EL VIGÉSIMO OCTAVO DESTELLO
EL VIGÉSIMO OCTAVO DESTELLO
Bazı kısımları buraya dercedilen bu risalenin tamamı, Hatt-ı Kur’an Lem’alar mecmuasında neşredilmiştir.
İkinci Nükte
بِسْمِ اللّٰهِ الرَّحْمٰنِ الرَّح۪يمِ
وَمَا خَلَق۟تُ ال۟جِنَّ وَال۟اِن۟سَ اِلَّا لِيَع۟بُدُونِ مَٓا اُرٖيدُ مِن۟هُم۟ مِن۟ رِز۟قٍ وَمَٓا اُرٖيدُ اَن۟ يُط۟عِمُونِ اِنَّ اللّٰهَ هُوَ الرَّزَّاقُ ذُو ال۟قُوَّةِ ال۟مَتٖينُ
Şu âyet-i kerîmenin zâhir manası çok tefsirlerin beyanına göre yüksek ifade-i i’caz-ı Kur’anîyi göstermediğinden, çok zaman zihnime ilişiyordu. Kur’an’ın feyzinden gelen gayet güzel ve yüksek manalarından üç vechini icmalen beyan edeceğiz.
Birincisi: Cenab-ı Hak, Resulüne ait olabilecek bazı halleri, Resulünü tekrim ve teşrif noktasında bazen kendine isnad eder.
İşte burada da: “Resulüm size vazife-i risalet ve tebliğ-i ubudiyet hizmetine mukabil sizden bir ecir ve ücret ve mükâfat, bir it’am istemez.” manasında “Ben sizi ibadet için halk etmişim, bana rızık vermek ve it’am etmek için değil.” mealindeki âyet, Resul-i Ekrem aleyhissalâtü vesselâma ait it’am ve irzakı murad etmek gerektir. Yoksa gayet bedihî bir malûmu i’lam kabîlinden olur, i’caz-ı Kur’an’ın belâgatına uygun gelmez.
İkinci Vecih: İnsan rızka çok müptela olduğu için rızka çalışmak bahanesi, ubudiyete mani tevehhüm edip, kendine bir özür bulmamak için âyet-i kerîme diyor ki: “Siz ubudiyet için halk olunmuşsunuz. Netice-i hilkatiniz ubudiyettir. Rızka çalışmak, emr-i İlahî noktasında bir nevi ubudiyettir. Benim mahlukatım ve rızıklarını deruhte ettiğim nefisleriniz ve iyaliniz ve hayvanatınızın rızkını tedarik etmek, âdeta bana ait rızık ve it’amı ihzar etmek için yaratılmamışsınız. Çünkü Rezzak benim. Sizin müteallikatınız olan ibadımın rızkını ben veriyorum. Siz bunu bahane edip ubudiyeti terk etmeyiniz!”
Eğer bu mana olmazsa Cenab-ı Hakk’a rızık vermek ve it’am etmek muhaliyeti bedihî ve malûm olduğundan, i’lam-ı malûm kabîlinden olur. İlm-i belâgatta bir kaide-i mukarreredir ki: Bir kelâmın manası malûm ve bedihî ise o mana murad değil, onun bir lâzımı, bir tabii muraddır. Mesela sen, birisine desen: “Sen hâfızsın.” O, malûmunu i’lam kabîlinden olur. Demek, maksud manası budur ki: “Ben senin hâfız olduğunu biliyorum.” Bildiğimi bilmediği için ona bildiriyorum.
İşte bu kaideye binaen, âyet Cenab-ı Hakk’a rızık vermeyi ve it’am etmeyi nefyetmekten kinaye olan mana şudur: “Bana ait olup ve rızıklarını taahhüd ettiğim mahlukatıma rızık yetiştirmek için halk olunmamışsınız. Belki asıl vazifeniz ubudiyettir. Evamirime göre rızka çabalamak da bir nevi ibadettir.”
Üçüncü Vecih: Sure-i İhlas’ta nasıl ki لَم۟ يَلِد۟ وَ لَم۟ يُولَد۟ zâhir manası malûm ve bedihî olduğundan o mananın bir lâzımı muraddır. Yani “Valide ve veledi bulunanlar, ilah olamazlar.” manasında ve Hazret-i İsa (as) ve Üzeyr (as) ve melâike ve nücumların ve gayr-ı hak mabudların uluhiyetlerini nefyetmek kasdıyla, ezelî ve ebedî manasında Cenab-ı Hakk’ın لَم۟ يَلِد۟ وَ لَم۟ يُولَد۟ gayet bedihî ve malûm hükmettiği gibi aynen onun gibi bu misalimizde de “Rızık ve it’am kabiliyeti olan eşya, ilah ve mabud olamazlar.” manasında, Mabud’unuz olan Rezzak-ı Zülcelal sizden kendine rızık istemez ve siz onu it’am için yaratılmamışsınız mealindeki âyet; rızka muhtaç ve it’am edilen mevcudat, mabudiyete lâyık değiller, demektir.
Said Nursî
اَو۟ هُم۟ قَٓائِلُونَ بِسْمِ اللّٰهِ الرَّحْمٰنِ الرَّح۪يمِ
Re’fet اَو۟ هُم۟ قَٓائِلُونَ âyet-i celilesindeki قَٓائِلُونَ kelimesinin manasını merak edip sorması münasebetiyle ve hapiste sabah namazından sonra sairler gibi yatmasından gelen rehavet dolayısıyla, elmas gibi kalemini atalete uğratmamak için yazılmıştır.
Uyku üç nevidir:
Birincisi: Gayluledir ki fecirden sonra tâ vakt-i kerahet bitinceye kadardır.
Bu uyku, rızkın noksaniyetine ve bereketsizliğine hadîsçe sebebiyet verdiği için hilaf-ı sünnettir. Çünkü rızık için sa’y etmenin mukaddimatını ihzar etmenin en münasip zamanı, serinlik vaktidir. Bu vakit geçtikten sonra bir rehavet ârız olur. O günkü sa’ye ve dolayısıyla da rızka zarar verdiği gibi bereketsizliğe de sebebiyet verdiği, çok tecrübelerle sabit olmuştur.
İkincisi: Feyluledir ki ikindi namazından sonra mağribe kadardır.
Bu uyku ömrün noksaniyetine, yani uykudan gelen sersemlik cihetiyle o günkü ömrü nevm-âlûd, yarı uyku, kısacık bir şekil aldığından maddî bir noksaniyet gösterdiği gibi; manevî cihetiyle de o gün hayatının maddî ve manevî neticesi ekseriya ikindiden sonra tezahür ettiğinden, o vakti uyku ile geçirmek, o neticeyi görmemek hükmüne geçtiğinden, güya o günü yaşamamış gibi oluyor.
Üçüncüsü: Kayluledir ki bu uyku sünnet-i seniyedir. Duha vaktinden öğleden biraz sonraya kadardır.
Bu uyku, gece kıyamına sebebiyet verdiği için sünnet olmakla beraber, Ceziretü’l-Arap’ta vaktü’z-zuhr denilen şiddet-i hararet zamanında bir tatil-i eşgal, âdet-i kavmiye ve muhitiye olduğundan o sünnet-i seniyeyi daha ziyade kuvvetlendirmiştir. Bu uyku hem ömrü hem rızkı tezyide medardır. Çünkü yarım saat kaylule, iki saat gece uykusuna muadil gelir. Demek, ömrüne her gün bir buçuk saat ilâve ediyor. Rızık için çalışmak müddetine, yine bir buçuk saati ölümün kardeşi olan uykunun elinden kurtarıp yaşatıyor ve çalışmak zamanına ilâve ediyor.
Said Nursî
“Bu da güzeldir.”
اَل۟فُ اَل۟فِ صَلَاةٍ وَ اَل۟فُ اَل۟فِ سَلَامٍ عَلَي۟كَ يَا رَسُولَ اللّٰهِ cümlesi, namaz tesbihatında okunurken inkişaf eden latîf bir nükteyi uzaktan uzağa gördüm. Tamamını tutamadım fakat işaret nevinden bir iki cümlesini söyleyeceğim.
Gördüm ki gece âlemi, dünyanın yeni açılmış bir menzili gibidir. Yatsı namazında o âleme girdim. Hayalin fevkalâde inbisatından ve mahiyet-i insaniyenin bütün dünya ile alâkadarlığından, koca dünyayı o gecede bir menzil gibi gördüm. Zîhayatlar ve insanlar o derece küçüldüler, görünmeyecek derecede küçüldüler. Yalnız o menzili şenlendiren ve ünsiyetlendiren ve nurlandıran tek şahsiyet-i maneviye-i Muhammediyeyi (asm) hayalen müşahede ettim.
Bir adam yeni bir menzile girdiği zaman, menzildeki zatlara selâm ettiği gibi “Binler selâm (Hâşiye[1]) sana yâ Resulallah!” demeye bir arzuyu içimde coşar buldum. Güya bütün ins ve cinnin adedince selâm ediyorum, yani sana tecdid-i biat, memuriyetini kabul ve getirdiğin kanunlarına itaat ve evamirine teslim ve taarruzumuzdan selâmet bulacağını selâm ile ifade edip; benim dünyamın eczaları, zîşuur mahlukları olan umum cin ve insi konuşturup, her birerlerinin namına bir selâmı, mezkûr manalarla takdim ettim.
Hem o getirdiği nur ve hediye ile benim bu dünyamı tenvir ettiği gibi herkesin bu dünyadaki dünyalarını tenvir ediyor, nimetlendiriyor diye o hediyesine şâkirane bir mukabele nevinden “Binler salavat sana insin!” dedim. Yani senin bu iyiliğine karşı biz mukabele edemiyoruz, belki Hâlık’ımızın hazine-i rahmetinden gelen ve semavat ehlinin adedince rahmetler sana gelmesini niyaz ile şükranımızı izhar ediyoruz, manasını hayalen hissettim.
O Zat-ı Ahmediye (asm) ubudiyeti cihetiyle –halktan Hakk’a teveccühü hasebiyle– rahmet manasındaki salâtı ister. Risaleti cihetiyle –Hak’tan halka elçiliği haysiyetiyle– selâm ister. Nasıl ki cin ve ins adedince selâma lâyık ve cin ve ins adedince umumî tecdid-i biatı takdim ediyoruz. Öyle de semavat ehli adedince, hazine-i rahmetten her birinin namına bir salâta lâyıktır.
Çünkü getirdiği nur ile her bir şeyin kemali görünür ve her bir mevcudun kıymeti tezahür eder ve her bir mahlukun vazife-i Rabbaniyesi müşahede olunur ve her bir masnûdaki makasıd-ı İlahiye tecelli eder. Onun için her bir şey, lisan-ı hal ile olduğu gibi lisan-ı kāli de olsaydı اَلصَّلَاةُ وَ السَّلَامُ عَلَي۟كَ يَا رَسُولَ اللّٰهِ
diyecekleri kat’î olduğundan biz umum onların namına اَل۟فُ اَل۟فِ صَلَاةٍ وَ اَل۟فُ اَل۟فِ سَلَامٍ عَلَي۟كَ يَا رَسُولَ اللّٰهِ بِعَدَدِ ال۟جِنِّ وَ ال۟اِن۟سِ وَ بِعَدَدِ ال۟مَلَكِ وَ النُّجُومِ manen deriz.
فَيَك۟فٖيكَ اَنَّ اللّٰهَ صَلّٰى بِنَف۟سِهٖ وَ اَم۟لَاكَهُ صَلَّت۟ عَلَي۟هِ وَ سَلَّمَت۟
Said Nursî
Aziz kardeşim!
Vahdetü’l-vücuda dair bir parça izahat istiyorsunuz. Bu meseleye dair Otuz Birinci Mektup’un bir Lem’a’sında, Hazret-i Muhyiddin’in bu meseledeki fikrine karşı gayet kuvvetli ve izahlı bir cevap vardır. Şimdilik bu kadar deriz ki:
Bu mesele-i vahdetü’l-vücudu şimdiki insanlara telkin etmek, ciddi zarar verir. Nasıl ki teşbihat ve temsiller, havassın elinden avamın eline ve ilmin elinden cehlin eline girse hakikat telakki edilir. (Hâşiye[2]) Öyle de vahdetü’l-vücud meselesi gibi hakaik-i ulviye, ehl-i gaflet ve esbab içine dalan avamlara girse tabiat telakki edilir ve üç mühim zarar verir:
Birincisi: Vahdetü’l-vücudun meşrebi, Cenab-ı Hak hesabına kâinatı âdeta inkâr etmek iken, avama girdikçe; gafil avamlara, hususan maddiyyun fikirleriyle âlûde olan fikirlere girdikçe, kâinat ve maddiyat hesabına uluhiyeti inkâr yoluna gider.
İkincisi: Vahdetü’l-vücud meşrebi, mâsiva-yı İlahînin rububiyetini o derece şiddetle reddeder ki mâsivayı inkâr ve ikiliği ref’ediyor. Değil nüfus-u emmarenin belki her bir şeyin müstakil vücudunu görmemek iken, bu zamanda fikr-i tabiatın istilasıyla ve gurur ve enaniyetin nefs-i emmareyi şişirmesiyle ve âhireti ve Hâlık’ı bir derece unutmak cihetiyle bazı nüfus-u emmare küçük birer firavun, âdeta nefsini mabud ittihaz etmek istidadında bulunan insanlara vahdetü’l-vücudu telkin etmek, nefs-i emmareyi –el-iyazü billah– öyle şımartır ki ele avuca sığmaz.
Üçüncüsü: Tagayyür, tebeddül, tecezzi, tahayyüzden mukaddes, münezzeh, müberra, muallâ olan Zat-ı Zülcelal’in vücub-u vücuduna ve takaddüs ve tenezzühüne muvafık düşmeyen tasavvurata sebebiyet verir ve telkinat-ı bâtılaya medar olur.
Evet vahdetü’l-vücuddan bahseden; fikren serâdan süreyyaya çıkarak, kâinatı arkasında bırakıp nazarını arş-ı a’lâya diken, istiğrakî bir surette kâinatı ma’dum sayıp her şeyi doğrudan doğruya kuvvet-i iman ile Vâhid-i Ehad’den görebilir. Yoksa kâinatın arkasında durup kâinata bakan ve önünde esbabı gören ve ferşten nazar eden, elbette esbab içinde boğulup, tabiat bataklığına düşmek ihtimali var.
Fikren arşa çıkan, Celaleddin-i Rumî gibi diyebilir: “Kulağını aç! Herkesten işittiğin sözleri, fıtrî fonoğraflar gibi Cenab-ı Hak’tan işitebilirsin.” Yoksa Celaleddin gibi bu derece yükseğe çıkamayan ve ferşten arşa kadar mevcudatı âyine şeklinde görmeyen adama “Kulak ver, herkesten kelâmullahı işitirsin.” desen manen arştan ferşe sukut eder gibi hilaf-ı hakikat tasavvurat-ı bâtılaya giriftar olur.
قُلِ اللّٰهُ ثُمَّ ذَر۟هُم۟ فٖى خَو۟ضِهِم۟ يَل۟عَبُونَ مَا لِلتُّرَابِ وَ لِرَبِّ ال۟اَر۟بَابِ
سُب۟حَانَ مَن۟ تَقَدَّسَ عَنِ ال۟اَش۟بَاهِ ذَاتُهُ وَتَنَزَّهَت۟ عَن۟ مُشَابَهَةِ ال۟اَم۟ثَالِ صِفَاتُهُ وَشَهِدَ عَلٰى رُبُوبِيَّتِهٖ اٰيَاتُهُ جَلَّ جَلَالُهُ وَلَٓا اِلٰهَ اِلَّا هُوَ
Said Nursî
Bir Suale Cevap
Mustafa Sabri ile Musa Bekuf’un efkârlarını muvazene etmek için vaktim müsait değildir. Yalnız bu kadar derim ki: “Birisi ifrat etmiş, diğeri tefrit ediyor.” Mustafa Sabri gerçi müdafaatında Musa Bekuf’e nisbeten haklıdır fakat Muhyiddin gibi ulûm-u İslâmiyenin bir mu’cizesi bulunan bir zatı tezyifte haksızdır.
Evet Muhyiddin, kendisi hâdî ve makbuldür. Fakat her kitabında mühdî ve mürşid olamıyor. Hakaikte çok zaman mizansız gittiğinden, kavaid-i Ehl-i Sünnet’e muhalefet ediyor. Ve bazı kelâmları, zâhiri dalalet ifade ediyor fakat kendisi dalaletten müberradır. Bazen kelâm küfür görünür fakat sahibi kâfir olamaz.
Mustafa Sabri bu noktaları nazara almamış. Kavaid-i Ehl-i Sünnet’e taassup cihetiyle bazı noktalarda tefrit etmiş.
Musa Bekuf ise ziyade teceddüde taraftar ve asrîliğe mümaşatkâr efkârıyla çok yanlış gidiyor. Bazı hakaik-i İslâmiyeyi yanlış teviller ile tahrif ediyor. Ebu’l-Alâ-i Maarrî gibi merdud bir adamı, muhakkikînlerin fevkinde tuttuğundan ve kendi efkârına uygun gelen Muhyiddin’in Ehl-i Sünnet’e muhalefet eden meselelerine ziyade taraftarlığından, ziyade ifrat ediyor.
قَالَ مُح۟يِى الدّٖينِ : تَح۟رُمُ مُطَالَعَةُ كُتُبِنَا عَلٰى مَن۟ لَي۟سَ مِنَّا yani “Bizden olmayan ve makamımızı bilmeyen, kitaplarımızı okumasın, zarar görür.” Evet, bu zamanda Muhyiddin’in kitapları, hususan vahdetü’l-vücuda dair meselelerini okumak, zararlıdır.
Said Nursî
بِسْمِ اللّٰهِ الرَّحْمٰنِ الرَّح۪يمِ
Nev-i beşerin ağlanacak gülmelerine, endişe-i istikbal ve âkıbet-bînlik adesesiyle, gayet şaşaalı bir gece bayramında, hapishane penceresinden bakarken, nazar-ı hayalime inkişaf eden bir vaziyeti beyan ediyorum.
Sinemada, eski zamanda mezaristanda yatanların vaziyet-i hayatiyeleri göründüğü gibi yakın bir istikbalde mezaristan ehli olanların, müteharrik cenazelerini görmüş gibi oldum. O gülenlere ağladım. Birden bir tevahhuş, bir acımak hissi geldi. Aklıma döndüm, hakikatten sordum: “Bu hayal nedir?” Hakikat dedi ki:
Elli sene sonra, bu kemal-i neşe ile gülen ve eğlenen zavallılardan elliden beşi, beli bükülmüş yetmiş yaşlı ihtiyarlar gibi; kırk beşi, mezaristanda çürümüş bulunacaklar. O güzel simalar, o neşeli gülmeler, zıtlarına inkılab etmiş olacaklar. كُلُّ اٰتٍ قَرٖيبٌ kaidesiyle madem yakında gelecek şeylerin gelmiş gibi görülmesi bir derece hakikattir, elbette gördüğün hayal değildir.
Madem dünyanın gafletkârane gülmeleri, böyle ağlanacak acı hallerin perdesidir ve muvakkat ve zevale maruzdur. Elbette bîçare insanların ebed-perest kalbini ve aşk-ı bekaya meftun olan ruhunu güldürecek, sevindirecek, meşru dairesinde ve müteşekkirane, huzurkârane, gafletsiz, masumane eğlencelerdir ve sevap cihetiyle bâki kalan sevinçlerdir.
Bunun içindir ki bayramlarda gaflet istila edip, gayr-ı meşru daireye sapmamak için rivayetlerde zikrullaha ve şükre çok azîm tergibat vardır. Tâ ki bayramlarda o sevinç ve sürur nimetlerini şükre çevirip o nimeti idame ve ziyadeleştirsin. Çünkü şükür, nimeti ziyadeleştirir, gafleti kaçırır.
Said Nursî
En el nombre de Allah, el Misericordioso, el Compasivo Uno de los puntos de la noble aleya: {En verdad el alma ordena con insistencia el mal} (Sura de Yusuf, 53) y del noble hadiz:
“El mayor de tus enemigos es tu propia alma (tu propio “yo”) que está entre tus costados”.
En efecto, el que ama su alma (su ego) que ordena con insistencia el mal-no la purificada- y se admira de ella, en realidad no ama a nadie que no sea ella, e incluso si le muestra a otro amor no lo amará en lo profundo de su corazón sino que tal vez lo ame por sus beneficios y por un disfrute que espere de él. De manera que estará siempre en un intento de hacerse amar por los demás y en un esfuerzo continuado para provocar su admiración hacia él, apartará toda deficiencia de su alma y no la asumirá sea cual fuera la deficiencia, sino que se defenderá como un abogado abnegado para declarar su inocencia y la elogiará con exageraciones e incluso mentiras para librarla de todo defecto o imperfección hasta casi hacerla sagrada, e incluso llegará al extremo de que se cumpla en él la noble aleya: {Quien toma como su dios a su deseo} (Sura del Discernimiento, 43) Entonces se sucederán sobre él las bofetadas de esta noble aleya-según su grado- y su elogio se convertirá en que la gente se aparte de él, y el hacerse amar a sí mismo se transformará para ellos en algo que les produzca rechazo y encontrará lo contrario de lo que pretendía, además de echar a perder la sinceridad por la afectación y el disimulo que mezcla en sus actos de la Otra Vida, de manera que se verá sobrepasado por su apetito, su deseo y sus pasiones, esos que no ven el resultado final y no piensan en las consecuencias y están perdidos en el placer del momento.
Incluso puede que sus deseos extraviados le justifiquen asuntos que cometa por un disfrute que dure un rato y lo lleve a ser arrojado a la cárcel por un año. Y puede que sufra diez años de pago justo por calmar su ánimo de venganza y el apetito engañoso que no dura ni un solo minuto. Y se asemeje a ese niño tonto que no aprecia el valor de la parte de la noble copia coránica que lee y estudia y la vende por un trozo de dulce barato, ya que cambia sus buenas acciones que son más valiosas que el diamante y las sustituye por lo que se parece en su insignificancia a unos trozos de cristal, esas son sus sensaciones, su deseo y su engaño. Y sufre una gran pérdida en lo que debía ganar una enorme ganancia.
¡Oh Allah, protégenos del mal del ego y del Shaiṭán, y del mal de los genios y los hombres!
Sual: Kısa bir zamandaki küfre mukabil, hadsiz bir zaman cehennemde hapis nasıl adalet olur?
Elcevap: Sene, üç yüz altmış beş gün hesabıyla, bir dakikada katl, yedi milyon sekiz yüz seksen dört bin dakika hapis iktizası kanun-u adalet iken; bir dakika küfür, bin katl hükmünde olduğundan, yirmi sene ömrünü küfürle geçiren ve küfür ile ölen bir adam, kanun-u adaletle elli yedi trilyon iki yüz bir milyar iki yüz milyon sene beşerin kanun-u adaletiyle hapse müstahak olur. Elbette خَالِدٖينَ فٖيهَٓا اَبَدًا adalet-i İlahî ile vech-i muvafakatı bundan anlaşılıyor.
Birbirinden gayet uzak iki adedin sırr-ı münasebeti şudur ki: Katl ve küfür, tahrip ve tecavüz olduğu için gayra tesirat yapar. Bir dakikada katl, lâekall zâhirî âdete göre on beş sene maktûlün hayatını selbeder, onun yerine hapse girer. Bir dakika küfür, bin bir esma-i İlahîyi inkâr ve nukuşlarını tezyif ve kâinatın hukukuna tecavüz ve kemalâtını inkâr ve hadsiz delail-i vahdaniyeti tekzip ve şehadetlerini reddetmek olduğundan kâfiri, binler seneden ziyade esfel-i safilîne atar خَالِدٖينَ de hapseder.
Said Nursî
Coincidencia curiosa que posee una moraleja:
El artículo 163 de la ley en virtud de la cual se acusa a los estudiantes de la Luz y se pide que sean castigados, coincide en su número con el número de los diputados que firmaron la moción del Parlamento que asignaba la concesión de ciento cincuenta mil liras para construir la escuela del autor de la Epístola de la Luz. Y fueron 163 diputados entre los 200 del Congreso de la Nación Turca. Y esta coincidencia dice en significado: La firma de 163 de los diputados del gobierno de la República en el sentido de la estimación y la admiración de su trabajo anula el juicio del artículo 163 en relación a él.
Y también entre las coincidencias curiosas que tienen moraleja está: La orden de arresto del autor de las Epístolas de la Luz y sus estudiantes y su detención tuvo lugar el día 27 de Abril de 1935 mientras que el decreto del juzgado en relación a ellos tuvo lugar el día 19 de Agosto de 1935, es decir 115 días después. Este número coincide con el número de libros de las Epístolas de la Luz que es de 115 que contienen 128 epístolas. Al igual que coincide con el número de los acusados, ciento quince, de entre los alumnos de la Luz que fueron interrogados y acusados. Y esta coincidencia indica que la adversidad con la que fueron puestos a prueba el autor de las Epístolas de la Luz y sus estudiantes fue simplemente organizada por una mano de la providencia divina*(*[3]).
Bu Lem’a’nın başında İmam-ı Ali (ra) Risale-i Nur’a işaret ettiğinden, bir kardeşimiz heyecanlı bir iştiyakla Risale-i Nur’a, Elmas Cevher Nur ismini takıp tekrar ederek yazmıştı. Bu Lem’a’nın âhirinde derci münasip görüldü:
Takva dairesinde bulunan talebe deli de olsa, acaba Risale-i Nur’un ve kıymetli elmasın nurundan ayrılabilir mi? Öyle tahmin ederim ki Risale-i Nur’un bu âciz talebeniz kadar kerametini, faziletini, lezzetini yiyen, tatlı meyvesinden koparan nadirdir. Hem bu kadar âcizliğim ile beraber, Risale-i Nur’a hizmet edemediğim halde göstermiş olduğunuz teveccühe medyun-u şükranım. Binaenaleyh Risale-i Nur’dan bendeniz değil, hiçbir talebeniz o mübarek elmastan ve lezzetten ayrılamaz.
Affınıza mağruren Risale-i Nur’un bu defaki taharriyatında iki kerameti meydana aynen çıkmıştır: Hapishane içerisinde polis, jandarma ve gardiyanlar müthiş arama yaparken, o esnada hiç kimse görmeden, yedi sekiz yaşında, hemşiremin mahdumu, mektep çantasının içerisine Risale-i Nur’un nüshalarını koyarak alıp gitmiştir.
Arama, bendenizin odasında idi. Çocuk odaya geldi, odada telaş görünce, odanın bir tarafında ayrıca duran Risale-i Nurları çantasına koydu ve içerideki memurların hiçbirisi farkına varmadı, çocuğa da bir şey demediler. Fedakâr çocuk doğruca validesine gidiyor. “Dayımın daima bize okuduğu Risale-i Nurları getirdim. Bunları alacaklarmış. Ben onların haberi olmadan, onlar başka mektup, kitap karıştırırlarken aldım, çantama koydum. Bunları iyice bir yere koyunuz, muhafaza ediniz. Ben bunların okunmasını çok seviyorum. Dayım bize bunları okuyordu. O okurken ben başka bir halet kesbediyordum.” diye validesine söylüyor ve mektebine avdet ediyor. Bu sayede Elmas Cevher Nurlar ele geçmemiş oluyor.
Bu keramet değil de nedir? Kur’anî bir mu’cize değildir de nedir? Acaba bu fazilet, acaba bu lezzet, acaba bu Elmas Cevher, hangi telifatta vardır ki bu Elmas Cevher Nurlar, şimdiye kadar hangi zatın ağzından dökülmüştür? Ben de hapis değil, bu Elmas Cevher Nurlar için her an her dakika her fedakârlığı memnuniyetle kabul ederim. Benden sonra bu Elmas Cevher Nurlar yoluna evladım Emin de bütün hayatını sarf etmeye hazırdır.
İşte bu Elmas Cevher Nur’un ikinci kerametini ispat ile üç yaşından sekiz yaşına kadar akrabalarım ve evladım, bu Elmas Cevher Nurlar için fedakârane ve bu yolda hayatlarını hiç düşünmeden feda edeceklerini ispat ederim. Çünkü bu Elmas Cevher Nur’u okurken hepsi başıma toplandı. Onları sevdim ve birer çay verdim, bu Elmas Cevher Nur’u okumaya devam ettim. Hepsi birden “Bu nedir? Bu yazı nasıl yazıdır?” sordular. Ben de dedim: “Bu Elmas Cevher Nur’dur.” diye bunlara okumaya başladım. Onuncu Söz’ü okurken saatler geçmiş. Çocuklar merakından, anlayamadıkları zaman hemen bendenize soruyorlardı. Ben de bu Elmas Cevher Nur’u onların anlayabileceği şekilde izah ederken çocukların renkleri, renk renk oluyordu ve güzelleşiyordu. Bendeniz de çocukların yüzüne baktıkça hepsinde ayrı ayrı nurlu Said görüyordum.
Suallerinde “Nur hangisi, Cevher hangisi ve Elmas hangisi?” diye sorduklarında; “Evet Nur, bunu okumaktır. Bak sizde bir güzellik meydana geldi.” Onlar da birbirinin yüzüne baktılar, tasdik ettiler. “Ya Elmas nedir?” “Bu sözleri yazmaktır. O zaman, yani yazdığınız zaman sizin yazılarınız elmas gibi kıymetli olur.” Tasdik ettiler. “Ya Cevher nedir?” “İşte o da bu kitaptan aldığınız imandır.” Hepsi birden şehadet getirdiler. Bu sohbette üç dört saat geçmiş, bendeniz farkına varmadım.
İşte “Elmas Cevher Nur budur.” dedim. Tasdik ettiler. Hepsi birden bana bakıyorlardı ve “Bunu kim yazdı?” diyorlardı.
Âciz talebeniz
Şefik
Zekâi’nin Rüyası
Bu sabah rüyamda, İstanbul’un Tophane sahiline benzer saf ve berrak bir deniz kenarındayım. Kuşluk zamanında olduğunu zannettiğim güneşin ziyası, o derya-yı azîmin üzerinde hoş parıltılar husule getiriyor. Ben deryaya müteveccihim. Denizin orta ve cenubu tarafından yüze yüze sahile gelen bir genç, omuzundaki bir sabanı sahile çıkardı. Orada bütün kardeşlerimize (tahliyeden sonra) istikbal edilmekteler iken, sahil boyunu takiben, garptan dolu dizgin iki atlı geliyor. “Üstad geliyor!” dediler. Bu izdiham yarıldı, hiç durmaksızın bu mühib yağız atlı ve esmer çehreli iki zat, şarka doğru uzaklaştılar. Ben, o deryaya dalmak üzere iken uyandım.
Zekâi
Tarafgirane ve Risale-i Nur’a rakibane söylenen sözlere mukabildir.
Ger medhetmekse tefahurla kendinizi maksadın
Risale-i Nur’un en sönük yıldızının peykisiniz
Zinhar seyyare zannetme kardeşim, Risale-i Nur’un
Arz değil, âfitab dahi peykidir onun
Pek yakında parlayacaktır âlemde Risale-i Nur
Sönmez, belki gizlenir, zira nurun alâ nur
Bir nur ki bahr-i hakikat ve mahz-ı hidayettir o
مَن۟ اَص۟حَابُ الصِّرَاطِ السَّوِىِّ وَ مَنِ اه۟تَدٰى yı oku.
Hak’tan olmaz şikâyet, belki maksat hikâyet
Şer’in üzere giderken Hakk’a malûm
Risale-i Nur’a ki eylemiştim hem de hizmet
Risale-i Nur ki Aliyyü’l-Murtaza ve Gavs-ı A’zam
Celcelutiye’de ve bazı kasaidde etmişler işaret
Risale-i Nur ki urvetü’l-vüska, lenfisam
Temessük etmiştim zira hem hidayet ve ayn-ı hakikat
Koydular bizleri ki orada durmuştu Yusuf aleyhisselâm
Hem de beraberimizde idi Hazret-i Üstad.
Halil İbrahim
El punto vigésimo octavo Del destello vigésimo octavo
En el nombre de Allah, el Misericordioso, el Compasivo
{No pueden escuchar al Consejo Supremo y se les arrojan proyectiles desde todas partes para ahuyentarlos. Tendrán un castigo perpetuo. Aunque alguno consigue arrebatar algo y es perseguido por un lucero fulgurante.} (Sura de Los que se ponen en filas, 8-10)
{Y hemos embellecido el cielo de este mundo con lámparas y las hemos hecho objetos para lapidar a los demonios.} (Sura de la Soberanía, 5) Vamos a explicar uno de los puntos importantes de estas nobles aleyas y similares a propósito de una objeción que responde a la gente del extravío a modo de crítica.
Estas nobles aleyas revelan que los espías de entre los genios y los demonios ponen oído furtivamente a las noticias de los cielos y traen noticias del no-visto a los adivinos, los materialistas y los que trabajan en convocar a los espíritus de manera que se puso una barrera entre estas noticias y entre el espionaje continuo de esos espías y se les arrojaron luceros principalmente en ese periodo del principio de la revelación con el fin de que nada se mezclara con la revelación. Aclararemos una respuesta resumida al máximo de una pregunta de la máxima importancia que tiene tres ramificaciones.
Pregunta: Se entiende de nobles aleyas semejantes a éstas que acaban de ser mencionadas más arriba que por escuchar furtivamente y averiguar una noticia del no-visto hasta en los sucesos particulares e incluso a veces en sucesos personales, los espías de entre los demonios irrumpen en el reino de los cielos que está en una lejanía máxima como si esos sucesos particulares fueran lugar de búsqueda en cada una de las partes de ese reino inmenso y fuera posible para cualquier demonio de cualquier lugar dentro de los cielos escuchar, aunque sea de una manera incompleta, esa noticia y traerla tal cual a la Tierra. Este significado que se entiende las nobles aleyas no lo acepta el intelecto y la razón.
Luego una parte de los Profetas que son la gente del Mensaje y de los auliyá (los cercanos a Allah), que son la gente de los hechos milagrosos, recogen los frutos del Jardín que están por encima de los cielos elevados-según el texto del Corán- y es como si los tomaran desde un lugar cercano y a veces contemplan el Jardín desde cerca. Esta cuestión quiere decir que el límite de la lejanía está en el límite de la cercanía y esto no lo comprende el intelecto de esta época.
Luego uno de los estados particulares de una persona particular es lugar de mención y palabra para el Consejo Supremo en los cielos superiores muy extensos. Esta cuestión no coincide con la dirección del universo que discurre en el extremo de la sabiduría. Sabiendo que estas tres cuestiones se cuentan entre las verdades del Islam.
La respuesta es:
En primer lugar la noble aleya: {Hemos embellecido el cielo de este mundo con lámparas y las hemos hecho objetos arrojadizos para los demonios} pone de manifiesto que los espías de los demonios que intentan subir a los cielos para espiar son expulsados con las estrellas de los cielos. Y he estudiado esta cuestión muy bien en la Palabra décimo quinta y se ha demostrado con una consistencia que convence hasta a los arrogantes de los materialistas e incluso los obliga a callarse y aceptar, y ello por medio de siete introducciones concluyentes que equivalen a siete niveles de acceso al entendimiento de la noble aleya.
En segundo lugar señalamos estas tres verdades del Islam que pensamos están lejos (del intelecto) con una semblanza y ello para acercarlas a las mentes cortas y estrechas.
Supón que el círculo militar de un gobierno está en el este del país y su círculo de justicia en el oeste y el círculo de la instrucción pública en el norte y el círculo de los asuntos religiosos en el sur y el círculo de los empleados de la administración en el centro y así sucesivamente. Y a pesar de la lejanía entre los círculos de ese gobierno, si cada círculo pide información de lo que pasa entre ellos por medio del teléfono o el telégrafo teniendo una conexión completa, entonces el país será como un solo círculo que será el círculo de la justicia o el círculo militar o religioso o administrativo y así sucesivamente.
Otro ejemplo: A veces sucede que estados múltiples con capitales distintas forman juntos un solo reino con autoridades diferenciadas en virtud de sus intereses coloniales en él o debido a la existencia de diferencias específicas o en virtud de tratos comerciales y demás. De manera que en esa situación cada gobierno establece una relación con esos súbditos en virtud de sus diferencias, por lo que a pesar de que son unos mismos súbditos y una sola nación, los tratos de esos gobiernos diferenciados-que están extremadamente lejos-están en contacto y se acercan uno al otro en la misma casa y aún más se asocian en cada hombre. Hasta el punto de que sus cuestiones particulares se contemplan en círculos particulares y son puntos de contacto y acercamiento y no se toma cada cuestión particular del círculo total. Sin embargo cuando se estudian esas cuestiones particulares se estudian como si se hubieran tomado del círculo total y ello por su vínculo con las normas totales de ese círculo y se le da una forma como si fuera una cuestión que se hubiera convertido en un objeto de estudio en ese círculo total.
Y así a la luz de estos dos ejemplos el reino de los cielos que está extremadamente lejos en cuanto a la capital y el centro, tiene teléfonos inmateriales que se extienden desde ellos hasta los corazones de la gente en el reino de la Tierra, además de que el mundo de los cielos no se alza sobre el mundo corporal sólo sino que comprende el mundo de los espíritus y el mundo del dominio del no-visto, por esto el mundo de los cielos rodea en un sentido el mundo visible bajo el velo.
Y así mismo el Jardín que forma parte de los mundos permanentes y es la morada de la permanencia, a pesar de que está extremadamente lejos, el círculo de sus dominios se extiende con una extensión luminosa y se propaga hacia toda dirección bajo el velo del mundo de lo visible.
Y al igual que el universo que es un hombre mayor encierra miles de mundos parecidos a los círculos concéntricos, los estados que circulan en esos mundos y los sucesos que tienen lugar en ellos son objeto de consideración en cuanto a sus particularidades y sus generalidades y sus individualidades y su grandeza.
Lo que significa que las particularidades se contemplan en los lugares particulares y cercanos mientras que las generalidades y los asuntos grandiosos se ven en las estaciones generales e inmensas.
Sin embargo puede que un suceso particular individual domine sobre un mundo inmenso y dondequiera que se ponga el oído se escuche ese suceso.
Y a veces se movilizan tremendos ejércitos para mostrar grandeza y organización y no por la fuerza del enemigo, así pues, por ejemplo: El suceso del mensaje de Muḥammad, al que Allah le dé Su gracia y paz, y el descenso de la revelación coránica por ser un suceso sublime, el mundo de los cielos todo, incluso cada uno de sus rincones, está preparado y los guardianes está alineados en él en esas torres inmensas de esos cielos elevados y tremendamente alejados y arrojan los astros para ahuyentar a los espías de los demonios y defender los cielos de ellos. De manera que la noble aleya cuando destaca la cuestión así con el apedreamiento de los demonios con una abundancia tremenda y el arrojar bólidos, y especialmente al principio de la Revelación en aquel tiempo, aclara una alusión divina del anuncio acerca del grado grandioso de la Revelación del Corán y el magnitud de su poder, y del grado de su legitimidad y su autenticidad y aquel al que no le afecta la falsedad ni por delante ni por detrás. Y así traduce el noble Corán ese anuncio universal grandioso y alude a esas alusiones celestiales.
En efecto, la manifestación de estas grandiosas alusiones celestiales y la exposición de la contienda de los demonios con los ángeles, cuando el soplo de un ángel bastaría para expulsar a los espías demonios, no es sino para manifestar la grandeza de la Revelación del Corán y su altura y elevación.
Luego esta aclaración coránica tremenda y la manifestación de las enormes concentraciones celestiales no es expresión de que los genios y los demonios tengan fuerza y poder como para conducir a la gente de los cielos a la contienda y a la defensa sino que es alusión a que los demonios y los genios no tienen cabida en ninguno de los lugares de este camino largo que se extiende desde el corazón del Mensajero grandioso, al que Allah le dé Su gracia y paz, hasta el mundo de los cielos, hasta el Trono grandioso. Y con esto el noble Corán expresa que la revelación coránica es una realidad sublime merecedora de ser objeto de mención y estudio para el Consejo Supremo y todos los ángeles en esos cielos colosales, ya que fuerzan a los demonios a subir a los cielos para conseguir algo de sus noticias pero son apedreados y no consiguen nada. De manera que el noble Corán alude con esta alusión de la lapidación de los demonios al hecho de que la revelación coránica que descendió al corazón de Muḥammad, al que Allah le dé Su gracia y paz, y Ŷibril, sea con él la paz, que descendió a donde él estaba, y las realidades del no-visto atestiguadas por su visión sana, certera, correcta, no entra en ella ambigüedad nunca, ni en ningún sentido, en absoluto. Y así expresa el noble Corán esta cuestión con su carácter prodigioso profundo.
En cuanto a la contemplación del jardín en el más cercano de los lugares y tomar alguno de sus frutos a veces, a pesar de su lejanía total y el hecho de pertenecer al mundo de la permanencia, por la indicación de los dos ejemplos precedentes se entiende que: Este mundo perecedero, el mundo de lo visible, es un velo del mundo del no-visto y del mundo de la permanencia. Es posible ver el Jardín en todas partes a pesar de que su centro inmenso está en un lugar muy lejano, y ello por medio del espejo del mundo de la semblanza. Y es posible también por medio de una fe que alcance el grado de la verdad de la certeza que el Jardín tenga círculos y colonias (no hay equívoco en la semblanza) en este mundo perecedero y es posible que haya allí comunicaciones y contactos con él a través de los espíritus elevados y a través del teléfono del corazón, y es posible que respondan desde él los frutos.
En cuanto a la ocupación de un círculo general con un suceso personal particular, es decir: Lo que aparece en los comentarios coránicos en cuanto a que los demonios suben a los cielos y prestan oídos a hurtadillas allí y traen noticias del no-visto que adulteran para los adivinos, su realidad debe ser así:
No hay acceso a la capital del mundo de los cielos para recibir esa noticia particular, sino que es un acceso a algunos lugares particulares en el aire de la atmósfera-que está dentro del significado de los cielos-y en el que hay lugares equivalentes a puestos de guardia (sin equívoco en la semblanza) de los cielos y tienen lugar relaciones en estos lugares particulares con el reino de la Tierra, de manera que los demonios escuchan furtivamente en esos lugares particulares para obtener información de los sucesos particulares, hasta el punto de que el corazón del hombre es una de esas estaciones en las que pugna el ángel de la inspiración con el demonio particular.
En cuanto a las realidades del Corán y de la fe y los sucesos del Mensajero, al que Allah le dé Su gracia y paz, por muy particulares que sean, equivaldrán al mayor de los sucesos y el más insigne en el círculo de los cielos y en el Trono inmenso. Hasta el punto de que serán como si se publicaran en las páginas inmateriales de los decretos divinos universales (sin equívoco en la semblanza) ya que se hablará de ellos y se estudiarán sus cuestiones en cada uno de los rincones de los cielos puesto que desde el corazón del noble Mensajero, al que Allah le dé Su gracia y paz, hasta llegar al círculo del Trono inmenso está protegido de cualquier intromisión que pudiera haber por parte de los demonios. Pues en verdad el Corán a pesar de su explicación de esto simplemente expresa con esas insignes aleyas que no hay artimaña ni medio para los demonios de obtener las noticias de los cielos excepto prestando oídos a hurtadillas. De manera que el Corán explica con esto de una manera clara, prodigiosa y elocuente: ¡Qué grande es la revelación coránica y qué grande es su valía! ¡Y cuán verídica y certera es la profecía de Muḥmamad, al que Allah le dé Su gracia y paz! Hasta el punto de que no es posible acercarse a ambas sea con la similitud que sea y sea con la forma que sea.
{¡Gloria a Ti, no tenemos conocimiento excepto lo que Tú nos has enseñado, en verdad Tú eres el Conocedor, el Sabio.}
Sa’id an-Nursí.
- ↑ Hâşiye: Zat-ı Ahmediye’ye (asm) gelen rahmet, umum ümmetin ebedî zamandaki ihtiyacatına bakıyor. Onun için gayr-ı mütenahî salât yerindedir. Acaba dünya gibi koca, büyük ve gafletle karanlıklı, vahşetli ve hâlî bir haneye birisi girse ne kadar tedehhüş, tevahhuş, telaş eder ve birden o haneyi tenvir ederek enis, munis, habib, mahbub bir Yaver-i Ekrem sadırda görünüp, o hanenin Mâlik-i Rahîm-i Kerîm’ini o hanenin her eşyasıyla tarif edip tanıttırsa ne kadar sevinç, ünsiyet, sürur, ışık, ferah verdiğini kıyas ediniz. Zat-ı Risalet’teki salavatın kıymetini ve lezzetini takdir ediniz.
- ↑ Hâşiye: Nasıl ki iki melâike, teşbihin sırrı münasebetiyle Sevr ve Hut tesmiye edilen, avamca koca bir öküz ve koca bir balık telakki edilmiştir.
- ↑ *[Es digno de observación que la orden de arresto de una parte de los estudiantes de la Luz y su detención comenzó el día 25 de Abril de 1935 y el número de los que fueron acusados por el decreto del juzgado fue de 117, ya que el nombre de dos de ellos fue repetido. Y este número de alumnos (117) coincide con el número de días de la detención que llegó a 117 días, considerando la detención de esa parte de los alumnos hasta el día de la sentencia del juzgado. De manera que esta coincidencia suma otra curiosidad a la curiosidad de las coincidencias previas. El autor.]