Sikke-i Tasdik-i Gaybi 9. Mektup
Sadakatte meşhur olan Barlalı Süleyman’ın vazife-i sadakatini tamamıyla yapan Isparta Süleyman’ı Rüşdü’nün bir fıkrasıdır
Aziz Üstadım!
Kardeşlerimin Yirmi Yedinci Mektup’a giren fıkralarını, kendi fikrime ve hissiyatıma muvafık bulduğumdan, onlar bu nokta-i nazardan kendi fıkralarımdır diye başka fıkra yazmaya lüzum görmedim. Fakat bu âhirlerde Risale-i Nur’un kerametine temas eden bazı hâdiseler benimle de münasebettar olarak vücuda geldiğinden, ondan bir ihtar hükmünde idi ki onlar münasebetiyle benim de bir hususi fıkram kardeşlerimin hususi fıkraları içine girsin diye o hâdiselerden bazı latîf tevafukatı ve bazı rüya-yı sadıkayı ve birkaç hâdiseyi yazıyorum.
Bu rüyalar, birbirine yakın ve birkaç gün zarfında görülmüş ve Hazret-i Peygamber aleyhissalâtü vesselâm içinde bulunduğu cihetle, rüya-yı sadıkadır. Çünkü hadîsçe sabittir ki Peygamber aleyhissalâtü vesselâm görülen rüyada şeytan o rüyaya karışamıyor. Bu rüya-yı sadıkadan her biri –gerçi rüyadır, delil ve hüccet olamaz– fakat her birinin aynı mealde ittifakları, bir müjde veriyor ve Risale-i Nur’un makbuliyetine ve Hazret-i Peygamber aleyhissalâtü vesselâmın daire-i rızasında bulunduğuna bizlere kanaat veriyor. Ezcümle:
Birincisi: Risale-i Nur şakirdlerinden Rıza görüyor: Hazret-i Peygamber aleyhissalâtü vesselâm, camide Hazret-i Ebubekiri’s-Sıddık’a (ra) emrediyor: “Çık hutbe oku!” Ebubekiri’s-Sıddık koşarak minberin en yukarı basamağına kadar çıkar, hutbe okur. Hutbe içinde cemaate der ki: “Bu söylediğim hakikatlerin izahatı Yirmi Dokuzuncu Söz’dedir.”
İkincisi: Risale-i Nur’un şakirdlerinden Osman Nuri diyor ki: Rüyamda, şemail-i şerife muvafık, gayet nurani bir surette Hazret-i Peygamber aleyhissalâtü vesselâmı oturduğu yere dayanmış bir vaziyette gördüm. Bu anda bir sadâ geldi ki Hazret-i Peygamber aleyhissalâtü vesselâmın bir yaveri geliyor. Kapılar birdenbire kendi kendine açıldı. Risale-i Nur nâşirlerinin Üstadı olan zat içeriye girdi. Hazret-i Peygamber aleyhissalâtü vesselâm, Üstadımıza şefkatkârane bir iltifat göstererek dayandığı vaziyetten doğruldu. Ben de ağlayarak uyandım.
Üçüncüsü: Risale-i Nur şakirdlerine köşkünü tahsis eden Şükrü Efendi’dir. Rüyada ona diyorlar ki: “Senin o köşküne Hazret-i Peygamber aleyhissalâtü vesselâm gelmiş.” O da koşarak gidip Hazret-i Peygamber aleyhissalâtü vesselâmı çok nurani ve sürurlu bir halde bulup ziyaret etmiş.
Dördüncüsü: Risale-i Nur şakirdlerinden Nazmi’dir. Rüyasında ona diyorlar ki: “Risale-i Nur şakirdleri imansız ölmezler, kabre iman ile girerler.”
Bu rüyalar Hazret-i Peygamber aleyhissalâtü vesselâm ile münasebettar olmak cihetiyle, o rüyalar zamanında “Mu’cizat-ı Ahmediye Risalesi” münasebetiyle latîf ve küçük bir iki tevafukun letaifini zikredeceğim. Şöyle ki:
Risale-i Nur eczalarından birkaç vecihle kerameti görülen, mu’cizat-ı Ahmediyeye dair On Dokuzuncu Mektup’un tashihi zamanında, yedi mu’cizat-ı Ahmediyeye (asm) mazhar yedi çocuğun bahsine geldiği vakitte, Meliha isminde yedi yaşındaki kızım, umulmadık bir vakitte hanemden çıkıp Üstadımın oturduğu köşke geldi, o yedi çocuk bahsini masumane çocukçasına dinlemeye başladı. Çay içmesini çok sevdiği halde kendine verildi, çocukların bahsi bitinceye kadar içmedi.
O saatten on dakika evvel hem On Dokuzuncu Mektup hem Mi’rac Risalesi ayrı ayrı tashih ediliyordu. On Dokuzuncu Mektup’un yüz elli sahifesi içinde bir tek sahifede kuru direğin ağlamasından bahis var. Mi’rac Risalesi’nde altı yüz satırdan bir tek satır ondan bahseder. Muhtelif tarzlarda, muhtelif vakitte, muhtelif adamlar, muhtelif kitaplarda birden bir tek sözü söylediklerini ben işittim. O da kuru direğin ağlaması idi. Her biri iki kişiden ibaret iki kısım tashihçiler, aynı kelime üstündedirler, o kelimeyi söylüyorlardı. Ben hayret ile dedim: “İki taraf da bir kelimeyi söylüyorsunuz.” Sonra baktık. Mi’racın tashihi aynı kelimeye geldiği gibi On Dokuzuncu Mektup’un tashihi de aynı kelime üzerindedir. Biz hazır olanlar şüphemiz kalmadı ki yedi yaşında Meliha’nın yedi çocuk bahsine tevafuku ve bu iki kısım musahhihlerin aynı kelimede ittifakları, o Mu’cizat-ı Ahmediye bahsinin bir kerametinin bir şuâıdır.
Yine Peygamber aleyhissalâtü vesselâmın mektubuyla münasebettar üçüncü bir tevafuk: Milas’tan gelen ve oraya gönderilen kitapların listesini bir sebebe binaen saklamak lâzım gelmişti. Üstadım, bu listeyi saklamak için bana verdiğini biliyormuş. Bir gün o listeye lüzum olacağını düşünerek, benden isteyecekti. Fakat istememişti. O gece kalkar, o listeyi seccadesinin yanında görür, hayret eder. Bu saklandığı yerden çıkıp nasıl burada bulunsun? Sabahleyin benden soruyor. “Ben getirmedim, haberim yok.” dedim. Zaten gece yanına çıkmamıştım. Bunda bir mana var. Biz düşündük, aynı gün Milas’tan listeye göre kitap istemeye bir hak kazanmak için Hazret-i Peygamber aleyhissalâtü vesselâmın Mısır Azizi Mukavkis’e yazdığı mektup, eski Mısırlılara ait kitaplar içinde bulunarak İstanbul’a gönderilmiş. Bu mektubun fotoğrafla alınan aynının bir sureti, o gecenin gündüzünde bize geldi, o geceki liste hâdisesine tevafuk etti. Bunda şüphemiz kalmadı ki saklı olan o listenin kendi kendine orada bulunması, bu mektub-u Nebeviyenin gelmesine bir istikbal ve bir işaret idi.
İşte o günlerde Hazret-i Peygamber aleyhissalâtü vesselâm rüyada Risale-i Nur’la münasebettar görülmesi ve mektup da aynı vakitte gelmesi, o günlerde telif edilen hastalara ait yirmi beş deva-yı maneviyeyi beyan eden Yirmi Beşinci Lem’a ve iktisada ait On Dokuzuncu Lem’a ve onların akabinde ihtiyarlara ait yirmi altı ricayı beyan eden Yirmi Altıncı Lem’a’nın telif zamanlarına tevafuk etmesi şüphe bırakmıyor ki bu üç risale, Hazret-i Peygamber aleyhissalâtü vesselâmın makbuliyetine mazhar olmuş.
Yine Risale-i Nur’la münasebeti tahakkuk eden hâdiselerden birisi de şudur ki: Risale-i Nur’un Isparta’ya medar-ı bereket olduğunu çok emarelerle gördük ve görüyoruz. Ezcümle:
Şükrü Efendi hem kendi köşkünü hem merhum kardeşi Nuri Efendi’nin köşkünü Risale-i Nur’un ders ve telifine verdiği bir zamanda, onun şehirdeki evine muttasıl büyük bir haliçe binası ateş aldı. Bütün o büyük bina yandığı halde, Şükrü Efendi’nin evine sirayet etmedi, hattâ yanan haliçe binasının müştemilatından olup haliçe binası ile Şükrü Efendi’nin hanesine bitişik olan ahşap odunluk dahi yanmadı. Bu vaziyeti gören herkes hayret içinde kaldı. Fakat Risale-i Nur ile alâkaları olanların şüpheleri kalmadı ki Şükrü Efendi Risale-i Nur’un telifine bu iki köşkü verdiği için onun bereketiyle hârika bir surette hem kendi hanesi hem merhum kardeşinin hanesi, o müthiş yangından kurtuldu.
Hem Risale-i Nur yazın nasıl ki büyük bir yağmur ve rahmete sebep olduğu delillerle beyan edilip Gavs-ı Geylanî’nin (ks) kerametine dair risalede kaydedilen hâdise, Risale-i Nur’un bir kerameti olduğu gibi; bu seneki kışta Risale-i Nur’un merkez-i faaliyeti, Barla’dan Isparta’nın bağlarına nakledilmiş idi. Bağlarda soğuk ve fırtına, şehirden çok şiddetli oluyordu. Bu şiddetli kışta Risale-i Nur’un dersi tatil olmamak ve nâşiri de dayanabilmek için bir eser-i rahmet olarak bu senenin kışı gayet mutedil geçti.
Evet, herkes biliyor ki şimdiye kadar böyle mutedil ve bazı günleri yaza benzer tarzda bir kış, bu yakın zamanlarda görülmemişti. İşte bugün, yeni mart on iki, eski şubat yirmi yedidir. Sitte-i Sevr denilen fırtınalı altı meşhur günün üçüncü günü olan bugün, Nevruz günü gibi açıktır, güzeldir. Nasıl ki Risale-i Nur’un bereketi yüzünden rahmet-i İlahiye yaz ortasında bir bahar getirdiğini kanaat verecek emareler ile görmüştük; öyle de bu kış ortasında Risale-i Nur’un bereketi yüzünden bir güz mevsimi olmasına bir vesile olduğuna kanaat ettik.
Hem Risale-i Nur eczasından İktisat Risalesi’nin telifine çok yakın bir zamanda, Üstadımın maişetindeki iktisadı ifrat derecesine girmişti. Ben ve Hüsrev ve daha diğer arkadaşlarımız bütün biliyoruz ki: Üstadımızın hasta olmadığı halde bütün ramazanda yediği gıdayı hesap ettik, bir tek francala ekmeği, yarım okka kese yoğurdu, yüz elli dirhem pirinç idi. Biz tahmin ettik ki yirmi dört saatte üç hurma tanesi kadar gıda ile külfetsiz idare etti. Fazlaya iştihası olmadığı için yemiyordu. Bu hal, ramazandan sonra ona yazdırılacak olan İktisat Risalesi’nin bereketine ve mübarekiyetine ve kerametine bir işaret idi.
Ve bir de Risale-i Nur’un takviye-i din hakkında hizmetine işaret eden bir diğer hâdise şudur ki: Isparta’nın mühim bir âliminin, takriben otuz kırk sene evvel yazdığı istikbale dair kasidesinin fıkraları, Risale-i Nur’a tam tevafuk ediyor ve Risale-i Nur’u gösteriyor. Şöyle ki:
Allah rahmet etsin ve kabri pür-nur olsun, Topal Şükrü Efendi namında ehl-i kalp ve Isparta’nın bir medar-ı fahri olan zatın kerametkârane buraca meşhur bir şiirini gördüm, getirip arkadaşlarıma gösterdim. Dedim: Bu zat bu dalaletli zamanımızdan bahsettiği gibi bir fıkrası da Harb-i Umumî’den bahsediyor gibi görünüyor. Çünkü bu şiirinde diyor:
“Âferin çarha ki çattırdı kuduzu kuduza.”
Yani bütün dünya kâfirlerini birbirine musallat ettirdi. Ve iki satır sonra yine diyor:
“Sûk-i asr içre bütün dâd ü sited, küfr ü dalal
Müşteri kalmadı, din indi ucuzdan ucuza.”
Yani o asrın çarşısında alışveriş dinsizlik elinde olacak, dinsizlik hükmedecek, din gayet ucuza düşecek ve İslâm’ın şeairi gizlenecek. Sonra diyor:
“Şükriyâ bilmezem esrar-ı gaybdan amma
Ya ileri ya geri, takrib ederim üç otuza.”
Kendi tefsir ediyor, yani otuz üçe. Şiddetli kafiyesini müraat için otuz üç yerine “üç otuz” demiştir. Hem Harb-i Umumî’ye işaret ettiği fıkrasıyla “Dinsizlik düsturları, kanunları, o asır çarşısında hükmettiği…” fıkrasının ortasında şöyle diyor:
“Eriş ey avn-i şeriat (Hâşiye-1[1]) eriş ey muhyiddin!
Elem-i rîş-i (Hâşiye-2[2]) cefa sineden erişti öze.”
Şimdi benim kanaatim geliyor ki bu zat, otuz üç senesinden sonra Risale-i Nur’u Isparta’nın imdadına çağırıyor. “Ey avn-i Şeriat! Ey Muhyiddin yetiş!” diyor. Yani vefatından takriben otuz üç sene sonra şeriata ve dinin şeairine, Isparta’ya yetişecek bir nuru çağırıyor. Cenab-ı Hak duasını kabul etmiş ki vefatından otuz kırk sene sonra Risale-i Nur o vazifeyi görmüş.
Talebeniz ve hizmetkârınız
Süleyman Rüşdü