Emirdağ Lahikası 1. Kitap 53. Mektup
Aziz, sıddık kardeşlerim!
Manen maruz kaldığım iki şıklı bir sualin cevabıdır:
Birincisi: “Neden en ziyade senin şahsın hakkında hüsn-ü zan eden ve sana büyük bir makam veren ve Risale-i Nur’la çok kuvvetli irtibatı bulunan ve sen de onları çok sevdiğin halde, hizmet-i Nuriyenin haricinde senin şahsın ile temaslarını istemiyorsun ve senin hakkında fazla hüsn-ü zan beslemeyeni sohbette tercih ediyorsun, daha ziyade iltifat gösteriyorsun, nedendir?”
Elcevap: Otuz Üçüncü Söz’ün İkinci Mektup’unda dediğim gibi: Bu zamanda insanlar, ihsanını muhtaçlara çok pahalı satarlar. Mesela, benim gibi bir bîçareyi, salih veya veli zannedip sonra bir ekmek verir ve mukabilinde makbul bir dua ister. Bu kadar fiyat vermekten ise bu ihsanı istemiyorum, diye hediyelerin adem-i kabulüne bir sebep gösterdiğim gibi –Risale-i Nur’un has şakirdleri müstesna olarak– başkaları beni büyük bir makamda bilmekle, kuvvetli bir alâka ve hizmet gösterir. Hem mukabilinde dünyada, ehl-i velayet gibi nurani neticeleri ister. Sonra bize hizmeti ile ve alâkası ile manevî ihsan eder. Böylelerin bu nevi ihsanlarına karşı, istediği fiyata sahip olamadığım için mahcup oluyorum. Onlar da ehemmiyetsizliklerimi bildikleri vakit inkisar-ı hayale uğrarlar, belki hizmette fütura düşerler.
Gerçi umûr-u uhreviyede hırs ve kanaatsizlik bir cihette makbuldür fakat mesleğimizde ve hizmetimizde –bazı arızalar ile– inkisar-ı hayal cihetiyle, şükür yerine, meyusiyetle şekva etmeye sebep olur belki de hizmetten vazgeçer. Onun için mesleğimizde kanaat, daima şükrü ve metaneti ve sebatı netice verdiği için ihlas dairesinde, hizmet noktasında çok hırs ve kanaatsizlik gösterdiğimiz halde, neticelerine ve semeratına karşı kanaatle mükellefiz.
Mesela, Risale-i Nur hizmetiyle Isparta ve civarında binler ehl-i imana fevkalâde kuvvet-i imaniyeyi temin etmek olan bu netice, bizim fevkalâde hizmetimize kâfidir. On kutub derecesinde biri çıksa bin adamı derece-i velayete sevk etse yine bu neticeyi aşağıya düşürtmez. Nur’un hakiki şakirdleri, bu gibi neticelere kanaat ediyorlar. O büyük kutbun müridlerinin kanaat-i kalbiyelerini temin eden üstadlarının fevkalâde makamı ve meselelerde hükümleri yerine, Risale-i Nur’un sarsılmaz hüccetleri –o müridlerinin kanaatlerinden çok ziyade– şakirdlerine kanaat verdiği gibi; bu halet ve itikad başkasına da sirayet eder, menfaat verir. O müridlerin kanaati ise hususi ve şahsî kalır.
Hattâ ilm-i mantıkta “kaziye-i makbule” tabir ettikleri, yani büyük zatların delilsiz sözlerini kabul etmektir, mantıkça yakîn ve kat’iyeti ifade etmiyor belki zann-ı galible kanaat verir. İlm-i mantıkta bürhan-ı yakînî, hüsn-ü zanna ve makbul şahıslara bakmıyor, cerh edilmez delile bakar ki bütün Risale-i Nur hüccetleri, bu bürhan-ı yakînî kısmındandır.
Çünkü ehl-i velayetin amel ve ibadet ve sülûk ve riyazetle gördüğü hakikatler ve perdeler arkasında müşahede ettikleri hakaik-i imaniye, aynen onlar gibi Risale-i Nur ibadet yerinde, ilim içinde hakikate bir yol açmış; sülûk ve evrad yerinde, mantıkî bürhanlarla ilmî hüccetler içinde hakikatü’l-hakaike yol açmış ve ilm-i tasavvuf ve tarîkat yerinde, doğrudan doğruya ilm-i kelâm içinde ve ilm-i akide ve usûlü’d-din içinde bir velayet-i kübra yolunu açmış ki bu asrın hakikat ve tarîkat cereyanlarına galebe çalan felsefî dalaletlere galebe ediyor, meydandadır.
Teşbihte hata olmasın, nasıl ki Kur’an’ın gayet kuvvetli ve mantıkî hakikati, sair dinleri felsefe-i tabiiyenin savletinden ve galebesinden kurtarıp onlara bir nokta-i istinad oldu; taklidî ve aklın haricindeki usûllerini de bir derece muhafaza etti.
Aynen öyle de bu zamanda onun bir mu’cizesi ve nuru olan Risale-i Nur dahi felsefe-i maddiyeden gelen dehşetli dalalet-i ilmiyeye karşı avam-ı ehl-i imanın taklidî olan imanlarını, o dalalet-i ilmiyenin savletinden kurtarıp umum ehl-i imana bir nokta-i istinad ve yakın ve uzaklarda olanlara dahi zapt edilmez bir kale hükmüne geçmiştir ki bu emsalsiz dehşetli dalaletler içinde, yine avam-ı mü’minînin imanını şüphelerden ve İslâmiyet’ini hakikatsizlik vesveselerinden muhafaza ediyor.
Evet her tarafta, hattâ Hint ve Çin’de ehl-i iman, bu zamanın çok dehşetli dalaletinin galebesinden; acaba İslâmiyet’te bir hakikatsizlik mi var ki sarsılmış diye şüpheye ve vesveseye düştüğü vakit birden işitir ki bir risale çıkmış, imanın bütün hakikatlerini kat’î ispat eder, felsefeyi mağlup edip zındıkayı susturuyor diye anlar. Birden o şüphe ve vesvese zâil olup imanı kurtulur ve kuvvet bulur.
Sualin ikinci şıkkı: “Sen, bir mektubunda, şairane bir latîfeyi
–yani kuşların, mektuplarını yazmak ve okumak zamanında yanınıza ve şakirdlerin yanına gelmelerini o latîfeyi– ciddi bir tarzda kardeşlerine yazdın. Halbuki o kuşlar, hal-i âlemi ve Risale-i Nur’un hâdisata karşı faydasını bilecek mahiyetinden uzaktırlar?”
Elcevap: Emir ve izn-i İlahî ve havl ve kuvvet-i Rabbaniye ile umum hayvanatın melâikeden bir çobanı, bir nâzırı olduğu gibi kuş taifesinin de bir çobanı var. Onlar bilmese de emr-i İlahî ile ve ilham-ı Rabbanî ile çobanları onları sevk eder. O sevk-i fıtrî ise kuşlara gelen ilhama dayanır. Kuşlar, ilhama mazhardırlar ki yaşı bir günlük bir arı yavrusu, havada bir gün mesafede gider; o ilham-ı fıtrî ile o sevk-i Rabbanî ile yolunu şaşırmadan dönüp gelip yuvasına girer.
Evet nasıl ki küre-i arz, Risale-i Nur ve şakirdlerine gelen zulme itiraz etti ve cevv-i hava yağmursuzlukla ve soğukla Risale-i Nur’a gelen tazyikat ve müsadereyi tenkit etti ve bulutlar serbestiyetini yağmurlarla alkışladı, elbette kuş nev’i de alâkadar olabilir.
Evet, insanın bir kısım sun’î kuşlarının bir bomba yumurtası ile bir köyü harap edip bin adamı mahveden cinayetine ve cehennemî zakkum yumurtaları taşıyan o insanî kuşların tahripçi kısmını hem küre-i arza hem nev-i beşere müstebidane, merhametsiz tahribatına karşı bu hayvanî kuşlar, tesirli bir surette istikbali tenvir eden Risale-i Nur’u elbette manen tebrik edip alkışlar, diye suretindeki hâdise gerçi çok tatlı bir latîfedir fakat çok ince bir hakikat dahi içinde var.