Yirmidokuzuncu Lem'adan İkinci Bâb

    Risale-i Nur Tercümeleri sitesinden
    11.03, 26 Şubat 2024 tarihinde FuzzyBot (mesaj | katkılar) tarafından oluşturulmuş 80112 numaralı sürüm (Kaynak sayfanın yeni sürümü ile eşleme için güncelleniyor)
    (fark) ← Önceki sürüm | Güncel sürüm (fark) | Sonraki sürüm → (fark)

    بِاس۟مِهٖ سُب۟حَانَهُ

    Bu İkinci Bab “Elhamdülillah” hakkındadır.

    İkinci Bab ile tabir edilen şu risalecikte “Elhamdülillah” cümlesini insanlara dedirten imanın sonsuz fayda ve nurlarından yalnız dokuz tane beyan edilecektir.

    بِسْمِ اللّٰهِ الرَّحْمٰنِ الرَّحِيمِ

    BİRİNCİ NOKTA

    Evvela iki şey ihtar edilecektir:

    1- Felsefe; her şeyi çirkin, korkunç gösteren siyah bir gözlüktür. İman ise her şeyi güzel, ünsiyetli gösteren şeffaf, berrak, nurani bir gözlüktür.

    2- Bütün mahlukatla alâkadar ve her şeyle bir nevi alışverişi olan ve kendisini abluka eden şeyler ile lafzen ve manen görüşmek, konuşmak, komşuluk etmeye hilkaten mecbur olan insanın sağ, sol, ön, arka, alt, üst olmak üzere altı ciheti vardır.

    İnsan mezkûr iki gözlüğü gözüne takmakla, mezkûr cihetlerde bulunan mahlukatı, ahvali görebilir.

    Sağ Cihet: Bu cihetten maksat, geçmiş zamandır. Binaenaleyh felsefe gözlüğüyle sağ cihete bakıldığı zaman, mazi ülkesinin kıyameti kopmuş, altı üstüne çevrilmiş, karanlıklı, korkunç büyük bir mezaristanı andıran bir şekilde görünecektir. Ve bu görünüşte insan pek büyük bir dehşete, vahşete, meyusiyete maruz kaldığında şüphe yoktur.

    Fakat iman gözlüğüyle o cihete bakıldığı zaman, hakikaten o ülkenin altı üstüne çevrilmiş bir şekilde görünürse de fakat can telefi yoktur. Mürettebatı, sakinleri daha güzel, nurani bir âleme nakledilmiş oldukları anlaşılıyor. Ve o kabirler, çukurlar da nurani bir âleme girmek için kazılan yer altı tünelleri şeklinde telakki edilecektir. Demek, imanın insanlara verdiği sürur, ferahlık, itminan, inşirah, binlerce “Elhamdülillah” dedirten bir nimettir.

    Sol Cihet: Yani gelecek zamana felsefe gözlüğüyle bakıldığı zaman; bizleri çürütecek, yılan ve akreplere yedirip imha edecek, zulümatlı, korkunç, büyük bir kabir şeklinde görünecektir.

    Fakat iman gözlüğüyle bakılırsa Cenab-ı Hakk’ın, Hâlık-ı Rahman-ı Rahîm’in insanlara ihzar ettiği çeşit çeşit, nefîs, leziz me’kûlat ve meşrubata zarf olan bir maide ve bir sofra-i Rahmanî şeklinde görünecektir. Ve binlerce “Elhamdülillah” okutturarak tekrar ettirecektir.

    Üst Cihet: Yani semavat cihetine felsefe ile bakan bir adam, şu sonsuz boşlukta, milyarlarca yıldız ve kürelerin (at koşusu gibi veya askerî bir manevra gibi) yaptıkları pek süratli ve muhtelif hareketlerinden büyük bir dehşete, vahşete, korkuya maruz kalacaktır.

    Fakat imanlı bir adam baktığı vakit o garib, acib manevranın bir kumandanın emriyle, nezareti altında yapıldığı gibi; semavat âlemini tezyin eden o yıldızların bize de ziyadar kandiller şeklinde olduklarını görecek ve o atlar koşusunda korku, dehşet değil, ünsiyet ve muhabbet edecektir. Âlem-i semavatı şöylece tasvir eden iman nimetine elbette binlerce “Elhamdülillah” söylemek azdır.

    Alt Cihet: Yani arz âlemine felsefe gözüyle bakan insan; küre-i arzı başıboş, yularsız, şemsin etrafında serseri gezen bir hayvan gibi veya tahtaları kırık, kaptansız bir kayık gibi görür ve dehşete, telaşa düşer.

    Fakat iman ile bakarsa arzın Rahmanî bir sefine olup Allah’ın kumandası altında bütün me’kûlat, meşrubat, melbusatıyla beraber, nev-i beşeri tenezzüh için şemsin etrafında gezdiren bir sefine şeklinde görür. Ve imandan neş’et eden şu büyük nimete büyük büyük “Elhamdülillah”ları söylemeye başlar.

    Ön Cihet: Felsefeci bir adam bu cihete bakarsa görür ki bütün canlı mahlukat –insan olsun, hayvan olsun– kafile be-kafile büyük bir süratle o cihete gidip kaybolurlar. Yani ademe gider, yok olurlar. Kendisinin de o yolun yolcusu olduğunu bildiğinden teessüründen çıldıracak bir hale gelir.

    Fakat iman nazarıyla bakan bir mü’min, insanların o cihete gidişleri, seyahatleri adem âlemine değil, göçebeler gibi bir yayladan bir yaylaya bir intikaldir. Ve fâni menzilden bâki menzile, hizmet çiftliğinden ücret dairesine, zahmetler memleketinden rahmetler memleketine göç etmek olup adem âlemine gitmek değil diye bu ciheti memnuniyetle karşılar.

    Fakat yol esnasında ölüm, kabir gibi görünen meşakkatler netice itibarıyla saadetlerdir. Çünkü nurani âlemlere giden yol kabirden geçer ve en büyük saadetler büyük ve acı felaketlerin neticesidir. Mesela Hazret-i Yusuf, Mısır azizliği gibi bir saadete ancak kardeşleri tarafından atıldığı kuyu ve Zeliha’nın iftirası üzerine konulduğu hapis yoluyla nâil olmuştur. Ve keza rahm-ı maderden dünyaya gelen çocuk, ma’hud tünelde çektiği sıkıcı, ezici zahmet neticesinde dünya saadetine nâil oluyor.

    Arka Cihet: Yani geride gelenlere felsefe nazarıyla bakılırsa “Yahu bunlar nereden nereye gidiyorlar ve ne için dünya memleketine gelmişlerdir?” diye edilen suale bir cevap alınamadığından –tabiî– hayret ve tereddüt azabı içinde kalınır.

    Fakat nur-u iman gözlüğüyle bakarsa insanların kâinat sergisinde teşhir edilen garib, acib kudretin mu’cizelerini görmek ve mütalaa etmek için Sultan-ı Ezelî tarafından gönderilmiş mütalaacı olduklarını anlar. Ve bunlar o mu’cizelerin derece-i kıymet ve azametine ve Sultan-ı Ezelî’nin azametine derece-i delâletlerine kesb-i vukuf ettikleri nisbetinde, derece ve numara aldıktan sonra yine Sultan-ı Ezelî’nin memleketine dönüp gideceklerini anlar. Ve bu anlayış nimetini kendisine îras eden iman nimetine “Elhamdülillah” diyecektir.

    İhtar: Mezkûr zulmetleri izale eden iman nimetine “Elhamdülillah” diye edilen hamd dahi bir nimet olduğundan ona da bir hamd lâzımdır. Bu ikinci hamde de üçüncü bir hamd, üçüncüye de dördüncü bir hamd lâzımdır. وَهَلُمَّ جَرًّا Demek, bir hamd-i vâhidden doğan hamdlerden ibaret gayr-ı mütenahî bir silsile-i hamdiye husule geliyor.

    İKİNCİ NOKTA

    Cihat-ı sitteyi tenvir eden iman nimetine de “Elhamdülillah” demesi lâzımdır. Çünkü iman, cihat-ı sittenin zulümatını izale etmekle def’u’l-bela kabîlinden büyük bir nimet sayıldığı gibi –tabiî– o cihat-ı sitteyi tenvir ettiği cihetle de celbü’l-menafi kabîlinden ikinci bir nimet sayılır. Binaenaleyh insan fıtrî bir medeniyete sahip olduğundan cihat-ı sittede bulunan mahlukatla alâkadar olur. Ve iman nimetiyle de insanın bütün cihat-ı sitteden istifade edebilmesi imkânı vardır.

    Binaenaleyh اَي۟نَمَا تُوَلُّوا فَثَمَّ وَج۟هُ اللّٰهِ âyet-i kerîmesinin sırrıyla, cihat-ı sitteden herhangi bir cihetle olursa insan tenevvür eder. Hattâ mü’min olan bir insanın dünyanın kuruluşundan sonuna kadar uzanan manevî bir ömrü vardır. Ve insanın bu manevî ömrü ezelden ebede uzanan bir hayatın nurundan meded ve yardım alır.

    Ve keza cihat-ı sitteyi tenvir eden iman sayesinde insanın şu dar zaman ve mekânı geniş ve rahat bir âleme inkılab eder. Ve bu büyük âlem, bir insanın hanesi gibi olur. Ve mazi, müstakbel zamanları; insanın ruhuna, kalbine bir zaman-ı hal hükmünde olur. Aralarında uzaklık kalkıyor.

    ÜÇÜNCÜ NOKTA

    İmanın istinad ve istimdad noktalarını hâvi olmasından da “Elhamdülillah” demesini iktiza eder.

    Evet nev-i beşer, aczi ve düşmanların kesreti dolayısıyla dayanacak bir nokta-i istinada muhtaçtır ki düşmanlarını def’ için o noktaya iltica etsin. Ve keza kesret-i hâcat ve şiddet-i fakr dolayısıyla da istimdad edecek bir nokta-i istimdada muhtaçtır ki onun yardımıyla ihtiyaçlarını def’etsin.

    Ey insan! Senin nokta-i istinadın ancak ve ancak Allah’a olan imandır. Ruhuna, vicdanına nokta-i istimdad ise ancak âhirete olan imandır. Binaenaleyh bu her iki noktadan haberi olmayan bir insanın kalbi, ruhu tevahhuş eder; vicdanı daima muazzeb olur. Lâkin birinci noktaya istinad ve ikincisinden de istimdad eden adam kalben ve ruhen pek çok zevk ve lezzetleri, ünsiyetleri hisseder ki hem müteselli hem vicdanı mutmain olur.

    DÖRDÜNCÜ NOKTA

    İman nuru, lezaiz-i meşruanın zevale başladıkları zaman hasıl olan elemleri, emsalinin vürûd ve gelmekte olduklarını göstermekle izale eder. Ve keza nimetlerin devam edip tenakus etmemesini, nimetlerin menbaını göstermekle temin eder.

    Ve keza firak ve ayrılmaların elemlerini, teceddüd-ü emsalinin lezzetini göstermekle izale eder. Yani zeval düşüncesiyle bir lezzette çok elemler olur ki iman, o elemleri teceddüd-ü emsal ile ihtar ve izale eder. Maahâzâ lezzetlerin teceddüdünde de başka lezzetler vardır. Evet, bir semerenin şeceresi olmasa o semerede münhasır kalan lezzet, onun yemesiyle zâil olur ve zevali de mûcib-i teessür olur. Fakat o semerenin şeceresi maruf ise o semerenin zevalinden elem hasıl olmuyor, çünkü yerine gelen var. Ve aynı zamanda teceddüd, haddizatında bir lezzettir.

    Ve keza ruh-u beşeri en ziyade sıkan, ayrılmalardan neş’et eden elemlerdir. Nur-u iman, o elemleri teceddüd-ü emsal ve tahaddüs-ü visal ümidiyle izale eder.

    BEŞİNCİ NOKTA

    İnsan, şu mevcudattan kendisine düşman ve ecnebi tevehhüm ettiği veya ölüler, yetimler gibi hayatsız, perişan vehmettiği şeyleri nur-u iman, ahbap ve kardeş sıfatıyla gösterir ve hayattar tesbihhan (tesbih eden) şeklinde irae eder.

    Yani gaflet ile bakan adam, âlemin mevcudatını düşman gibi muzır telakki ederek tevahhuş eder. Ve eşyayı ecnebiler gibi görür. Çünkü dalalet nazarında mazi ve istikbal zamanlarındaki eşya arasında uhuvvet, kardeşlik rabıtası, bağlanışı yoktur. Ancak zaman-ı halde eşya arasında küçük, cüz’î bir alâka olur. Binaenaleyh ehl-i dalaletin yekdiğerine olan uhuvvetleri, binler senelik uzun bir zamanda bir dakika kadardır.

    Ve keza iman nazarı, bütün ecramı hayattar, birbirine ünsiyetli olduklarını görüyor. Ve her bir cirmin lisan-ı haliyle Hâlık’ının tesbihatını yapmakta olduğunu da gösteriyor. İşte bu itibarla bütün ecramın kendilerine göre bir nevi hayat ve ruhları vardır. Binaenaleyh imanın şu görüşüne nazaran o ecramda dehşet, vahşet yoktur. Ünsiyet ve muhabbet vardır.

    Dalalet nazarı, matlublarını tahsil etmekten âciz olan insanların sahipsiz, hâmisiz olduklarını telakki eder ve hüzün, keder, aczlerinden dolayı ağlayan yetimler gibi zanneder.

    İman nazarı ise canlı mahlukata, ağlar yetimler gibi değil ancak mükellef memur, muvazzaf zâkir ve tesbihhan ibad sıfatıyla bakar.

    ALTINCI NOKTA

    Nur-u iman, dünya ve âhiret âlemlerini çeşit çeşit nimetlere zarf iki sofra ile tasvir eder ki mü’min olan kimse iman eliyle ve zâhirî, bâtınî duygularıyla ve manevî, ruhî olan letaifiyle o sofralardan istifade ediyor. Dalalet nazarında ise zevi’l-hayatın daire-i istifadesi küçülür, maddî lezzetlere münhasırdır.

    İman nazarında, semavat ve arzı ihata eden bir daire kadar tevessü eder. Evet bir mü’min, güneşi kendi hanesinin damında asılmış bir lüküs; kameri bir idare lambası addedebilir. Ve bu itibarla şems, kamer kendisine birer nimet olur. Binaenaleyh mü’min olan zatın daire-i istifadesi semavattan daha geniş olur. Evet, Kur’an-ı Mu’cizü’l-Beyan وَ سَخَّرَ لَكُمُ الشَّم۟سَ وَ ال۟قَمَرَ ۝ وَ سَخَّرَ لَكُم۟ مَا فِى ال۟بَرِّ وَال۟بَح۟رِ âyetlerin belâgatıyla imandan neş’et eden şu hârika ihsanlara, in’amlara işaret ediyor.

    YEDİNCİ NOKTA

    Nur-u iman ile bilinir ki Allah’ın varlığı, bütün nimetlerin fevkinde öyle büyük bir nimettir ki sonsuz nimetlerin envaını, nihayetsiz ihsanların cinslerini, sayısız atiyyelerin sınıflarını hâvi bir menba ve bir kaynaktır. Binaenaleyh zerrat-ı âlemin adedince iman nimetine hamd ü sena etmek bir borçtur. Risale-i Nur’un eczasında bir kısmına işaretler yapılmıştır. Maahâzâ iman-ı billahtan bahseden Risale-i Nur’un cüzleri, bu nimetten perdeyi kaldırarak gösteriyor.

    اَل۟حَم۟دُ لِلّٰهِ lâm-ı istiğrakla işaret ettiği umum hamdler ile hamdedilmesi lâzım olan nimetlerden birisi de rahmaniyet nimetidir. Evet rahmaniyet, zevi’l-hayattan rahmete mazhar olanların sayısınca nimetleri tazammun etmiştir. Çünkü bilhassa insan, her bir zîhayatla alâkadardır. Bu itibarla insan, her zîhayatın saadetiyle saidleşir ve elemleriyle müteessir olur. Öyle ise herhangi bir fertte bulunan bir nimet, arkadaşlarına da bir nimettir.

    Ve keza validelerin şefkatleriyle nimetlenen çocukların sayısınca nimetleri tazammun edip ona göre hamdlere, senalara kesb-i istihkak edenlerden birisi de rahîmiyettir. Evet, annesiz aç bir çocuğun ağlamasından müteessir ve acıyan bir vicdan sahibi, elbette validelerin çocuklarına olan şefkatlerinden zevk alır, memnun ve mahzuz olur. İşte bu gibi zevkler birer nimettir, hamd ve şükür isterler.

    Ve keza kâinatta mündemic hikmetlerin bütün enva ve efradı adedince hamd ve şükürleri iktiza edenlerden birisi de hakîmiyettir. Zira insanın nefsi, rahmaniyetin cilveleriyle, kalbi de rahîmiyetin tecelliyatıyla nimetlendikleri gibi; insanın aklı da hakîmiyetin letaifiyle zevk alır, telezzüz eder. İşte bu itibarla ağız dolusuyla “Elhamdülillah” söylemekle hamd ü senaları istilzam eder.

    Ve keza esma-i hüsnadan “Vâris” isminin tecelliyatı adedince ve babalar gibi usûlün zevalinden sonra bâki kalan füruatın sayısınca ve âlem-i âhiretin mevcudatı adedince ve uhrevî mükâfatları almaya medar olmak üzere hıfzedilen beşerin amelleri sayısınca, sadâsıyla şu fezayı dolduracak kadar büyük bir “Elhamdülillah” ile hamdedilecek hafîziyet nimetidir. Çünkü nimetin devamı, nimetin zatından daha kıymetlidir. Lezzetin bekası, lezzetten daha lezizdir. Cennette devam, cennetin fevkindedir ve hâkeza… Binaenaleyh Cenab-ı Hakk’ın hafîziyeti tazammun ettiği nimetler, bütün kâinatta mevcud bütün nimetlerden daha çok ve daha üstündedir. Bu itibarla ağız dolusu ile bir “Elhamdülillah” ister.

    Şu zikredilen dört isme bâki kalan esma-i hüsnayı kıyas et ki her bir isminde sonsuz nimetler bulunduğu için sonsuz hamdleri, şükürleri istilzam ederler.

    Ve keza bütün nimet hazinelerini açmak salahiyetinde olan nimet-i imana vesile olan Hazret-i Muhammed aleyhissalâtü vesselâm dahi öyle büyük bir nimettir ki nev-i beşer ile’l-ebed o zatı (asm) medh ü sena etmeye borçludur.

    Ve keza maddî ve manevî bütün nimetlerin envaına fihriste ve kaynak olan İslâmiyet ve Kur’an nimeti de gayr-ı mütenahî hamdleri bi’l-istihkak istilzam eder.

    SEKİZİNCİ NOKTA

    Öyle bir Allah’a hamdolsun ki kâinat ile tabir edilen şu kitab-ı kebir ve onun tefsiri olan Kur’an-ı Azîmüşşan’ın beyanına göre, bütün bablarıyla fasılları ve bütün sahifeleriyle satırları ve bütün kelimatıyla harfleri, o Zat-ı Akdes’e sıfât-ı cemaliye ve kemaliyesini izhar ile hamd ü senahandır.

    Şöyle ki: O kitab-ı kebirin her bir nakşı, küçük olsun büyük olsun (karınca kaderince) Vâhid ve Samed olan nakkaşının evsaf-ı celaliyesini izhar ile hamd ü senalar eder.

    Ve keza o kitabın her bir yazısı Rahman ve Rahîm olan kâtibinin evsaf-ı cemaliyesini göstermekle senahan oluyor.

    Ve keza o kitabın her bir nazmı, kasidesi Kadîr, Alîm olan nâzımını takdis ile tahmid eyler.

    Ve keza o kitabın bütün yazıları, noktaları, nakışları, esma-i hüsnanın tecelliyat ve cilvelerine ma’kes ve mazhar olmak cihetiyle o Zat-ı Akdes’i takdis, tahmid, temcid ile senahandır.

    DOKUZUNCU NOKTA

    (*[1])
    اَل۟حَم۟دُ مِنَ اللّٰهِ بِاللّٰهِ عَلَى اللّٰهِ لِلّٰهِ …

    Said Nursî


    Sekizinci Şuâ ⇐ | Şualar | ⇒ Eddâî

    1. *Bu gibi şifrelerin anahtarı bende yoktur ki açayım. Maahâzâ oruçlu bir kafa, ne o şifreleri açabilir ve ne o darbları yapabilir. kusura bakmayınız. Bu kadarı da ancak yine müellifinin manevî yardımıyla ve Leyle-i Kadrin bereketiyle ve Mevlana’nın komşuluğundan istifade ile yapabildim.
      Mütercim
      Abdülmecid Nursî