda görmekle idame-i nimet ve tezyid-i lezzet talebinde bulunarak Elhamdülillah cümlesiyle nimetler definesini bulan adam gibi nefes alıyor.

    3- Aynı o insan, mahlukat-ı acibe ve harekât-ı garibeden aklının tartamadığı ve zihninin içine alamadığı şeyleri gördüğü zaman Allahu ekber demekle rahat bulur. Yani Hâlık’ı daha azîm ve daha büyüktür. Onların halk ve tedbirleri kendisine ağır değildir.

    İ’lem eyyühe’l-aziz! İnsan seyyiatıyla, Allah’a zarar vermiş olmuyor. Ancak nefsine zarar eder. Mesela hariçte, vakide ve hakikatte Allah’ın şeriki yoktur ki onun hizbine girmekle Cenab-ı Hakk’ın mülküne ve âsârına müdahale edebilsin. Ancak şeriki zihninde düşünür, boş kafasında yerleştirir. Çünkü hariçte şerikin yeri yoktur. O halde o kafasız, kendi eliyle kendi evini yıkıyor.

    İ’lem eyyühe’l-aziz! Allah’a tevekkül edene Allah kâfidir.

    Allah, kâmil-i mutlak olduğundan lizatihî mahbubdur.

    Allah mûcid, vâcibü’l-vücud olduğundan kurbiyetinde vücud nurları, bu’diyetinde adem zulmetleri vardır.

    Allah melce ve mencedir. Kâinattan küsmüş, dünya ziynetinden iğrenmiş, vücudundan bıkmış ruhlara melce ve mence odur.

    Allah bâkidir, âlemin bekası ancak onun bekasıyladır.

    Allah mâliktir, sendeki mülkünü senin için saklamak üzere alıyor.

    Allah ganiyy-i muğnîdir, her şeyin anahtarı ondadır. Bir insan Allah’a hâlis bir abd olursa Allah’ın mülkü olan kâinat, onun mülkü gibi olur.

    İ’lem eyyühe’l-aziz! Aklı başında olan insan, ne dünya umûrundan kazandığına mesrur ve ne de kaybettiği şeye mahzun olmaz. Zira dünya durmuyor, gidiyor. İnsan da beraber gidiyor. Sen de yolcusun. Bak, ihtiyarlık şafağı kulakların üstünde tulû etmiştir. Başının yarısından fazlası beyaz kefene sarılmış. Vücudunda tavattun etmeye niyet eden hastalıklar, ölümün keşif kollarıdır.

    Maahâzâ ebedî ömrün önündedir. O ömr-ü bâkide göreceğin rahat ve lezzet ancak bu fâni ömürde sa’y ve çalışmalarına bağlıdır. Senin o ömr-ü bâkiden hiç haberin yok. Ölüm sekeratı uyandırmadan evvel uyan!

    İ’lem eyyühe’l-aziz! Cenab-ı Hakk’a malûm ve maruf unvanıyla bakacak olursan meçhul ve menkûr olur. Çünkü bu malûmiyet, örfî bir ülfet, taklidî bir sema’dır. Hakikati i’lam edecek bir ifade de değildir. Maahâzâ o unvan ile fehme gelen mana, sıfât-ı mutlakayı beraberce alıp zihne ilka edemez. Ancak Zat-ı Akdes’i mülahaza için bir nevi unvandır.

    Amma Cenab-ı Hakk’a mevcud-u meçhul unvanıyla bakılırsa marufiyet şuâları bir derece tebarüz eder. Ve kâinatta tecelli eden sıfât-ı mutlaka-i muhita ile bu mevsufun o unvandan tulû etmesi ağır gelmez.

    İ’lem eyyühe’l-aziz! Esma-i hüsnanın her birisi, ötekileri icmalen tazammun eder. Ziyanın elvan-ı seb’ayı tazammun ettiği gibi. Ve keza her birisi ötekilere delil olduğu gibi onların her birisine de netice olur. Demek esma-i hüsna, mir’at ve âyine gibi birbirini gösteriyor. Binaenaleyh neticeleri beraber mezkûr kıyaslar gibi veya delilleri beraber neticeler gibi okuması mümkündür.

    * * *

    TAZARRU VE NİYÂZ

    تَضَرُّعْ وَ نِيَازْ

    اِلٰهٖى لَازِمٌ عَلَىَّ اَن۟ لَا اُبَالِىَ وَ لَو۟ فَاتَ مِنّٖى حَيَاةُ الدَّارَي۟نِ وَ عَادَت۟نٖى ال۟كَائِنَاتُ بِتَمَامِهَا اِذ۟ اَن۟تَ رَبّٖى وَ خَالِقٖى وَ اِلٰهٖى اِذ۟ اَنَا مَخ۟لُوقُكَ وَ مَص۟نُوعُكَ لٖى جِهَةُ تَعَلُّقٍ وَ اِن۟تِسَابٍ مَعَ قَط۟عِ نِهَايَةِ عِص۟يَانٖى وَ غَايَةِ بُع۟دٖى لِسَائِرِ رَوَابِطِ ال۟كَرَامَةِ فَاَتَضَرَّعُ بِلِسَانِ مَخ۟لُوقِيَّتٖى يَا خَالِقٖى يَا رَبّٖى يَا رَازِقٖى يَا مَالِكٖى يَا مُصَوِّرٖى

    يَا اِلٰهٖى اَس۟ئَلُكَ بِاَس۟مَائِكَ ال۟حُس۟نٰى وَ بِاِس۟مِكَ ال۟اَع۟ظَمِ وَ بِفُر۟قَانِكَ ال۟حَكٖيمِ وَ بِحَبٖيبِكَ ال۟اَك۟رَمِ وَ بِكَلَامِكَ ال۟قَدٖيمِ وَ بِعَر۟شِكَ ال۟اَع۟ظَمِ وَ بِاَل۟فِ اَل۟فِ قُل۟ هُوَ اللّٰهُ اَحَدٌ

    اِر۟حَم۟نٖى يَا اَللّٰهُ يَا رَح۟مٰنُ يَا حَنَّانُ يَا مَنَّانُ يَا دَيَّانُ اِغ۟فِر۟لٖى يَا غَفَّارُ يَا سَتَّارُ يَا تَوَّابُ يَا وَهَّابُ اُع۟فُ عَنّٖى يَا وَدُودُ يَا رَؤُفُ يَا عَفُوُّ

    يَا غَفُورُ اُل۟طُف۟ بٖى يَا لَطٖيفُ يَا خَبٖيرُ يَا سَمٖيعُ يَا بَصٖيرُ وَ تَجَاوَز۟ عَنّٖى يَا حَلٖيمُ يَا عَلٖيمُ يَا كَرٖيمُ يَا رَحٖيمُ اِه۟دِنَا الصِّرَاطَ ال۟مُس۟تَقٖيمَ

    يَا رَبِّ يَا صَمَدُ يَا هَادٖى جُد۟ عَلَىَّ بِفَض۟لِكَ يَا بَدٖيعُ يَا بَاقٖى يَا عَد۟لُ

    يَا هُوَ اَح۟ىِ قَل۟بٖى وَ قَب۟رٖى بِنُورِ ال۟اٖيمَانِ وَ ال۟قُر۟اٰنِ يَا نُورُ يَا حَقُّ يَا حَىُّ يَا قَيُّومُ يَا مَالِكَ ال۟مُل۟كِ يَا ذَا ال۟جَلَالِ وَ ال۟اِك۟رَامِ يَا اَوَّلُ يَا اٰخِرُ

    يَا ظَاهِرُ يَا بَاطِنُ يَا قَوِىُّ يَا قَادِرُ يَا مَو۟لَاىَ يَا غَافِرُ يَا اَر۟حَمَ الرَّاحِمٖينَ

    اَس۟ئَلُكَ بِاِس۟مِكَ ال۟اَع۟ظَمِ فِى ال۟قُر۟اٰنِ وَ بِمُحَمَّدٍ عَلَي۟هِ الصَّلَاةُ

    وَ السَّلَامُ اَلَّذٖى هُوَ سِرُّكَ ال۟اَع۟ظَمُ فٖى كِتَابِ ال۟عَالَمِ اَن۟ تَف۟تَحَ مِن۟ هٰذِهِ ال۟اَس۟مَاءِ ال۟حُس۟نٰى كُوَاةً مُفٖيضَةً اَن۟وَارَ ال۟اِس۟مِ ال۟اَع۟ظَمِ اِلٰى قَل۟بٖى فٖى قَالِبٖى وَ اِلٰى رُوحٖى فٖى قَب۟رٖى فَتَصٖيرَ هٰذِهِ الصَّحٖيفَةُ كَسَق۟فِ قَب۟رٖى

    وَ هٰذِهِ ال۟اَس۟مَاءُ كَكُوَاتٍ تُفٖيضُ اَشِعَّةَ شَم۟سِ ال۟حَقٖيقَةِ اِلٰى رُوحٖى

    اِلٰهٖى اَتَمَنّٰى اَن۟ يَكُونَ لٖى لِسَانٌ اَبَدِىٌّ يُنَادٖى بِهٰذِهِ ال۟اَس۟مَاءِ اِلٰى قِيَامِ السَّاعَةِ فَاَق۟بَل۟ هٰذِهِ النُّقُوشَ ال۟بَاقِيَةَ بَع۟دٖى نَائِبًا عَن۟ لِسَانِىَ الزَّائِلِ

    اَللّٰهُمَّ صَلِّ وَ سَلِّم۟ عَلٰى سَيِّدِنَا مُحَمَّدٍ صَلَاةً تُن۟جٖينَا بِهَا مِن۟ جَمٖيعِ ال۟اَه۟وَالِ وَ ال۟اٰفَاتِ وَ تَق۟ضٖى لَنَا بِهَا جَمٖيعَ ال۟حَاجَاتِ وَ تُطَهِّرُنَا بِهَا مِن۟ جَمٖيعِ السَّيِّئَاتِ وَ تَغ۟فِرُ لَنَا بِهَا جَمٖيعَ الذُّنُوبِ وَ ال۟خَطٖيئَاتِ يَا اَللّٰهُ يَا مُجٖيبَ الدَّعَوَاتِ اِج۟عَل۟ لٖى فٖى مُدَّةِ حَيَاتٖى وَ بَع۟دَ مَمَاتٖى فٖى كُلِّ اٰنٍ اَض۟عَافَ اَض۟عَافِ ذٰلِكَ اَل۟فُ اَل۟فِ صَلَاةٍ وَ سَلَامٍ مَض۟رُوبٖينَ فٖى مِث۟لِ ذٰلِكَ وَ اَم۟ثَالِ اَم۟ثَالِ ذٰلِكَ عَلٰى سَيِّدِنَا مُحَمَّدٍ وَ عَلٰى اٰلِهٖ وَ اَص۟حَابِهٖ وَ اَن۟صَارِهٖ وَ اَت۟بَاعِهٖ وَاج۟عَل۟ كُلَّ صَلَاةٍ مِن۟ كُلِّ ذٰلِكَ تَزٖيدُ عَلٰى اَن۟فَاسِىَ ال۟عَاصِيَةِ فٖى مُدَّةِ عُم۟رٖى وَ اغ۟فِر۟لٖى وَ ار۟حَم۟نٖى بِكُلِّ صَلَاةٍ مِن۟هَا

    بِرَح۟مَتِكَ يَا اَر۟حَمَ الرَّاحِمٖينَ اٰمٖينَ



    Zeylû'l-Hubâb ⇐ | Mesnevi-i Nuriye | ⇒ Zeylü'l-Habbe