El UNDÉCIMO DESTELLO
El UNDÉCIMO DESTELLO
La escalera de la Sunna y el antídoto de la enfermedad de la innovación
En el nombre de Allah, el Misericordioso, el Compasivo
{Os ha venido un mensajero de vosotros mismos, es penoso para él lo que os aflige, está empeñado en vosotros, con los creyentes es clemente, compasivo.} (Sura de la Retractación, 128)
La primera estación de esta aleya es el mensaje del camino de la Sunna y la segunda estación de ella es la escalera de la Sunna.
{Y si dan la espalda, di: Allah me basta, no hay dios sino Él, en Él me confío y Él es el Señor del Trono Inmenso} (Sura de la Retractación, 129) {Di: Si amáis a Allah, seguidme. Allah os amará…} (Sura de la Familia de ‘Imrán, 31)
Vamos a explicar resumidamente once puntos de cien de estas dos sublimes aleyas.
El primer punto:
El Mensajero más noble, que Allah le dé Su gracia y paz, dijo:
“Quien se aferre a mi sunna en el momento de corrupción de mi umma, tendrá la recompensa de cien mártires”.
Es decir: Quien se aferre a mi sunna en el momento de deterioro de mi umma, puede que obtenga la recompensa y el pago de cien mártires.
En efecto: Seguir la sunna sublime es valioso al máximo absolutamente, y es de aún más valor especialmente en el tiempo de predominio de la innovación, y especialmente en el tiempo de la corrupción de la umma. Pues en verdad la observancia de una cortesía pequeña de entre las cortesías de la sunna sublime hace sentir un temor de Allah muy grande y una fe muy fuerte. Porque seguir la sunna sublime recuerda al mismísimo Mensajero más noble, al que Allah le dé Su gracia y paz, y esa evocación que surge de ese seguimiento se convierte en la evocación de la presencia divina y en el instante en el que se observa la sunna sublime,
incluso en el más pequeño comportamiento, incluso en los modales de la comida, la bebida y el sueño, ese comportamiento habitual y esa acción natural se convierte en un acto de adoración que tiene una recompensa y una acción de la ley revelada, porque con ese movimiento habitual piensa en seguir al Mensajero más noble, al que Allah le dé Su gracia y paz, y concibe que es una de las cortesías de la ley revelada y pasa por su mente que él, que Allah le dé Su gracia y paz, es el portador de la ley revelada y su corazón se dirige, por ese pensamiento, a Allah, sea ensalzado, el Legislador Verdadero, y obtiene así un tipo de presencia y adoración.
Y es en base a este secreto que quien convierte en costumbre suya seguir la sublime sunna, transforma sus costumbres en actos de adoración y es posible que haga toda su vida fructífera y recompensada.
El punto segundo:
El imam venerable Aḥmad al-Faruqí*(*[1]) dijo: Cuando atravesaba los grados en el recorrido espiritual vi a los amigos de Allah que habían adoptado seguir la sublime sunna como fundamento del camino, con un rango más brillante, de mayor magnificencia, más sutil y salvo que los otros, incluso los amigos de Allah comunes de ese rango aparecían con mayor magnificencia que los amigos de Allah de la élite de los demás rangos. Así es: Dice la verdad el imam venerable, renovador del segundo milenio (de la Hégira),
pues ciertamente quien adopta la sunna sublime como fundamento es lugar de manifestación de la estación del que es amado por Allah bajo la sombra del amado de Allah, al que Allah le dé Su gracia y paz.
El punto tercero:
Este pobre Sa’id se estaba esforzando en salir del estado de Sa’id el viejo. En ese momento mi intelecto y mi corazón se tambaleaban entre las verdades dentro de una tormenta espiritual terrible derivada de la pérdida de un guía y la propia vanidad del ego y oscilaban entre caída y subida, desde las Pléyades hasta el suelo a veces, y desde el suelo hasta las Pléyades otras veces.
Y en ese tiempo observé que las cuestiones de la sunna sublime, incluso sus modales pequeños, eran como los interruptores de las luces en los caminos oscuros ilimitados, como las brújulas que marcan la dirección del movimiento en las naves.
Hem o seyahat-i ruhiyede çok tazyikat altında gayet ağır yükler yüklenmiş bir vaziyette kendimi gördüğüm zamanda, sünnet-i seniyenin o vaziyete temas eden meselelerine ittiba ettikçe, benim bütün ağırlıklarımı alıyor gibi bir hiffet buluyordum. Bir teslimiyetle tereddütlerden ve vesveselerden, yani “Acaba böyle hareket hak mıdır, maslahat mıdır?” diye endişelerden kurtuluyordum.
Ne vakit elimi çektiysem bakıyordum: Tazyikat çok. Nereye gittikleri anlaşılmayan çok yollar var. Yük ağır, ben de gayet âcizim. Nazarım da kısa, yol da zulümatlı. Ne vakit sünnete yapışsam yol aydınlaşıyor, selâmetli yol görünüyor, yük hafifleşiyor, tazyikat kalkıyor gibi bir halet hissediyordum. İşte o zamanlarımda İmam-ı Rabbanî’nin hükmünü bilmüşahede tasdik ettim.
Dördüncü Nükte
Bir zaman rabıta-i mevtten ve اَل۟مَو۟تُ حَقٌّ kaziyesindeki tasdikten ve âlemin zeval ve fenasından gelen bir halet-i ruhiyeden kendimi acib bir âlemde gördüm. Baktım ki ben bir cenazeyim, üç mühim büyük cenazenin başında duruyorum.
Birisi: Benim hayatımla alâkadar ve mazi kabrine giren zîhayat mahlukatın heyet-i mecmuasının cenaze-i maneviyesi başında bir mezar taşı hükmündeyim.
İkincisi: Küre-i arz mezaristanında, nev-i beşerin hayatıyla alâkadar enva-ı zîhayatın heyet-i mecmuasının mazi mezarına defnedilen azîm cenazenin başında bulunan, mezar taşı olan bu asrın yüzünde çabuk silinecek bir nokta ve çabuk ölecek bir karıncayım.
Üçüncüsü: Şu kâinatın kıyamet vaktinde ölmesi muhakkaku’l-vuku olduğu için nazarımda vaki hükmüne geçti. O azîm cenazenin sekeratından dehşet ve vefatından beht ve hayret içinde kendimi görmekle beraber, istikbalde de muhakkaku’l-vuku olan vefatım, o zaman vuku buluyor gibi göründü ve فَاِن۟ تَوَلَّو۟ا ... اِلٰى اٰخِرِ sırrıyla bütün mevcudat, bütün mahbubat, benim vefatımla bana arkalarını çevirip beni terk ettiler, yalnız bıraktılar. Hadsiz bir deniz suretini alan ebed tarafındaki istikbale ruhum sevk ediliyordu. O denize ister istemez atılmak lâzım geliyordu.
İşte o pek acib ve çok hazîn halette iken, iman ve Kur’an’dan gelen bir mededle فَاِن۟ تَوَلَّو۟ا فَقُل۟ حَس۟بِىَ اللّٰهُ لَٓا اِلٰهَ اِلَّا هُوَ عَلَي۟هِ تَوَكَّل۟تُ وَهُوَ رَبُّ ال۟عَر۟شِ ال۟عَظٖيمِ âyeti imdadıma yetişti ve gayet emniyetli ve selâmetli bir gemi hükmüne geçti. Ruh, kemal-i emniyetle ve sürurla o âyetin içine girdi. Evet, anladım ki âyetin mana-yı sarîhinden başka bir mana-yı işarîsi, beni teselli etti ki sükûnet buldum ve sekinet verdi.
Evet, nasıl ki mana-yı sarîhi, Resul-i Ekrem aleyhissalâtü vesselâma der: “Eğer ehl-i dalalet arka verip senin şeriat ve sünnetinden i’raz edip Kur’an’ı dinlemeseler merak etme! Ve de ki: Cenab-ı Hak bana kâfidir. Ona tevekkül ediyorum. Sizin yerlerinize ittiba edecekleri yetiştirir. Taht-ı saltanatı her şeyi muhittir. Ne âsiler, hududundan kaçabilirler ve ne de istimdad edenler mededsiz kalırlar!”
Öyle de mana-yı işarîsiyle der ki: “Ey insan ve ey insanın reisi ve mürşidi! Eğer bütün mevcudat seni bırakıp fena yolunda ademe giderse, eğer zîhayatlar senden müfarakat edip ölüm yolunda koşarsa, eğer insanlar seni terk edip mezaristana girerse, eğer ehl-i gaflet ve dalalet seni dinlemeyip zulümata düşerse merak etme! De ki: Cenab-ı Hak bana kâfidir. Madem o var, her şey var. Ve o halde, o gidenler ademe gitmediler. Onun başka memleketine gidiyorlar. Ve onların bedeline o arş-ı azîm sahibi, nihayetsiz cünud u askerinden başkalarını gönderir. Ve mezaristana girenler mahvolmadılar, başka âleme gidiyorlar. Onların bedeline başka vazifedarları gönderir. Ve dalalete düşenlere bedel, tarîk-i hakkı takip edecek mutî kullarını gönderebilir. Madem öyledir, o her şeye bedeldir. Bütün eşya, bir tek teveccühüne bedel olamaz!” der.
İşte şu mana-yı işarî vasıtasıyla; bana dehşet veren üç müthiş cenaze, başka şekil aldılar. Yani hem Hakîm hem Rahîm hem Âdil hem Kadîr bir Zat-ı Zülcelal’in taht-ı tedbir ve rububiyetinde ve hikmet ve rahmeti içinde hikmet-nüma bir seyeran, ibret-nüma bir cevelan, vazifedarane bir seyahat suretinde bir seyr ü seferdir, bir terhis ve tavziftir ki böylece kâinat çalkalanıyor, gidiyor, geliyor!..
Beşinci Nükte
قُل۟ اِن۟ كُن۟تُم۟ تُحِبُّونَ اللّٰهَ فَاتَّبِعُونٖى يُح۟بِب۟كُمُ اللّٰهُ âyet-i azîmesi, ittiba-ı sünnet ne kadar mühim ve lâzım olduğunu pek kat’î bir surette ilan ediyor. Evet, şu âyet-i kerîme, kıyasat-ı mantıkıye içinde, kıyas-ı istisnaî kısmının en kuvvetli ve kat’î bir kıyasıdır. Şöyle ki:
Nasıl mantıkça kıyas-ı istisnaî misali olarak deniliyor: “Eğer güneş çıksa gündüz olacak.” Müsbet netice için denilir: “Güneş çıktı, öyle ise netice veriyor ki şimdi gündüzdür.” Menfî netice için deniliyor: “Gündüz yok, öyle ise netice veriyor ki güneş çıkmamış.” Mantıkça, bu müsbet ve menfî iki netice kat’îdirler.
Aynen böyle de şu âyet-i kerîme der ki: “Eğer Allah’a muhabbetiniz varsa Habibullah’a ittiba edilecek. İttiba edilmezse netice veriyor ki: Allah’a muhabbetiniz yoktur.” Muhabbetullah varsa netice verir ki Habibullah’ın sünnet-i seniyesine ittibaı intac eder.
Evet, Cenab-ı Hakk’a iman eden, elbette ona itaat edecek. Ve itaat yolları içinde en makbulü ve en müstakimi ve en kısası, bilâ-şüphe Habibullah’ın gösterdiği ve takip ettiği yoldur.
Evet, bu kâinatı bu derece in’amat ile dolduran Zat-ı Kerîm-i Zülcemal, zîşuurlardan o nimetlere karşı şükür istemesi, zarurî ve bedihîdir.
Hem bu kâinatı bu kadar mu’cizat-ı sanatla tezyin eden o Zat-ı Hakîm-i Zülcelal, elbette bilbedahe zîşuurlar içinde en mümtaz birisini kendine muhatap ve tercüman ve ibadına mübelliğ ve imam yapacaktır.
Hem bu kâinatı hadd ü hesaba gelmez tecelliyat-ı cemal ve kemalâtına mazhar eden o Zat-ı Cemil-i Zülkemal, elbette bilbedahe sevdiği ve izharını istediği cemal ve kemal ve esma ve sanatının en câmi’ ve en mükemmel mikyas ve medarı olan bir zata, herhalde en ekmel bir vaziyet-i ubudiyeti verecek ve onun vaziyetini sairlerine numune-i imtisal edip herkesi onun ittibaına sevk edecek, tâ ki o güzel vaziyeti başkalarında da görünsün.
Elhasıl: Muhabbetullah, sünnet-i seniyenin ittibaını istilzam edip intac ediyor. Ne mutlu o kimseye ki sünnet-i seniyeye ittibaından hissesi ziyade ola. Veyl o kimseye ki sünnet-i seniyeyi takdir etmeyip bid’alara giriyor.
Altıncı Nükte
Resul-i Ekrem aleyhissalâtü vesselâm ferman etmiş:
كُلُّ بِد۟عَةٍ ضَلَالَةٌ وَكُلُّ ضَلَالَةٍ فِى النَّارِ
Yani اَل۟يَو۟مَ اَك۟مَل۟تُ لَكُم۟ دٖينَكُم۟ sırrı ile kavaid-i şeriat-ı garra ve desatir-i sünnet-i seniye, tamam ve kemalini bulduktan sonra, yeni icadlarla o düsturları beğenmemek veyahut hâşâ ve kellâ, nâkıs görmek hissini veren bid’aları icad etmek dalalettir, ateştir.
Sünnet-i seniyenin meratibi var. Bir kısmı vâcibdir, terk edilmez. O kısım, şeriat-ı garrada tafsilatıyla beyan edilmiş. Onlar muhkemattır, hiçbir cihette tebeddül etmez. Bir kısmı da nevafil nevindendir. Nevafil kısmı da iki kısımdır. Bir kısım, ibadete tabi sünnet-i seniye kısımlarıdır. Onlar dahi şeriat kitaplarında beyan edilmiş. Onların tağyiri bid’attır. Diğer kısmı “âdab” tabir ediliyor ki siyer-i seniye kitaplarında zikredilmiş. Onlara muhalefete, bid’a denilmez. Fakat âdab-ı Nebevîye bir nevi muhalefettir ve onların nurundan ve o hakiki edepten istifade etmemektir. Bu kısım ise örf ve âdât ve muamelat-ı fıtriyede Resul-i Ekrem aleyhissalâtü vesselâmın tevatürle malûm olan harekâtına ittiba etmektir.
Mesela, söylemek âdabını gösteren ve yemek ve içmek ve yatmak gibi hâlâtın âdabının düsturlarını beyan eden ve muaşerete taalluk eden çok sünnet-i seniyeler var. Bu nevi sünnetlere “âdab” tabir edilir. Fakat o âdaba ittiba eden, âdâtını ibadete çevirir, o âdabdan mühim bir feyz alır. En küçük bir âdabın müraatı, Resul-i Ekrem aleyhissalâtü vesselâmı tahattur ettiriyor, kalbe bir nur veriyor.
Sünnet-i seniyenin içinde en mühimmi, İslâmiyet alâmetleri olan ve şeaire de taalluk eden sünnetlerdir. Şeair, âdeta hukuk-u umumiye nevinden cemiyete ait bir ubudiyettir. Birisinin yapmasıyla o cemiyet umumen istifade ettiği gibi onun terkiyle de umum cemaat mes’ul olur. Bu nevi şeaire riya giremez ve ilan edilir. Nâfile nevinden de olsa şahsî farzlardan daha ehemmiyetlidir.
Yedinci Nükte
Sünnet-i seniye, edeptir. Hiçbir meselesi yoktur ki altında bir nur, bir edep bulunmasın! Resul-i Ekrem aleyhissalâtü vesselâm ferman etmiş: اَدَّبَنٖى رَبّٖى فَاَح۟سَنَ تَا۟دٖيبٖى Yani “Rabb’im bana edebi, güzel bir surette ihsan etmiş, edeplendirmiş.” Evet, siyer-i Nebeviyeye dikkat eden ve sünnet-i seniyeyi bilen, kat’iyen anlar ki: Edebin envaını, Cenab-ı Hak habibinde cem’etmiştir. Onun sünnet-i seniyesini terk eden, edebi terk eder. بٖى اَدَب۟ مَح۟رُوم۟ بَاشَد۟ اَز۟ لُط۟فِ رَب۟ kaidesine mâsadak olur, hasaretli bir edepsizliğe düşer.
Sual: Her şeyi bilen ve gören ve hiçbir şey ondan gizlenemeyen Allâmü’l-guyub’a karşı edep nasıl olur? Sebeb-i hacalet olan haletler, ondan gizlenemez. Edebin bir nev’i tesettürdür, mûcib-i istikrah hâlâtı setretmektir. Allâmü’l-guyub’a karşı tesettür olamaz?
Elcevap:
Evvela: Sâni’-i Zülcelal nasıl ki kemal-i ehemmiyetle sanatını güzel göstermek istiyor ve müstekreh şeyleri perdeler altına alıyor ve nimetlerine, o nimetleri süslendirmek cihetiyle nazar-ı dikkati celbediyor. Öyle de mahlukatını ve ibadını sair zîşuurlara güzel göstermek istiyor. Çirkin vaziyetlerde görünmeleri, Cemil ve Müzeyyin ve Latîf ve Hakîm gibi isimlerine karşı bir nevi isyan ve hilaf-ı edep oluyor.
İşte sünnet-i seniyedeki edep, o Sâni’-i Zülcelal’in esmalarının hudutları içinde bir mahz-ı edep vaziyetini takınmaktır.
Sâniyen: Nasıl ki bir tabip, doktorluk noktasında bir nâmahremin en nâmahrem uzvuna bakar ve zaruret olduğu vakit ona gösterilir. Hilaf-ı edep denilmez. Belki edeb-i tıp öyle iktiza eder, denilir. Fakat o tabip, recüliyet unvanıyla yahut vaiz ismiyle yahut hoca sıfatıyla o nâmahremlere bakamaz. Ona gösterilmesini edep fetva veremez. Ve o cihette ona göstermek, hayâsızlıktır.
Öyle de Sâni’-i Zülcelal’in çok esması var. Her bir ismin ayrı bir cilvesi var. Mesela “Gaffar” ismi, günahların vücudunu ve “Settar” ismi, kusuratın bulunmasını iktiza ettikleri gibi “Cemil” ismi de çirkinliği görmek istemez. “Latîf, Kerîm, Hakîm, Rahîm” gibi esma-i cemaliye ve kemaliye, mevcudatın güzel bir surette ve mümkün vaziyetlerin en iyisinde bulunmalarını iktiza ederler. Ve o esma-i cemaliye ve kemaliye ise melâike ve ruhanî ve cin ve insin nazarında güzelliklerini, mevcudatın güzel vaziyetleriyle ve hüsn-ü edepleriyle göstermek isterler.
İşte sünnet-i seniyedeki âdab, bu ulvi âdabın işaretidir ve düsturlarıdır ve numuneleridir.
Sekizinci Nükte
فَاِن۟ تَوَلَّو۟ا فَقُل۟ حَس۟بِىَ اللّٰهُ dan evvelki olan لَقَد۟ جَٓاءَكُم۟ رَسُولٌ ... اِلٰى اٰخِرِ âyeti, Resul-i Ekrem aleyhissalâtü vesselâmın ümmetine karşı kemal-i şefkat ve nihayet re’fetini gösterdikten sonra, şu فَاِن۟ تَوَلَّو۟ا âyetiyle der ki: “Ey insanlar! Ey Müslümanlar! Böyle hadsiz bir şefkatiyle sizi irşad eden ve sizin menfaatiniz için bütün kuvvetini sarf eden ve manevî yaralarınız için kemal-i şefkatle getirdiği ahkâm ve sünnet-i seniyesiyle tedavi edip merhem vuran şefkat-perver bir zatın bedihî şefkatini inkâr etmek ve göz ile görünen re’fetini ittiham etmek derecesinde onun sünnetinden ve tebliğ ettiği ahkâmdan yüzlerinizi çevirmek, ne kadar vicdansızlık, ne kadar akılsızlık olduğunu biliniz!”
“Ve ey şefkatli Resul ve ey re’fetli Nebi! Eğer senin bu azîm şefkatini ve büyük re’fetini tanımayıp akılsızlıklarından sana arka verip dinlemeseler merak etme! Semavat ve arzın cünudu taht-ı emrinde olan, arş-ı azîm-i muhitin tahtında saltanat-ı rububiyeti hükmeden Zat-ı Zülcelal sana kâfidir. Hakiki mutî taifeleri, senin etrafına toplattırır, seni onlara dinlettirir, senin ahkâmını onlara kabul ettirir!”
Evet, şeriat-ı Muhammediye ve sünnet-i Ahmediyede hiçbir mesele yoktur ki müteaddid hikmetleri bulunmasın. Bu fakir, bütün kusur ve aczimle beraber bunu iddia ediyorum ve bu davanın ispatına da hazırım. Hem şimdiye kadar yazılan yetmiş seksen Risale-i Nuriye, sünnet-i Ahmediyenin ve şeriat-ı Muhammediyenin (asm) meseleleri, ne kadar hikmetli ve hakikatli olduğuna yetmiş seksen şahid-i sadık hükmüne geçmiştir. Eğer bu mevzuya dair iktidar olsa, yazılsa yetmiş değil belki yedi bin risale o hikmetleri bitiremeyecek.
Hem ben şahsımda bilmüşahede ve zevken, belki bin tecrübatım var ki mesail-i şeriatla sünnet-i seniye düsturları, emraz-ı ruhaniyede ve akliyede ve kalbiyede, hususan emraz-ı içtimaiyede gayet nâfi’ birer devadır bildiğimi ve onların yerini başka felsefî ve hikmetli meseleler tutamadığını, bilmüşahede kendim hissettiğimi ve başkalarına da bir derece risalelerde ihsas ettiğimi ilan ediyorum. Bu davamda tereddüt edenler, Risale-i Nur eczalarına müracaat edip baksınlar.
İşte böyle bir zatın sünnet-i seniyesine elden geldiği kadar ittibaa çalışmak, ne kadar kârlı ve hayat-ı ebediye için ne kadar saadetli ve hayat-ı dünyeviye için ne kadar menfaatli olduğu kıyas edilsin.
Dokuzuncu Nükte
Sünnet-i seniyenin her bir nevine tamamen bilfiil ittiba etmek, ehass-ı havassa dahi ancak müyesser olur. Ona bilfiil olmasa da bi’n-niyet, bi’l-kasd taraftarane ve iltizamkârane talip olmak, herkesin elinden gelir. Farz ve vâcib kısımlara zaten ittibaa mecburiyet var. Ve ubudiyetteki müstehab olan sünnet-i seniyenin terkinde günah olmasa dahi büyük sevabın zayiatı var. Tağyirinde ise büyük hata vardır. Âdât ve muamelattaki sünnet-i seniye ise ittiba ettikçe o âdât, ibadet olur. Etmese itab yok. Fakat Habibullah’ın âdab-ı hayatiyesinin nurundan istifadesi azalır.
Ahkâm-ı ubudiyette yeni icadlar bid’attır. Bid’atlar ise اَل۟يَو۟مَ اَك۟مَل۟تُ لَكُم۟ دٖينَكُم۟ sırrına münafî olduğu için merduddur. Fakat tarîkatta evrad ve ezkâr ve meşrepler nevinden olsa ve asılları Kitap ve Sünnetten ahzedilmek şartıyla ayrı ayrı tarzda, ayrı ayrı surette olmakla beraber, mukarrer olan usûl ve esasat-ı sünnet-i seniyeye muhalefet ve tağyir etmemek şartıyla, bid’a değillerdir. Lâkin bir kısım ehl-i ilim, bunlardan bir kısmını bid’aya dâhil edip fakat “bid’a-i hasene” namını vermiş.
İmam-ı Rabbanî Müceddid-i Elf-i Sânî (ra) diyor ki: “Ben seyr ü sülûk-u ruhanîde görüyordum ki Resul-i Ekrem aleyhissalâtü vesselâmdan mervî olan kelimat nurludur, sünnet-i seniye şuâı ile parlıyor. Ondan mervî olmayan parlak ve kuvvetli virdleri ve halleri gördüğüm vakit, üstünde o nur yoktu. Bu kısmın en parlağı, evvelkinin en azına mukabil gelmiyordu. Bundan anladım ki sünnet-i seniyenin şuâı, bir iksirdir. Hem o sünnet, nur isteyenlere kâfidir, hariçte nur aramaya ihtiyaç yoktur.”
İşte böyle hakikat ve şeriatın bir kahramanı olan bir zatın bu hükmü gösteriyor ki: Sünnet-i seniye, saadet-i dâreynin temel taşıdır ve kemalâtın madeni ve menbaıdır.
اَللّٰهُمَّ ار۟زُق۟نَا اتِّبَاعَ السُّنَّةِ السَّنِيَّةِ
رَبَّنَٓا اٰمَنَّا بِمَٓا اَن۟زَل۟تَ وَاتَّبَع۟نَا الرَّسُولَ فَاك۟تُب۟نَا مَعَ الشَّاهِدٖينَ
Onuncu Nükte
قُل۟ اِن۟ كُن۟تُم۟ تُحِبُّونَ اللّٰهَ فَاتَّبِعُونٖى يُح۟بِب۟كُمُ اللّٰهُ âyetinde i’cazlı bir îcaz vardır. Çünkü çok cümleler, bu üç cümlenin içinde dercedilmiştir. Şöyle ki şu âyet diyor ki “Allah’a (Celle Celalühü) imanınız varsa elbette Allah’ı seveceksiniz. Madem Allah’ı seversiniz, Allah’ın sevdiği tarzı yapacaksınız. Ve o sevdiği tarz ise Allah’ın sevdiği zata benzemelisiniz. Ona benzemek ise ona ittiba etmektir. Ne vakit ona ittiba etseniz Allah da sizi sevecek. Zaten siz Allah’ı seversiniz tâ ki Allah da sizi sevsin.”
İşte bütün bu cümleler, şu âyetin yalnız mücmel ve kısa bir mealidir. Demek oluyor ki insan için en mühim âlî maksat, Cenab-ı Hakk’ın muhabbetine mazhar olmasıdır. Bu âyetin nassıyla gösteriyor ki o matlab-ı a’lânın yolu, Habibullah’a ittibadır ve sünnet-i seniyesine iktidadır. Bu makamda üç nokta ispat edilse, mezkûr hakikat tamamıyla tezahür eder.
Birinci Nokta:
Beşer, fıtraten şu kâinatın Hâlık’ına karşı hadsiz bir muhabbet üzerine yaratılmıştır. Çünkü fıtrat-ı beşeriyede cemale karşı bir muhabbet ve kemale karşı perestiş etmek ve ihsana karşı sevmek vardır. Cemal ve kemal ve ihsan derecatına göre, o muhabbet tezayüd eder. Aşkın en münteha derecesine kadar gider. Hem bu küçük insanın küçücük kalbinde, kâinat kadar bir aşk yerleşir. Evet, kalbin mercimek kadar bir sandukçası olan kuvve-i hâfıza, bir kütüphane hükmünde binler kitap kadar yazı, içinde yazılması gösteriyor ki kalb-i insan, kâinatı içine alabilir ve o kadar muhabbet taşıyabilir.
Madem fıtrat-ı beşeriyede ihsan ve cemal ve kemale karşı böyle hadsiz bir istidad-ı muhabbet vardır. Ve madem bu kâinatın Hâlık’ı, kâinatta tezahür eden âsârıyla, bilbedahe tahakkuku sabit olan hadsiz cemal-i mukaddesi; bu mevcudatta tezahür eden nukuş-u sanatıyla bizzarure sübutu tahakkuk eden hadsiz kemal-i kudsîsi ve bütün zîhayatlarda tezahür eden hadsiz enva-ı ihsan ve in’amatıyla bi’l-yakîn ve belki bilmüşahede vücudu tahakkuk eden hadsiz ihsanatı vardır. Elbette zîşuurların en câmii ve en muhtacı ve en mütefekkiri ve en müştakı olan beşerden, hadsiz bir muhabbeti iktiza ediyor.
Evet her bir insan, o Hâlık-ı Zülcelal’e karşı hadsiz bir muhabbete müstaid olduğu gibi o Hâlık dahi herkesten ziyade cemal ve kemal ve ihsanına karşı hadsiz bir mahbubiyete müstahaktır. Hattâ insan-ı mü’minde hayatına ve bekasına ve vücuduna ve dünyasına ve nefsine ve mevcudata karşı türlü türlü muhabbetleri ve şedit alâkaları, o istidad-ı muhabbet-i İlahiyenin tereşşuhatıdır. Hattâ insanın mütenevvi hissiyat-ı şedidesi, o istidad-ı muhabbetin istihaleleridir ve başka şekillere girmiş reşhalarıdır.
Malûmdur ki insan kendi saadetiyle mütelezziz olduğu gibi alâkadar olduğu zatların saadetleriyle dahi mütelezziz oluyor. Ve kendini beladan kurtaranı sevdiği gibi sevdiklerini de kurtaranı öyle sever.
İşte bu halet-i ruhiyeye binaen insan, eğer her insana ait enva-ı ihsanat-ı İlahiyeden yalnız bunu düşünse ki benim Hâlık’ım, beni zulümat-ı ebediye olan ademden kurtarıp bu dünyada bir güzel dünyayı bana verdiği gibi; ecelim geldiği zaman beni idam-ı ebedî olan ademden ve mahvdan yine kurtarıp bâki bir âlemde ebedî ve çok şaşaalı bir âlemi bana ihsan ve o âlemin umum enva-ı lezaiz ve mehasininden istifade edecek ve cevelan edip tenezzüh edecek zâhirî ve bâtınî hâsseleri, duyguları bana in’am ettiği gibi çok sevdiğim ve çok alâkadar olduğum bütün akarib ve ahbap ve ebna-yı cinsimi dahi öyle hadsiz ihsanlara mazhar ediyor ve o ihsanlar bir cihette bana ait oluyor. Zira onların saadetleriyle mesud ve mütelezziz oluyorum.
Madem اَل۟اِن۟سَانُ عَبٖيدُ ال۟اِح۟سَانِ sırrıyla, herkeste ihsana karşı perestiş var. Elbette böyle hadsiz ebedî ihsanata karşı, kâinat kadar bir kalbim olsa o ihsana karşı muhabbetle dolmak iktiza eder ve doldurmak isterim. Ben bilfiil o muhabbeti etmezsem de bi’l-istidat, bi’l-iman, bi’n-niyye, bi’l-kabul, bi’t-takdir, bi’l-iştiyak, bi’l-iltizam, bi’l-irade suretinde ediyorum, diyecek ve hâkeza… Cemal ve kemale karşı insanın göstereceği muhabbet ise icmalen işaret ettiğimiz ihsana karşı muhabbete kıyas edilsin. Kâfir ise küfür cihetiyle hadsiz bir adâvet eder. Hattâ kâinata ve mevcudata karşı zalimane ve tahkirkârane bir adâvet taşıyor.
İkinci Nokta:
Muhabbetullah, ittiba-ı sünnet-i Muhammediye aleyhissalâtü vesselâmı istilzam eder. Çünkü Allah’ı sevmek, onun marziyatını yapmaktır. Marziyatı ise en mükemmel bir surette Zat-ı Muhammediye’de (asm) tezahür ediyor. Zat-ı Ahmediye’ye (asm) harekât ve ef’alde benzemek, iki cihetledir:
Birisi: Cenab-ı Hakk’ı sevmek cihetinde emrine itaat ve marziyatı dairesinde hareket etmek, o ittibaı iktiza ediyor. Çünkü bu işte en mükemmel imam, Zat-ı Muhammediye’dir (asm).
İkincisi: Madem Zat-ı Ahmediye (asm), insanlara olan hadsiz ihsanat-ı İlahiyenin en mühim bir vesilesidir. Elbette Cenab-ı Hak hesabına, hadsiz bir muhabbete lâyıktır. İnsan, sevdiği zata eğer benzemek kabil ise fıtraten benzemek ister. İşte Habibullah’ı sevenlerin, sünnet-i seniyesine ittiba ile ona benzemeye çalışmaları, kat’iyen iktiza eder.
Üçüncü Nokta:
Cenab-ı Hakk’ın hadsiz merhameti olduğu gibi hadsiz bir muhabbeti de vardır. Bütün kâinattaki masnuatın mehasini ile ve süslendirmesiyle kendini hadsiz bir surette sevdirdiği gibi masnuatını, hususan sevdirmesine sevmek ile mukabele eden zîşuur mahlukatı sever. Cennetin bütün letaif ve mehasini ve lezaizi ve niamatı, bir cilve-i rahmeti olan bir zatın nazar-ı muhabbetini kendine celbe çalışmak, ne kadar mühim ve âlî bir maksat olduğu bilbedahe anlaşılır.
Madem nass-ı kelâmıyla; onun muhabbetine, yalnız ittiba-ı sünnet-i Ahmediye (asm) ile mazhar olunur. Elbette ittiba-ı sünnet-i Ahmediye (asm), en büyük bir maksad-ı insanî ve en mühim bir vazife-i beşeriye olduğu tahakkuk eder.
On Birinci Nükte
Üç meseledir.
Birinci Mesele:
Resul-i Ekrem aleyhissalâtü vesselâmın sünnet-i seniyesinin menbaı üçtür: Akvali, ef’ali, ahvalidir. Bu üç kısım dahi üç kısımdır: Feraiz, nevafil, âdât-ı hasenesidir.
Farz ve vâcib kısmında ittibaa mecburiyet var; terkinde, azap ve ikab vardır. Herkes ona ittibaa mükelleftir.
Nevafil kısmında, emr-i istihbabî ile yine ehl-i iman mükelleftir. Fakat terkinde azap ve ikab yoktur. Fiilinde ve ittibaında azîm sevaplar var ve tağyir ve tebdili bid’a ve dalalettir ve büyük hatadır.
Âdât-ı seniyesi ve harekât-ı müstahsenesi ise hikmeten, maslahaten, hayat-ı şahsiye ve neviye ve içtimaiye itibarıyla onu taklit ve ittiba etmek, gayet müstahsendir. Çünkü her bir hareket-i âdiyesinde, çok menfaat-i hayatiye bulunduğu gibi mutabaat etmekle o âdab ve âdetler, ibadet hükmüne geçer.
Evet, madem dost ve düşmanın ittifakıyla, Zat-ı Ahmediye (asm) mehasin-i ahlâkın en yüksek mertebelerine mazhardır. Ve madem bi’l-ittifak nev-i beşer içinde en meşhur ve mümtaz bir şahsiyettir. Ve madem binler mu’cizatın delâletiyle ve teşkil ettiği âlem-i İslâmiyet’in ve kemalâtının şehadetiyle ve mübelliğ ve tercüman olduğu Kur’an-ı Hakîm’in hakaikinin tasdikiyle, en mükemmel bir insan-ı kâmil ve bir mürşid-i ekmeldir. Ve madem semere-i ittibaıyla milyonlar ehl-i kemal, meratib-i kemalâtta terakki edip saadet-i dâreyne vâsıl olmuşlardır. Elbette o zatın sünneti, harekâtı, iktida edilecek en güzel numunelerdir ve takip edilecek en sağlam rehberlerdir ve düstur ittihaz edilecek en muhkem kanunlardır. Bahtiyar odur ki bu ittiba-ı sünnette hissesi ziyade ola.
Sünnete ittiba etmeyen, tembellik eder ise hasaret-i azîme; ehemmiyetsiz görür ise cinayet-i azîme; tekzibini işmam eden tenkit ise dalalet-i azîmedir.
İkinci Mesele:
Cenab-ı Hak Kur’an-ı Hakîm’de:
وَاِنَّكَ لَعَلٰى خُلُقٍ عَظٖيمٍ ferman eder. Rivayat-ı sahiha ile Hazret-i Âişe-i Sıddıka (r.anha) gibi sahabe-i güzin, Hazret-i Peygamber aleyhissalâtü vesselâmı tarif ettikleri zaman “Hulukuhu’l-Kur’an” diye tarif ediyorlardı. Yani Kur’an’ın beyan ettiği mehasin-i ahlâkın misali, Muhammed aleyhissalâtü vesselâmdır. Ve o mehasini en ziyade imtisal eden ve fıtraten o mehasin üstünde yaratılan odur.
İşte böyle bir zatın ef’al, ahval, akval ve harekâtının her birisi, nev-i beşere birer model hükmüne geçmeye lâyık iken, ona iman eden ve ümmetinden olan gafillerin (sünnetine ehemmiyet vermeyen veyahut tağyir etmek isteyen), ne kadar bedbaht olduğunu divaneler de anlar.
Üçüncü Mesele:
Resul-i Ekrem aleyhissalâtü vesselâm, hilkaten en mutedil bir vaziyette ve en mükemmel bir surette halk edildiğinden, harekât ve sekenatı, itidal ve istikamet üzerine gitmiştir. Siyer-i seniyesi, kat’î bir surette gösterir ki her hareketinde istikamet ve itidal üzere gitmiş, ifrat ve tefritten içtinab etmiştir. Evet, Resul-i Ekrem aleyhissalâtü vesselâm فَاس۟تَقِم۟ كَمَٓا اُمِر۟تَ emrini tamamıyla imtisal ettiği için bütün ef’al ve akval ve ahvalinde istikamet, kat’î bir surette görünüyor.
Mesela, kuvve-i akliyenin fesat ve zulmeti hükmündeki ifrat ve tefriti olan gabavet ve cerbezeden müberra olarak, hadd-i vasat ve medar-ı istikamet olan hikmet noktasında kuvve-i akliyesi daima hareket ettiği gibi…
Kuvve-i gazabiyenin fesadı ve ifrat ve tefriti olan korkaklık ve tehevvürden münezzeh olarak, kuvve-i gazabiyenin medar-ı istikameti ve hadd-i vasatı olan şecaat-i kudsiye ile kuvve-i gazabiyesi hareket etmekle beraber…
Kuvve-i şeheviyenin fesadı ve ifrat ve tefriti olan humud ve fücurdan musaffâ olarak, o kuvvenin medar-ı istikameti olan iffette, kuvve-i şeheviyesi daima iffeti, a’zamî masumiyet derecesinde rehber ittihaz etmiştir. Ve hâkeza…
Bütün sünen-i seniyesinde, ahval-i fıtriyesinde ve ahkâm-ı şer’iyesinde, hadd-i istikameti ihtiyar edip zulüm ve zulümat olan ifrat ve tefritten, israf ve tebzirden içtinab etmiştir. Hattâ tekellümünde ve ekl ve şürbünde, iktisadı rehber ve israftan kat’iyen içtinab etmiştir. Bu hakikatin tafsilatına dair binler cilt kitap telif edilmiştir. اَل۟عَارِفُ تَك۟فٖيهِ ال۟اِشَارَةُ sırrınca, bu denizden bu katre ile iktifa edip kıssayı kısa keseriz.
- اَللّٰهُمَّ صَلِّ عَلٰى جَامِعِ مَكَارِمِ ال۟اَخ۟لَاقِ وَ مَظ۟هَرِ سِرِّ «وَ اِنَّكَ لَعَلٰى خُلُقٍ عَظٖيمٍ» اَلَّذٖى قَالَ
مَن۟ تَمَسَّكَ بِسُنَّتٖى عِن۟دَ فَسَادِ اُمَّتٖى فَلَهُ اَج۟رُ مِاَةِ شَهٖيدٍ
اَل۟حَم۟دُ لِلّٰهِ الَّذٖى هَدٰينَا لِهٰذَا وَ مَا كُنَّا لِنَه۟تَدِىَ لَو۟ لَٓا اَن۟ هَدٰينَا اللّٰهُ لَقَد۟ جَٓائَت۟ رُسُلُ رَبِّنَا بِال۟حَقِّ
سُب۟حَانَكَ لَا عِل۟مَ لَنَٓا اِلَّا مَا عَلَّم۟تَنَٓا اِنَّكَ اَن۟تَ ال۟عَلٖيمُ ال۟حَكٖيمُ
- ↑ *[Se trata del shaij Aḥmad Ibn ‘Abdil-Aḥad as-Sirhindí al-Faruqi (971-1034 de la Hégira, 1564-1624 d.C.) apodado “el renovador del segundo milenio” por su enseñanza renovadora y su resistencia frente a las desviaciones de la época del emperador mogol Akbar.]