İçeriğe atla

Onuncu Lem'a/en: Revizyonlar arasındaki fark

"This is Seyrani. Like Husrev, he was one of my students who was enthusiastic about the Risale-i Nur and had a good understanding of it. I consulted my students in Isparta about the ‘coincidences,’ which are a key to the mysteries of the Qur’an and to the science of jafr. They responded and took part eagerly, but because Seyrani had other ideas and points of interest, he did not respond, and in addition wanted me to give up the truth I knew t..." içeriğiyle yeni sayfa oluşturdu
("Hulûsi Bey(*<ref>*See note 2, page 58. (Tr.)</ref>) was crucial to our service of the Qur’an. There were a number of things when he returned to his native region from Eğridir that would have afforded him much enjoyment and worldly happiness, perhaps causing him to become slack in his service of the Qur’an, which pertains solely to the hereafter. For he was reunited with his parents, whom he had not seen for a long time, and he was back home, and b..." içeriğiyle yeni sayfa oluşturdu)
Etiketler: Mobil değişiklik Mobil ağ değişikliği
 
("This is Seyrani. Like Husrev, he was one of my students who was enthusiastic about the Risale-i Nur and had a good understanding of it. I consulted my students in Isparta about the ‘coincidences,’ which are a key to the mysteries of the Qur’an and to the science of jafr. They responded and took part eagerly, but because Seyrani had other ideas and points of interest, he did not respond, and in addition wanted me to give up the truth I knew t..." içeriğiyle yeni sayfa oluşturdu)
 
(Aynı kullanıcının aradaki diğer 4 değişikliği gösterilmiyor)
57. satır: 57. satır:
==THE FIFTH==
==THE FIFTH==


<div lang="tr" dir="ltr" class="mw-content-ltr">
This is Hakkı Efendi.(*<ref>*See note 4, page 58. (Tr.)</ref>) Since he is not here now, I am deputizing for him as I did for  Hulûsi Bey, and say this: while Hakkı Efendi was carrying out to the letter his duties as student, an immoral Kaymakam(*<ref>*The head official of a district (Tr.)</ref>) came to the district. So he hid what he had written so that harm should come neither to his Master, nor to himself. He temporarily gave up his service of the Risale-i Nur. Suddenly,  a court case was opened against him, which was a sort of slap dealt by divine compassion. He was going to have to pay a fine of a thousand liras. He was subject to the threat for a year, until he came here and we met, and on his return he again took up his service of the Qur’an and the duties of being a Risale-i Nur student. Then the compassionate slap’s sentence was lifted, and he was acquitted.
Hakkı Efendi’dir. Şimdi burada olmadığı için Hulusi’ye vekâlet ettiğim gibi ona da vekâleten derim ki: Hakkı Efendi talebelik vazifesini hakkıyla îfa ederken, ahlâksız bir kaymakam geldi. Hem Üstadına hem de kendine zarar gelmemek için yazdıklarını sakladı. Muvakkaten hizmet-i Nuriyeyi terk etti. Birden bir şefkat tokadı manasında bin lirayı vermeye mükellef olacak bir dava başına açıldı. Bir sene o tehdit altında kaldı. Tâ geldi, burada görüştük, avdetinde hizmet-i Kur’aniyeye talebelik vazifesine girdi. Şefkat tokadının hükmü kalktı, tebrie etti.
</div>


<div lang="tr" dir="ltr" class="mw-content-ltr">
Later a further duty commenced for the students, which concerned the writing out of the Qur’an in a new way.(*<ref>*This refers to its being written so as to show the miracle of the ‘coincidences.’ (For ‘coincidences’, see note 1, page 56 – Tr.)</ref>) A section was given to Hakkı Efendi. He embarked on it  enthusiastically and wrote out a thirtieth part of the Qur’an. But because of his straitened circumstances he felt compelled to secretly undertake someone’s defence in a court case. He suddenly received another compassionate slap. He broke the finger he used to hold his pen with. It was as though warning him: “This finger won’t write out both a lawyer’s case and the Qur’an!” We were astonished at his finger because we did not know about his taking on the case. Then it was understood that the sacred, pure service of the Qur’an did not want to involve the fingers which were particular to it in other work. Anyway I know Hulûsi Bey like  I know myself and spoke in his place, and Hakkı Bey is just the same. If he does not like my acting as his proxy, he can write about his slap himself!
Sonra Kur’an’ı yeni bir tarzda '''(Hâşiye<ref>'''Hâşiye:''' Tevafuk mu’cizesini gösterir bir surette demektir.</ref>)''' yazmak hususunda talebelere bir vazife açıldı. Hakkı Efendi’ye de hisse verildi. Elhak o, hissesine sahip çıktı. Bir cüzü güzel yazdı. Fakat derd-i maişet zaruretiyle kendini mecbur bilip gizli dava vekâletine teşebbüs etti. Birden bir şefkat tokadı daha yedi. Kalemi tutan parmağı, muvakkaten kırıldı. Bu parmakla hem dava vekâleti yapmak hem Kur’an’ı yazmak olmayacak diye lisan-ı mana ile ihtar edildi. Dava vekâletine teşebbüsünü bilmediğimiz için parmağına hayret ediyorduk. Sonra anlaşıldı ki: '''Kudsî, safi hizmet-i Kur’aniye; gayet temiz, kendine mahsus parmakları başka işe karıştırmak istemiyor.''' Her ne ise… Hulusi Bey’i kendim gibi bildim, ona bedel konuştum. Hakkı Efendi de aynen onun gibidir. Eğer benim vekâletime razı olmazsa kendi tokadını kendi yazsın.
</div>


<div lang="tr" dir="ltr" class="mw-content-ltr">
<span id="ALTINCISI"></span>
== ALTINCISI ==
==THE SIXTH==
</div>


<div lang="tr" dir="ltr" class="mw-content-ltr">
This is Bekir Efendi.(*<ref>*Bekir Dikmen 1898-1954. He was a merchant of Barla. (Tr.)</ref>) He  is  not here at present, so in the  same way that  I deputized for my brother Abdülmecid, relying on his confidence and loyalty and what all my close friends like fiamlı Hafız and Süleyman Efendi say and know, I say this: Bekir Efendi had the Tenth Word printed. Then we sent him the Twent y-Fifth Word, about the Qur’an’s Miraculousness, to print before the new letters were introduced.(*<ref>*That is, the introduction of the Latin alphabet at the end of 1928. (Tr.)</ref>) We also wrote that we would send him the printing costs, as we sent him the costs of printing the Tenth Word. But thinking of my poverty and seeing that the printing costs would be around  four hundred liras, Bekir Efendi thought to himself: “Perhaps the Hoja won’t be pleased if I pay it out of my own pocket,” and his soul deceived him. It was not printed  and caused  considerable harm to our service of the Qur’an. Two months later nine hundred liras of his were stolen and he received a compassionate but severe blow. God willing, the lost nine hundred liras was like a sort of almsgiving.
Bekir Efendi’dir. Şimdi hazır olmadığı için ben, kardeşim Abdülmecid’e vekâlet ettiğim gibi onun itimat ve sadakatine itimadım ve Şamlı Hâfız ve Süleyman Efendi gibi bütün has dostlarımın hükümlerine (bildiklerine) istinaden diyorum ki: Bekir Efendi, Onuncu Söz’ü tabetti. İ’caz-ı Kur’an’a dair Yirmi Beşinci Söz’ü yeni huruf çıkmadan tabetmek için ona gönderdik. Onuncu Söz’ün matbaa fiyatını gönderdiğimiz gibi onu da göndereceğiz diye yazdık. Bekir Efendi, benim fakr-ı halimi düşünüp matbaa fiyatı dört yüz banknot kadar olduğunu mülahaza ederek ve kendi kesesinden vermek, belki Hoca razı olmaz diye onun nefsi onu aldattı. Tabedilmedi. Hizmet-i Kur’aniyeye mühim bir zarar oldu. İki ay sonra dokuz yüz lira hırsızların eline geçti. Şefkatli ve şiddetli bir tokat yedi. İnşâallah ziyaa giden dokuz yüz lira, sadaka hükmüne geçti.
</div>


<div lang="tr" dir="ltr" class="mw-content-ltr">
<span id="YEDİNCİSİ"></span>
== YEDİNCİSİ ==
==THE SEVENTH==
</div>


<div lang="tr" dir="ltr" class="mw-content-ltr">
This is Şamlı Hafız Tevfik.(*<ref>*Tevfik Göksu, 1887-1965, was Bediuzzaman’s student and scribe in Barla, and was imprisoned together with him in Eskişehir and Denizli. He saw Bediuzzaman in Damascus in 1911, where his father was serving in the army, hence his name Şamlı. (Tr.)</ref>) He himself says: “Yes, I confess that because of some  things I did unknowingly and in error that would have caused harm to our service of the Qur’an, I received two compassionate slaps. I have no doubt that they were the result of that.
Şamlı Hâfız Tevfik’tir. O kendisi diyor: Evet, itiraf ediyorum ki ben bilmeyerek ve yanlış düşünerek, hizmet-i Kur’aniyede fütur verecek harekâtım sebebiyle iki şefkatli tokat yedim. Şüphem kalmadı ki bu tokat o cihetten geldi.
</div>


<div lang="tr" dir="ltr" class="mw-content-ltr">
'''“The First:''' All praise be to God, I was endowed with handwriting of the Arabic script  which is to a degree suitable for writing the Qur’an. My Master first of all assigned me  three thirtieth parts of the Qur’an to  write out, and divided  the rest among the others. Desire to write out the Qur’an destroyed my wish to perform the service of writing out the rough and final drafts of the parts of the Risale-i Nur. I even had the conceited idea of wanting  to surpass the others who did not know how to write the Arabic script properly. I had even said arrogantly when my Master told me as a precaution about the writing that it was for  him: “I know this. I don’t need to learn it.” I received an extraordinary and unimaginable slap because of this mistake: what I wrote was not even as good as that of a brother (Husrev) who knew the least about writing the Arabic script. We were all astonished. And we have understood now that it was a slap.
'''Birincisi:''' Lillahi’l-hamd, benim hatt-ı Arabiyem Kur’an’a bir derece uygun bir tarzda ihsan edilmişti. Üstadım en evvel üç cüz bana yazdırmakla sair arkadaşlarıma taksim etti. Kur’an yazmak iştiyakı, risalelerin tebyiz ve tesvidindeki hizmetime arzumu kırdı. Hem Arabî hattı bulunmayan sair arkadaşlara tefevvuk edeceğim diye gururkârane bir tavırda bulundum. Hattâ Üstadım yazıya ait bir tedbir bana söylediği vakit “Bu iş bana aittir.” o vakit dedim “Ben bunu biliyorum, ders almaya ihtiyacım yoktur.” gibi mağrurane söyledim. İşte bu hatama göre fevkalâde hiç hatıra gelmeyen bir tokat yedim. En az Arabî hattı olan bir kardeşime (Hüsrev’e) yetişemedim. Bizler bütün hayret ettik. Şimdi anladık ki o bir tokattır.
</div>


<div lang="tr" dir="ltr" class="mw-content-ltr">
'''“The Second:''' I confess that two of my attitudes were damaging for the complete sincerity necessary for service to the Qur’an, which has to be purely for God’s sake, and I received a severe blow. For I am like a stranger in the region, and foreign. Also – but I should not complain – since I did not observe frugality and contentment, important  rules of my Master, I suffer from poverty. I am compelled to mix with selfish and arrogant people, and so, may God forgive it, I was forced to be generous in hypocritical and sycophantic manner. My Master frequently warned, reminded, and scolded me, but unfortunately I could not stop myself. On the one hand satans from among jinn and men were profiting from this situation of mine which was opposed to the spirit of service of the All-Wise Qur’an, and on the other it caused a coldness and slackness in our service.
'''İkincisi:''' Ben itiraf ediyorum ki hizmet-i Kur’aniyedeki kemal-i ihlas ve sırf livechillah için hizmeti, iki vaziyetim ihlâl ediyordu. Şiddetli bir tokat yedim. Çünkü ben bu memlekette garib hükmündeyim, garibim. Hem şekva olmasın, Üstadımın en mühim bir düsturu olan iktisada ve kanaate riayet etmediğimden fakr-ı hale maruzum. Hodbin, mağrur insanlarla ihtilata mecbur olduğumdan –Cenab-ı Hak affetsin– mürüvvetkârane bir surette riyaya ve tabasbusa da mecbur oluyordum. Üstadım çok defa beni ikaz ve ihtar ve tekdir ediyordu. Maatteessüf kendimi kurtaramıyordum. Halbuki Kur’an-ı Hakîm’in ruh-u hizmetine zıt olan bu vaziyetimden şeytan-ı cinnî ve insî istifade etmekle beraber hizmetimize de bir soğukluk, bir fütur veriyordu.
</div>


<div lang="tr" dir="ltr" class="mw-content-ltr">
“In  the  face  of  this  fault  of  mine,  I  received  a  severe,  but  God  willing compassionate, blow. I have no doubt that it happened in consequence of that fault. The blow was this: although for eight years I have had both close relations with my Master and been his writer of rough drafts and final drafts, for around  eight months, I had been unable to benefit from the Risale-i Nur. We were astonished at this situation. Both I and my Master sought the reason, wondering why it  was  thus.  Now  we  feel  certain  that  those  truths  of  the  Qur’an  are  light  and luminous, and cannot unite with the darkness of artificiality, flattery, and abasement.
İşte ben bu kusuruma karşı şiddetli fakat inşâallah şefkatli bir tokat yedim. Şüphemiz kalmadı ki bu tokat, o kusura binaen gelmiş. O tokat da şudur: Sekiz senedir ben, Üstadımın hem muhatabı hem müsevvidi hem mübeyyizi olduğum halde, sekiz ay kadar Nurlardan istifade edemedim. Bu hale hayret ettik. Ben de ve Üstadım da “Bu neden böyle oluyor?” diye esbab arıyorduk. Şimdi kat’î kanaatimiz geldi ki:
</div>


<div lang="tr" dir="ltr" class="mw-content-ltr">
So the meaning of those truths’ lights were drawing away from me, appearing foreign to me and as strangers. I beseech Almighty God  that He will grant me sincerity worthy of such service, and save me from hypocrisy and  artificiality towards ‘the worldly.’ I request of firstly my Master and all my brothers that they pray for me.
'''O hakaik-i Kur’aniye nurdur, ziyadır. Tasannu, temelluk, tezellül zulmetleriyle birleşemiyor.''' Onun için bu Nurların hakikatlerinin meali, benden uzaklaşıyor tarzında bulunarak, bana yabani görünüyor, yabani kalıyordu. Cenab-ı Hak’tan niyaz ediyorum ki bundan sonra Cenab-ı Hak, bana o hizmete lâyık ihlas ihsan etsin, ehl-i dünyaya tasannu ve riyadan kurtarsın. Başta Üstadım olarak, kardeşlerimden dua rica ediyorum.
</div>


<div lang="tr" dir="ltr" class="mw-content-ltr">
“The most faulty,
Pür-kusur
</div>


<div lang="tr" dir="ltr" class="mw-content-ltr">
'''Şamlı Hâfız Tevfik'''
'''Şamlı Hâfız Tevfik'''
</div>


<div lang="tr" dir="ltr" class="mw-content-ltr">
<span id="SEKİZİNCİSİ"></span>
== SEKİZİNCİSİ ==
==THE EIGHTH==
</div>


<div lang="tr" dir="ltr" class="mw-content-ltr">
This is Seyrani. Like Husrev, he was one of my students who was enthusiastic about the Risale-i Nur and had a good understanding of it. I consulted my students in Isparta about the ‘coincidences,’ which are a key to the mysteries of the Qur’an and to the science of jafr. They responded and took part eagerly, but because Seyrani had other ideas and points of interest,  he did not respond, and in addition wanted me to give  up  the  truth  I  knew  to  be  certain. He  wrote  me  a  letter  that  upset  me considerably. I said: “Alas! I have lost this student.Certainly I wanted to enlighten his ideas, but a further meaning confused matters. He  received  a blow from divine compassion: he remained for nearly a year in a place of seclusion (that is, in prison).
Seyranî’dir. Bu zat, Hüsrev gibi Nur’a müştak ve dirayetli bir talebemdi. Esrar-ı Kur’aniyenin bir anahtarı ve ilm-i cifrin mühim bir miftahı olan tevafukata dair Isparta’daki talebelerin fikirlerini istimzaç ettim. Ondan başkaları, kemal-i şevk ile iştirak ettiler. O zat başka bir fikirde ve başka bir merakta bulunduğu için iştirak etmemekle beraber, beni de kat’î bildiğim hakikatten vazgeçirmek istedi. Cidden bana dokunmuş bir mektup yazdı. “Eyvah!” dedim, “Bu talebemi kaybettim!” Çendan fikrini tenvir etmek istedim. Başka bir mana daha karıştı. Bir şefkat tokadını yedi. Bir seneye karib bir halvethanede (yani hapiste) bekledi.
</div>


<div lang="tr" dir="ltr" class="mw-content-ltr">
<span id="DOKUZUNCUSU"></span>
== DOKUZUNCUSU ==
==THE NINTH==
</div>


<div lang="tr" dir="ltr" class="mw-content-ltr">
This is the Hâfız Zühtü the Elder. At a time he was as though supervising the Risale-i  Nur students in Ağrus, not considering the students’ spiritual honour to be sufficient – although they had made it their way to follow the practices of the Prophet (UWBP) and avoid innovations – he took it on himself to teach a serious innovation in the hope of increasing his standing in the eyes of ‘the worldly.’ He perpetrated an error that was diametrically opposed to our way. He received an awesome slap from divine  compassion. An  incident  occurred  that  completely  destroyed  his  family’s honour. Unfortunately, Hâfız Zühtü the Younger was  also affected by the grievous incident although he was not deserving of any slap. But God willing it will act as a beneficial surgical operation delivering his heart from worldly attachment and making it over totally to the Qur’an.
Büyük Hâfız Zühdü’dür. Bu zat, Ağrus’taki Nur talebelerinin başında nâzırları hükmünde olduğu bir zaman, sünnet-i seniyeye ittiba ve bid’alardan içtinabı meslek ittihaz eden talebelerin manevî şerefini kâfi görmeyerek ve ehl-i dünyanın nazarında bir mevki kazanmak emeliyle mühim bir bid’anın muallimliğini deruhte etti. Tamamıyla mesleğimize zıt bir hata işledi. Pek müthiş bir şefkat tokadını yedi. Hanedanının şerefini zîr ü zeber edecek bir hâdiseye maruz kaldı. Fakat maatteessüf Küçük Hâfız Zühdü, hiç tokada istihkakı yokken, o elîm hâdise ona da temas etti. Belki inşâallah o hâdise, onun kalbini dünyadan kurtarıp tamamıyla Kur’an’a vermek için bir ameliyat-ı cerrahiye-i nâfia hükmüne geçer.
</div>


<div lang="tr" dir="ltr" class="mw-content-ltr">
<span id="ONUNCUSU"></span>
== ONUNCUSU ==
==THE TENTH==
</div>


<div lang="tr" dir="ltr" class="mw-content-ltr">
This is someone called Hâfız Ahmed (May God have mercy on him). For two or three  years he wrote out the treatises in encouraging fashion and he benefited from them. Then  ‘the  worldly’  took  advantage  of  a  weak  trait  in  his  character. His enthusiam was  dampened. He had relations with ‘the worldly,’ perhaps so that he would avoid being harmed by them and have some say with them, and win some sort of  position,  and  make  his  scant  livelihood  more  plentiful. But  in  return  for  the slackness and harm that was thus caused to his service of the Qur’an, he received two blows. One was that he had to support five more people with his scant means, and his situation became truly wretched. The second slap: as someone who was sensitive in regard  to  honour  and  self-respect  and  could  not  brook  anyone’s  criticism  or objections, he was unknowingly used as a shield by some cunning people in such a way that his honour was sullied. Ninety per cent of his honour was  destroyed and ninety per  cent  of  people  were  turned  against  him. May God  forgive  him!  God willing, he will come to his senses and return in part to his duty.
Hâfız Ahmed (rh) namında bir adamdır. Bu zat, risalelerin yazmasında iki üç sene teşvikkârane bir surette bulunuyordu ve istifade ediyordu. Sonra ehl-i dünya, zayıf bir damarından istifade etti. O şevk zedelendi. Ehl-i dünyaya temas etti. Belki o cihetle ehl-i dünyanın zararını görmesin hem onlara sözünü geçirsin ve bir nevi mevki kazansın ve dar olan maişetine bir suhulet olsun. İşte hizmet-i Kur’aniyeye o suretle, o yüzden gelen fütur ve zarara mukabil iki tokat yedi. Biri: Dar maişetiyle beraber beş nüfus daha ilâve edildi, perişaniyeti ehemmiyet kesbetti. İkinci tokat: Şeref ve haysiyet noktasında hassas ve hattâ bir tek adamın tenkit ve itirazını çekemeyen o zat, bilmeyerek bazı dessas insanlar onu öyle bir surette kendilerine perde ettiler ki şerefi zîr ü zeber oldu, yüzde doksanını kaybetti ve yüzde doksan adamı aleyhine çevirdi. Her ne ise… Allah affetsin, belki inşâallah bundan intibaha gelir, yine kısmen vazifesine döner.
</div>


<div lang="tr" dir="ltr" class="mw-content-ltr">
<span id="ON_BİRİNCİSİ"></span>
== ON BİRİNCİSİ ==
==THE ELEVENTH==
</div>


<div lang="tr" dir="ltr" class="mw-content-ltr">
This was not written since perhaps he would not agree.
Belki rızası yok diye yazılmadı.
</div>


<div lang="tr" dir="ltr" class="mw-content-ltr">
<span id="ON_İKİNCİSİ"></span>
== ON İKİNCİSİ ==
==THE TWELFTH==
</div>


<div lang="tr" dir="ltr" class="mw-content-ltr">
This is the teacher, Galib (May God have mercy on him). Yes, he performed great  services loyally and appreciatively in writing out final drafts of the treatises, displaying no weakness in the face of any difficulties. Most days he would come, and listening eagerly, copy them down. Then in return for a fee of thirty liras he had the whole of The Words and  Letters  written out. His aim was to distribute them in his native region and to enlighten the people there. But due to certain ideas, he did not distribute the treatises as he had envisaged  and left them in their box. Suddenly a grievous event  occurred  due to  which  he suffered  distress  for  a  year. He  gained numerous unjust, tyrannical enemies in place of a handful of  official enemies who would have been inimical just because he had distributed the treatises, and lost some of his friends.
Muallim Galib’dir (rh). Evet bu zat, sadıkane ve takdirkârane, risalelerin tebyizinde çok hizmet etti ve hiçbir müşkülat karşısında zaaf göstermedi. Ekser günlerde geliyordu, kemal-i şevk ile dinliyordu ve istinsah ediyordu. Sonra kendine, otuz lira ücret mukabilinde umum Sözler’i ve Mektubat’ı yazdırdı. Onun maksadı, memleketinde neşretmek ve hem hemşehrilerini tenvir etmek idi. Sonra bazı düşünceler neticesinde risaleleri tasavvur ettiği gibi neşretmedi, sandığa bıraktı. Birden elîm bir hâdise yüzünden bir sene gam ve gussa çekti. Risalelerin neşri ile ona adâvet edecek resmî birkaç düşmanlara bedel; zalim, insafsız çok düşmanları buldu; bir kısım dostlarını kaybetti.
</div>


<div lang="tr" dir="ltr" class="mw-content-ltr">
<span id="ON_ÜÇÜNCÜSÜ"></span>
== ON ÜÇÜNCÜSÜ ==
==THE THIRTEENTH==
</div>


<div lang="tr" dir="ltr" class="mw-content-ltr">
This is Hâfız Halid(*<ref>*A teacher by profession, Hafız Halid Tekin was a native of Barla. He was one of
Hâfız Hâlid’dir (rh). Kendisi der: Evet itiraf ediyorum, Üstadımın hizmet-i Kur’aniyede neşrettiği âsârın tesvidinde hararetli bir surette bulunduğum zaman mahallemizde bir cami imamlığı vardı. Eski kisve-i ilmiyemi, sarığı bağlamak niyetiyle muvakkaten o hizmete fütur verip, bilmeyerek çekildim. Maksadımın aksiyle şefkatli bir tokat yedim. Sekiz dokuz ay imamlık ettiğim halde, müftünün çok vaadlerine rağmen, fevkalâde bir surette sarığı saramadım. Şüphemiz kalmadı ki o kusurdan bu şefkatli tokat geldi. Ben Üstadımın hem bir muhatabı hem bir müsevvidi idim. Benim çekilmem ile tesvid hususunda sıkıntı çekmişti. Her ne ise… Yine şükür ki kusurumuzu anladık ve bu hizmetin de ne kadar kudsî olduğunu bildik ve Şah-ı Geylanî gibi arkamızda melek-i sıyanet gibi bir Üstad bulunduğuna itimat ettik.
Bediuzzaman’s close students there, also acting as his scribe. (Tr.)</ref>) (May God grant him mercy). He said: “Yes, I confess that I was feverishly engaged in writing out rough drafts of the works  my Master disseminated in serving the Qur’an, when the post of imam in a mosque in our quarter became available. With the intention of dressing once again in my former  robe and  wearing the turban, I temporarily neglected  my service and avoided doing it.I received a compassionate slap contrary to my intentions. Although for eight or nine months I acted as imam, extraordinarily I was unable to wear the turban, despite  the repeated  promises of the Mufti.I have no doubt that  this compassionate slap was the result of my error. I was both someone addressed by my Master, and was his scribe of rough drafts. He suffered difficulties due to my neglect. In any event... Still, thanks be to God, we realized my error and understood just how sacred this service is. We were confident that  we had  behind  us a  Master  like a protecting angel, like Shah Geylani.
</div>


<div lang="tr" dir="ltr" class="mw-content-ltr">
“The weakest of God’s servants,
Ez’afü’l-ibad
</div>


<div lang="tr" dir="ltr" class="mw-content-ltr">
'''Hâfız Hâlid'''
'''Hâfız Hâlid'''
</div>


<div lang="tr" dir="ltr" class="mw-content-ltr">
<span id="ON_DÖRDÜNCÜSÜ"></span>
== ON DÖRDÜNCÜSÜ ==
==THE FOURTEENTH==
</div>


<div lang="tr" dir="ltr" class="mw-content-ltr">
This consists of the three small slaps the three Mustafa’s received.
Üç Mustafa’nın küçücük “üç tokat” yemeleridir.
</div>


<div lang="tr" dir="ltr" class="mw-content-ltr">
'''The First:''' For eight years Mustafa Çavuş (May God grant him mercy) attended to our  small private mosque, and saw to its stove, paraffin, and even the matches. I learnt later that for the eight years he provided for the paraffin and matches out of his own pocket. On the night before Friday in particular he would join the congregation as long as there was no other essential matter to attend to.
'''Birincisi:''' Mustafa Çavuş (rh) sekiz senedir bizim hususi küçük camiye hem sobasına hem gaz yağına hem kibritine kadar hizmet ediyordu. Hattâ gaz yağını ve kibritini sekiz senedir kendi kesesinden sarf ettiğini sonra öğrendik. Cemaate, hususan cuma gecelerinde gayet zarurî bir iş olmayınca geri kalmıyordu.
</div>


<div lang="tr" dir="ltr" class="mw-content-ltr">
Then, taking advantage of his ingenuousness, ‘the worldly’ said to him: “They are going to interfere in Hâfız’s – one of the scribes of the Words – wearing a turban. He should also temporarily stop making the call to prayer secretly. You tell the scribe to take off his turban before they remove it by force.” They did not know that it was extremely difficult for someone with a lofty spirit like Mustafa Çavuş to tell someone else employed in service of the Qur’an to remove his turban. But he told him what they had said.
Sonra ehl-i dünya onun safvet-i kalbinden istifade ederek dediler ki: “Sözler’in bir kâtibi olan Hâfız’ın sarığına ilişecekler. Hem gizli ezan, muvakkaten terk edilsin. Sen kâtibe söyle, cebir görmeden evvel sarığı çıkarsın.” O bilmiyordu ki hizmet-i Kur’aniyede bulunan birisinin sarığını çıkarmaya dair sözü tebliğ etmek, Mustafa Çavuş gibi yüksek ruhlulara pek ağırdır. Onların sözlerini tebliğ etmiş.
</div>


<div lang="tr" dir="ltr" class="mw-content-ltr">
That night I dreamt that Mustafa Çavuş came to my room with dirty hands behind the  Kaymakam. I asked him the following day: “Mustafa Çavuş, who did you see today? I dreamt of you with dirty hands behind the Kaymakam.” He replied: “Alas! The village headman told me to ‘tell the scribe.’ I didn’t know what was behind it.”
O gece rüyada ben görüyordum ki Mustafa Çavuş’un elleri kirli, kaymakam arkasında olarak odama geldi. İkinci gün ona dedim: “Mustafa Çavuş, sen bugün kim ile görüştün? Seni elin mülevves bir surette kaymakamın arkasında gördüm.” Dedi: “Eyvah! Bana böyle bir söz, muhtar söyledi, kâtibe söyle. Ben arkasında ne olduğunu bilmedim.”
</div>


<div lang="tr" dir="ltr" class="mw-content-ltr">
Also, that same day he brought almost an okka(*<ref>*An okka was the equivalent of 2.9 lbs. (Tr.)</ref>) of paraffin to the mosque. In a way he had never done before, he left the door open and a kitten entered. Then a big man came, and supposing the paraffin in the ewer to be water, sprinkled it all around the mosque, in order to clean it and the mess left by the kitten on the prayer-mat. It is extraordinary that he did not smell the paraffin. That is to say, the mosque did not allow the man to smell it, in order to tell Mustafa Çavuş through the tongue of disposition: “We don’t need your paraffin. I haven’t accepted it because  of  the  mistake  you  made.”
Hem aynı günde bir okkaya yakın gaz yağını camiye getirmiş. Hiç vuku bulmayan, o gün kapı açık kalmış, bir keçi yavrusu içeriye girmiş, büyük bir adam gelmiş, keçi yavrusunun seccademe yakın bıraktığı muzahrefatı yıkamak için ibrikteki gaz yağını su zannedip bütün o gaz yağını temizlik yapıyorum diye caminin her tarafına serpmiş. Acayiptir ki kokusunu duymamış. Demek, o mescid lisan-ı hal ile Mustafa Çavuş’a diyor: “Senin gaz yağın bize lâzım değil. Ettiğin hata için gaz yağını kabul etmedim.” diye işaret vermek için o adama koku işittirilmedi.
</div>


<div lang="tr" dir="ltr" class="mw-content-ltr">
That  week  on  the  eve  of  Friday  and  other important prayers, even, he was unable to join the congregation, although he tried to. Then he repented earnestly and asked forgiveness, and he regained his purity of heart.
Hattâ o hafta içinde cuma gecesinde ve birkaç mühim namazda, o kadar çalıştığı halde cemaate yetişemiyordu. '''Sonra ciddi bir nedamet, bir istiğfar ettikten sonra safvet-i asliyesini buldu.'''
</div>


<div lang="tr" dir="ltr" class="mw-content-ltr">
'''The Second Mustafa’s:''' These  are  my  worthy,  hard-working, and  important student  Mustafa from  Kuleönü,  and  his  most  loyal,  self-sacrificing  friend,  Hâfız Mustafa (May God grant him mercy). After the religious festival I sent word telling them not to come lest ‘the worldly’ bother us and discourage us in our service of the Qur’an, but if they had to  come, they should come singly. Then one night, three of them came all together. They intended to leave before dawn. In a way that had never happened  before,  neither  Mustafa Çavuş,  nor  Süleyman Efendi, nor  myself,  nor themselves, had thought of taking any clear precautions; we were made to forget to do so. Each of us left it to the others and took no measures. They left before dawn. Then for two hours they were pounded by such a storm that  I was alarmed thinking that they would not survive it. This winter there had been no such storm, nor had I pitied anyone  so  much. As  a punishment  for his  lack of caution, I  was  going  to  send Süleyman after them to find out if they were well and safe. Mustafa Çavuş said: “If he goes, he will be stranded too, and I’ll have to go after him to find him. Then Abdullah Çavuş will have to come after me.” So saying: “We place our trust in God!” we waited.
'''İkinci Mustafalar:''' Kuleönü’ndeki kıymettar, çalışkan mühim bir talebem olan Mustafa ile onun çok sadık ve fedakâr arkadaşı Hâfız Mustafa’dır (r.aleyhima). Ben bayramdan sonra, ehl-i dünya bize sıkıntı verip hizmet-i Kur’aniyeye fütur vermemek için şimdilik gelmesinler diye haber göndermiştim. Şayet gelecek olurlarsa birer birer gelsinler. Halbuki bunlar üç adam birden, bir gece geldiler. Fecirden evvel hava müsait ise gitmek niyet edildi. Hiç vuku bulmadığı bir tarzda hem Mustafa Çavuş hem Süleyman Efendi hem ben hem onlar, zâhir bir tedbiri düşünemedik, bize unutturuldu. Her birimiz ötekine bırakıp ihtiyatsızlık etti. Onlar fecirden evvel gittiler. Öyle bir fırtına onları iki saat mütemadiyen tokatladı ki bu fırtınadan kurtulmayacaklar diye telaş ettim. Şimdiye kadar bu kışta ne öyle bir fırtına olmuş ve ne de bu kadar kimseye acımıştım. Sonra Süleyman’ı, ihtiyatsızlığının cezası olarak arkalarından gönderip sıhhat ve selâmetlerini anlamak için gönderecektim. Mustafa Çavuş dedi: “O gitse o da kalacak. Ben de onun arkasından gidip aramak lâzım. Benim arkamdan da Abdullah Çavuş gelmek lâzım.” Bu hususta “Tevekkelnâ alallah” dedik, intizar ettik.
</div>


<div lang="tr" dir="ltr" class="mw-content-ltr">
'''Question:''' You consider the calamities visited on your special friends to be slaps;  punishment for laxity in their service of the Qur’an. Whereas those that are truly inimical to you and to the service of the Qur’an remain safe and sound. Why are friends dealt slaps while enemies are left untroubled?
'''Sual:''' Has dostlarınıza gelen musibetleri, tokat eseri deyip hizmet-i Kur’aniyede füturları cihetinde bir itab telakki ediyorsun. Halbuki size ve hizmet-i Kur’aniyeye hakiki düşmanlık edenler, selâmette kalıyorlar. Neden dosta tokat vuruluyor, düşmana ilişilmiyor?
</div>


<div lang="tr" dir="ltr" class="mw-content-ltr">
'''The Answer:''' According to, “Wrongdoing does not continue, but unbelief does,”(*<ref>*al-Munawi, Fayd al-Qadir, ii, 107.</ref>) friends’ errors are wrongdoing of a sort in this service of the Qur’an, and therefore are  swiftly punished. A person receives a compassionate slap and if he is sensible, realizes his error. But enemies oppose this service and try to prevent it on account of misguidance. Knowingly or unknowingly, their  aggression  against  our  service  assists  atheism.Since  unbelief persists, generally they do not receive any blows immediately.
'''Elcevap:''' اَلظُّل۟مُ لَا يَدُومُ وَال۟كُف۟رُ يَدُومُ sırrınca dostların hataları, hizmetimizde bir nevi zulüm hükmüne geçtiği için çabuk çarpılıyor. Şefkatli tokat yer, aklı varsa intibaha gelir. Düşman ise hizmet-i Kur’aniyeye zıddiyeti, mümanaatı, dalalet hesabına geçer. Bilerek veya bilmeyerek hizmetimize tecavüzü, zındıka hesabına geçer. Küfür devam ettiği için onlar ekseriyetle çabuk tokat yemiyorlar.
</div>


<div lang="tr" dir="ltr" class="mw-content-ltr">
Just as the penalties of those perpetrating small crimes are delivered locally and serious  crimes are sent to the high courts, so too, according to the rules,
Nasıl ki küçük kabahatleri işleyenlerin, nahiyelerde cezaları verilir. Büyük kabahatleri de büyük mahkemelere gönderilir.
</div>


<div lang="tr" dir="ltr" class="mw-content-ltr">
the small errors of believers and close friends are punished swiftly and in part in this world, in order to quickly purify them.
Öyle de ehl-i imanın ve has dostların hükmen küçük hataları, çabuk onları temizlemek için kısmen dünyada ve süraten verilir.
</div>


<div lang="tr" dir="ltr" class="mw-content-ltr">
But the crimes of the people of misguidance are so great that since their punishments exceed this brief worldly life, as required by justice they are referred to the Supreme Tribunal in the  eternal realm, and mostly they do not receive any punishment here.
Ehl-i dalaletin cinayetleri, o kadar büyüktür ki kısacık hayat-ı dünyeviyeye cezaları sığışmadığından, mukteza-yı adalet olarak âlem-i bekadaki mahkeme-i kübraya havale edildiği için ekseriyetle burada cezaya çarpılmıyorlar.
</div>


<div lang="tr" dir="ltr" class="mw-content-ltr">
The Hadith “This world is the prison of the believers and the Paradise of the unbelievers”(*<ref>*Muslim, Zuhd, 3; Tirmidhi, Zuhd, 16; Ibn Maja, Zuhd, 3; Musnad, ii, 197, 323, 389, 485.</ref>) alludes to this truth. That is to say, because the believer receives partial punishment for his faults in this world, it is a place of punishment for him. It is a dungeon  and  Hell  in  relation  to  his  happiness in  the  hereafter.
İşte hadîs-i şerifte اَلدُّن۟يَا سِج۟نُ ال۟مُؤ۟مِنِ وَجَنَّةُ ال۟كَافِرِ mezkûr hakikate dahi işaret ediyor. Yani dünyada şu mü’min, kısmen kusuratından cezasını gördüğü için dünya onun hakkında bir dâr-ı cezadır. Dünya, onların saadetli âhiretlerine nisbeten bir zindan ve cehennemdir.
</div>


<div lang="tr" dir="ltr" class="mw-content-ltr">
And  since  the unbelievers will not be released from Hell and they in part receive the rewards for their good works in this world and their large sins are postponed, this world is their Paradise in relation  to their life in the hereafter.
Ve kâfirler madem cehennemden çıkmayacaklar. Hasenatlarının mükâfatlarını kısmen dünyada gördükleri ve büyük seyyiatları tehir edildiği cihetle, onların âhiretine nisbeten dünya, cennetleridir.
</div>


<div lang="tr" dir="ltr" class="mw-content-ltr">
For in reality and in meaning the believer is also far happier in this world than the unbeliever. A believer’s faith is quite simply like a Paradise in his spirit; while the unbeliever’s unbelief sets afire a sort of Hell in his being.
Yoksa mü’min bu dünyada dahi kâfirden manen ve hakikat nokta-i nazarında çok ziyade mesuddur. Âdeta mü’minin imanı, mü’minin ruhunda bir cennet-i maneviye hükmüne geçiyor; kâfirin küfrü, kâfirin mahiyetinde manevî bir cehennemi ateşlendiriyor.
</div>


<div lang="tr" dir="ltr" class="mw-content-ltr">
Glory be unto You! We have no knowledge save that which You have taught us; indeed, You are All-Knowing, All-Wise.(2:32)
سُب۟حَانَكَ لَا عِل۟مَ لَنَٓا اِلَّا مَا عَلَّم۟تَنَٓا اِنَّكَ اَن۟تَ ال۟عَلٖيمُ ال۟حَكٖيمُ
</div>


<div lang="tr" dir="ltr" class="mw-content-ltr">
------
------
<center> [[Dokuzuncu Lem'a]] ⇐ [[Lem'alar]] | ⇒ [[On Birinci Lem'a]] </center>
<center> [[Dokuzuncu Lem'a/en|The Ninth Flash]] ⇐ | [[Lem'alar/en|The Flashes]] | ⇒ [[On Birinci Lem'a/en|The Eleventh Flash]] </center>
------
------
</div>