'''EL TERCER DESTELLO'''
EL TERCER DESTELLO
Este destello reúne algo de saboreos y sentimientos, y espero que no se consideren desde los parámetros de la ciencia de la lógica, porque lo que mueve los sentimientos no observa mucho las normas de la razón ni presta oídos a los parámetros del pensamiento.
En el nombre de Allah, el Misericordioso, el Compasivo {Todo perece excepto Su faz, Suyo es el juicio y a Él habréis de volver.}(Sura del Relato, 88) Esta gran aleya la explican dos frases que expresan dos realidades importantes, hasta el punto de que los maestros de la tariqa naqshabandi las han adoptado como la quinta esencia de los aurad*(*[1]) para ellos, con las que concluyen su sello especial, y son: ¡Oh Permanente! Tú eres el Permanente. ¡Oh Permanente! Tú eres el Permanente. Y puesto que estas dos frases comprenden significados excelsos de esa noble aleya, mencionaremos algunos puntos para explicar las dos realidades que expresan.
El primer punto
El primer punto es que la repetición de “¡Oh Permanente!, Tú eres el Permanente” por primera vez despoja al corazón de lo que no es Allah, sea Ensalzado, y actúa como algo parecido a una operación de cirugía en él separándolo de lo que no es Él, sea glorificado.
Y la aclaración de esto es que el ser humano gracias a la esencia universal que Allah ha depositado en él conecta con la mayoría de los seres existentes por medio de nexos y lazos diversos. Y en esta esencia universal hay una predisposición ilimitada para el amor, que lo hace albergar un amor profundo hacia los seres creados en general, de manera que ama este gran mundo como ama su casa, y ama el Jardín eterno como ama su jardín. Mientras que los seres creados hacia los que el ser humano dirige su amor no permanecen, sino que desaparecen al poco. Por ello el hombre saborea siempre el tormento del dolor de la separación y ese amor que no tiene fin se convierte en motivo de un tormento de significado, sin fin, al ser negligente con lo que le es debido. Así pues los sufrimientos que tiene que soportar son producto de su propia negligencia,
ya que no se ha depositado en él la predisposición del amor excepto para dirigirlo hacia Quien tiene belleza eterna, absoluta; mientras que si el hombre no usa bien su amor y lo dirige a seres existentes efímeros, perecederos, saborea sus consecuencias con el sufrimiento de la separación.
Así pues, cuando el hombre repite: ¡Oh Permanente! Tú eres el Permanente, quiere decir con ello: El librarse por completo de esa insuficiencia y romper los vínculos con esas cosas amadas efímeras y desprenderse de ellas por completo antes de que ellas se desprendan de él. Luego colmar la mirada en el Amado Permanente que es Allah, sea glorificado y no otro que Él.
Esto es, al decirlo, está diciendo: No hay permanente con una permanencia verdadera excepto Tú, Dios mío. Y lo que no eres Tú, es efímero, y lo efímero no es digno del amor permanente, ni de la pasión continua, ni de ligar a él los lazos de un corazón que ha sido creado originalmente para la eternidad y la inmortalidad.Y puesto que los seres existentes son perecederos y me dejarán para ir a lo que les atañe, yo habré de dejarlos antes de que me dejen a mí, repitiendo: “¡Oh Permanente! Tú eres el Permanente”. Es decir: Creo y estoy convencido con certeza que no hay Permanente excepto Tú, Dios mío. Y la permanencia de las cosas existentes está supeditada a que Tú las haces permanecer, de manera que no se dirige hacia ellas el amor, excepto a través de la luz de Tu amor y dentro de lo que Te complace y si no, no son dignas de que el corazón se ligue a ellas.
Y esta situación hace que le corazón se desprenda de cosas amadas a las que dedicaba un amor sin límite cuando ve el fin de los perecedero y atestigua la naturaleza de lo efímero en la belleza y lozanía que les prodigaba; y en ese momento, se cortan esos lazos que ataban el corazón a los seres existentes. Y por el contrario, si el corazón no se desprende de las cosas que ama, entonces habrá heridas, sufrimientos y lamentos que brotarán de sus profundidades, en la medida de esas cosas amadas perecederas.
En cuanto a la frase segunda: ¡Oh Permanente! Tú eres el Permanente. Es como el ungüento curativo y el bálsamo nutritivo que se unta sobre la operación quirúrgica que llevó a cabo la primera frase sobre el corazón y sus lazos, ya que quiere decir: “Tú eres Suficiente, ¡Oh Dios mío!, como Permanente. Y Tu permanencia sustituye a todo, y puesto que Tú existes, existe toda cosa”. En efecto: La hermosura, el bien y la perfección que aparecen en los seres creados, y que provoca amarlos, no son sino indicaciones de la hermosura permanente, real, y su bien y perfección. Y no es sino una sombra atenuada de esa hermosura, bien y perfección que penetra a través de muchos velos y numerosas cortinas, incluso es una sombra de la sombra de las manifestaciones de Sus nombres más hermosos, sea ensalzada Su majestad.
El segundo punto:
İnsanın fıtratında, bekaya karşı gayet şedit bir aşk var. Hattâ her sevdiği şeyde kuvve-i vâhime cihetiyle bir nevi beka tevehhüm eder, sonra sever. Ne vakit zevalini düşünse veya görse derinden derine feryat eder. Bütün firaklardan gelen feryatlar, aşk-ı bekadan gelen ağlamaların tercümanlarıdır. Eğer tevehhüm-ü beka olmazsa muhabbet edemez.
Hattâ denilebilir ki: Âlem-i bekanın ve ebedî cennetin bir sebeb-i vücudu, şu mahiyet-i insaniyedeki o şiddetli aşk-ı bekadan çıkan gayet kuvvetli arzu-yu beka ve beka için fıtrî umumî duadır ki Bâki-i Zülcelal o şedit, sarsılmaz, fıtrî arzuyu; o tesirli, kuvvetli, umumî duayı kabul etmiştir ki fâni insanlar için bâki bir âlemi halk etmiş.
Hem hiç mümkün müdür ki: Fâtır-ı Kerîm, Hâlık-ı Rahîm, küçük midenin cüz’î arzusunu ve muvakkat bir beka için lisan-ı hal ile duasını hadsiz enva-ı mat’umat-ı leziziyenin icadıyla kabul etsin de umum nev-i beşerin pek büyük bir ihtiyac-ı fıtrîden gelen pek şiddetli bir arzusunu ve küllî ve daimî ve haklı ve hakikatli, kālli, halli, bekaya dair gayet kuvvetli duasını kabul etmesin? Hâşâ, yüz bin defa hâşâ. Kabul etmemek mümkün değildir. Hem hikmet ve adaletine ve rahmet ve kudretine hiçbir cihetle yakışmaz.
Madem insan bekaya âşıktır, elbette bütün kemalâtı, lezzetleri, bekaya tabidir. Ve madem beka, Bâki-i Zülcelal’e mahsustur ve madem Bâki’nin esması bâkiyedir ve madem Bâki’nin âyineleri Bâki’nin rengini, hükmünü alır ve bir nevi bekaya mazhar olur.
Elbette insana en lâzım iş en mühim vazife, o Bâki’ye karşı alâka peyda etmektir ve esmasına yapışmaktır. Çünkü Bâki yoluna sarf olunan her şey, bir nevi bekaya mazhar olur. İşte o ikinci يَا بَاقٖى اَن۟تَ ال۟بَاقٖى cümlesi bu hakikati ifade ediyor. İnsanın hadsiz manevî yaralarını tedavi etmekle beraber, fıtratındaki gayet şiddetli arzu-yu bekayı onunla tatmin ediyor.
Üçüncü Nükte
Şu dünyada zamanın, fena ve zeval-i eşyadaki tesiratı gayet muhteliftir. Ve mevcudat ise mütedâhil daireler gibi birbiri içinde iken, hükümleri zeval noktasında ayrı ayrı oluyor. Nasıl ki saatin saniyelerini sayan dairesi, dakikayı ve saati ve günleri sayan daireleri zâhiren birbirine benzer fakat süratte birbirine muhaliftir. Öyle de insandaki cisim, nefis, kalp, ruh daireleri öyle mütefavittir.
Mesela, cismin bekası, hayatı, vücudu; bulunduğu bir gün, belki bir saat olduğu ve mazi ve müstakbeli ma’dum ve meyyit bulunduğu halde, kalbin hazır günden çok gün evvel, çok gün sonraki zamana kadar daire-i vücudu ve hayatı geniştir. Ruhun hazır günden seneler evvel ve seneler sonraki bir daire-i azîme, daire-i hayatına ve vücuduna dâhildir.
İşte bu istidada binaen hayat-ı kalbî ve ruhîye medar olan marifet-i İlahiye ve muhabbet-i Rabbaniye ve ubudiyet-i Sübhaniye ve marziyat-ı Rahmaniye cihetiyle bu dünyadaki fâni ömür, bâki bir ömrü tazammun eder ve ebedî ve bâki bir ömrü intac eder ve bâki ve lâyemut bir ömür hükmüne geçer.
Evet, Bâki-i Hakiki’nin muhabbet, marifet, rızası yolunda bir saniye, bir senedir. Eğer onun yolunda olmazsa bir sene, bir saniyedir. Belki onun yolunda bir saniye, lâyemuttur, çok senelerdir. Ve dünya cihetinde ehl-i gafletin yüz senesi, bir saniye hükmüne geçer.
Meşhur böyle bir söz var ki:
سِنَةُ ال۟فِرَاقِ سَنَةٌ وَ سَنَةُ ال۟وِصَالِ سِنَةٌ yani “Firakın bir saniyesi, bir sene kadar uzundur ve visalin bir senesi, bir saniye kadar kısadır.” Ben bu fıkranın bütün bütün aksine diyorum ki visal, yani Bâki-i Zülcelal’in rızası dairesinde livechillah bir saniye visal, değil yalnız böyle bir sene, belki daimî bir pencere-i visaldir. Gaflet ve dalalet firakı içinde değil bir sene, belki bin sene, bir saniye hükmündedir. O sözden daha meşhur şu söz var:
اَر۟ضُ ال۟فَلَاتِ مَعَ ال۟اَع۟دَاءِ فِن۟جَانٌ سَمُّ ال۟خِيَاطِ مَعَ ال۟اَح۟بَابِ مَي۟دَانٌ hükmümüzü teyid ediyor.
Meşhur evvelki sözün sahih bir manası budur ki: Fâni mevcudatın visali madem fânidir, ne kadar uzun da olsa yine kısa hükmündedir. Senesi, bir saniye gibi geçer; hasretli bir hayal ve esefli bir rüya olur. Bekayı isteyen kalb-i insanî bir sene visalde, yalnız bir saniyecikte ancak zerre gibi bir zevkini alabilir. Firak ise saniyesi bir sene değil, senelerdir. Çünkü firakın meydanı geniştir. Bekayı isteyen bir kalbe, firak çendan bir saniye de olsa seneler kadar tahribat yapar. Çünkü hadsiz firakları ihtar eder. Maddî ve süflî muhabbetler için bütün mazi ve müstakbel, firakla doludur.
Şu mesele münasebetiyle deriz: Ey insanlar! Fâni, kısa, faydasız ömrünüzü; bâki, uzun, faydalı, meyvedar yapmak ister misiniz? Madem istemek insaniyetin iktizasıdır, Bâki-i Hakiki’nin yoluna sarf ediniz. Çünkü Bâki’ye müteveccih olan şey, bekanın cilvesine mazhar olur.
Madem her insan gayet şiddetli bir surette uzun bir ömür ister, bekaya âşıktır ve madem bu fâni ömrü, bâki ömre tebdil eden bir çare var ve manen çok uzun bir ömür hükmüne geçirmek mümkündür. Elbette insaniyeti sukut etmemiş bir insan, o çareyi arayacak ve o imkânı bilfiile çevirmeye çalışacak ve tevfik-i hareket edecek.
İşte o çare budur: Allah için işleyiniz, Allah için görüşünüz, Allah için çalışınız. “Lillah, livechillah, lieclillah” rızası dairesinde hareket ediniz. O vakit sizin ömrünüzün dakikaları, seneler hükmüne geçer.
Bu hakikate işareten Leyle-i Kadir gibi bir tek gece, seksen küsur seneden ibaret olan bin ay hükmünde olduğunu nass-ı Kur’an gösteriyor. Hem bu hakikate işaret eden ehl-i velayet ve hakikat beyninde bir düstur-u muhakkak olan “bast-ı zaman” sırrıyla çok seneler hükmünde olan birkaç dakikalık zaman-ı mi’rac, bu hakikatin vücudunu ispat eder ve bilfiil vukuunu gösteriyor. Mi’racın birkaç saat müddeti, binler seneler hükmünde vüs’ati ve ihatası ve uzunluğu vardır. Çünkü o mi’rac yoluyla, beka âlemine girdi. Beka âleminin birkaç dakikası, şu dünyanın binler senesini tazammun etmiştir.
Hem şu hakikate bina edilen beyne’l-evliya kesretle vuku bulmuş olan “bast-ı zaman” hâdiseleridir. Bazı evliya bir dakikada, bir günlük işi görmüş. Bazıları bir saatte, bir sene vazifesini yapmış. Bazıları bir dakikada, bir hatme-i Kur’aniyeyi okumuş olduklarını rivayet edip ihbar ediyorlar. Böyle ehl-i hak ve sıdk, bilerek kizbe elbette tenezzül etmezler. Hem o derece hadsiz ve kesretli bir tevatürle “bast-ı zaman” (Hâşiye[2]) hakikatini aynen müşahede ettikleri medar-ı şüphe olamaz.
Şu “bast-ı zaman” herkesçe musaddak bir nev’i, rüyada görünüyor. Bazen bir dakikada insanın gördüğü rüyayı, geçirdiği ahvali, konuştuğu sözleri, gördüğü lezzetleri veya çektiği elemleri görmek için yakaza âleminde bir gün, belki günler lâzımdır.
Elhasıl: İnsan çendan fânidir. Fakat beka için halk edilmiş ve bâki bir zatın âyinesi olarak yaratılmış ve bâki meyveleri verecek işleri görmekle tavzif edilmiş ve bâki bir zatın, bâki esmasının cilvelerine ve nakışlarına medar olacak bir suret verilmiştir.
Öyle ise böyle bir insanın hakiki vazifesi ve saadeti: Bütün cihazatı ve bütün istidadatıyla o Bâki-i Sermedî’nin daire-i marziyatında esmasına yapışıp, ebed yolunda o Bâki’ye müteveccih olup gitmektir. Lisanı يَا بَاقٖى اَن۟تَ ال۟بَاقٖى dediği gibi kalbi, ruhu, aklı, bütün letaifi هُوَ ال۟بَاقٖى ، هُوَ ال۟اَزَلِىُّ ال۟اَبَدِىُّ ، هُوَ السَّر۟مَدِىُّ ، هُوَ الدَّائِمُ ، هُوَ ال۟مَط۟لُوبُ ، هُوَ ال۟مَح۟بُوبُ ، هُوَ ال۟مَق۟صُودُ ، هُوَ ال۟مَع۟بُودُ demeli.
سُب۟حَانَكَ لَا عِل۟مَ لَنَٓا اِلَّا مَا عَلَّم۟تَنَٓا اِنَّكَ اَن۟تَ ال۟عَلٖيمُ ال۟حَكٖيمُ
رَبَّنَا لَا تُؤَاخِذ۟نَٓا اِن۟ نَسٖينَٓا اَو۟ اَخ۟طَا۟نَا
- ↑ *[Plural de wird, de la la raíz “warada”, acudir al abrevadero. Designa la recitación periódica de partes del Corán y otras invocaciones. Cada uno de los grandes maestros tiene su propio wird. Su contenido es diverso, pero siempre procede aleyas escogidas del Corán junto a invocaciones procedentes de la Sunna, así como oración sobre el Profeta, al que Allah le dé Su gracia y paz.]
- ↑ Haşiye: ﴾ قَالَ قَٓائِلٌ مِنْهُمْ كَمْ لَبِثْتُمْ قَالُوا لَبِثْنَا يَوْمًا اَوْ بَعْضَ يَوْمٍ ﴿ âyetiyle
﴾ وَلَبِثُوا فِى كَهْفِهِمْ ثَلاَثَ مِائَةٍ سِنِينَ وَازْدَادُوا تِسْعًا ﴿ âyeti "tayy-ı zaman"ı gösterdiği gibi
﴾ وَاِنَّ يَوْمًا عِنْدَ رَبِّكَ كَاَلْفِ سَنَةٍ مِمَّا تَعُدُّونَ ﴿ âyeti de "bast-ı zaman"ı gösterir.